İKLİM KRİZİ VE SİSTEMİK ZAFİYET

Söyleşi: Bekir Avcı
17 Ağustos 2021
SATIRBAŞLARI

Türkiye’nin güneyi yanarken kuzeyinde sel felaketi var. Zıt gibi görünen bu doğa olayları birbirine nasıl bağlanıyor, aralarında nasıl bir süreklilik ve ilişki var?

Ali Kerem Saysel: İklim değişikliği Türkiye’nin de içinde yer aldığı Doğu Akdeniz havzasında genel olarak ısınma ve kuraklaşma anlamına gelse de, küresel ısınmanın sonucunda hidrolojik döngü hızlanıyor, bulut kümelenmeleri yer değiştiriyor ve bir coğrafyada kuraklık yaşanırken diğer bir coğrafyada şiddetli yağışlar görülebiliyor. Türkiye’nin güneyi ve kuzeyi arasında yağış rejimi açısından sistemik bir ilişki var mı, bilmiyorum. Ama ölçek küçülterek ulusal ölçekte koşulmuş olan modellerin sonuçları yağışların güneyde ve karasal bölgelerde azalacağını, kuzey kıyı şeridinde artacağını söylüyor. Biz iklim değişikliğinin iki ayrı yüzünü aynı anda yaşıyoruz.

Sel felaketinin yaşandığı Kastamonu’ya giden Cumhurbaşkanı, “Amerika’sı, Rusya’sı yangınların altından kalkamadılar, ama hamdolsun biz 20 günü bulmadan bu afetlerden büyük oranda kurtulduk” dedi. “Kurtulduk”u geleceği de hesaba katarak düşünürsek, bu sözün gerçeklikle ilişkisi var mı?

Ali Kerem Saysel

Kurtulmadık tabii, bir ayda, bir yılda da kurtulamayız. Yangınların bir bölümü –medya takibimden edindiğim izlenime göre– yanacak orman kalmadığı için söndü. Orta-batı Karadeniz’deki sel felaketinin etkileri ise daha yeni anlaşılıyor. Üstelik, önümüzdeki günlerde yeni yangın ve seller yaşanabilir. Bu felaketlerin iklimsel ve sosyo-ekonomik nedenlerini masaya yatırmaz, tüm kalkınma politikamızı bu yeni gerçekliği göğüsleyecek şekilde yeniden tasarlamazsak bu felaketlerden kurtulamayız. İklim değişikliği aşırı hava olaylarını tetikleyebilir, ama doğru politikalar iklimsel etkileri yumuşatıp felaketlerin ortaya çıkmasını engelleyebilir. Bu zaman alacak bir iş. İki gün içinde “şükür kurtulduk” diye ortaya çıkarsanız, temel sorumlulukların da üstünü örtmüş olursunuz.

Yangın ve seller sürerken IPCC’nin (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 6. değerlendirme özet raporu 9 Ağustos’ta paylaşıldı. Küresel ısınmanın 1,5 derece artacağı, bunu engellemenin artık mümkün olmadığı, önlem alınmazsa 2 derece ya da üzerine çıkacağı, Akdeniz’inse bu ısınmadan öncelikli ve en çok etkilenen bölgelerden olacağı raporda öne çıkan başlıklardan. Rapor da “kurtulmadığımızın” bir belgesi.

IPCC her değerlendirme raporunda karşı karşıya bulunduğumuz riskin boyutlarını daha açık ve kesin bir dille ifade ediyor. IPCC 2019’da, Paris İklim Anlaşması’nın 1,5-2 derece hedeflerinden esinlenerek bunun imkânlarını araştıran bir rapor yayınlamıştı. Bilim dünyasındaki genel kabule göre, yüzyıl sonu ortalama sıcaklık artışı bu bandı aşarsa yeryüzünün temel ekolojik fonksiyonlarında beşeri yaşamı da olumsuz etkileyecek geri dönüşsüz bir değişim ortaya çıkacak. IPCC’nin 2019 raporu 1,5-2 derece hedefini yakalayabilmek için 2020-2040 arasında karbon nötr bir küresel ekonomi yaratılması gerektiğine işaret ediyor, yani çok zor da olsa teorik olarak son bir çıkış imkânının varlığını koruduğunu söylüyordu. Raporun paylaşıldığı 2019’dan bugüne, iki sene geçti. Bu iki senede, çeşitli ülkelerin ne olacağı belirsiz, ötelenmiş karbon nötr hedefleri ve Yeşil Yeni Mutabakat tartışmaları dışında, dik inişin başlangıcına dair somut bir işaret göremedik. Yeni yayınlanan 6. Rapor bu tehlikeye işaret ediyor, hâlâ açık kapı bırakmakla birlikte, bu bandın geri dönüşsüz bir şekilde aşılmakta olduğunu vurguluyor.

Akdeniz havzasının küresel dünyaya göre daha çabuk, hızlı ve fazla ısınmasından ne anlamalıyız? Neden bu bölge daha çok ve hızlı ısınıyor?

Neden diğer coğrafyalara kıyasla daha fazla ısındığını bilmiyorum. İklim değişikliği literatüründe Akdeniz, özellikle Doğu Akdeniz bir sıcak nokta olarak bilinir. Bu havzanın iklim değişikliğinden etkilenme biçimi sıcaklıkların yükselmesi, yağışların azalması, kurak dönemlerin uzaması ve kuraklığın derinleşmesi şeklinde. Bölgesel-ulusal ölçekli projeksiyonlar ise daha ayrıntılı bilgiler temin ediyor. Türkiye coğrafyasına odaklandığımızda şunu görüyoruz: Güney ve Ege şeridi ile iç bölgelerde yazlar daha kurak ve sıcak geçecek, yağışlar azalacak. Sadece kuzey şeridinde ve Doğu Karadeniz’de yağışlarda artış ve şiddetli yağış olayları görülecek. Çeşitli senaryolara ve koşulan modellere bağlı olarak, rakamlarda bazı oynamalar olabilir, ama genel hikâyemiz değişmez. Bu yaz yaşadığımız çevre felaketlerine bakalım: Akdeniz yanıyor, Orta Anadolu, Harran-Mardin ovaları kavruluyor, Artvin ve Rize’de sel olaylarıyla mücadele ediyoruz. Buna hava durumu neden oluyor. Hava durumu genel iklim şartlarının bir fonksiyonu, iklim beklendiği şekilde değişirken yeni hava olaylarını da beraberinde getiriyor. Bütün bu çevresel felaketlerin birincil sistemik sebebinin iklim değişikliği olduğunu söylemek durumundayız. Ama “felaket” dediğimizde işin içine bir de sosyo-ekonomik sistem giriyor.

IPCC’nin 2019 raporu 1,5-2 derece hedefini yakalayabilmek için 2020-2040 arasında karbon nötr bir küresel ekonomi yaratılması gerektiğine işaret ediyor. 2019’dan bugüne, dik inişin başlangıcına dair somut bir işaret göremedik.

İklim değişikliğinin boyutları ve yönü konusunda epey determinist konuşabiliriz, ama bunun genel ekosistem ve beşeri sistemler üzerindeki etkilerine dair o kadar kesin konuşamıyoruz. Bu noktada senaryo tabanlı konuşmamız gerekiyor. Biyoçeşitlilik ve karmaşık ekosistem hizmetleri üzerindeki etkilerin anlaşılması daha güç olabiliyor. Ayrıca, sosyo-ekonomik sistem ne yönde bir değişim gösterecek, kendisini değişen şartlara uygun olarak nasıl yenileyecek? Tüm bu belirsizliklerin varlığında, adeta toplumsal bir sigorta poliçesi oluşturur şekilde, bildiğimiz en temel doğrulardan hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. İklimin 2050’de 2,1 mi yoksa 2,2 derece mi ısınacağı sorusundan ziyade, çok ama çok büyük olasılıkla o derecelerde ısınacağı, kuraklaşacağı temel bilgisinden hareket etmemiz gerekiyor.

Orman ekosistemleri söz konusu olduğunda nasıl bir hazırlık şart?

İklimsel değişiklik sonucunda ormanlar daha kuru olduğu için adeta birer yakıt deposuna dönüşüp çok kolay tutuşur hale geliyor. Yeni kuraklık koşuluyla birlikte yangınlar daha olası hale geliyor. Yangın bir kez ortaya çıktıktan sonra coğrafi yayılması, kuru rüzgârların etkisiyle çok daha hızlı oluyor. Bundan böyle ormanlarımızda, özellikle yaz döneminde, bilhassa temmuz-ağustos aylarında yangın çıkması olasılığı geçmişe kıyasla çok daha yüksek. Çıkan yangınların yayılma hızı çok daha yüksek. Yangının ilk safhasında bir ağaç iki ağacı, iki ağaç dört ağacı, dört ağaç sekiz ağacı yakar, tıpkı pandeminin ilk safhasında gördüğümüz gibi, artarak artan, pekiştirici bir döngüyle büyüyen yayılım gösterir. Bu kadar hızlı büyüyen bir yangını nasıl kontrol altına alacaksınız? Sadece teknik kapasitenin inşa edilmiş olması yeterli değil, erken ve doğru müdahale de önemli. “Kaza geliyorum der” lafı çok doğru. “Ben Manavgat’ta orman yangını beklemiyordum” demek mümkün mü? Nasıl beklemezsiniz? Müsilaj benim için sürprizdi, bilmiyormuşum, bakmamışım, duymamışım. Fakat sonra denizbilimciler konuşmaya başladıklarında, gördük ki, müsilaj gayet bilinen bir şey; sıcaklık arttığında, deniz ekosisteminin organik yükü arttığında müsilaj olabiliyormuş. Aşırı sıcaklar ve kirliliğin etkisiyle patlama yapmasına da şaşırmamak lâzım demek ki! Bundan sonraki yıllarda, gerekli önlemler alınmazsa, çok daha fazla müsilaj görebiliriz. Aynı şekilde şiddetli orman yangınları da görebiliriz. Başka pandemiler, başka sel felaketleri görebiliriz. Bu tehlikeler, yeni bir anlatı oluşturuyor insan toplumları açısından. Teknik ve beşeri sistemlerimiz geçmişe kıyasla çok daha kırılgan hale geliyor ve bu kırılganlığın azaltılması için özel çaba ve planlamalar gerekiyor.

Muğla yangını, 2021 (Fotoğraf: AFP)

Planlamalara gelmeden önce, kırılganlıktan kastınız ne tam olarak?

İçeriden ve dışarıdan gelebilecek birtakım şoklar karşısında yaşanan sistemik zafiyet diyebiliriz. İki sezon üst üste kuraklık Konya Ovası’nda tarımsal ekonomiyi çökertebilir. Bir sıcak hava dalgası İstanbul’un havalandırma koridorları olmayan semtlerinde kitlesel ölümlere neden olabilir. Bir sıcak ve kurak hava dalgası on binlerce hektar orman alanının yok olmasına neden olabilir. Senelik beklenen yağışın neredeyse dörtte birinin 24 saat içinde düşmesi taşkınlara neden olabilir.

Bunların tahribat boyutu nasıl? Örneğin, son yangınlarda nasıl bir biyoçeşitlilik yok oldu?

Yaklaşık bir hafta önce, 100 bin hektara yakın alanın yandığından bahsediliyordu. Coğrafi olarak muazzam büyük bir alan bu. Orman ekosistemleri bir döngü içindedir; yanabilir, yaşlanan ağaçlar ölür, yerine gençler gelir, bu döngü içinde bir biyolojik çeşitlilik sağlanır. Arada birtakım küçük yangınlar çıktığında söner veya söndürülür ve bu döngü içinde biyoçeşitlilik veya ekolojik üretkenlik üzerindeki etkisi çok fazla hissedilmez. Ancak, bir anda 100 bin hektarlık bir alanın yanması öyle değil. Bu olaylar tekrarlarsa, doğanın kendi kendisini yenileme kapasitesinin çok üzerine çıkan bir tahribat yaşanır. Bu da Anadolu coğrafyasının, birkaç insan nesli açısından geri dönüşsüz olarak değişmesi, orman şeridinin çıplaklaşması, yavanlaşması, ekolojik üretkenliğin kaybedilmesi anlamlarına gelecektir. Ciddi bir koruma politikası illa ki gerekiyor.

Güney ve Ege şeridi ile iç bölgelerde yazlar daha kurak ve sıcak geçecek, yağışlar azalacak. Kuzey şeridinde ve Doğu Karadeniz’de şiddetli yağış olayları görülecek. Çeşitli senaryolara ve modellere bağlı olarak, rakamlarda bazı oynamalar olabilir, ama genel hikâyemiz değişmez.

Bir de Muğla-Milas’taki yangın ilçedeki Kemerköy Termik Santrali’ne sıçrayarak santralı tahrip etti. Böyle olunca, “ya bir nükleer santrale sıçrasaydı” sorusu geldi akıllara. Şu an Türkiye’de aktif bir nükleer santral yok, ama Mersin’deki Akkuyu Nükleer Santrali’nin 2023’te açılacağı duyurulmuştu, inşaatı sürüyor. Akkuyu’daki santral inşaatı ağaç katliamları yapılarak başlatılmıştı. Nükleer Karşıtı Platform’un da vurguladığı gibi, Mersin iklim krizi karşısında kırılgan bir şehir ve olası bir kaza bütün coğrafyayı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirebilir. Nükleer riskine dair ne dersiniz, orman yangınlarıyla yaşananlar nasıl bir mesaj verdi?

2010’da Rusya’yla yapılan ikili anlaşma sonrasında, ciddi bir yasal alt yapı oluşturulmadan nükleer santral inşaatına başlandı. Akkuyu’da inşası süren nükleer santral hakkında Türkiye kamuoyu çok az şey biliyor. Çünkü şeffaflık yok, kamu denetimine açık bir faaliyet değil. Evet, riskler ortada. 2011’deki Fukuşima kazasında bir tsunaminin o santrali vuracağı öngörülmüyordu, ama vurdu. Akkuyu’da inşa edilen nükleer santral depremsellikle karşı karşıya. Ormanlık alana ne kadar yakın, tam bilmiyorum, ama eğer iç içeyse bir yangın tehlikesiyle de karşı karşıya gelinebilir. Fakat bütün bunları bir tarafa bıraksak bile, nükleer santralin kendisi başlı başına risk. Bu, konvansiyonel enerji teknolojilerinde karşı karşıya kaldığımız türden bir risk değil. Bir kaza durumunda ortaya çıkabilecek olan etki ölçülemez derecede büyük. Coğrafi dağılımı, zaman menzili, gelecek kuşaklar üzerindeki etkisi belirsiz. 1960’ların anti-nükleer aktivistlerinin dediği gibi, bu bir barbarlık teknolojisi. Çünkü yapısı itibarıyla hem içeriden hem dışarıdan çok ağır risklere açık bir elektrik üretme teknolojisi. Bu yüzden dünyada çok sıkı regülasyonlara tabi. Regülasyonların ötesinde, çok büyük sigorta havuzları mevcut Batı ülkelerinde. Oradaki genel trend, nükleer enerjiyi yavaş yavaş tasfiye ederken, bir taraftan da çok güçlü regülasyonlar ve sigorta havuzlarıyla denetim altında tutmak. Türkiye bunların hiçbirisini yapmadan girdi nükleer santral işine.

Marmaris yangını, 2021 (Fotoğraf: Yasin Akgül / AFP)

Bütün bu risklerin, kırılganlıkların azaltılması için ne yapmalı?

Örneğin, yangınların çıkma olasılığını azaltmak için orman içi faaliyetleri azaltmak, orman içindeki tesisleri ormanlardan çıkararak buraları koruma alanları ilan etmek, çıkacak yangınları kontrol altına alabilmek için yeni bilgi ve izleme teknolojilerinden yararlanmak, yangınları söndürme araçlarını artırmak ve hazır etmek gerek. Bunların hepsi yapılması gereken ve yapılabilecek şeyler. Ama biz iklim değişikliği yokmuş gibi yaşamayı tercih ettiğimiz, ormanları da bu bağlam içinde değerlendirmediğimiz için, “iklim değişikliğinden ormanlar nasıl etkilenir, orman varlığımızı nasıl koruruz” gibi soruları sormadığımız için bu hazırlıkların hiçbirisini yapmamışız, yapmıyoruz. Bütün bunları yapması gereken devlet. Son haftalarda televizyonlardaki tartışmalara bakıyorum, sivil toplum bu konuda bir şeyler yapmaya çabalıyor, çeşitli sivil organizasyonlar devreye girmeye çalışıyor. Hepsi güzel şeyler, ama on binlerce hektar orman arazisinin korunmasından bahsediyorsak şunu sorarım: Devlet ne güne duruyor? Koskoca Orman Bakanlığı var, onun altında Orman Yangınlarıyla Mücadele Daire Başkanlığı var, o var, bu var. Bu yapılar ne diye duruyor? İnsanlık adına, Türkiye toplumu ve gelecek kuşaklar adına bu doğal varlıkları kollamak ve korumakla görevli olan bu yapılar ne yapıyor? Tabii ki sivil toplum devreye girer, ama esasen sivil toplum faaliyetinin de merkezi yapılar tarafından koordine edilmesi gerekir. Ama bu olmuyor. İş yangın söndürmeye geldiğinde devlet ne işini yapıyor ne de sivil toplumla bir koordinasyon geliştiriyor. Aksine, yangınla ilgili olarak bir şeyler yapmak isteyen insanlar suçlanıyor. Sonuç olarak devlet ve toplum karşı karşıya geliyor.

Gerekli önlemler alınmazsa çok daha fazla müsilaj görebiliriz. Şiddetli orman yangınları görebiliriz. Başka pandemiler, başka sel felaketleri görebiliriz. İki sezon kuraklık Konya Ovası’nda tarımı çökertebilir. Bir sıcak hava dalgası İstanbul’un havalandırma koridorları olmayan semtlerinde kitlesel ölümlere neden olabilir.

Akdeniz kıyılarını yangına karşı daha savunmasız alanlar olmaktan çıkarmanın başka yolları da var mı? Mesela, yangın ekolojisti Johann Goldammer’in önerilerinden biri, kırdan kente göçün önünü almak. Böylece tarımsal faaliyet olacak –ancak ona göre bu tarım, ormanla iç içe geçmiş bir tarım olmalı– ve bölge yangına karşı bu kadar savunmasız olmayacak. Katılır mısınız?

Çok doğru bir konuya işaret ediyorsunuz. Aslında iklim değişikliğinin tetiklediği sistemik kırılganlıkla mücadele, sadece güneyde yangın kontrolü, Orta Anadolu’da sulama, kuzeyde taşkın kontrolü gibi özünde teknik içerikli çözümlerle sağlanamaz. Burada söz konusu olan topyekûn sosyal-ekonomik politikalardır. Tüm kentsel ve kırsal kalkınma politikasının baştan ele alınması gerekir. Goldammer bu bağlamda önemli bir hatırlatma yapmış. Ben şöyle yorumlardım: Etno-ekoloji diye de adlandırabileceğimiz küresel bir trend var. Biyoçeşitliliğin ve doğal varlıkların ancak yerel bilgiyle ve o varlıklardan istifa eden yerel topluluklarla işbirliği içinde korunabileceğini söylüyor. Örneğin, Küresel Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri (IPBES) panelinin değerlendirmelerine bakacak olursanız, o çalışmalarda adına yerli topluluklar ve yerel bilgi diyebileceğimiz girdinin çok önemli yer tuttuğunu görürsünüz.

Fukuşima kazasında bir tsunaminin o santrali vuracağı öngörülmüyordu, ama vurdu. Akkuyu’da inşa edilen nükleer santral depremsellikle karşı karşıya. Bunlar bir tarafa, nükleer santralin kendisi başlı başına risk. Bir kazada ortaya çıkabilecek etki ölçülemez derecede büyük. ‘60’ların aktivistlerinin dediği gibi, bu bir barbarlık teknolojisi.

Orman yangınları hakkında düşünürken ben de kendime bu soruları sordum. Niçin ülkemizde etno-ekolojiye temel oluşturacak çalışmalar yapılamıyor, bu anlayışı da içerecek politikalar oluşturulamıyor? Basında Sarıkeçililer adındaki Türkmen göçerler adına konuşan Pervin Çoban Savran’ın söyleşilerini okudum ve çok etkilendim. Evet, ormanlar gibi doğal varlıklarla iç içe yaşayan, kapitalist büyüme modellerini esas almayan rızk ekonomilerinin varlığı doğa korumada çok önemli. Fakat ülkemizde bu topluluklar ne büyüklükte, bu ekonomiler ne kadar yaşıyor ve teşvik ediliyor? Ayrıca, küresel planda yerli bilgisine yönelen bu yeniden keşif kültürel ve siyasal hakların iadesiyle paralel bir süreç izliyor. Türkiye’ye baktığımızda ise yerli halklara karşı güvensizliğin çok derin, insansızlaştırma politikalarının da çok yaygın olduğunu görüyoruz. Goldammer doğanın haklarıyla insan hakları arasındaki ilişkiye dair bir hatırlatmada bulunuyor.

Özellikle felaket anlarında kutuplaştırıcı siyaset ekolojik yıkımı nasıl katlıyor? Pandemi başlangıcında Türk Tabipleri Birliği gibi bir meslek örgütü yok sayılıp hedef alındı. Yine yangınlar sırasında iktidarın yerel yönetimleri sorumlu tutmasına, oluşan dayanışma tarzlarını hedef almasına şahit olduk…

Türkiye’de egemen olan kalkınma ve devlet politikası sıcak para ve kâr odaklı çalışıyor. “Cebime bugün para girmiyorsa veya ben vatandaşın cebine bugün para sokamıyorsam o politikanın, o yatırımın hiçbir anlamı yok” anlayışı hâkim. Böyle bir mantıkla anca bol bol inşaat yapar, karayolları döşer, limanlar yapar, turizm tesisleri ve maden ocakları açarsınız. Bunları yaparken de su kaynaklarını, ormanları, sulak alanları, korunması gereken ekosistemleri tahrip edersiniz. Maalesef Türkiye’de bu model egemen. Böyle bir kafa yapısıyla iklim değişikliğine karşı hazırlık yapıp önlem alabilirsiniz. “On tane daha söndürme uçağı alayım da köşeye koyayım” diyeceğinize, “o uçakları alacağıma birilerini hemen zengin edecek bir ekonomik faaliyete öncelik vereyim” dersiniz. En başta bu bakış açısının değişmesi gerekiyor. Bugün yangındı, önceki sene Kazdağları’nda altın madenleriydi, daha önceki yıl kuzeydoğuda Maçahel Vadisi’nde Yeşil Yol’du. Hepsi aynı kapıya çıkıyor. Kısa vadeli çıkarların, günü kurtarmayı hedefleyen, sıcak parayı önceleyen bir politik anlayışın tezahürleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Bunları önlemek için ileriye odaklanmak, geleceğe yatırım yapmak gerekiyor. Bir kere bu kafa yapısı yok. En temel problem buradan kaynaklanıyor. Bu politikaların nasıl bir doğa tahribatına yol açtığını gören, anlayan yaygın bir toplumsal kesim var. Bu politik arka planın üzerine bir de çevresel felaket olduğunda, haliyle devleti suçluyorlar, “neredeydin” diye soruyorlar. Buna karşı da devlet yetkilileri bir refleks, hatta ön alıcı bir söylem geliştiriyor. Diyorlar ki, “Ormanlarımızı yaktılar, büyük bir hainlik ve saldırıyla karşı karşıyayız, biz zaten bir savaş hükümetiyiz, bizi savaşmak için destekliyorsunuz, desteklemeye devam edin.” Bunun sonucunda da sopalı, silahlı insanlar bundan vazife çıkarıp orada burada yol kesip Kürtleri, göçmenleri, sığınmacıları hedef alıyor. Daha en başta meselenin doğru yönetilmemesi, doğru tartışılmaması, “saldırıya uğruyoruz” söyleminde ısrar edilmesi çok ciddi bir çatışma ortamı yaratıyor. Devlet kendisi açısından kullanışlı olan bu söyleme sarılıyor. Bu kullanışlı söylemi medya kanallarında ve sosyal medyada köpürterek insanların önüne getirdiğinde, göçmenlere, sığınmacılara duyulan tepki içgüdüsel olarak canlanıyor. O zaman da karşımıza eli sopalı, silahlı, yol kesen insanlar çıkıyor. Oysa medyanın, devletin ya da elinde bu tür bilgi ve teknoloji imkânı bulunduran kesimlerin eğitici bir rolü olması ve bunu doğru kullanması gerekiyor. İklim değişikliğini, orman varlığımızı koruyabilmemiz için yapmamız gerekenleri anlatmalılar. Bir orman bakanının ya da orman genel müdürünün böyle konuşmasını beklersiniz normal koşullarda, ama bunların hiçbiri olmuyor, aksine negatif bir eğitim uyguluyorlar. “Saldırı altındayız” diyorlar, Covid-19 pandemisi karşısında “galiba İsrail’in, Amerika’nın komplosuna kurban gittik” diye düşünmekten farksız bu. İklim değişikliği ve bunun orman varlıkları üzerindeki sistemik etkisini bilmiyorsam bu çok kafa karıştırıcı bir şey haline gelebilir. Televizyona bakıyor, bir anda on yerde birden yangın çıkmış. Bakan da “hain saldırı altındayız” diyor. İnsanlarda bilişsel olarak anlayamadığı bir şeyi, kavrayamadığı bir problemin nedenlerini hemen dışarıdaki bir etkiye bağlamak isteği var zaten.

Sarıkeçili Yörüklerin Mersin’den Konya’ya 40 gün sürecek göçünün ilk günlerinden, Mayıs 2021 (Fotoğraf: DHA)

Yangınlar sırasında bazı yardım talepleri resmi olarak geri çevrildi, “Help Turkey” çağrısı yapanlara açılan soruşturmalar var. Akdeniz ülkelerinin büyük yangınlar gibi iklim krizi kaynaklı konularda işbirliği yapması zaten olması gereken şey değil mi?

Tabii ki, öyle olmalı. Zaten küresel bir problemle, küresel iklim değişikliğiyle karşı karşıyayız. Bunu göğüsleyebilmek için uluslararası topluma görev düşüyor, uluslararası işbirliği alanlarının açık olması gerekiyor. Fakat maalesef böyle küresel bir krize sürüklenirken uluslararası toplum içe kapanma, bölünme eğiliminde. Aklıselim insanlar devreye girip uluslararası dayanışma çağrısında bulunuyor, fakat bu çağrı devletin içe kapanma politikasıyla o kadar taban tabana zıt ki, bu yüzden devlet tarafından “hain” ilan ediliyorlar. Gerçekten trajikomik. Şaşırtıcı, ama “neden böyle oluyor” diye üzerinde biraz düşündüğümüzde anlaşılmaz gelmiyor.

Etno-ekoloji diye adlandırabileceğimiz küresel trend biyoçeşitliliğin ve doğal varlıkların ancak yerel bilgiyle ve o varlıklardan istifa eden yerel topluluklarla işbirliğiyle korunabileceğini söylüyor. Küresel planda yerli bilgisine yönelen bu yeniden keşif kültürel ve siyasal hakların iadesiyle paralel gidiyor.

Siyasi güç odakları, onu ayakta tutan ekonomik güç odakları ve onun doğrudan fonksiyonu olan medya tamamen kullanışlılık esasına göre hareket ediyor. İklim değişikliğiyle ilgili bir meseleyi kullanışlı görseler bunu da gündeme getirebilirler. Hiç gündeme getirmiyorlar da değil. Hükümet ve özel sektör hidroelektrik santralleriyle övünmek isterse iklim değişikliği kullanışlı bir malzeme olabilir. “İklim değişikliğini önlemek, karbon salımlarını azaltmak için şu kadar HES inşa ettik” diyebilirler. Kullanıyorlar da zaten. BM Biyoçeşitlilik Konferansı’na gidip “şu kadar ağaç diktik, yenilenebilir enerji gücünü bu kadar artırdık” diyerek bunu kullanabiliyorlar. İklim değişikliğini tartışmamaktan ziyade kullanışlılık esasına göre hareket ediyorlar.

Sorumluluktan sıyrılmak için de “kullanışlı”, değil mi? Mesela, Kastamonu’da aşırı yağış sonrası yaşananlar üzerine Cumhurbaşkanı’nın açıklaması şöyle: “Dünyanın pek çok yeri gibi ülkemiz de bir süredir tabii felaketlerle boğuşmaktadır.” Orman Bakanı’nınki de şu şekilde: “HES’ler bu işin sebebi yerine genelde mağduru oluyor.” Oysa uzmanlar oradaki dere yatağına HES yapılmasının felaketin nedeni olduğunu söylüyor.

Burada neden-sonuç ilişkilerinin alabildiğine karıştırılıp çorba edildiği bir düşünce silsilesi görüyoruz. İktidarı sorumluluğundan kurtaracak her türlü söylem devreye sokuluyor. Sel mağdurlarının taşkında HES’lerin rolünü anlattıkları görüntüleri izledim ve ikna edici buldum. HES’ler doğal bitki örtüsünü yok ederek toprak suyunu ivmelendiriyor, debi artırmak amacıyla yatakları daraltıyor. Bunlar taşkın şiddetlendirici etkiler. Üstelik taşkın esnasında rezervuar yönetimi nasıl yapıldı, bilmiyoruz henüz. Kapaklar ne zaman açıldı, açılmadan ne kadar önce aşağıya haber verildi? Her biri araştırılması gereken bu iddialar ele alınmadan HES’leri “mağdur” ilan etmek, açık bir tartışmadan kaçındıklarını gösteriyor.

Devlet yetkililerinin “saldırıya uğruyoruz” söylemi çatışma ortamı yaratıyor. Devlet kendisi açısından kullanışlı olan bu söylemi medyada köpürterek insanların önüne getirdiğinde, göçmenlere, sığınmacılara duyulan tepki içgüdüsel olarak canlanıyor. Karşımıza eli sopalı, silahlı, yol kesen insanlar çıkıyor.

İklim krizinin sonuçlarını günbegün görüyor, deneyimliyoruz. Gelecek konusunda da bilimin uyarıları ortada. Ne söylersiniz, ne yapmalı?

İnsan doğa ilişkisini karşılıklı destekleyici kılmak istiyorsak, zengin bir ekosistemde yaşamak istiyorsak, bunun için yapmamız gereken yerküre üzerindeki maddi etkimizi azaltmaya çalışmak. Bunun için de –biraz klişe gelebilir ama– sistemi değiştirmek ve daha az tüketmek gerekiyor. Bireysel planda, küçük ölçekte daha az tüketerek, enerji kullanımı atık üretimine dikkat ederek başlayabiliriz. Fakat “hepimiz bahçemizin önünü temizlersek bu sorun çözülür” diyemeyiz. Bunu daha ziyade bir başlangıç olarak görüyorum. Bunu yapmadan, bu ahlâki bütünlüğü sağlamadan doğru politik adımı atmanın mümkün olmadığını, olamayacağını düşünüyorum. Bunu yapmak, doğru mesajı vermek, örgütlenmek, sonra da daha güçlü önlemler alabilecek, regülasyon yapabilecek kurumlar üzerinde baskı oluşturmak, sistemin zayıf noktalarını saptamak gerekiyor. Örneğin, fosil yakıt ekonomisini destekleyen kurumların, fosil yakıt şirketlerine kredi veren bankaların, ormanları ve doğal yaşamı tahrip eden inşaat-madencilik sektörlerinin üzerine gitmek lâzım. Onları vazgeçilmez kılan ekonomik yapıyı dönüştürmek gerek. Bireysel sorumluluğu almazsak doğru politik eylemi de gerçekleştiremeyiz. Her şey bireysel sorumlulukla başlar, moral bütünlük sağlanır, eşzamanlı olarak doğru politik analiz ve eylem gelir.

“Doğru politik analiz ve eylem”den kastınızı biraz daha açar mısınız?

Her ne yapıyorsak pratik olarak yapmamız gerekiyor. Ben çevresel etkimi azaltmak için çok küçük bir şey yapabilirim, otomobile binmek yerine otobüse binebilirim örneğin. Hayvansal proteinden vazgeçip vejetaryen diyet tercih edebilirim. “Yahu benim otomobil yerine otobüse binmemin, vejetaryen beslenmemin katkısı ne ki?” diye sormamalıyım kendime. Yani her şeyden önce, doğru olan neyse bunu yapmaya çalışmalı, etrafımı doğru olana teşvik etmeliyim. Bu sadece konuşarak olacak şey değil, yaparak göstermek ve gerekli örgütlenmeleri yapmak gerekiyor. Bulunduğumuz her yerde çevresel etkiyi azaltmak için elimizden gelen neyse onu yapmamız gerekiyor.

Son söz?

Yeryüzü değişiyor, bizim yaşadığımız coğrafya da değişiyor. İklim kaynaklı baskılarla karşı karşıyayız. Bunu göğüsleyebilmek için farklı bir ahlâki-politik realite gerekiyor. Bunu kurmak için çalışmalıyız.

^