İstanbul’a ilk defa konser vermeye geldiğiniz 1991 yılında konseri izleyen herkes “Venceremos”u söylemenizi bekledi, ama söylemediniz…
Horacio Duran: Yıllardır “Venceremos”u söylemiyoruz. Aslında Şili’deki insanların mücadele fikrini ve hatta kazanma fikrini temsil eden şarkı “El pueblo unido jamás será vencido”dur. Onu daha çok seviyoruz, söylemek istediğimizi daha iyi dile getiriyor. “Venceremos” daha ziyade “pam pam pam”, askeri bir marş gibi. Öbürüyse daha lirik.
İtalya’da geçirdiğiniz sürgün yılları müziğinizi nasıl etkiledi?
Duran: Çok iyi bir besteci olan Horacio Salinas, İtalyan, Akdeniz ezgilerini kullanarak dört-beş beste yaptı. O kadar zor geçmedi. İyiydi aslında, çünkü bugün ve o zaman yaptığımız şeyin temelleri çok sağlamdı ve gözle görülebilenden daha ötedeydi. Sürgünde kalışımız, bu gerçekliğe açılan bir pencere gibi oldu.
1988 yılında Uluslararası Af Örgütü Arjantin’in Şili sınırındaki Mendoza kentinde bir konser düzenledi ve binlerce Şilili bu konsere katıldı. Aralarında Bruce Springsteen, Sting, Tracy Chapman, Sinead O’Connor ve Peter Gabriel’in de bulunduğu sanatçılar sizinle birlikte bu konserdeydi…
Duran: Şunu belirtmekte fayda var: Pinochet diktatörlüğü döneminde binlerce Şilili sanatçı Şili’de yaşıyordu ve bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Pinochet’ye karşı savaş veriyorlardı. Darbeyle birlikte sanatsal hareket sona ermedi. Bizim gruptan Juan Flores o dönemde Şili’deydi ve mücadele ediyordu. 70’lerin sonu ve 80’lerde Pinochet karşıtı büyük konserler gerçekleştiriliyordu. Bu çok önemli. Uluslararası Af Örgütü turnesi geldiğinde konseri binlerce Şilili izledi. Bu çok büyük haber oldu dünya basınında, ‘88’de. Ama hiç kimse daha önceden Pinochet’ye karşı gerçekleştirilmiş konserlerden bahsetmedi. Bunu sadece Şilililer biliyordu.
Biz popülerliğin algılanış biçimini değiştiren bir kuşağız. Önceden popüler müzik bir kartpostal gibiydi, biz o manzaranın içine insanları yerleştirdik.
Mercedes Sosa İstanbul’daydı geçen ay. Kendisi de “nueva canción”un önemli temsilcilerinden biri. Ayrıca sizi de desteklediğini biliyoruz. Latin Amerika’da nueva canción takipçileri arasında sağlam bir bağ var galiba…
Jorge Coulon: Bütün Latin Amerika’da, nueva canción söyleyenler arasında bir dostluk, kardeşlik var. Mercedes’le de aramızda muhteşem bir dostluk var, bir kardeşlik paktı sanki. O sürgündeyken de dayanışma içindeydik. Biz popülerliğin algılanış biçimini değiştiren bir kuşağız. Önceden popüler müzik bir kartpostal gibiydi, biz o manzaranın içine insanları yerleştirdik.
Inti-lllimani İtalya’daki 12 yıllık sürgünün ardından Şili’ye döndüğünde, grubu karşılayanlar arasında Pinochet’nin baskı rejimi sürerken doğan gençler de vardı, şarkıları ezbere biliyorlardı. Gruba yeni katılan gençlerden birine soralım: Nueva canción bugün yaptığınız müziği nasıl etkiliyor?
Daniel Cantillana: Nueva canción, Şili’nin gelmiş geçmiş en önemli müzik akımı. Çoğumuzun kökleri nueva canción dayanıyor. Ama nueva canción’u dinlediğimiz sırada başka müzikler de dinliyorduk. Latin Amerika’da, Arjantin’de çok önemli bir rock hareketi de vardı. Brezilya’daki popüler müzik hareketi de çok önemliydi bizim için. Küba’da nueva trova takipçisi olan birçok müzisyen şu anda Küba’daki novissimo trova akımının içinde yer alıyor. Ve onun da Nikaragua’daki volcanto müziğiyle ilişkisi var. Bütün bu müzisyenler köklerini nueva trova’dan alıyor, Latin Amerika müziğinin geri kalanından ve belki de flamenkodan da oluşan yeni bir harman bu.
Siz hangi grupları ve şarkıcıları dinliyorsunuz?
Duran: Bu aralar Afrika müziğini çok dinliyorum. Salif Keita’yı, Toumani Diabaté’yi çok seviyorum. Biraz da İspanya’dan, flamenkodan bir şeyler.
Christian Gonzales: Vicente Amigo, Jorge Pardo… Ben çok fazla flamenko dinliyorum.
Mano Chao nasıl geliyor?
Duran: Evet, seviyorum. O yeni bir şey. Her şeyin karışımı.
Coulon: Radio Tarifa çok iyi.
Duran: Evet, Radio Tarifa. Ayrıca Caetano Veloso, İtalya’dan Franco Battiato…
Coulon: İtalya’da Daniele Silvestri diye biri var. Modern bir müzisyen, ama folktan alıyor köklerini. Enteresan bir harman yapıyor. Yine İspanya’dan Pedro Guerra, Meksika’dan Alejandro Filio var. Hepsinin şarkı sözleri çok kuvvetli.
Af Örgütü Turnesi Şili’ye geldiğinde büyük haber oldu. Ama kimse daha önceden yapılmış Pinochet karşıtı konserlerden bahsetmedi. Bunu sadece Şilililer biliyordu.
Victor Jara’nın ölümünün 25. yılında Estadio Chile’nin (Şili Stadyumu) adının Victor Jara Stadyumu olması için bir kampanya yürütülüyordu. Siz de işin içindeydiniz herhalde.
Coulon: Elbette. Kampanyanın bir parçasıyız, işe şöyle başladık: Stadda bir konser verecektik, ilanda stadın adını Victor Jara Stadyumu olarak yazdık. Resmi olmadığı halde basında konseri böyle duyurduk. Şimdi de tuhaf, hoş bir durum var. Artık herkes Victor Jara Stadyumu diyor oraya. Fakat resmi olarak isim değişmiş değil.
Duyduğumuza göre, stadyum yetkilileri de onaylamış bu fikri. Ama sonradan stadyumun sadece bir bölümünün Victor Jara’nın adını almasını önermişler.
Coulon: Orada başka bir sorun var: Şili hükümetinin stadyumun yönetimini Victor Jara Vakfı’na vermesi ihtimali vardı. Sonra fikir değiştirdiler. Sorun, stadın hem spor hem kültürel etkinlikler için kullanılmasından kaynaklanıyor. Sonuçta Ulusal Spor Federasyonu stadyumun yönetimini aldı. Biz de kültürel etkinlikler düzenlemeye devam ediyoruz. Resmi olarak değiştiremesek de, insanların gözünde stadın adı değişti zaten.
Gerçekten tarihe tanıklık etmiş Şili Stadyumu. Hem Papa’nın tarihi Şili ziyaretinin gerçekleştiği yer, hem diktatörlük rejimine karşı konserlerin gerçekleştiği yer, hem de Şili için çok önemli bir futbol stadyumu. Ve bütün bunların yanında, Victor Jara’nın elleri kırıldıktan sonra öldürüldüğü yer de orası.
Coulon: Hayır, Ulusal Stadyum ve Victor Jara Stadı farklı yerler. Victor Jara Stadı kapalı bir basketbol sahasıdır, Teknik Üniversite’nin yanındadır. Ulusal Stadyum ise bir futbol sahası ve şehrin başka bir yerinde. Ulusal Stadyum’la ilgili çok ilginç yeni bir belgesel çekildi… Victor Jara’nın öldürüldüğü yer Şili Stadyumu’dur, beş-altı bin kişilik, kapalı bir basketbol sahasıdır. Birçok insan Victor Jara’nın öldürüldüğü yerin Ulusal Stadyum olduğunu zanneder, karıştırır. Çünkü her ikisi de toplama kampı olarak kullanıldı.
İstanbul Film Festivali’nde Estela Bravo belgeseli Kutsal Peder ve Gloria’yı görmüştük. Filmde, 1987’de, Pinochet rejiminde, Şilililerin umutla bekledikleri Papa’nın ziyareti görüntüleniyordu: Stadyuma geliyor, ama kendilerine umut verecek pek bir şey söylemeden gidiyordu Papa. Konuşmasında, “siz Şilililer seksi reddediyorsunuz, değil mi?” diye soruyordu, stadı dolduran binlerce kişi hep bir ağızdan “hayıııır” diye bağırıyordu.
Coulon: Evet, evet. Gerçekten muhteşem bir şeydi o. Biz o zaman sürgündeydik. Hollanda’dayken haberimiz oldu.
Bu stadyum hem toplama kampı olarak kullanıldı, hem de coşkulu futbol maçlarına tanıklık etti… Siz futbolun halkın afyonu olduğuna inanıyor musunuz?
Coulon: Bence değil. Marx dinin halkın afyonu olduğunu söylediği zaman, bunu dine karşı çıkarak söylemiyordu. Afyon bir ilaçtı, halkın acılarını dindirmek için. Bu bağlamda futbol, televizyon programları ve ayrıca müzik afyondur diyebiliriz. Grubun hepsi sevmese de, ben futbolu seviyorum. Geçen yıl Türkiye’yi seyrettik Dünya Kupası’nda. Muhteşemdi. Futbol sadece toplumbilim ve psikolojiyle açıklanamayacak bir fenomen. Tarihsel kökenleri de var. Roma İmparatorluğu’nun büyük sirki gibi… İnsanların ihtiyaç duyduğu bir şey. Evet, belki bir afyon. Belki afyon değil de, bir aspirin. Ama insanlar bir yere giderken neyi istediklerini bilerek giderler. Evet, futbol seyretmeye giderler, ama adalet ve demokrasi de isterler. Ve bunun için savaş verirler. Din için de aynı şey geçerli, o da bir afyon. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, Papa “seksi reddediyor musunuz?” diye sorduğunda herkes “hayır” dedi. Orada, stadyumda, afyon kralını dinliyorlardı. İnsanlar akıllıdır, insanların öyle kolayca yönlendirilebilecek kitleler olduğuna inanmıyorum.
Şili’de Papa “seksi reddediyor musunuz?” diye sorduğunda herkes “hayır” dedi. Orada, stadyumda, afyon kralını dinliyorlardı. İnsanlar akıllıdır, insanların öyle kolayca yönlendirilebilecek kitleler olduğuna inanmıyorum.
İtalya’da sürgündeyken Avrupa’da da çok tanınan bir gruptunuz. Verdiğiniz konserler çok coşkulu geçiyordu. 1988’de Şili’ye döndükten sonra İtalya’ya konser vermek için gittiğinizde durum nasıldı, nasıl karşılandınız?
Coulon: Çok değişmişti. Ama konserimize gelen bir sürü insan vardı ve İtalya’yla olan bağımızın güçlü bir biçimde devam ettiğini gördük. İtalya ve İspanya zenginleşti, bir zamanlar yoksul olduklarını unuttular. Daha iyi bir yaşam için savaş verdiklerini ve dünyanın birçok yerinde birçok insanın aynı savaşı sürdürdüğünü unuttular. Pek çok şeyin değiştiğine inanıyorum. Ama önemli şeyler, derinde olan şeyler daha yavaş değişiyor.
Geri döndükten sonra Şili’deki çalışma koşullarınız nasıldı?
Coulon: Döndüğümüzde Pinochet iktidarının son yılıydı. Ülke değişime uğruyordu. Ben hiçbir zaman baskıyı tanımadım. Şili’yi Allende’nin son haftalarında terkettim. Geri döndüğümde Pinochet’nin baskı rejimi de sona ermişti, demokrasi geri geliyordu. Şili’yi terk ettiğim zaman insanlar sokaktaydı, geri döndüğümde de aynı durum vardı. Bu ikisinin arası benim yaşamadığım tiranlığın terörüyle geçmişti. Bugüne kadar hissettiğim şöyle bir durum var: Diktatörlük döneminde Şili’de olanlarla aramda ortak bir şey kalmamış. Bu çok zor bir şey, çünkü diktatörlük çok kuvvetli bir damga. Döndüğümde çok zorlandım, insanlar konuşuyorlardı, ama söyledikleri hiçbir şey yoktu. Ben hiçbir zaman sansürü ensemde hissetmedim. Oysa Şili’de insanlar konuşmaktan korkuyordu.
Pablo Neruda sürgün yıllarında ilham aldığınız, kendisi de sürgünde olan Şilililerden biriydi.
Coulon: Evet. Pablo Neruda’nın (Nâzım) Hikmet’le de çok yakın arkadaşlığı vardı. Ve Hemingway’le mesela, özellikle İspanyol İç Savaşı sırasında… Onların arasında da o sanatçı kardeşliği vardı. Ben de Hikmet’i çok severim.
Roll, sayı 79, Eylül 2003