CUMHUR KILIÇÇIOĞLU (1938 - 2024)

Söyleşi: Merve Erol
26 Mart 2024
Fotoğraf: Yusuf Elik
SATIRBAŞLARI

Türkiye, Siirt’te yaşanan taciz, tecavüz ve cinayet olaylarıyla sarsıldı. Bu olaylar kadar kaygı verici olan, devlet görevlilerinin de dahil olduğu örtbas etme çabasıydı…

Cumhur Kılıççıoğlu: Bir sene önce tarafların anlaşmasıyla kapatılmış bir olay bir tanesi. Herkes yazdı bunu zamanında, ajanslar bu haberi geçti. “Çocuk işi” diyorlardı, “havuza düşmüş, ölmüş”. İlçede büyük bir infial oldu, kaymakamlığa doğru yürüyüş yapıldı. Ama Pervari, Türkiye’nin en kıyıda köşede kalan yerlerinden biri. Ağalar mı, dini önderler mi, artık kimse, araya girenler olmuş, devleti temsil edenler de onların dediğini yapmış, ses çıkmasın, olay büyümesin diye. Türkiye’de maalesef böyle oluyor. Devleti yönetenler asayişle ilgili olayları hep “bir-iki çapulcu”ya yıkıyor, bir suikastte mesela “şizofrenin teki yapmış” diyorlar, hep bir bahane buluyorlar. “Bir daha olmaması için ne önlem alalım” diye kafa yormuyorlar. Pervari’deki olay da böyle, Siirt’teki de. Bütün bir şehri karalayan yazılar yazanlara tepki oluyor, oysa tepkinin bu işte ihmali olanlara yöneltilmesi lâzım. Bir şehri topyekûn karalayanları da elbette kınıyoruz. Devlet ne aileyi, ne çocuğu, ne okulu korumuş, ama sanki kabahat bütün şehrinmiş gibi yazılıyor…

Siirt’teki olayda yetişkinlerin çocuklara çok uzun süreli sistematik ve organize tecavüzü var. Bu tür haberlere son yıllarda Türkiye’de çok rastlıyoruz…

Öyle maalesef. Bu olay kapalı devre gerçekleşmiş, duyan ya ortak olmuş ya da sesini çıkarmamış. Siirt’teki mağdur kızın okuduğu okul dağbaşında bir okul değil, Türkiye’nin en eski, en değerli okullarından biri. Tam karşısında karakol, polis lojmanları var, şehrin merkezi bir yerinde. Buraya gelirken hızlı hızlı yürüdüm, birisi ihbar etse “biri hızlı yürüyor” diye, gelip hemen yakalarlar. Bu olay bunca zaman nasıl görülmemiş? Böyle pis işlerde korkunç bir sır perdesi oluyor. Ve herkes bu işi yapanları lanetliyor. Eninde sonunda yasalarımız bu insanlara gerekli cezayı verecektir, buna inanmak istiyoruz. Bu iş valinin emriyle, polisin tahkikatıyla ortaya çıkmış değil. Bir rehber öğretmenin vicdanı sızlamış, bakmış ki bir sürü söylentiler var…

Gözümü matbaada açtım, yedi yaşımda mürettiplik yaptım, çekirdekten yetiştim. 48 senedir aynı yerde benim tarafımdan çıkarılıyor Mücadele gazetesi. Küçük yerlerde ayakta kalmak kadar zor bir şey yok.

Siirt’teki olayda bazen söylendiği gibi yedi mağdur öğrenci yok, değil mi? Bir kız öğrenci ve onun durumuna çekilmek istenen kardeşi var galiba…

Yedi öğrenci de aynı okulda okuyan tecavüzcüler. Vallahi, utanıyorum bunları konuşmaktan. Bu devlet, vatandaşı, yoksulu koruyacak bir sosyal hukuk devleti değil midir? Kızların ailesi yoksul, babaları hamal. Araştırdım bir yardım alıyor mu diye. Buzdolabı, kömür dağıtıp reklam yapıyorlar, ama bunları kendilerine yakın çevrelere veriyorlar. Eskiden her yerde Yardımsevenler Derneği olurdu, valilerin eşleri, yardımcıları, okul müdürleri bu derneklerin başkanlığını yapardı, ev ev gezip yoksulları tespit ederlerdi. Şimdi Siirt’i yönetenlerin çoğunun eşi Siirt’e gelmiyor.

Bu durum en azından yoksula bakışın değiştiğini de gösteriyor…

Bir ilgisizlik var. Devletin sosyal yardımları adilâne dağıtılmıyor.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Tecavüze uğrayan yoksul kızları önemsemeyip iş güç, aile sahibi yetişkin erkekleri kayırmaya yönelik bir örtbas etme çabası var mı Siirt’te?

Kesinlikle yok, herkes nefret ediyor onlardan. Kim buna müsaade eder? Bazı gazeteler “eşraf yapmış” diyor, eşraf böyle yapar mı? Eşrafın anlamına da halel gelir. O kadar süre boyunca sadece bu işin failleri birbirini tanımış, başka kimse bilmemiş. Birine söylenince o da bu halkaya eklenmiş. Yapılan bu insanlara normal bir şey gibi gelmiş, “o yaptı, ben de yaparım” demişler. Bu adam eve gittiği zaman kızını, karısını görmüyor mu? Ama vicdana gelip “ben itiraf edeceğim, bu pislik bitsin” dememişler. Bu, onların kabahati. Başkalarının ne günahı var? İzmir’de bir seri katil bir gecede yakalandı, Siirt’te neden yakalamamışlar? Devleti temsil eden güçler var, onların değil mi bu kabahat? Gazeteciler de olmasa, memleketin hali ne olacak? Ama iyi, yapıcı gazeteci olsun. Siirt’te sadece bu olaylar da yok ki. Bakın, tefecilik almış başını gitmiş. İki-üç kişi bu yüzden intihar etti, yirmi-otuz aile Siirt’ten göç etti. O kadar yazdık “Siirt’in en büyük felâketi tefeciliktir” diye, ancak bir-iki kişi yakalandı galiba, onları da bıraktılar.

Yengem hastalanınca amcam onun yanına gitmişti, gazetenin başına ben geçmiştim. Yumurta fiyatlarını yazmıştım, çağırdılar, “halkı galeyana sevk etmek” diye suçladılar. Neyse, paçayı kurtardık.

Siirt’in sosyal yapısında son yirmiotuz yılda değişen ne sizce?

Yüzlerce köy boşaldı, Siirt’in nüfusu iki-üç katına çıktı. İlk geldiklerinde yirmi-otuz kişi bir odada kalıyorlardı. Büyük bir sosyal facia yaşandı. O zaman bile böyle büyük bir pislik yaşanmamıştı. Köye dönüşlerde de adil davranılmıyor, korucular kimsenin dönmesinden yana değil. Köyüne dönmek isteyenlere “iyi vatandaş değil” gözüyle bakılıyor. Devletin herkesi eşit sevmesi lâzım, ama birine öz, diğerine üvey evlat gibi bakılıyor. Çanakkale diyorlar, Kutlu Doğum Haftası diyorlar, gözyaşları döküyorlar, asıl gözyaşları bu gibi olaylar için dökülmeli. Ama onu esirgiyorlar, halkın derdiyle ilişiği olmayan işlerle uğraşıyorlar.

Siirt’te yaşanan olaydaki kızlar Kürt kızları, değil mi?

Evet, ama tecavüzcülerde öyle bir fark yok, Kürt de var, Arap da, Türk de. Vali çıkıp açıklama yaptı “aralarında polis ve asker yoktur” diye. Olsalar ne olur, olmasalar ne olur? Bu bir yangındır, yangında Ali’nin otu yanmaz da Veli’nin otu yanar diye bir şey var mı?

Tecavüzcüler arasında tanıdıklarınız var mı?

İçlerinden çok kişiyi tanıyorum. Muhafazakâr insanlar var, hacılar var. Herkes diyor ki “nasıl şeytana uydu”, halbuki asıl şeytan o. Herkes şeytanını kendisiyle birlikte taşır. Bir ulemaya sormuşlar “şu şu olayı sen de yapar mısın” diye, demiş ki, “beni dünyanın en büyük hazinesinin olduğu odaya koy, elimi hiçbir şeye değdirmem, ama beni bir odada bir kadınla başbaşa bırakırlarsa, ne olacağını Allah bilir, ‘bir şey yapmam’ diyemem”.

Toplumun her kesiminde var böyle insanlar, çok tahsilli, çok bilgili de olabilir, çok dindar da, çok müptezel de olabilir. Bunların ortak noktaları vicdansızlıktır, ahlâksızlıktır, şerefsizliktir. Bu olayda da bu müşterek vasfı paylaşmışlar.

Siirt’teki olayda sınıfsal farkın belirleyiciliğinden söz edebilir miyiz?

Çok fakir bir kız da olmayabilirdi, bilemeyiz ki. Burada elbette ayrımcı bir fark var, “kızım, derslerin nasıl” diyecek bir baba yok, okuma-yazma bilen, belki “bu halin nedir” diyecek bir ana yok. Ama Münevver’in (Karabulut) kafasını kesen fakir, cahil bir adam mıydı?

Köye dönüşlerde de adil davranılmıyor, korucular kimsenin dönmesinden yana değil. Köyüne dönmek isteyenlere “iyi vatandaş değil” gözüyle bakılıyor. Devletin herkesi eşit sevmesi lâzım, ama birine öz, diğerine üvey evlat gibi bakılıyor.

13-14 yaşındaki çocukların iki-üç yaşlarında çocuklara tecavüz edip öldürdükleri Pervari’deki olayda böyle bir farktan hiç bahsedilemez herhalde…

Cehaletin getirdiği bir şey. Öğrendikleri bir şeyi yapıyorlar, nereden öğrenmişler? İnternet kafelerden, okuldaki bilgisayarlardan. Ama gazeteleri açın, arka sayfalarında “günün güzeli” var. Dinsel ahlâkla ilgili bir şey değil bu dediklerim, her dinin bir ahlâkı vardır. Eğitimle gelecek bir ahlâk gerekiyor. Deneyimle ortaya koymuşlar ki, bir arada okuyanlar karşı cinsi kendilerine daha az yabancı hissediyorlar, tahrik edici unsur azalıyor. Devletin koruyucu vasfını ortaya koyması, çocukları kollaması lâzım.

Yatılı bölge okulları nasıl okullar?

Bunlar zamanında çok iyi amaçlarla kurulmuştu. Hiçbir köylü çocuğu okumuyordu. Bu okullardaysa beşinci sınıfa kadar okutuyorlardı, çatal-bıçakla yemek yemeyi öğretiyorlardı, mezun olunca “hadi köyüne” diyorlardı. Okuldan sonra köye dönünlerin çoğu uyum sağlayamadı, bazısı kötü yola düştü. O zamanki yaşama göre bu okullarda konfor vardı. Bazıları o vakitler “bu yatılı bölge okulları köy enstitülerinin yerini alacak” dediler, ama sonra anlaşıldı ki öyle değil. Ana kucağı beklediği bir çağda çocuğu alıp yetiştirmek eğitim ilkelerine de aykırı bir anlayış. Derhal bu okulların sisteminin düzeltilerek değiştirilmesi lâzım. Bu okullara harcanan parayı duysanız dudağınız uçuklar. Her köye bir okul kurulması, çocukların annelerinin evinde yatıp kalkması lâzım.

Siirt’in temel ekonomik kaynakları neler, hayvancılık mı mesela?

Hayvancılıktı, yok edildi. Üniversiteyi bile gidip merada yapmışlar. Kimse yaylaya çıkamıyor, yasak. Eskiden Siirt’in hayvan varlığı Türkiye’yi besleyecek düzeydeydi. Ortadoğu ülkelerine her gün yüzlerce kamyon yola çıkardı. Ama üretimi artıracak şeyler yapılmadı. Dünyanın en iyi narı yine Şirvan ve Pervari’de yetişiyor. Bal desen öyle, fıstık desen öyle.

Batman eskiden Siirt’in ilçesiydi, halen 27 ilin kömürü Batman’dan gidiyor. Petrol var Batman’da. Ama devletin şefkatli, akıllı eli yok bu bölgelerde. Eskiden Türkiye’nin en modern kentiydi Batman, ama “takunyalı” kelimesi, TPAO’nun başına gelen bir genel müdüre verilen isim oldu. Böyle böyle değişti. Bir kısmı TPAO Batman Orkestrası’nda çalar, bir kısmı ilâhi okur, ama o armoni bozuldu, o mozaik kalmadı. “Ya böyle olacaksın ya yok olacaksın” dendi. Dini söylemler aslında hep şefkate, merhamete, hoşgörüye dayalıdır, ama bu da yok edildi. Kimse kimseye hoşgörüyle bakmıyor. Bu, sadece Siirt’in değil, Türkiye’nin, hatta dünyanın meselesidir.

Eskiden okullarda Kürtçe o kadar yaygın değildi, Arapça konuşmak yasaktı. Bana verilen beş kuruşluk harçlıkları hep Arapça konuşmaya ceza diye ödüyordum.

Siirt Mücadele gazetesi 48. yılını dolduruyor. Nasıl çıkarmaya başladınız ilk?

Zaten bu meslekten gelen bir ailenin ferdiyim. Siirt’te her ailenin bir mesleği vardı. Amcam (Memet Emin Kılıççıoğlu) 30 yaşında Siirt milletvekili olmuş, ilk gazeteyi de o çıkarmış, ilk kitabevini kurmuş, ilk gazete bayiliğini yapmış, bütün kültür hareketlerinin başını çekmiş.

Ben gözümü matbaada açtım, yedi yaşımda mürettiplik yaptım, çekirdekten yetiştim. 48 senedir aynı yerde benim tarafımdan çıkarılıyor Mücadele gazetesi. Küçük yerlerde ayakta kalmak kadar zor bir şey yok. Doğru veya yanlış nedenlerle ilanımız da kesildi, ambargolar da oldu. 12 Eylül’de gazeteyi onbaşılara götürüp imzalatıyorduk, “basılabilir” diye. 27 Mayıs’ta da öyleydi. Yengem hastalanınca amcam onun yanına gitmişti, gazetenin başına ben geçmiştim. Yumurta fiyatlarını yazmıştım, çağırdılar, “halkı galeyana sevk etmek” diye suçladılar. Neyse, paçayı kurtardık.

El pedalımla el dizgim vardı, onu da kendim yapıyordum, ama birkaç seneden beri Adana’da ofset basıyoruz, pazartesi dağıtıyoruz. Tirajı 600, ama internet sitemiz var, her ay 3 milyon kişi tıklıyor.

TRT’nin Kürtçe ve Arapça kanalları nasıl karşılandı Siirt’te?

Televizyondaki Arapça bizim Arapçamız değil. Bizim Arapçamız melezleşmiş, adeta Siirtçe olmuş. İkinci Bahar dizisini Arapça gösteriyorlar, kendimi test edeyim diye biraz izledim, baktım ki o güzellik, o akıcılık yok. Suriye’dekiler anlıyordur herhalde. Eskiden okullarda Kürtçe o kadar yaygın değildi, Arapça konuşmak yasaktı. Bana verilen beş kuruşluk harçlıkları hep Arapça konuşmaya ceza diye ödüyordum.

Araplar hep şehir merkezinde midir?

Eskiden öyleydi, artık daha Kürt ağırlıklı şehir merkezi. Bizde kimse Arap demez, Kürtlere de “köylü” denirdi eskiden. Devlet illâ Arap, illâ Türk, illâ Kürt diyor. Bizler halbuki bir mozaiğiz, benim annem Arap, babam Kürt, ben Türk kültürüyle yetiştim.

Araplarla Kürtler arasında hiç tarihsel bir sorun oldu mu?

Hayır. Eski bir slogan vardı, “Kürtle Arap kardeştir” Türkçesi. Araya nifak sokulabilir, ama halklar kardeştir. Devlet halka eşit gözle bakarsa halk eğleşir, barışır.

Express, sayı 110, Mayıs 2010

^