İSMAİL GEZGİN’LE “HOMO NARRANS” ÜZERİNE

Söyleşi: Kavel Alpaslan
4 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI
İnsan günün birinde yaşamının sona ereceğini bilen bir canlı türü. O yüzden de türlü yollar icat ederek bu trajediyle başa çıkmaya çalışıyor. Mitler o yolların önde gelenlerinden biri. Yeni kitabı “Homo Narrans”ta mitlerin yapısını, işlevini, ölümsüzlüğünü inceleyen arkeolog İsmail Gezgin’e bağlanıyoruz.
Aman’a yelken açan bir gemi (Ted Nasmith)

J. R. R. Tolkien tarafından yaratılan Orta Dünya’da geçen bir hikâye, insanların yarattığı en görkemli uygarlıklardan birinin, Númenór‘un çöküşünü anlatır. Kötülükler kaynağı Melkor’a karşı savaşta dünyayı şekillendiren ve yöneten Valar’ın yanında saf tutan tek insan grubuna bir hediyesi olur: Orta Dünya’nın derdinden tasasından uzak, yıldız şeklinde bir ada, yani Númenór!

Hediye bununla bitmez. En büyük ödül, ölümlü bir halk olan bu insanlara diğerlerine nazaran daha uzun bir yaşam bahşedilmesidir. Fakat tek şartla: Batı’ya yelken açmamak. Çünkü Númenór‘un Batı’sı, Valar‘ın yurdu olarak bilinen Aman‘dır ve burası ölümsüz ruhlara ev sahipliği yapmaktadır. Şartı minnetle kabul eden Númenórlular kendilerine bahşedilen yerde büyük bir uygarlık kurar.

Gel zaman git zaman, Númenór‘un Anduie limanından her gece güneşin batışını seyrederken akıllarını kurcalayan bir soruyla baş başa kalırlar. Ömürleri uzun da olsa, her batan güneş onları biraz daha ölüme yaklaştırmaktadır, tüm insanlar gibi[1]. Günler birbirini kovalar, zamanı gelenin ışığı söner… Aman’a açılmak önce sadece bir hayaldir. Kolay mı öyle Valar’ın yasağını delebilmek?

Ancak, kim bilir, belki bu şekilde ölümlülük sancısından da kurtulmak mümkündür. Númenórlular artık alenen yakınmaya başlar. Ölümsüzlüklerden yararlanmış birini büyük güçlere örnek göstererek kendilerinin de Aman’a kabul edilmesini isterler. Habercilerin getirdiği yanıt ise “onun kaderinin ayrı yazıldığı” olur. Nihayetinde, kral Ar-Pharazôn sözde gemicilikteki ustalıklarından, özde ise ölüm gerçeğinin ağırlığından aldıkları kuvvetle Valar’ın yasasına karşı çıkar ve Batı’ya yelken açarak savaş ilan eder.

Karanlık güçler de onun bu arzusunu teşvik eder. Fakat Aman‘a ayak bassa da Ar-Pharazôn savaşı kaybeder ve sonsuza kadar tutsak edilir. Númenór ise cezalandırılarak bir tufanla geldiği yere, suyun derinlerine gömülür. Valar’a sadık Dunedain’ler hariç bir izleri kalmaz.

Mitler dünyevi yaşamından memnun olmayan, kendisini bekleyen sondan kurtulmaya çalışan insanı içinde bulunduğu acımasız hakikatten büyülü, fantastik ve hatta metafizik dünyaya taşıyan uçan halılar. İnsan fani gerçekliğiyle böyle yüzleşiyor, kestiği göbek bağının acısını ancak bu şekilde hafifletebiliyor.

Hayali bir evrenin hayali bir mitinden bahsettik. Şimdi bu kitabı “fantastik roman” rafına kaldırıyoruz. Orta Dünya’yı ve Númenórluları anlatan bir eserin yeri tam da burası, fakat yarattığımız pek çok şeye isteyerek ya da istemeyerek vurduğumuz mührün burada iyice bastırıldığı fark ediliyor: Günün birinde ölecek olmanın ağır gerçeğiyle her gün yaşamak. Yukarıdaki hikâye de sahip olduğu tek şeyin yaşamın günün birinde sona ereceğini bile bile kısıtlı bir zaman diliminde soluk alıp vermiş bir türdeşimiz tarafından yaratıldı. Biz onun ismini de eserini de yüzyıllar sonra da aynı etkiyle okuyup anlatacağız (hatta belki kitaplarından filmler yapmaya devam edeceğiz).

Fakat anlattıkça kendisini yeniden var eden, bizim hikâyemizi bize anlatan öyküler var: Mitler. Üstelik bu anlatılar yazıyla sabitlenmeden, günümüzde de zamanın içinde seyahat etmeye devam ediyor. Söze Orta Dünya’dan başladık, ama bırakalım da ayaklarımız biraz bastığımız yere sabitlensin. Mitlerin bize ne anlattığını ve dilin heybesindeki yolculuğunu arkeolog İsmail Gezgin’den dinleyelim.

Evren kurucu mitler

Redingot Yayınları‘ndan çıkan yeni kitabı Homo Narrans‘ta insanın niçin anlattığı sorusu üzerinden mitlerin, anlatının arkeolojisine değinen Gezgin’in vurguladığı husus mitlerin “eğlence için” oturup yazılmış anlatılar olmadığı, mitolojinin “insanın kendisini keşfetmesinde sorduğu sorulara verdiği arkaik yanıtlar” olduğu. İlk olarak bu tanımı açmaya dair sorumuzu, Gezgin şöyle yanıtlıyor:

İsmail Gezgin

Geriye dönüp insanın anlattığı mitlere bakınca şu görülüyor: Bütün mitler ‘insan nedir’ sorusuna yanıt arıyor. Özellikle ‘evren kurucu mitler’ olarak tanımladığım, evrenin sınırlarını ve içeriğini belirleyen mitler, insana da bu evren içinde bir anlam veriyor, onu tanımlıyor, kim olduğunun yanıtını taşıyor.

Mitlerin içeriği değişmeksizin binlerce yıldır anlatılageldiği düşünüldüğünde de insanın durmaksızın aynı sorunun içinde debelendiği, eksikliğini/yokluğunu hissettiği kimlik inşasının hiç bitmediği, bu yüzden de sürekli mitlere yaslandığı görülüyor. İçinden geçtiği her zaman diliminin, her coğrafya ve kültürün çevresel ve sosyal koşullarının izin verdiği ölçüde, insanın mitler marifetiyle kimliğini yenilediğini, güncellediğini okuyabiliyoruz.

İçinde insanın da bulunduğu bir semiosferi içeren mitlerin sürekli anlatılması dilin keyfiliğinden değil, yaranın büyüklüğünden kaynaklanıyor olmalı. Bu mitler kim ya da ne olduğu şüphesine düşmüş, bir kimlik buhranı içinde yaşayan insan zihninin ürünleri.”  

“Göbek bağını kesmek isterken…”

Mitleri insan olanla olmayan arasındaki ayrımın koyucusu olarak da görmenin mümkün olduğunu söyleyen Gezgin burada “öteki” rolünü üstlenenin hayvanla özdeşleştirilişine işaret ediyor:

Mitler canlılar dünyasındaki bir arada yaşayıştan koparak, diğerleriyle arasındaki farkı koyma peşindeki insanın talebini de yerine getirir. ‘Biz’ ve ‘öteki’ diyalektiğinde inşa edilen kimlik sürecinin, kaçınılmaz sonuçlarından biri sınırların keskinleşmesidir. Bütün evren kuran mitlerde insanın ‘öteki’ rolünü yüklediği hayvanlardan kimliğini ayırma çabası vurgulanır.

Mitler ‘hayvan’ olmak istemeyenin dile düşmesi, kendisini dilde araması ve kimliğini inşa etmesinin sürecine tanıklık eder. Göbek bağını elleriyle kesmek isterken kendisini kastre eden insanın yaşamını doğadan dile taşıyışının, arkaik dili geride bırakışının tanıklığını yapar. İnsanın binlerce yıldır sürekli anlatması, kendisini dilde tanımlaması, terk ettiği köküne duyduğu özlemden kaynaklanır.

Mitlerin yansımasına geldiğimizde, Gezgin bir arkeolog olarak insanın haykırışının, acısının, arzusunun mitlerde karşımıza çıktığını aktarıyor. Hem kitabında hem de söyleşimizde verdiği yanıtlarda ısrarla vurguladığı üzere, dilin inceliklerini de özenle ekliyor:

Mitler insanın yer kültünden öykündüğü gök kültüne ulaşmasının mitik yollarını içeriyor. Zaten sorun bu denli köklü ve büyük olmasa, insan bu gerçeküstü göstergelerle bezenmiş dilin kuyusuna iner miydi hiç? Ya da bu mitler, böylesi hayati bir misyon yüklenmemiş olsaydı, binlerce yıldır kendilerini anlattırıp hayatta kalabilirler miydi? Mitler dünyevi yaşamından memnun olmayan, kendisini bekleyen sondan kurtulmaya çalışan insanı içinde bulunduğu acımasız hakikatten büyülü, fantastik ve hatta metafizik dünyaya taşıyan uçan halılardır.

İnsan fani gerçekliğiyle böyle yüzleşiyor, kestiği göbek bağının acısını ancak bu şekilde hafifletebiliyor. Mitler harikalar kumpanyası gibi, imkânsızın mümkünlüğüne işaret eder, bir hayvandan insan üretir, halen anlatılagelmeleri ve ilgiyle takip edilmeleri de bundan.

Dede Korkut ölümün kendisini bulamayacağı uzak ülkelere gider. Vardığı yerde kalabalık bir grup mezar kazıyordur. Korkut “bu mezar kim için?” diye sorar. “Tanımıyoruz, Korkut denen biri için” yanıtıyla karşılaşır.

Her ışık gölgesini yaratır

Gezgin’in yanıtından aldığımız kuvvetle başka bir dünyaya zıplayalım. İnsan ruhuna dokunuşunda Tolkien’den çok daha etkileyici olabilen Ursula K. Le Guin’in yarattığı Yerdeniz‘e gidiyoruz. Tolkien’i “kaderci” diye eleştirenler için de daha ferahlatıcı bir yer olacaktır burası.

Büyücü Ged üzerinden anlatılan hikâyede günün birinde ölecek olduğunu fark etmenin önemli bir dönüm noktası olduğundan bahsedilir. Ölümle yüzleşme hayatın kaçınılmaz bir evresidir ve her insan bunu farklı şekillerde deneyimler. Kendi dünyamıza gelecek olursak, aynı göbek bağı ile karşı karşıya değil miyiz?

Gezgin de kitabında “Logosun insanın içinde kaybolduğu dünyayı kültür yolculuğunda kazandığı akıl ve mantıkla yeniden anlamlandırma ihtiyacından ortaya çıkmış bir kavram olduğu söylenebilir. Bu ihtiyaca düşen insan dünyayı, yaşamı anlamak, açıklamak hastalığından mustarip trajik bir varlıktır” ifadeleriyle insanın en büyük trajedisinin “bildiğini bilmesi” olduğuna, hatta son kertede hiçbir şey bilmemesinin tek bildiği şey haline geldiği paradoksa değiniyor.

Yine Le Guin’den örnek verecek olursak, Yerdeniz Büyücüsü‘nde “bir mum yakan aynı zamanda bir gölge de yaratmış olur” diyordu. Peki biz bu ışığı niye yaktık ve bu ışık bize nasıl bir gölge yarattı? Neden cennetteki elmayı yedik de başımıza böyle bir “bela” aldık?

Öğrenilmiş çaresizlik

Homo Narrans‘ta özellikle neolitik “devrimin” yaşamımıza getirdiği değişimle birlikte şekillendirdiğimiz bir mit olarak üzerinde durduğu “yasak elma” üzerinden giden Gezgin şöyle diyor:

İlk günah mitine –birçok örnek içinde en fazla bilinen mit olduğu için– atfen, insanın cennetin ölümsüz dünyasından kovulduğunu öğreniyoruz. Meyveyi yiyenin bilinmezleri bilmeye başlamasıyla ölümlü dünyaya yapılan yolculuk her şeyi özetliyor aslında. Trajedi bilenin bildiğinin hazmedilir olmamasından kaynaklı yaşam devinimidir. Ne yöne giderse gitsin uzaklaşmaya çalıştığı, korktuğu trajik sona her adımda biraz daha yaklaşan, kaçışı bir çöküşle sona erenin trajedisi.

Bilmek istediğini öğrenenin, öğrendiğinden kaçamayışında yatar trajedi. Onca devinimden, çabadan, arayıştan, dilin gerçeküstü özellikleriyle kurguladığı mitlerle kendini kibirli bir kimlikle donattıktan sonra, insanın korkunç sona düşmesi trajediyi oluşturur, insanın öğrenilmiş çaresizliğidir trajik olan.”

Enkidu’nun ölümü (Wael Tarabieh)

Dede Korkut ve homo deus makamı

Gezgin Ged‘in daima kendi gölgesiyle karşılaşmasından yola çıkarak Dede Korkut‘un hikâyesini örnekliyor:

Le Guin örneği kitapta da anlattığım bir miti hatırlattı. Dede Korkut göklerden müjde almış keramet sahibi bir zattır, ölümü aklına getirmez, dile dökmezse ölümsüz bir hayat sürecektir. Bu sözcüğü ve hakikati lûgatından, dilinden söküp atan Korkut yüzyıllarca yaşamayı başarmıştır. Ancak, bir gün av peşinde koşarken ‘ölmezsem seni yakalayacağım’ cümlesi kaçıverir ağzından. İşte o anda ölüm, bütün karasıyla Korkut’un içine çöker. Devesine atlayıp ölümün kendisini bulamayacağı uzak ülkelere gider. Vardığı yerde kalabalık bir grup mezar kazıyordur. Korkut ‘bu mezar kim için’ diye sorar. ‘Tanımıyoruz, Korkut denen biri için’ yanıtıyla karşılaşır. Hemen devesine atladığı gibi aksi istikamete yönelir, ama nereye gitse onu bekleyen aynı şeydir. O zaman kaçışın olmadığını anlar ve gidip yurdunda can verir.

Korkmak anlamını barındıran ismiyle Korkut’un korkusu, stereotipi olduğu homo sapiens’in korkusunu sembolize eder. Buradan hareketle diyebiliriz ki, karanlıkta olan, aydınlanmak isteyen mum yakar ve her ışık gölgesiyle vardır. Biyolojik hakikatini beğenmeyenin umduğunu gölgede aramasının bir aracıdır mum, Platon’un ‘mağara metaforu’nda olduğu gibi. Dilin simgeselliğindeki gölgeler gerçeğin çıplak ve yakıcı ışığından kaçanlara yer, yurt, umut olmuştur. Yasak meyveyi yemenin nedeni de burada yatar. ‘Bilinmezleri bilmek’ ilahların bilgi alanındadır.

Bilmenin arzusunu içine sığdıramayan insan, bilmediklerini bilmek ve kendini homo deus makamına taşıyacak bilginin peşindeyken yasak meyveyi yiyerek kendi hakikatini öğrenmişti. Ölümlü bir bedende yaşıyordu. Bilmek onun önünü, geleceği aydınlatmıştı, ama gördüğü katlanamadığı sondu. Tanrı olmak arzusuyla çıktığı yola, meyveden sonra ölümlü insan olarak devam edecektir.”

Aydınlanmak isteyen mum yakar ve her ışık gölgesiyle vardır. Biyolojik hakikatini beğenmeyenin umduğunu gölgede aramasının bir aracıdır mum, Platon’un “mağara metaforu”nda olduğu gibi. Dilin simgeselliğindeki gölgeler gerçeğin çıplak ve yakıcı ışığından kaçanlara yer, yurt, umut olmuştur.

İç yangın ve dilin kuyusu

Öleceğinden bihaber, dolayısıyla bir nevi “ölümsüz” hayatımızı, bilmek uğruna bir kenara bıraktık. Ne de olsa yaşadığını bilmeyen ölümü de bilemez. Dolayısıyla, sonsuzluk içindeki kesintiden ibaret olan hayatta bilmediğimizi bilmek bile tam anlamıyla içimizi rahatlatmıyor. Yoksa “bilmediğini bildiğini bilmeyen” insanlar mı olup çıktık hikâyenin sonunda? Üstelik merhem olarak bilinçdışından çekip çıkardığımız, ölümden sonra gelecek ölümsüzlüğe inanmaya da pek yaklaşmıyorsak vay halimize!

Gılgamış Destanı‘nda Enkidu hayvanlığından “kurtulduğunda” doğadaki eski dostları ona sırt çevirir, soluğu “göbek bağını kesen kişi” diyebileceğimiz cariyenin koynunda alır. Dizlerini dövüp gözyaşları dökmeye başladıktan bir müddet sonra cariye Enkidu‘yu teskin eder, acısını dindirir. Özümüzde her birimiz Enkidu‘dan büyük bir parça taşısak da teselli konusunda binlerce yıldır aradığımızı tam olarak bulamıyoruz.

Tamam, Gezgin’in “hastalık” olarak tarif ettiği bu buhrandan arınıp tedavi olamıyoruz, kabul. Ama biraz ağrı kesicisi de mi almayalım? Bu boşluğu nasıl doldurduğumuza, doldurmakta olduğumuza dair sorularımızı Gezgin dili adres göstererek yanıtlıyor:

İnsan çözümü dilde arıyor. Gılgamış miti, bir kralın hikâyesini anlatır gibi görünmekle birlikte, homo sapiens türünün trajedisini içeriyor. İnsanın konuşması, tatmini ya da dermanı dilde aramasının nedeni bu. Bu gerçekten kurtulabilmek veya onun yükünü hafifletip daha çekilir kılabilmek için etrafına iki dünyadan oluşan koskoca bir evren kurdu insan. Bu dünyaların birinde bedensel gerçeğini yaşıyor, her canlının mutlaka tadacağı ölümü bekliyordu.

Bu tedirgin edici sonu katlanır kılan şey, ölümün ardına gizlediği ikinci dünyaydı. Kısa, ömürlük olan dünyada sonlu bir yaşam onun için ölümsüz olmanın paradoksal başlangıcını oluşturuyordu. Ölüm tüm ritüelleriyle birlikte insanı bir dünyadan ölümsüz ötekine götürecek bir yolculuk olarak kurgulanmıştı. Bu düşsel tasarımın maddi izlerini görmek mümkün. Geçmişte uzun süre, insanlar ölülerini anne karnındaki cenin gibi toprağa verdiler. İmgelerinde toprak onların hammaddesi, temel yapı taşı ve hatta anneleriydi. Bu yüzden ‘topraktan gelip toprağa gideceklerine’ inanmışlardı. Soğuk sulardan geçecekler, köprüleri aşacaklar ve kendilerini bekleyen ölümsüzlük ülkesine ulaşacaklardı.

Númenor’un çöküşü (Ted Nasmith)

İnsanların yaşamlarında feda ettikleri ne varsa ölümün ardına konumlanan bu harika vaatler dünyasında kendilerini bekliyordu. İnsanın bu verileri içeren mitleri durmaksızın yeniden yeniden üretip anlatmasının sebebi burada yatıyor. Ölümlü bedendeki bilen insan aklını ikna etmeye, melankolik karın ağrısını düşsel mitlerle hafifletmeye çalışıyordu. Bildiğinden kaynaklanan iç yangınını dilin kuyusundan çektiği sularla serinletmeye gayret ediyordu. Dili içinde ölümsüz yaşamlar vaat edilen dünyalar barındıran bu mitik evreni kurgulayabilmek için geliştirmişti. Bilmekten rahatsız zihnini ikna etmek için ağzından çıkanı kulağı duysun diye durmadan konuşmasının nedeni budur. Hem içinde bulunduğu hem de ölümün ardında kendini bekleyen dünyanın biricik varlığı olarak kendisini başrole yazmasının da altında bu neden yatar.

Kirojenik uyku

Gezgin’in “yeniden yeniden üretilip durmaksızın anlatıldığını” vurguladığı mitlerin en iyi bilinenleri yazıya geçirilmiş olanlar. Bu yazılı kayıtları zamanında dondurulmuş, kirojenik uykuya [2] yatmış anlatılar olarak da görmek mümkün. Ne de olsa mitler anlatıldıkça tekrar tekrar varolan, yıllar içinde anlatıcıdan anlatıcıya zıplayarak ölümsüzlüğünü sağlayabilen anlatılar. Bugün Gılgamış Destanı karakterleriyle olay örgüsüyle aramızda gezmiyor belki, ancak, “bilen insan” olmanın yükü hâlâ sırtımızda.

O halde bu ölümsüz zaman yolculuğundan bahsedelim biraz. Az önce kulak verdiğimiz Dede Korkut hikâyesi Gılgamış ile aynı yükü farklı karakterler ve sembollerle paylaşan bir mit. Ya da Enkidu’yla Samson ve Davut Peygamber [3] hikâyelerini karşılaştırdığımızda, karşımıza büyük benzerlikler çıkıyor. Peki, ölümlü bedenimizin verdiği göbek bağı acısını hafifletmek için başvurduğumuz bugünün mitleri nerede duruyor?

“İnsan mitleri kurgulamasının yanı sıra (mitojenik) kendine biçtiği rolü de eksiksiz oynayandır (mitolojik). Yaşadığı her coğrafyada, kültürde binlerce yıl boyunca kendi semiosferini, anlam evrenini oluşturmuş, dilleri, dinleri, yaşam biçimleri, dünyayı algılama şekilleri çevresel koşulların izin verdiği ölçüde çeşitlenip yerlileşmişti. Dünyaya gelen her birey için yaşa, bu anlam evreninin deneyimlenmesi, tekrar edilmesi, üretilmesi ve güncellenmesi anlamına gelir” diyerek sorumuzu yanıtlayan Gezgin şöyle devam ediyor:

Mitler geçmişte kalmış, sonlanmış anlatılar değildir. İnsan hâlâ mitojenik ve mitolojik bir yaşam formu olmakta ısrar ediyor. Binlerce yıl önce inşa edilmiş mitik evren insanı kuşatmaya devam ediyor. Takvime şöyle bir göz atmak nasıl bir mitik dünyada yaşadığımızın görülebilmesi için yeterli. Noel, Paskalya, Şabat, Epifani, Miraç…

Dilin misyonu, her bireye tek tek içinde bulunulan anlam evreni inşa etmek ve böylece onu gerçekleştirmek. Örneğin, Avustralya yerlilerinin içinde bulundukları evrene bağlı olarak yaşama bakışlarının, hayat algısının Fransa’da yaşayanlardan farklı olmasının sebebi bu. Herkes kendi hafızasına, repertuvarına referansla yaşamı anlamlandırır. Kültürel çeşitliliğin temel kaynağıdır bu.

Akdeniz uygarlığı ve mitik algı

Gezgin yaklaşık on bin yıl önce ortaya çıkan ve Akdeniz uygarlığı olarak adlandırabileceğimiz tarımsal yerleşik kültürün binlerce yıllık yolculuğunun ardından tüm dünyayı istila ettiğine işaret ediyor ve bu uygarlığın “Çeşitliliği ve çokluğu oluşturan bütün yerli kültürleri, dilleri, semiosferleri yuttuğunu, kendi ideolojisini, inancını ve yaşam biçimini dünyaya dikte ettiğini” söylüyor:

Bugün dünya nüfusunun çok büyük bir bölümü aynı mitik algının gözleriyle yaşama bakıyor. Uygarlığın iktidarını ellerinde bulunduran egemen güçler kontrol ettikleri bireylerin üzerine kimlikler giydirerek tek-biçimli sosyal yapıyla yönetimi kolaylaştırıyorlar. Sahip oldukları gücü göklerden aldığını ileri süren siyasi iktidarlar ve örgütlü ruhban sınıfı giderek kendi semiosferini dünyanın en ücra köşelerine taşıdı. Bu mitik yasal düzlem dünyadaki yaşamı da tesis ediyor, nasıl yaşanması gerektiğini tüm bireylere dikte ediyordu. Böylece dünya nüfusunun büyük bölümü aynı mitik evrenin gerçekliğini yaşamaya başladı.

Bu haliyle mitler geçmişte kalmış, sonlanmış anlatılar değil. İnsan hâlâ mitojenik ve mitolojik bir yaşam formu olmakta ısrar ediyor. Binlerce yıl önce inşa edilmiş mitik evren insanı kuşatmaya devam ediyor. Takvime şöyle bir göz atmak nasıl bir mitik dünyada yaşadığımızı görmek için yeterli. Her kültür coğrafyasının takviminde yer alan Noel, Paskalya, Şabat, Epifani, Miraç, çalışılmayan Cumartesi, kutsal Cuma gibi pek çok mitik öğe dünyadaki yaşamın düzenlenmesinde başat roller üstleniyor, insanların yaşamını yönlendiriyor. Kıyamet senaryoları, cennet-cehennem göstergeleri, cenaze törenleri, ruhban sınıfı ve daha pek çok şey halen mitik bir dünyayı teneffüs ettiğimizin kanıtları. İnsan hâlâ kendi kurduğu mitik evrende sonsuz yaşamı arzulamaya devam ediyor.”

Ölüm denizini aşan Gılgamış, ölümsüzlük arayışında (Wael Tarabieh)

Homo deus olmak?

Buraya kadar tamam. Ama ya bazılarımız Gezgin’in ısrarla sözünü ettiği dile sığınışla tatmin olmayıp Númenórlular gibi Aman diyarına yelken açmak isterse ne olacak? Varsayalım günün birinde bu savaştan muzaffer çıkan türdeşlerimiz oldu ve bilimle yahut büyüyle, artık nasıl olduysa homo deus olmayı başardı. Eğer dil, anlatı ve mitler ölümlülüğe karşı merhemimizse, o günden sonra anlatmayı da bırakacak mıyız? Bu farazi soruyu Gezgin kavramların tanımını açarak yanıtlıyor:

Homeros ‘ölümlüler’ ve ‘ölümsüzler’ olarak varlık dünyasını ikiye ayırarak yeryüzü ve gökyüzü sakinlerinin arasındaki temel ayrımı ölümle ifade eder. İnsan ölümlü olanın kimliğidir, ölümsüz olan insanın imgesinde, dilinde varlık alanı bulur. Bu nedenle, homo deus ölümlü ve ölümsüzü aynı anda dile getirmesiyle çelişkili bir kavram gibi görünür. Deus insan formunun dışında imgesel, düşsel bir varlık alanıdır, insan sınırlarının dışına taşan ama varlığı için insana ihtiyaç duyan bir formdur. Bu imgesel forma ulaşana artık insan denmez, kaybedecek bir canı olmayanı bu isim ifade etmez.

Öte yandan, mitik dünyada her şey satır aralarında, ölümsüz olanın trajedisiyle başlar. İnsan tanımlanmış bir formu olmayan, bilinmeyen, görülmeyenin görünür bir formda bilinir olma arzusundan ortaya çıkar. Çoğu kültürde ilahlar insana kendi görünümlerini, formlarını vermişlerdi. Bu haliyle sonu olmayanın durumu da en az sonlu insanınki kadar acıklıdır. Ölümsüz olana insan denmediği gibi, insansız bir ölümsüz de mümkün değildir. Bu aşama doğanın oyuncuları değiştirdiği ve kartları yeniden dağıtarak oyuna devam ettiği aşamadır ki, o masada insan yer almaz. Mitleri ve tüm anlatılarıyla insanın sahneden çekildiği andır artık söz konusu olan. Homo deus dinleyeni uyutan bir uygarlık masalıdır.”

Homo deus Númenórlular gibi kılıçları kuşanıp Aman kıyılarına çıkmaktan ziyade onun hayaletinden ibaret gibi duruyor. Öyleyse bedende kaybettiğimizi dilde arayacak, aradıkça yaşayacağız ve elimizdeki yegâne teselliye dört elle sarılacağız. Gılgamış gibi, ölümsüzlüğü ararken sonunda elimizde kalanın arayışın hikâyesi olduğunu keşfedecek, böyle böyle günün birinde maalesef Enkidu’nun acı kaderini paylaşacağız. Ama binlerce yıldır bilinçdışından çekip çıkarılan anlatılara her başvuruşumuzda aslında Aman topraklarına ayak basacağız. Varsın Aman‘ın sahibi değil de mültecisi olalım…

[1]     “Númenórluların içinde, uzaktan gördükleri ölmez şehre bir açlık baş gösterdi; ölümden ve hazzın sona erişinden kaçmak için duydukları sonsuz yaşama arzusu güçlendi; güçleri ve ihtişamları büyürken, içlerindeki huzursuzluk da arttı. Çünkü Valar, Dúnedain‘e uzun bir yaşam bahşetmiş olsa da dünyanın bir sonu olduğu, hepsinin, hatta Earendil’in ailesinden gelenlerin bile öldüğü ve ömürlerinin Eldar‘ın gözünde kısacık olduğu bilgisini akıllarından söküp atamamışlardı.” – Silmarillion, Akallabeth, Númenór’un Çöküşü (İthaki Yayınları).
[2]     Bilimkurgu dünyasından aşina olduğumuz, kişinin bir kapsülün içerisinde uykuya yatırılıp farklı bir zamanda yaşlanmadan gözlerini açabilmesi.
[3]     “Enkidu’nun fahişeyle seviştikten sonra hayvanlar tarafından yabancılanması ile İsrailli kahraman Samson’un Filistin kraliçesi ile seviştikten sonra gücünü kaybetmesi, örs ve çekiç kullanmadan demire şekil verebilen Davut Peygamber’in kölesiyle sevişmesinden sonra demire şekil verememesi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir.” Homo Narrans, İsmail Gezgin, Redingot Yayınları, 2020
^