“DİĞERLERİNİN SESSİZLİĞİ”: HAFIZA SAVAŞLARI

Söyleşi: Çiğdem Öztürk
27 Nisan 2019
SATIRBAŞLARI

“Diğerlerinin Sessizliği” İspanya’da kırk yıl süren Franco diktatörlüğünü sona erdiren geçiş sürecinin az bilinen yüzüne dair bir film. 1977’de çıkarılan Af Yasası’nın beraberinde gelen “Unutma Anlaşması”nı kabul etmeyenlerin hikâyesini anlatıyor. Unutma Anlaşmasının belgesi yok, ama en az Af Yasası kadar geçerli. Ama unutma ya da inkâr heveslileri bir devletin fiziki sınırlarının bazı suçları örtbas etmeye yetmeyeceğini de hatırlamalı. Diktatörlük sırasında işlenen işkence, bebek kaçırma gibi suçları affeden yasaya karşı evrensel hukuk devreye giriyor ve bu suçların zaman aşımına uğramayacağı ve evrensel olduğu savıyla Arjantin mahkemelerinde, “Arjantin Davası” adıyla maruf uluslararası bir dava açılıyor. Diktatörlük sırasında 1972’de ağır işkence gören ve kendisine işkence eden suçluyla bugün aynı sokakta yaşamak zorunda kalan José Maria Galante, İç Savaş’ta idam edilen annesinin yolun altında kalan toplu mezarına her hafta çiçek götürüp karayolu korkuluklarına bağlayan María Martín ve doktor, asker, polis işbirliğiyle bebeği çalınan ailelerin mücadelesinin altı yıllık dilimini izliyoruz. Film bugün (27 Nisan) saat 19’da, Saturdox kapsamında İstanbul’da Depo’da gösterilecek. Bol ödüllü filmin yönetmenleri Almudena Carracedo ve Robert Bahar geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nin konukları arasındaydı. Belgeselin festivaldeki gösteriminin ardından Robert Bahar’a mikrofon uzatıp filmin hikâyesini ve İstanbul’a uzanan kendi hikâyesini dinledik.
Franco diktatörlüğünün kurbanlarını anmak için Jerte vadisine heykeltıraş Francisco Cedenilla tarafından yapılan heykeller. Heykellerin açılışının ardından kurşunlanması üzerine heykeltıraş, “Heykeller şimdi tamamlandı” dedi. (Foto: Álvaro Minguito)

 

İspanya’da Franco’nun ölümünden sonra 1977’de çıkarılan Af Yasası’nın beraberinde getirdiği Unutma Anlaşması’ndan ilk nasıl haberdar oldunuz? Filmi çekmeye nasıl karar verdiniz?

Robert Bahar: Almudena (Carracedo) uzun yıllar boyunca diktatörlüğün İspanya’nın üzerine düşen gölgesini tarif edecek bir hikâye anlatmayı istemişti. Annesiyle babasının kuşağının mücadelesini dinlemişti. Diktatörlük döneminde olanların demokrasiye geçişle birlikte ortaya çıkacağına dair umutlara ve sonrasında yaşanan hayal kırıklığına tanık olmuştu. Bunu hep içinde taşıdı. 2010 yılında biz New York’ta yaşarken birdenbire İspanya’daki çalınan çocukların hikâyesinden haberdar olduk. Daha önce ortalıkta birtakım söylentiler dolanıyordu, fakat artık bütün ülkede konuşulan bir meseleye dönüşmüştü, talk-show’larda tartışılıyordu. O zaman kızımız yeni doğmuştu, çiçeği burnunda ebeveynler olarak bu meseleden çok etkilendik, bu hikâyeyi, diktatörlüğün bıraktığı mirası, sessizliği ve cezasızlık meselesini araştırabileceğimizi düşündük. İpin ucunu tutunca da Arjantin Davasına rastladık. Bu pek çok farklı suçun kurbanlarını ve hayatta kalanları içine alan, bugün büyük bir azimle yürütülen uluslararası bir dava.

İlk davacılardan Dario Rivas geçtiğimiz 16 Nisan’da hayatını kaybetti.

Dario Rivas’ın kaybı bizi çok üzdü. İlk davacı oydu. Birkaç kez filmde de gözüküyor, söyleşilerde de bazı etkileyici görüntüler var ondan geriye kalan. Filmdeki avukat Ana Messuti’nin de söylediği gibi, bu davada başrolde zaman var. Bir yanda dava ilerliyor, mücadele sürüyor, insanlar mücadeleye katılıyor, fakat diğer yanda da bir aciliyet var, çünkü bu suçların mağduru olan insanlar yaşlanıyor. Devletin on yıl bekleyip bu sorundan kurtulmayı ümit ettiğini düşünenler de var tabii. Tam burada meselenin kuşaklar arası boyutu devreye giriyor. Maria Martín’in annesi idam edilmişti, babası bütün hayatını her hafta bir yol kenarına çiçek bırakarak geçirdi. Annesinin kemiklerini alabilmek için yürüttüğü arayış Maria Martín’e devroldu. Film bu hikâyeyle açılıyor. Maria Martín’in arayışı da Maria Angeles’e geçti, hatta Maria Angeles’in oğlu David bile gösterimlere geldi, okuduğu üniversitede arkadaşlarına filmi gösterdi. Bir yandan zaman insanları alıp götürüyor, ama diğer yandan da adalet inancı ve umudu bir kuşaktan diğerine aktarılıyor ve durdurulamayacak.

“Diğerlerinin Sessizliği”nin yönetmenleri Almudena Carracedo ve Robert Bahar (Fotoğraf: Álvaro Minguito)

Filmin bu arayışın sürdürülmesine nasıl bir katkısı oldu?

Film bu sessizliği kırmak ve failleri ifşa etmek için yürütülen hukuki süreci anlatıyor. Fakat öte yandan film bu hareket için bir araca dönüştü. Biz her gösterime gidemesek de, hareketin örgütleyicileri ve filmde yer alanlar İspanya’da ya da dünyanın başka yerlerindeki gösterimlere gidiyorlar. Hareket büyük, kocaman bir şeydir, filminse buna ancak küçük bir katkısı olabilir.

Dava süreciyle ilgili mevcut durum nedir?

Aslında pek çok şey oldu, oluyor. Yürütülen stratejilerden biri de Arjantin Davasının parçası olan davaların yanısıra İspanya’da açılan birtakım yerel davalar. İlerleme var, aslında bu böyle büyük bir uluslararası davanın etkilerinden biri, buna bumerang etkisi deniyor. Bu dava ilerlerken burada da belli bir baskı yaratıyor. Bu davaların bazılarının yol alıp Af Yasası’nın getirdiği cezasızlığa meydan okuyacağına dair umutlar var. İspanya’daki siyasal durum çok enteresan.

Karşı tarafın argümanları hep şöyle oldu: bu bir savaş, “la guerra de los abuelos”, yani büyükbabalarımızın ve büyükannelerimizin savaşı. Halbuki filmin söylemeye çalıştığı şeylerden biri de bunun geçmişle ilgili olmaması, bu şimdiyle ilgili bir mesele. Yakınları toplu mezarlara gömülen insanların, çalınan çocuklarını arayan annelerin ve babaların bugün çektiği acıyla ya da işkencecilerin cezasızlığıyla ilgili.

Bu pazar günü seçimler var İspanya’da. Bu mesele gündemde mi kampanyalarda?

Kesinlikle gündemde. Burada Tarihsel Hafıza diye adlandırılan mesele kampanyalarda yer alıyor. Yakınlarda Twitter’da birinin yaptığı bir videoyu gördüm, bizim filmden de parçalar kullanmışlar, kurbanların şimdi ve burada yürüttüğü mücadeleyi göstermek için. Karşı tarafın argümanları hep şöyle oldu: bu bir savaş, “la guerra de los abuelos”, yani büyükbabalarımızın ve büyükannelerimizin savaşı. Halbuki filmin söylemeye çalıştığı şeylerden biri de bunun geçmişle ilgili olmaması, bu şimdiyle ilgili bir mesele. Yakınları toplu mezarlara gömülen insanların, çalınan çocuklarını arayan annelerin ve babaların bugün çektiği acıyla ilgili ya da işkencecilerin cezasızlığıyla ilgili. Hassas, hatta riskli bir siyasal dönemdeyiz, çünkü aralıktan beridir Endülüs’teki yerel seçimlerde ilk defa İspanya’da aşırı sağcı bir partinin, Vox’un yükseldiği görüldü. Pazar günü erken seçim yapılacak, Vox’un parlamentoda sandalye sahibi olacağına dair gerçek bir korku var. Böyle olursa parlamentoda diktatörlükten bu yana temsil edilmemiş aşırı sağcı ses ilk defa belki de hükümetin bir parçası olacak. Avrupa’da da pek çok aşırı sağcı parti var. İspanya’dan aşırı sağcı bir hareketin çıkmasının engellenişi hep takdir edilmişti bu zamana kadar. Şimdiyse bu aşırı sağın bazı kesimleri büyük bir gururla diktatörlükle aralarındaki bağları ilan ediyor, o ideolojiyi yüceltiyor ve diktatörlüğe karşı nostaljik hisler besliyorlar.

María Martín annesinin kemiklerinin bulunduğu toplu mezarın üzerine yapılan yolun korkuluklarına çiçek bağlıyor. (Fotoğraf: Almudena Carracedo)

 

Sizce bu sessizlik anlaşmasının etkisi var mı aşırı sağın yükselişinde?

Bence arada bir ilişki var. Unutma Anlaşması İspanya’nın diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecini işletti. Kurbanlar ve hayatta kalanlar görünmezleştirildi ve neredeyse olan bitene dair konuşmamaları için toplumsal bir baskıyla karşı karşıya kaldılar. Öte yandan da yargı ve kolluk kuvvetlerinde diktatörlük ve demokrasi arasında bir süreklilik mevcuttu. Bunu tek söyleyen de biz değiliz. Filmde Francisco Franco Vakfı’nın temsilcisi de bunu söylüyor, arada siyasetçiler ve yeni devlet görevlileri açısından önemli bir süreklilik olduğunu vurguluyor. Köklerin temizlenmediğini görüyorsunuz. Toplumsal bir tanınma da yok. Ama mesela bir yandan Almanya’ya bakarsanız orada azımsanmayacak hafıza çalışması var, eğitim sistemine aktarılmış bu, fakat orada da aşırı sağ var.

İspanya’dan aşırı sağcı bir hareketin çıkmasının engellenişi hep takdir edilmişti bu zamana kadar. Şimdiyse bu aşırı sağın bazı kesimleri büyük bir gururla diktatörlükle aralarındaki bağları ilan ediyor, o ideolojiyi yüceltiyor ve diktatörlüğe karşı nostaljik hisler besliyorlar.

Diğerlerinin Sessizliği için altı yıl çalıştınız. Bir önceki projeniz fason tekstil atölyelerinde çalışan kadınların hak arayışını anlatan Made in L.A. de beş yıl sürdü. Film işinde pek çok sebeple hızlı hareket etmek gerekiyor, ama sizin yaptığınız iş bir yanıyla yavaş gazeteciliğe de göz kırpıyor. İşin böyle uzun bir süreye yayılmasının nasıl bir etkisi oluyor?

Diğerlenin Sessizliği için altı yıl çalıştık, kurgusu da 14 ay sürdü, yani toplamda yedi yıl. Filme elbette gazetecilik açısından titiz yaklaştık ve filmin söylediklerinin net ve açık bir şekilde anlaşılmasına dikkat ettik, ama aynı zamanda duygusal bir tecrübeyi de iletmeye çalıştık. Sanıyorum ancak altı yıl içinde bunu ekrana yansıtmak mümkün oluyor. Yapım açısından baktığınızda para bulmak çok uzun sürüyor. Belki daha fazla kaynağımız olsaydı daha hızlı hareket edebilirdik. Filmin her aşamasında karşı tarafı ikna etmeniz gerekiyor. Fakat filmi yapmak için yürüttüğümüz mücadelenin yanısıra, hikâye de bu altı yıl içinde genişledi, büyüdü, eğer hızlı hareket etseydik bir finalimiz olmayabilirdi.

Bir yanıyla çok hızlı hareket edilen zamanlardayız, gündem çok hızlı değişiyor. Made in L.A.’de de de bir mücadeleyi anlatıyorsunuz, ama mevcut bir haksızlık için yürütülen bir mücadele bu. Diğerlerinin Sessizliği daha farklı mı bu açıdan?

Arjantin Davasının hikâyesini anlatmanın bir etkisi de bunun aynı zamanda ne kadar da bugünle ilgili bir mücadele olduğunu ortaya koyması. Belgesel formunu düşünürsek, insanlara kırk ya da elli sene önce ne olduğunu sorarsanız geçmişi anlatırlar. Bu elbette geçmişle ve gelecekle ilgilidir, ama altı, yedi yıl boyunca bir iddiayı dillendiren ve “Bakın, bana işkence yapan ‘Billy the Kid’ işte şurada yaşıyor, ona hiçbir şey olmadı” diyen biri olunca bu 1972’de yapılan şeyle ilgili olmaktan çıkar, neden kırk yıldır kimsenin bu konuya dair tek bir şey yapmak istemediğiyle ilgili oluverir. Bu da neden bugün bir dava açmanın önemli olduğunu, bunun tam olarak bugünle ilgili bir mücadele olduğunu ortaya koyuyor. Maria Martín’in ve ailesinin neden bugün hâlâ acı çekmesi gerektiğini ve annesinin kemiklerini neden alamadığını sorgulayan bir mücadele bu. Sadece 1936’da olup biten bir şeyle ilgili değil, neden 2019’da hâlâ insanların bunu reddettiğiyle ilgili bir mücadele. Siz bunun geçmişin acı bir sayfası olduğunu düşünürseniz kapıyı kapatmak için de bir bahaneniz olur. Ama bunun, kimse konuyu deşecek cesareti göstermediği için, şimdide vuku bulan bir acı olduğunu kabul ederseniz sırt çevirmek zorlaşır.

Arjantinli yargıç Maria Servini de önemli bir karakter. O nasıl biriydi?

O ve çalışma arkadaşları yıllardır bu araştırmayı yürütüyorlar. Bu tür araştırmalarda farklı bileşenler oluyor. Arjantin’de avukatlar var, İspanya’da avukatlar var, bu iş için mücadele eden kurbanlar ve hayatta kalanlar var. Bu terkip bütün bu hikâyeyi sürüklüyor. Ama filmde de görüyorsunuz, Servini çok inatçı biri. Video konferans aracılığıyla tanıklık dinliyor odasında, İspanya’ya geliyor… Çok güzel bir şey söylüyor, “Bence İspanya’daki yargıçlar acıyı ve çekilen kahrı gördü ve benim dinlediğim hikâyeleri duydu. Bence onlar da burada davalar açacaklar” diyor. Onun da umudu var, duyduğu tanıklıkların gücüne inanıyor. Umarız ki İspanya’da film hikâyelerin ve tanıklıkların yaygınlaşmasına katkı sunar.

Film sadece İspanya’da olup biteni anlatmıyor, büyük anlamıyla geçiş dönemi adaletini, üzerini örtme meselesini anlatıyor. Bu, genellikle devletin faili olduğu bir vahşetin ardından unutma ve yola devam etme arzusu da genellikle failler tarafından ortaya atılıyor.

Sessizlik yılları nasıldı? Mesela geçiş döneminde Movida hareketi bu konuyla ilgili bir şey yaptı mı?

Elbette bir mücadele yürütüldü hep. Konuyla ilgili kitaplar ve filmler var, bu film cezasızlıkla, sessizlikle ilgili ilk film değil. Biz filmin çıkış noktasını, genelde yapıldığı üzere İspanya İç Savaşı olarak belirlemenin aksine, Unutma Anlaşması olarak belirledik. Bence bu farklı bir pencereydi.

Sessizlik meselesine gelirsek, film dünyanın pek çok köşesinde gösterildi, gösterildiği her yerde bir sessizlik hikâyesi var. 24 Nisan Ermeni Soykırımını anma günüydü, sessizlikten öte inkâr da var. 6-7 Eylül 1955 Pogromu, Dersim Katliamı hep inkâr ediliyor. Dünyanın diğer köşelerinde kimler ne anlattı?

Filmi gösterdiğimiz her yerde insanlar filmin evrenselliğini gördü, bize kendi toplumlarındaki sessizlik ve cezasızlık zırhını kuşanmış meseleleri, zorla unutturma girişimlerini anlattı. Mesela Toronto’da yerli çocuklar için açılan okulları hatırlattığını söylediler. Bu okullar çocuklarını kültürlerinden ayırarak, söküp alarak eğitim verilen okullar. Beyrut’ta da, Balkanlarda da böyle oldu. İstanbul’daki gösterimde biri, “İşlenen suçların inkârı burada da karşılığını buluyor” dedi. Film sadece İspanya’da olup biteni anlatmıyor, büyük anlamıyla geçiş dönemi adaletini, üzerini örtme meselesini anlatıyor. Bu, genellikle devletin faili olduğu bir vahşetin ardından unutma ve yola devam etme arzusu da genellikle failler tarafından ortaya atılıyor.

Ascensión Mendieta babasının kemiklerinin bulunduğu toplu mezarda. İspanya’da Franco döneminden (1939-1975) kalan toplu mezarlar pazar günü yapılacak seçimlerde partilerin yürüttüğü kampanyalarda ele alınan kritik konular arasında yer alıyor. (Fotoğraf: Modesto Aranda)

 

Sizin de İstanbul’daki 6-7 Eylül 1955 Pogromuyla bağlantılı bir hikâyeniz var. Bu altı yıllık süreç içinde bunu da düşündünüz mü?

Babam İstanbul’da büyüdü. Babamın annesinin ailesi Rodos’taydı, Rodos’taki pek çok Yahudi gibi Auschwitz’e gönderilmişti, bazı kardeşleri, ailesinin kimi fertleri kaybolmuş. Bence bu da bir bağlantı, çünkü İspanya İç Savaşı’nda İspanya’nın durumu dünyanın dört bir yanındaki insanlar için faşizmin yükselişine karşı önde gelen cephelerden biriydi Avrupa’da, Nazilere karşı. Söylediğiniz gibi, babam Türkiye’de büyüdü, Robert Koleji’nde okudu, 1955 olaylarında bir amcasının dükkânı paramparça edilmiş ve yağmalanmış. Bence Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya göçmeye karar vermesinin nedenlerinden biri buydu. Bu projenin kökeniyle doğrudan bir bağı yok bunun, ama bence her şey birbirine değiyor. Pek çok aile, pek çok toplum baskının, susturulmanın farklı biçimlerine maruz kalmış. Bu da bir örnek.

İstanbul’da akrabalarınız var mı?

Evet, bayağı uzak akrabalarım var, ama çoğu hayatta değil.

Babam Türkiye’de büyüdü, Robert Koleji’nde okudu, 1955 olaylarında bir amcasının dükkânı paramparça edilmiş ve yağmalanmış. Bence Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya göçmeye karar vermesinin nedenlerinden biri buydu. Bence her şey birbirine değiyor. Pek çok aile, pek çok toplum baskının, susturulmanın farklı biçimlerine maruz kalmış.

Aileniz bu konuda konuşur muydu?

Sessizlik yoktu. Aile albümlerinde o dükkânın fotoğraflarını görürdüm hep, olayları da bilirdim. Fakat olayı tamamen kavrayışım İstanbul’daki Sefarad topluluğundan insanlarla tanışmamla mümkün oldu sanıyorum. Babamın hikâyesinin bir kısmını onlara anlattığımda onun nasıl bir korku olduğunu anlaman gerek, çünkü bunlar bunlar oldu diye bana anlattılar. Belki de bu bazı hikâyelerin sadece tek bir kuşakla sınırlı kalışıyla, bir sonraki kuşağa tamamıyla aktarılmamasıyla ilgili bir sessizliktir. Ben de bir süredir koşulların bir kısmını keşfediyorum, böylece neden İstanbul’u terk ettiğini ve geri dönmediğini daha iyi anlıyorum.

İspanya’da filmi bir milyon kişinin gördüğünü söylediniz. Ulusal kanalda yayınlandı. Bu nasıl oldu?

Böyle bir film yapınca acaba İspanya’da gösterilecek mi diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz, çünkü hassas bir konu, İspanya’daki suskunluğun, unutmanın bir parçası. Bu filmin ilk gösterimini İspanya’nın dışında yapmamız gerektiğini biliyorduk, böylece bir momentum yaratacaktık, insanlar filmden haberdar olacaktı. İlk gösterimi Berlin’de yapma fırsatımız oldu. Film Berlin’de ödüller de aldı, böylece İspanya’ya bu filmin var olduğuna, filme talep olduğuna, insanların filmle ilgilendiğine dair haberler ulaştı. Şubattan kasıma kadar dokuz ay boyunca filmin İspanya’ya gelişini ördük. Filmin dağıtımını üstlenen ve İspanya’da sinemalarda gösterime girmesini sağlayan şirkete müteşekkiriz. Film geçen kasım gösterime girdi, çok olumlu tepkiler aldık. Hem sol basından, hem de sağcı basından. Onlar da olumlu yaklaşıp filmi Unutma Anlaşması’nı anlamak için kullandılar. Yaklaşık 25 bin kişi filmi gördü sinemada. Sonra da film Goya Ödülünü aldı. Filmde kahramanları da bizimle birlikte sahneye çıktılar ödül töreninde. Filmin dağıtım süreci aynı zamanda sessizliğin kırılması ve görünmez olanın görünür olması sürecine yaradı. Televizyonda da gösterilmesini istiyorduk, kamusal yayın yapan La2’a müteşekkiriz, filmi göstermeye karar verdiler 4 Nisan’da.

Teklif onlardan mı geldi?

Aslında karşılıklı bir durum bu. Dağıtımcımız devredeydi. Aynı zamanda Pedro Almodóvar’ın yapım şirketi El Deseo’nun arkamızda olması da büyük şanstı bizim için, filmi destekledi. Hayır diyebileceklerini biliyorduk. Filmi sahiplenenler çıktı, sadece yayınlamakla yetinmeyip prime time’a koydular. Ayrıca tanıtımını da yaptılar, birkaç hafta süren bir tanıtım faaliyeti yürüttük, mahallelere posterler asıldı. Müthişti, bir günde bir milyondan fazla insan filmi gördü. Film Twitter’da TT oldu. Filmin gösteriminin olduğu gece Twitter’da bir TT daha çıktı, #1977AfYasası. Böylece yürürlükteki Af Yasası’yla ilgili bir tartışma başladı. Filmin kahramanları Af Yasası’nın değiştirilmesi için bir imza kampanyası başlattılar, insanlar da imza verdi. Eğer bütün koşullar uygunsa bir film kültürel bir an yaratabilir, kültürel bir tartışma açabilir. Ayrıca filmin gösterilmesinden iki saat önce İspanya B-başbakanı insanların filmi seyretmesi gerektiğini, bunun geçmişle yüzleşmek için bir fırsat olduğunu söyleyen bir tweet attı. Bence film bu diyaloga ve mücadeleye bir katkı sunuyor. Aynı zamanda bu İspanya’da aşırı sağın yükseldiği bir zamanda oluyor. Bu durum, faşizmin mirası ve tehlikesi üzerine insanları düşünmeye teşvik edebilir.

Vox bir şey söyledi mi filmle ilgili?

Pek söyledi denemez. Filmi okullarda gösterme konusunda adım atan öğretmenler var. Bununla ilgili ters yorumlar yapıldı, “bu beyin yıkamadır” dediler. Buna hazırlıklı olmak lâzım, bazen cevap vermek gerekiyor, bazen de cevap vermek hiçbir anlam taşımıyor, toplumun cevap vermesi daha uygun oluyor.

^