Sakar’da sekiz yaşındaki Diana’nın kısa ömrünü başkalarının gözünden takip ediyoruz. Kitap eski öğretmeninin gazetede Diana’nın kayıp ilanını görmesiyle açılıyor, sonra da anneannesinin, teyzesinin tanıklıkları geliyor. Kitap gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Bir ilk romanın öznesi olarak Diana’nın yaşamında ve akıbetinde size çarpıcı gelen neydi?
Alexandre Seurat: 2012’de Paris’te bu haberi okuduğum ânı çok iyi hatırlıyorum. Diana’nın anne-babası yargılanıyordu, gazeteler bu haberle kaynıyordu. Tanıkların ifadeleri, özellikle de kitabın sonunda yeniden yorumladığım abisinin tanıklığı beni çok etkilemişti. Ailenin etrafında olup da suçluluk duyan, sorumluluk hisseden pek çok insanın elinden onca çabalarına rağmen hiçbir şey gelmemişti, beni çarpan asıl buydu. Bu tanıklıklar olmasa, anne-babası tarafından öldürülen bir kız çocuğunun hikâyesi belki de o kadar ilgimi çekmeyecekti. Öğretmen mesela, sonra abisi, anneannesi olayların önüne geçemedikleri için suçluluk hissediyorlardı, diğer karakterlerden daha çok onlar bana ilginç geldi, kitap bu yüzden onlarla açılıp kapanıyor. Öğretmenin kayıp ilanını görüşüyle başlıyoruz, çünkü bu olay ailevi değil, toplumsal bir vaka olarak değerlendirilmeli. Öğretmenden sonra yakınlarının tanıklıkları geliyor, çünkü Diana’nın onun öğrencisi olmadan önceki halini de görmemiz gerekiyordu. Hikâye bir aileyi ele alıyor gibi görünse de, asıl mesele toplumun çocuklarını nasıl koruyup kolladığı.
Diana’nın aile çevresiyle tanışmamızın ardından, okula başlamasıyla birlikte başka insanlar da anlatıya katılıyor. Okul müdürü ve doktoru, jandarma, sosyal hizmet uzmanı gibi kişiler olay hakkında gördükleri, bildikleri kadarını aktarıyorlar. Hepsi de kızın şiddet gördüğünden şüpheleniyor, küçük ipuçlarına da ulaşıyorlar, ama ellerinden pek bir şey gelmiyor. Sayfalar ilerledikçe kamusal idarenin, resmi kurumların yetersizliğiyle yüzleşiyoruz…
Tabii bütün karakterler aynı rolü oynamıyor, ama özellikle öğretmenlerin tavrıyla yakınlık kurduğum söylenebilir. Öğretmenler ve okul çalışanları ellerinden geleni yapıyor, örneğin ilk öğretmeni gördüğü kanıtları yazılı olarak bildiriyor, fakat bunda biraz gecikiyor, zira öğretmenin mektubu yerine varmadan kız ve ailesi ortadan kayboluyor. İkinci gittiği okulun müdürü hemen tavır alıyor, Fransa’da bir okul müdürünün yapabileceği ne varsa yapıyor, o da sosyal hizmet kurumunu haberdar etmekten ibaret. Ama tam anlamıyla inandırıcı olamıyor veya diğerleri pek sorumluluk almak istemiyor. Kimseyi suçlu ilan etmek istemem, ama örneğin okulun doktoru küçük kızı korumak için yeterli iradeyi göstermiyor. Bu insanlar arasında pek çok farklılıklar var, belki ancak bazıları sorumluluk almaktan kaçınıyor, çoğunluk bir şeyler deniyor, ama asıl problem sistemin kendisinde. Birçok insan elini taşın altına koyuyor, yeterli olmuyor. Sorun bir kişinin suçlu olup olmaması değil, bütün bu insanlar arasındaki iletişimin yetersizliği. Sistem etkili bir iletişime ve farklı türden kişiliklerin müdahalesine izin vermiyor. Anne-baba da hayli zeki ve kız tam koruma altına alınabilecekken ortadan kaybolmakta ve sistemle oynamakta mahir. Az ya da çok sorumluluk hisseden insanların trajedisi söz konusu burada. Duruşmaya çıkan tanıkların bazıları gördüklerini nasıl anlatacaklarını bilmiyorlar. Sosyal hizmet uzmanlarının önceliği duruşma esnasında kurumu korumak. Onların bu suçu önlemedeki yetkisi olayı görüp müdahale etmek isteyen öğretmenlerden daha yüksek, ama yine de kendilerinde daha az sorumluluk buluyorlar.
Diana polis memurlarının karşısına çıktığı zaman bir şeylerin değişeceğini düşünüyoruz, ama “hayır” diyor, “annem de, babam da beni dövmüyor”. Filmi orada durdurmak istiyoruz, çünkü kurtulmak için önünde bir yol var, ama film devam ediyor ve bir trajediye dönüşüyor.
Devletin, kamu kurumlarının hayatımıza karışmasını elbette pek istemeyiz, ama toplum olarak bu kurumlara bazı yetkiler de veriyoruz. Diana’nın başına gelenler, totaliter, faşizan bir devlet anlayışının tam tersini gösteriyor, daha demokratik olduğu düşünülen bir yapı da müdahalede çok yetersiz kalabiliyor…
Devletin her şeye müdahil olması elbette riskli, ama sorun şu ki, devletin ve kamu çalışanlarının kafasında idealize edilmiş bir aile fikri var. Fransa’nın yargı sisteminde familializm diyebileceğimiz bir tutum, en iyisinin çocuğu ailede tutmak olduğu yönünde bir eğilim hâkim. Çocuğun esenliğinin sağlanacağı, gelişiminin tamamlanacağı en iyi yer ailedir bu fikre göre. Ama, çocuğu aileden koparmak her ne kadar kulağımıza şiddet yüklü bir ifade gibi gelse de, demokratik bir düzende devletin “hayır, bu aile çocuk yetiştirmeye ehil değildir” demesi, çocuk için daha korunaklı bir yerin temini onun bir sorumluluğudur. Hayli karmaşık bir mesele bu, çünkü örneğin geçmişte Fransa’da çocuğa yönelik şiddetten suçlu bulunan masum ebeveynler de oldu. Hâkimler yanlış anlamaya müsait durumlarda artık kesin kararlar vermekten kaçınıyor, kanıtlara büyük hassasiyetle yaklaşıyorlar. Ama Diana vakasında gerçekliğinden şüphe duymayacağımız pek çok güçlü kanıt söz konusu.
Hikâyenin akışında Diana polis memurlarının karşısına çıktığı zaman bir şeylerin değişeceğini düşünüyoruz, ama “hayır” diyor, “annem de, babam da beni dövmüyor”. Filmi orada durdurmak istiyoruz, çünkü kurtulmak için önünde bir yol var, ama film devam ediyor ve bir trajediye dönüşüyor.
Diana, annesi ve babası kitapta alıntılar dışında söz almıyor, hikâyeyi onların ağzından dinlemiyoruz. Abisi konuşuyor, o kızkardeşi gibi şiddete maruz bırakılmamış ve sanki gördükleri karşısında bir duygu geliştirmemiş gibi. Neden özellikle Diana’ya şiddet uygulanıyor, ebeveynleri ilişkilerinin devamını sağlayacak bir nesne gibi mi görüyorlar onu? Sistematik işkenceyi sürdürmek için kamu görevlilerine zekice yalanlar söylemeyi de biliyorlar…
Hikâyenin ana mekânı duruşma salonu ve konusu dava. Elbette bu süreçte pek çok soruyla karşılaşıyorlar, ama benim ilgimi asıl çeken tanıkların kendilerini ifade etme kapasiteleri ve hakikate ulaşma çabaları. Gerçekte ne olduğuna, bunların nasıl olabildiğine dair söyleyecek pek bir şeyleri yok. Babanın söyledikleri de gerçek gibi tınlamıyor. Zaten Diana’nın ebeveynleriyle ilişkisi kitabın konusu değil. Daha ziyade, ailenin tanıklarla ve tanıkların birbirleriyle ilişkisi ele alınıyor denebilir.
Abinin durumu karmaşık. Bir mağdur değil, bir tanık. Onun da neden şiddete uğramadığını soran çok oldu. Bunu ben de bilmiyorum, ben de bu olayla mahkeme sürecinde karşılaştım. Ama uzmanlar kimi ailelerde sadece belli bir çocuğun şiddete maruz bırakıldığı, diğerlerinin tanık olduğu pek çok vaka yaşandığını söylüyor. Ailenin tüm problemlerinin yükünü burada Diana çekiyor. Babanın anneye yalan söylediğini en baştan biliyoruz, parasının olduğunu söylemiş, anne ona inanmış ve Diana’yı terketmiş, onu sonradan yanlarına almışlar. Çift arasındaki sorun onunla çözüme kavuşmuş, diğer çocukların sırtına böyle bir yük binmemiş.
Öte yandan, abi de aynı zamanda bir mağdur, tanıklığa maruz kaldığı için. Kitabın sonundaki monoloğa kadar duygu belirten hiçbir ifadesini görmüyoruz, hiçbir şeye şahit olmadığını söylüyor. Tanıklığını okuduğumda bununla yaşamaya nasıl devam edeceğini sormuştum kendime. Kitabın en önemli sorusu da zaten bu galiba. En azından son monologda, çünkü orada yaşananların ayırdına vardığını anlıyoruz. Ve bununla yaşamaya devam edecek. Sonrası okura kalmış diye düşünüyorum.
İkinci kitabınız Kayyum (L’administrateur provisoire, 2016) da Sakar gibi gerçek bir olaya dayanıyor, ama bu defa arşivlerden hareketle yazılmış. Arşiv kayıtları, gazete haberleri, mahkeme tutanakları gibi gerçek anlatılar en azından şimdilik edebiyatınızın belkemiğini oluşturuyor gibi görünüyor. İnsanların gerçek ifadeleri sizin elinizde edebiyata nasıl dönüşüyor?
Arşivlerin barındırdığı kendine has bir şiir var, galiba Foucault söylemişti bunu, en azından ona uyar. (gülüyor) Küçük kızın polise söyledikleri, abinin mahkemede anlattıkları güçlü bir edebi potansiyel barındırıyor. İfade ettikleri insanlık durumu benim tahayyül edebileceğimden çok daha etkili gibi geliyor bana. Benim işim zihnimde bambaşka bir hikâye tasarlamaya çalışmak değil, onların ifadelerini okuyanların gözünde etkili kılmaya yarayacak formlar aramak. Ama bir gazeteci gibi yapmamam lâzım bunu, gerçekliği dönüştürmede gazetecilere göre çok daha özgür hissetmem gerekir. Hikâye gerçek bir olaya dayanıyor olabilir, ama gazetelere yansımayan birçok şeyi de ben uydurdum. Bunu yapmakta kendimi serbest hissettim, özellikle de romanın başlarında, anneanne ve teyzenin aktardığı aile hikâyesini kurgularken. Hukuki bir davayı bir trajediye dönüştürmem gerektiğini düşündüm. Ama gerçeğin izlerini ve duygusunu korumalıydım, bunu yapmasaydım trajedinin okur nezdinde bir cazibesi olmayacaktı. Neyin gerçekten güçlü bir etki bırakacağını iyi tasarlamalıydım, işin büyük bir kısmını da okura bıraktım. Duruşmadaki ifadelerin pek çoğunu elemek durumunda kaldım, okurun bunlara ihtiyacının olmadığının düşündüm. Birçok detayı böylece bir yana koydum, okurda kalacak duyguyla gerçeklik arasına girmek istemedim. Belki edebiyat tam da böyle bir şeydir, edebiyatçıyla gazeteci arasındaki fark burada yatıyordur. Gazeteci gerçeğe sadakat duyarken, benim bir yazar olarak sadece duygulara bağlı kalmak gibi bir özgürlüğüm var.
Gazetecinin aktardığı şekliyle tanıklıkları okumak onlardan başka bir şey çıkarmama, yeni bir hikâye yaratmama imkân verdi. Bazı gazeteciler her iki yöntemi, hem haberi hem duyguyu iletmeyi başarabilir belki, ama kendi adıma belki de duruşmalara bizzat katılsam bu kitabı yazamayacaktım.
Eduardo Galeano’nun edebiyatı öyle ki, kendisine bir yandan masalcı da denebilir, tarihçi de. Şöyle diyor: “Gazetecilikle edebiyat arasında bir sınır yok. İyi gazetecilik aynı zamanda iyi edebiyat olabilir. Ben hep gazeteci oldum.” Ve ekliyor: “Bir de madalyonun öteki yüzü var: Aciliyet. Yazarken tek bir kelime için üç saat harcadığım oluyor, gazeteciliğin bana vermediği tek lüks bu.”
Diana duruşmalarını takip eden bir gazeteciyle tanıştım. Kitabı yazarken onun haberlerinden çok yararlanmıştım. Tanıştığımızda tedirgin oldum, sanki onun hikâyesini yürütmüşüm de kitap yapmışım gibi bir suçluluk duygusu içine girmiştim. Çok kibar biriydi. Kitabı ilk eline aldığında o da küçük bir şok yaşamış. (gülüyor) “Bu olayın benim naklettiğimden başka bir şeye dönüşmesi, o kadarla kalmaması çok güzel bir şey” dedi. Duruşmayı takip eden yaz aylarında o da bu vakayı kitaba dönüştürmeye çalışmış. Etrafındaki herkes “mutlaka yazmalısın” diyormuş, çünkü bu olayın onu nasıl tükettiğini görmüşler, kendini çok berbat hissediyormuş. Kitabı yazamamasının sebebi iyi bir yazar olmayışından değil, aile fertlerinin ve tanıkların seslerinin hâlâ tüm canlılığıyla kulağında oluşundan. Gerçek kişilerin sesini duymayışımın benim için bir şans olduğuna inanıyorum. Gazetecinin aktardığı şekliyle tanıklıkları okumak onlardan başka bir şey çıkarmama, yeni bir hikâye yaratmama imkân verdi. Bazı gazeteciler her iki yöntemi, hem haberi hem duyguyu iletmeyi başarabilir belki, ama kendi adıma belki de duruşmalara bizzat katılsam bu kitabı yazamayacaktım.
Modern edebiyat üzerine çalışan bir akademisyensiniz…
Joyce, Céline, Virginia Woolf gibi büyük modernist yazarlar üzerine çalıştım. Bir süre okutmanlık yaptım, ama sonra yazmayı da beraber sürdürebileceğimi düşündüm. Tabii doktora tezimi hazırlarken bunun ne kadar zor olduğunu anladım. (gülüyor) Bir yazar olarak ilgilenmem gerektiğini bedenimle hissettiğim konularla karşılaşınca akademik metinlerden uzaklaşıyorum. Üniversitede ders veriyorum, ama araştırma yapmam gerekmiyor, bu da bana epey hürriyet kazandırıyor.
Yazarken bu yazarlarla kendinizi mukayese ettiğiniz oluyor mu? Veya Harold Bloom gibi söylersek “etkilenme endişesi” yaşıyor musunuz?
Onlarla aynı seviyede olmamanın endişesini yaşadım tabii.Ama artık bu türden soruları sormama özgürlüğünü kendime tanıdım. (gülüyor)
Biyolojik bir ailemiz olabilir, ama ailemizi kendimiz de seçebiliriz, yetişkinlik çağlarımızda. Belki yazarlar da kimi çağdaşı yazarlarla beraber bir aile içinde olduğunu düşünebilir.
Tabii, olabilir, yazarlarla, aynı zamanda okurlarla, çevirmenlerle, aynı ideali, duyguları paylaşan insanlarla… Borges’in bir hikâyesi var, ya da, onun tarafından anlatılmadan önce bir Yahudi hikâyesiydi denebilir. Dünya yedi dürüst adamın omuzlarında durur, bunun farkında değillerdir, çok yoksuldur bu adamlar, seyahat de edemezler, içlerinden biri ölünce başkasıyla değiştirilir. Bu fikre ben de çok yakınım. Ne mutlu ki benim de etrafımda Borges’in hikâyesindeki gibi sırt sırta durabileceğim insanlar var, onların varlığı bana huzur veriyor.
Annie Ernaux aile fertlerinin eski kayıtlarından oluşan Super-8 Yılları filminin gösterimine eşlik etmek üzere yakın zamanda İstanbul’daydı. Kazandığı Nobel edebiyat ödülü Fransa’da tartışmalara, hatta saldırılara da yol açtı. Örneğin, Pierre Assouline’in de katıldığı ve Ernaux’yu antisemit olmakla suçladıkları Alain Finkielkraut’un radyo programını konu alan Gisèle Sapiro’nun yazısını biz de birartibir.org’da aktardık. Siz bu süreci nasıl takip ettiniz?
Pierre Assouline’in argümanı biraz daha komplikeydi en azından. Ernaux’nun bazı kitaplarının çok güçlü olduğunu teslim ediyor, ama politik pozisyonunu, örneğin Mélenchon’a desteğini sorguluyor. Nobel’i alırken kadınları ve işçi sınıfını kastederek söylediği “Irkımın intikamını almak için yazıyorum” sözünü çarpıtıyor ve edebiyatını bir hınç arzusuna indirgiyor. Finkielkraut’un tepkisini çekense doğrudan doğruya bu cümle. Fransız solunda İsrail’le sıkı ilişkileri olan insanlar var, Annie Ernaux’nun antisemit olduğunu düşünmesem de bu tartışmaların ortaya çıkma sebeplerini anlayabiliyorum. Asıl önemli olan, söylediklerinin sırf kadın olduğu için kolayca sorgulanabilir addedilmesi.
Metinlerinde aile anılarını, toplumsal belleğe ait detayları bazen fragmanter bir üslûpla kullanması, öznel bir dile başvurması da yerli yersiz eleştirilebiliyor.
Ben şahsen Ernaux’ya büyük bir hayranlık besliyorum, bazı kitapları benim için çok önemli. Ama aynı zamanda, bizim ortak hayatımızı kendi hayatı gibi yansıtması bende belirsiz, müphem bir duygu, tarifi zor bir tat bırakıyor. Ben kendime gerçeklikle kurgu arasında farklı bir alan açmaya çalıştım. Kitaplarımın gerçek olaylara dayandığını her zaman vurgulasam da, aslında kurguyla gerçek arasında farklı bir alandayız. Ernaux’nun edebiyata kazandırdığı gerçekçilik misyonu beni de çok etkiliyor, ama bir yandan da aradığım yerin tam olarak orası olmadığını duyumsuyorum.