12 SORUDA EDUARDO GALEANO

Derleyen: Kâzım Hapavko
13 Nisan 2023
SATIRBAŞLARI

Globalleşme

Eduardo Galeano: Bu yeni bir fenomen değil, uzun bir geçmişe sahip bir trend. Son yıllarda, iletişim ve ulaşımdaki baş döndürücü gelişmeler ve ulus ötesi sermaye evlilikleriyle müthiş bir hız kazandı. Ancak, globalleşmeyle enternasyonalizmi birbirine karıştırmamak gerekiyor, insani durumun evrensel olduğunu biliyoruz; benzer arzuları, korkuları, ihtiyaçları ve düşleri paylaşıyoruz. Ama bunun, zincirlerinden boşanmış sermayenin ulusal sınırları silmesiyle bir alâkası yok. İnsanların seyahat etme özgürlüğü başka şey, paranınki başka şey. Bu, Meksika-ABD sınırında çok net olarak görülüyor. Para ve mal söz konusu olduğunda ortada bir sınır yok, ama insanlara karşı Berlin Duvarı ya da Çin Seddi gibi.

Mide insan ruhunun unsurlarından biridir, ağız da onun giriş kapısıdır. Mesele ne kadar yediğiniz değil, ne yediğiniz ve bu seçimi nasıl yaptığınızdır…

İnsanın yiyeceğini seçme hakkı

Her gün beş yeni restoran açan McDonald’s gibi başarılı şirketler globalleşmenin mükemmel sembolleri. Benim açımdan Berlin Duvarı’nın çöküşünden daha belirleyici olan, “demir perde”nin –demirden değil, haşlanmış patatesten yapıldığı anlaşıldı– ortadan kalktığı günlerde, Moskova’nın Kızıl Meydan’ındaki McDonald’s’ın önünde Rusların kuyruğa girmesiydi. Dünyanın “McDonald’slaştırılması”, gezegenin dört bir yanına plastik gıda tohumlarının ekilmesi demektir. Fakat, McDonald’s’ın başarısı, en temel insan haklarından biri olan insanın kendi yiyeceğini seçme hakkını yaraladı. Mide, insan ruhunun unsurlarından biridir, ağız da onun giriş kapısıdır. Ne yediğinizi söyleyin, size kim olduğunuzu söyleyeyim. Mesele ne kadar yediğiniz değil, ne yediğiniz ve bu seçimi nasıl yaptığınızdır. İnsanların yemek yapmaları kültürel kimliklerinin önemli bir parçasıdır. Yoksul, hatta çok yoksul insanlar için bu çok önemlidir. Çok az yiyecekleri olan ve geleneklere saygı duyan yoksul insanlar, yemek yemek gibi basit bir şeyi bir ritüele dönüştürürler.

Standartlaşma

Dünyanın en güzel tarafı içinde birçok dünya barındırması. Bütün insanlığın mirası olan kültürel çeşitlilik, insanların yemek tarzlarında olduğu gibi duygularında, düşlerinde, konuşmalarında ve danslarında tezahür ediyor. Kültürel davranışların standartlaşması yönünde çok belirgin bir trend var. Fakat aynı zamanda, korumaya değer farklılıklara sahip çıkan insanların bunu geri itmesi söz konusu. Sosyal farklılıkların değil, kültürel farklılıkların vurgulanması insanoğluna tek bir çehre değil, birçok çehre kazandırır. Bir çığı andıran bu zorlama standartlaşmaya karşı, dini fanatizm ve umarsız tepkilerden kaynaklanan çılgınca reaksiyonların yanısıra, çok sağlıklı bir reaksiyon var. Açlıktan ölmekle sıkıntıdan patlamak arasında tercih yapmamız gereken bir dünyaya mahkûm olduğumuzu sanmıyorum.

Hareket halindeki kimlikler

Kültürel kimlik müzede sessizce duran kıymetli bir vazo değildir. Hep hareket içindedir, değişim halindedir ve hep gerçekliğin meydan okumasıyla karşı karşıyadır; bizatihi gerçeklik de hareket halindedir zaten. Neysem oyum, ama aynı zamanda olduğum şeyi değiştirmek için ne yapıyorsam oyum. Arı ırk olmadığı gibi, arı kültür de yoktur.

İdollere taptıkları gerekçesiyle birçok yerli diri diri yakıldı. Onlar kendi çağlarının çevrecisiydiler, bana anlamlı gelen tek ekolojiyi uyguluyorlardı: Doğayla hemhal olan bir ekoloji. Doğa bir manzara değildir, içimizde bir şeydir, birlikte yaşadığımız bir şeydir.

Ne talihliyiz ki, her kültür uzaklardan gelen unsurlardan oluşur. Bir kültür ürününü tarif eden şey –bu ister bir kitap, şarkı, atasözü veya bir futbol stili olsun– nereden geldiği değil, ne olduğudur.

Tipik bir Küba içkisi olan daiquiri’de Küba’dan eser yoktur. Ne buz, ne limon, ne şeker ne de rom Küba kökenlidir. Şekeri Amerika’ya Kristof Kolomb Kanarya adalarından getirdi. Yine de daiquiri Küba içkisi kabul edilir. Endülüs’ün churro fritters’ı Ortadoğu’dan, İtalyan makarnası Çin’den geldi. Hiçbir şey kökeniyle tarif edilemez. Önemli olan onunla ne yapıldığı ve bir toplumun düş kurarken, yaşarken, dans ederken, oynarken, sevişirken onunla ne ölçüde özdeşleştiğidir. Dünyanın olumlu tarafı budur: Mütemadiyen birbirine karışmak ve yeni meydan okumalara yeni karşılıklar bulmak.

Ancak, zorlama globalleşme ne­ deniyle bugün standartlaşma yönünde bir trend var. Bu trendin kaynağı büyük medya gruplarının bugüne kadar görülmemiş ölçüdeki gücüdür.

Geleceğin umudu: İnternet ve kamusal radyo

Her ülkenin anayasasında yazılı olan ifade özgürlüğü dinleme hakkına indirgenmiş değil mi? İfade özgürlüğü aynı zamanda konuşma hakkı değil mi? Kaç kişinin konuşma hakkı var? Bu sorular birbirleriyle yakından alâkalı ve kültürel çeşitlilik azap çekiyor.

İletişim dünyasında bağımsız faaliyet imkânları giderek daralıyor. Egemen medya grupları ameliyat edilmiş haberlerle birlikte mümkün olan tek dünyanın mevcut durum olduğu vizyonunu empoze ediyor. Milyonlarca gözü olan bir yüzü standart iki gözlü hale getirmekten farkı yok bunun.

Umut verici olan şey internetin gün batımı; umudu ayakta tutan paradokslardan biri de bu. Global askeri stratejiyi koordine etme ihtiyacından doğmuştu. Başka bir deyişle, savaşa ve ölüme hizmet etmek için ortaya çıkmıştı. Ama şimdi, eskiden fark edilmeyen sayısız sesin forumu haline geldi. Bugün bu sesler duyulabiliyor ve bu yeni aracı kullanarak iletişim ağları kuruluyor. İnternetin ticari amaçlarla ve insanları manipüle etmek için de kullanılabileceği doğru. Ama, televizyon ve yazılı basının dikkate almadığı bağımsız düşünceler için çok önemli bir ifade özgürlüğü alanı açtığı su götürmez bir gerçek. Radyoda da iyi şeyler oluyor. Latin Amerika’da yerel-kamusal radyoların çoğalması insanların kendilerini ifade etmeleri için geniş bir spektrum sunuyor, insanlarla olup bitenler hakkında konuşmak, onların kendi hayatlarını anlatmalarını dinlemekten farklı bir şeydir. Bu gerçekleştiğinde ifade özgürlüğüne hak ettiği saygı gösterilmiş olacaktır.

Amaç ve araç

Eski Yunan’da katillerle birlikte hançerler de cezalandırılırdı. Cinayetlerde kullanılan hançerler yargıç tarafından nehre atılırdı. Araçlarla amaçları karıştırmamalıyız. Latin Amerika’nın talihsizliği şu ki, Amerikan modeli ticari televizyon kök salmış durumda. Bambaşka amaçlara hizmet eden Avrupa televizyon modelinden hiçbir şey öğrenmedik. Almanya, Danimarka, Hollanda gibi ülkelerde, kamusal niteliği sayesinde çok önemli bir kültürel rol oynuyor, her ne kadar bugünlerde eskiden olduğu kadar güçlü olmasalar da. Latin Amerika’daysa, ABD televizyon modeli yüzünden, satan her şey iyi, satmayan her şey kötü telakki ediliyor.

Yerlilerin mücadelesi

Latin Amerika’nın en önemli gizli gücü ve enerji kaynağı, kendilerini yerli hareketleri ve onların sahip çıktıkları değerlerin müthiş güçleri vasıtasıyla ifade eden halklardır. Bu değerler doğayla uyum içinde yaşamak ve açgözlülüğe odaklanmayan topluluklarda hayatı paylaşmaktır. Bunlar geçmişten devralınan, fakat geleceğe dair olan ve bugün için de hepimiz için geçerli değerler. Geniş kitleler bu değerleri paylaşıyor, çünkü bunlar şefkat ve dayanışmanın olduğu bir dünyanın değerleri. Son yıllarda ciddi biçimde yaralanan ve bazı durumlarda imha edilmiş bir dünya bu. Bizim dünyamız bencillik ve “gemisini kurtaran kaptandır” inancı üzerine kurulmuş bir dünya.

Halk ve toprak

500 yıl önce, Latin Amerikalılara insanı doğadan ayrı tutmayı öğretmişlerdi. Doğa bir tarafta, insanoğlu öteki taraftaydı. Bu boşanma bütün dünyada vuku buldu, idollere taptıkları gerekçesiyle birçok yerli diri diri yakıldı. Onlar kendi çağlarının çevrecisiydiler, bana anlamlı gelen tek ekolojiyi uyguluyorlardı: Doğayla hemhal olan bir ekoloji. Doğayla uyum ve hayata komünal yaklaşım, 500 yıllık yargılama ve aşağılamaya rağmen antik yerli değerlerinin hayatta kalmasını sağladı. Asırlar boyunca, doğa dizginlenmesi gereken bir canavar olarak görüldü; adeta yabancı bir düşman ve bir hain gibi telakki edildi.

Eylemlerden çok sözcüklere yaslanan palavracı reklamcılık sayesinde şimdi hepimiz “yeşiliz” ya, doğa korunması gereken bir şey oldu. Fakat ister hükmedilecek, ister korunacak ve kâr için sömürülecek olsun, bizden ayrı bir şey olarak görülüyor. Doğayla hemhal olma duygusunu yeniden kazanmamız gerekiyor. Doğa bir manzara değildir, içimizde bir şeydir, birlikte yaşadığımız bir şeydir. Sadece ormanlardan bahsetmiyorum, Amerika yerlilerinin doğaya saygı olarak yaptıkları her şeyi kastediyorum. Doğayı kutsal bir varlık olarak görüyorlar, şu anlamda: Ona verilen zararın eninde sonunda kendilerine zarar vereceğine inanıyorlar. Dolayısıyla her cinayet bir intihar haline geliyor. Bu durum, yürümenin ya da temiz hava teneffüs etmenin mümkün olmadığı gelişmiş dünyanın kötü kopyaları olan büyük Latin Amerikan şehirlerinde gözlemlenebilir. Havası, suyu ve toprağı zehirli bir dünyada yaşıyoruz. Fakat daha önemlisi, beyinlerimiz zehirlenmiş durumda. Samimi dileğim o ki, kendimizi iyileştirecek enerjiyi edinebilelim.

Bir mancınık olarak hafıza

Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri adlı kitabımda, anılarımızın bizim mutlu olmamızı sağlayıp sağlayamayacağını sormuştum kendime. Hâlâ bir cevabım yok. Bir Amerikan romanı okumuştum: Büyük dede torununun çocuğuyla buluşur. Büyükdede hiçbir şey hatırlamaz, çünkü bunamıştır. Düşünceleri su gibi renksizdir. Çocuğun da anıları yoktur, çünkü yaşı daha çok küçüktür. Kitabı okurken şöyle düşünmüştüm: Ne mutluluk!

Top ve ben uyumlu bir çift olamadık. Başka bir bakımdan da felakettim. Rakip takım iyi oynadığında gidip tebrik ederdim. Bu, modern futbolda affedilmez bir günah.

Ama bu, benim peşinde olduğum mutluluk değil. Ben hatırlamaktan ve hatırlamaya karşı savaşmaktan doğan mutluluğu istiyorum; hüznü, acıyı ve tecrübenin açtığı yarayı içeren, ancak ileriye götüren bir mutluluk. Bir çapa, geçmişe demir atan bir hafıza değil, bir mancınık olarak hafıza. Bir yere varmış bir hafıza değil, bir başlangıç noktası olarak hafıza.

Amerika kıtasında bir yerli geleneği var, Pasifik adalarında, Kanada’da, Meksika’da Chiapas’ta rastlanan bir gelenek bu: Bir seramik ustası yaşlandığında, elleri titremeye, gözleri zayıflamaya başladığında zanaatını bir törenle bırakır. Bu törende en güzel işini zanaata yeni başlayan bir çırağa sunar, çırak o çömleği alır, yere çarpıp bin parçaya böler. Sonra o parçaları alır, kendi çamuruna katar. Benim inandığım hafıza öyle bir şey.

Otoportre

Yazdığım kitapları kategorileştirmekte zorlanıyorum. Tahayyülle olgular arasına bir sınır çizmek kolay değil. En çok sevdiğim şey öykü anlatmak. Ben kendimi öykü anlatıcısı olarak görüyorum. Veriyorum ve alıyorum. Sesleri dinliyorum ve onları yaratıcı bir eylemle öyküye, denemeye, şiire, romana dönüştürüyorum. Standart ayrımların ötesine geçerek türleri kaynaştırmaya ve bütünlüklü bir mesaj vermeye çalışıyorum, zira dille böyle bir sentez yapılabileceğine inanıyorum. Gazetecilikle edebiyat arasında bir sınır yok. Edebiyat, bir toplumun çeşitli türlerde ürettiği yazılı mesajların toplamıdır, içinizden geleni bir gazeteci ya da bir edebiyatçı olarak söyleyebilirsiniz, iyi gazetecilik aynı zamanda iyi edebiyat olabilir, José Martí’nin, Carlos Quijano’nun, Rodolfo Walsh’un ve birçok başka ismin kanıtladığı gibi.

Ben hep bir gazeteci oldum ve öyle devam etmek istiyorum, gazete bürolarının o sihirli dünyalarına adım atmış birinin oradan ayağını kesmesi mümkün mü? Orada özlü olmayı, özetlemeyi öğreniyorsun, bu birçok konu hakkında yazmak isteyen biri için ilginç bir deneyim. Ayrıca, kendi küçük dünyandan çıkıp gerçelerle yüzleşmeye, başkalarının şarkılarıyla dans etmeye mecbur kalıyorsun. Dışarı çıkıp insanları dinlemek zorundasın. Bir de madalyonun öteki yüzü var: Aciliyet. Yazarken tek bir kelime için üç saat harcadığım oluyor, gazeteciliğin bana vermediği tek lüks bu.

Düşler ve uyanık olmak

Benim tek derdim maskelenmiş bir gerçekliği açığa çıkarmak, gördüğümüz ve gizli kalan şeyler hakkında yazmak. Sahte ve yanıltıcı bir gerçekliği gözlemekle ortaya çıkan bir gerçektir bu, aynı zamanda bilinmeyen veya pek duyulmayan gerçekleri dile getirmenin yoludur. Gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirmenin sihirli bir formülü yok. Onu değiştirmek için önce ne olduğunu görmek gerekiyor. Latin Amerika’daki sorun da bu. Onu göremiyoruz. Kendimize körüz, çünkü kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırılmışız.

Futbol

Bütün Uruguaylılar “gol” diye bağırarak doğar. Doğumevlerimizin bu kadar gürültülü olmasının sebebi de bu. Her Uruguaylı gibi ben de futbolcu olmak istemiştim. Sekiz yaşında oynamaya başladım, ama beceremedim, çok sakardım çünkü. Top ve ben uyumlu bir çift olamadık. Karşılıksız bir aşktı benimkisi. Ayrıca, başka bir bakımdan da felakettim. Rakip takım iyi oynadığında gidip onları tebrik ederdim. Bu, modern futbolda affedilmez bir günah.

Express, sayı 38, Haziran 2004

^