JOE STRUMMER (1952-2002)

22 Aralık 2022
SATIRBAŞLARI

Clash zamanında en göz önünde müzisyenlerden biriydin. 15 küsur yıldır karanlıkta yaşıyorsun. Bu kadar şiddetli ışığın altından birdenbire neredeyse mutlak bir inzivaya geçiş nasıl oluyor?

Joe Strummer: Bu soru benim de kafamı az kurcalamadı ve şu sonuca vardım: Söyleyeceğim ne varsa söyledim ben. Benim dönemim geldi ve geçti, eteğimdeki taşı döktüm. Hepsi bu. Bu son derece doğal bir süreç bence. Arkadaşlarla iki tek attığımızda ve diller çözülünce, mutlaka bu konuda kafamı ütülüyorlar: “Hadi Joe, yapma, geri dönmelisin, tekrar sahneye çıkmak için ne bekliyorsun allah aşkına?” Hep çok nazikçe cevaplar veriyorum, ama çoğunlukla, içimden “Kapayın çenenizi, beni rahat bırakın! Siz ne biliyorsunuz ki? Benim yerimde değildiniz” demek geçiyor. Clash tamamen zamanının grubuydu, dönemine sıkı sıkıya bağlıydı. Clash ne daha önce ne de daha sonra varolabilirdi. Zamanımız geçtikten sonra, tıpkı dalga çekildikten sonra karaya vuran gemilere dönerdik: Plajda, kumların üstünde, varını yoğunu kaybetmiş bir vaziyette, bitap bir şekilde tek başIna kalırsın… Denizse uzaktadır.

Yine de, 88’de Earthquake Weather adında bir solo albüm çıkardın.

Yeniden başlamayı, yeni müzisyenler bulup yeni bir grup kurmayı, yeniden dünya turnesine çıkmayı denedim. Ama öyle bir ruh halinde değildim, bir şeyler aksıyordu, olmuyordu. Amerika’daki bu turne sırasında tişört basılmıştı –her zamanki zırvalık. Tişörtlerin üstünde “Joe Strummer” baskısını görmek beni feci rahatsız ediyordu. The Who, The Doors ya da The Clash gibi grupların adını tişört üzerinde görmek önemli ve sıradandır, ama benim kendi adım… Olacak iş değil, sanki ismin bir çamaşır deterjanı markası haline gelmiş gibi. Kendimi çok huzursuz hissediyordum. Ve yine ilk düşünceme geri döndüm: Clash dönemini kapamıştı, söyleyeceğimizi söylemiştik, geri çekilmeyi, arkadan gelenlere yer açmayı bilmek gerekiyordu, onların da söyleyecek lafı vardı. Herkes Elton John ya da Rolling Stones gibi olamaz, bu işi ilelebet sürdüremez. Zaten herkese yetecek kadar yer yok, birilerinin kenara çekilmesi lâzım. Ben bir şekilde kenara itildim, ama kendim de gönüllü olarak buna katkıda bulundum. Clash bittiğinden beri, bir hedef, bir yön, anlamlı bir amaç arıyorum… Zaman zaman, kitap yazacağım diyorum kendi kendime, bilmiyorum… En ilginç, en doğru, en anlamlı ne olur, onu arıyorum. Bu arada da, mütevazı projelerle hayatımı sürdürüyorum: Orda bir rol, şurda küçük bir müzik, burda bir film müziği filan falan… Örneğin Pogues’un turnesine eşlik ettim, bu da beni iki-üç yıl meşgul etti. Neden bilmiyorum ama, büyük kalabalıkların önünde çalmayı, ünlü bir rock yıldızı olmayı hiç özlemiyorum. Öyle sanıyorum ki, bu çok normal bir davranış değil, çünkü arkadaşlarım bana inanmıyor… (gülüyor)

Genellikle, senin durumundaki müzisyenler ya parasal nedenlerle ya da ego meseleleri yüzünden yeniden kendi gruplarını kuruyorlar…

İnsanın egosunun zaman zaman aklını çeldiği doğru, ama hakikatle yüz yüze gelmem ve şansımı tükettiğimi, Clash’ı bütün gücümle sonuna kadar, anıtsal bir kariyere sürüklemediğimi kabullenmem gerekiyor. Ama çocuklarıma bakıyorum ve kendi kendime soruyorum: Clash ayakta kalsaydı, babalarıyla daha fazla gurur duyarlar mıydı? Babalarını daha fazla severler miydi?” Açıkçası, öyle olacağını sanmıyorum. Hem ayrıca, benim “kariyerim” henüz sona ermedi: Başka yollara saptı, başka bir ritm tutturdum.

Bile isteye, hiç tereddüt etmeden statüsünü ve ayrıcalıklarını terk eden ender rock yıldızlarından birisin…

Sözcü olmama yetecek kadar kültürlü, bilgili olmadığım için kendime kızıyorum. İki çift lafı olmayan insanların, çoğu zaman ipe sapa gelmez şeyler söyleyerek, sürekli yüksek sesle konuşması çok tehlikeli. “Mikrofonu bana verin, beni dinleyin” diye zırıldayarak dünyanın dört bir yanında dolaşmak için yeteri kadar kültürlü ve bilgili olmadığımı düşünüyorum. Bizi kuşatan dünyada şarkı söylemezden önce aklı başında, tutarlı bir birikime sahip olmak daha doğru olur. Ben bu birikimi oluşturmayı ve zamanımı, kültürümü genişletmekle, eksiklerimi tamamlamaya çalışmakla geçirmeyi tercih ediyorum. Bu beni çok daha mutlu ediyor.

Belki de bilgisayarlara alâka göstersem iyi olacak. Bugün bakıyorum, şipşak, birkaç dakikada bir albüm yapabiliyorsun… Bu aynı zamanda punk zihniyetinin de bir uzantısı; müziği bütün bu aşırı güç sahibi çokuluslu şirketlerin pençesinden kurtarmayı mümkün kılıyor.

Bir ara futbolu kendime örnek almaya karar vermiştim. Bir futbolcu oyuncu olarak kariyeri sona erdiğinde ne yapar? Kimi antrenör olur, kimi kulüp menajerliği yapar, kimi yorumcu olur vs… Bu prensibi müziğe uygularsak, müzisyenler de örneğin prodüktör olurlar. Böyle düşününce de, teknoloji mevzuunda hiçbir şey bilmediğimi, kara cahil olduğumu fark ettim. Şarkı yazabiliyordum, gitarımı tıngırdatabiliyordum, ama stüdyoda, bütün bu mikrofonlar, kayıt aletleri, işte ne var ne yoksa bunlardan tamamen bihaberdim, sıfır! Ben de bütün bunları öğrenmeye karar verdim. Ama her zaman olduğu gibi, tam da yapılmaması gerektiği şekilde yaptım her şeyi… (gülüyor) Kursa gideceğime, her şeyi tek tabanca yaptım, kendi kendimi yetiştirmeye çalıştım. Son yıllarım büyük ölçüde bununla geçti: Bir 4-kanalla çalıştım, sonra 8-kanalla, şimdiyse evimin bodrumunda 24-kanalla çalışıyorum, bütün bu aletleri kullanmaktan zevk almaya başladım. Bütün mesele, bu uzun çıraklık döneminin ortasında bilgisayarlar her şeyi alt üst etti! Şu âna kadar öğrenmiş olduğum şeylerin hiçbirinin pratikte bir anlamı kalmadı. Teknoloji benden çok daha hızlı ilerliyor. Ama ben teyplerimle yola devam etmeye karar verdim, şimdi artık onlara hâkim olabiliyorum. Ayrıca, kayıtlarda kusurları, hataları seviyorum. Dijital teknolojiyle birlikte, müziğin homojen hale gelmesi, bütün albümlerin sound’unun aynılaşması, hepsinin fabrika mamulü yoğurtlar gibi olması beni endişelendiriyor doğrusu. Müziğin fazla mükemmel olması yeni teknolojilerin bir riski.

Rock’la alâkanı hiç kesmedin. Ama artık albüm çıkarmamak, olayın içinde olmamak zaman zaman bir mahrumiyet duygusu uyandırmıyor muydu? İlla bir star olmadan, sadece düzenli olarak çalışan bir sanatçı olmayı arzu etmiyor musun?

Düzenli olarak bir şeyler yaptım zaten: Bir solo albüm yaptım, Pogues’la turneye çıktım, teknolojiyi öğrendim, Jim Jarmusch’un bir arkadaşı olan Sarah Driver’ın When Pigs Fly adlı filminin müziğini yaptım. Sırf bu filmin müziği neredeyse bir yılımı aldı.

Bilinçaltında da olsa, benimsediğin bu geri çekilme tavrının Clash’ın etiğine bir şekilde uygun davranma arayışıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyor musun?

Hayır… Bunun daha ziyade benim Clash’ın değerini bilmemle alâkası var… Yani… “Daha iyisini yapamıyorsan, hiç yapma.” Clash kadar devasa bir şeyin nasıl sürdürülebileceğini bilmiyordum. Solo albümümü yaptığım zaman, tek başıma asla Clash’dan daha iyisini yapamayacağımı fark ettim. Biraz zamanın akışına bırakmayı tercih ettim, müziğimin gelişmesini bekliyorum; çünkü Clash’ın müzikal sürecinde benim hiçbir manevra alanım yoktu. Clash fazlasıyla kesin, olmuş bitmiş, aşılmaz bir şeydi. O halde, ben de bekliyorum… Müziğimin gelişmesini, sağlam bir hatta girmesini bekliyorum. Dünya fuzuli, ipe sapa gelmez, vasat albümlerle tıka basa dolu zaten. Müziğimin belli bir olgunluğa eriştiğinden, hakiki bir yönde gittiğinden, öyle mevsimlik bir kapris olmadığından emin olmayı tercih ediyorum. Ve şimdiye kadar da bundan hiç emin olamadım, işte bu nedenle de yeni bir şey çıkarmamayı tercih ettim. İnsanlara zaman kaybettirmek istemiyorum. Ayrıca, şimdi mesela turneye çıksam ve size Joe Strummer bileti satsam, siz “London Calling”i dinlemek isteyeceksiniz. Bu çok normal. Ben de sizin gibi davranırım: Mesela, Bee Gees’i dinlemeye gidecek olsam, “Massachusetts”i isterdim… (gülüyor) Ama tıpkısının aynısı bir “London Calling” çalmak gibi bir arzu duymuyorum. Kıskaca sıkışmış gibiyim.

Burada bilgisayarlar devreye giriyor: Onlar müziğin özünü, temelini değiştirdiler. Hip-hop’ta, teknoda vs. müthiş şeyler var, belki de uzak duracağıma bilgisayarlarla kaynaşmaya başlasam, dijital teknolojiye alâka göstersem iyi olacak. Aynı zamanda, bilgisayar teknolojisine karşı şüpheciliğimi de her zaman koruyacağım herhalde. Bugün bakıyorum, şipşak, birkaç dakikada bir albüm yapabiliyorsun… Biraz fazla hızlı değil mi, ha? Ama bu aynı zamanda, punk etiğinin, bu zihniyetin de bir uzantısı; müziği bütün bu aşırı güç sahibi çokuluslu şirketlerin pençesinden kurtarmayı, o ultra donanımlı, müthiş pahalı stüdyolardan çıkarmayı mümkün kılıyor. Son zamanlarda müzikteki en iyi şeylerden biri house.

Oyunculuğun sana göre olmadığını düşünmene rağmen, niçin Doctor Chancede rol almayı kabul ettin?

Ossang’a “evet” demeye adeta mecburdum, çünkü ona “hayır” dememi kesinlikle kabul edecek gibi değildi. Önce telefonda “hayır” dedim. O da yüz yüze görüşmek için Londra’ya geleceğini söyledi. Ona rica ettim, yalvardım: “Hayır, lütfen gelme!” Sonuçta geldi, beraber yemeğe çıktık… Sürekli aklı fikri bu projedeydi, bu fikirlerle yaşıyordu, takıntı yapmıştı. Çok etkileyiciydi. Bugün artık bu coşku, bu ateş çok ender görülüyor. Herkes o kadar normal, o kadar bıkkın, bezgin, basmakalıp, tutkusuz ki… Ve karşıma, kelimenin iyi anlamıyla, çılgın biri çıkmıştı. Ona “evet” demeye mecburdum, başka türlü yapamazdım. Daha önceki filmlerini görmemiştim, ama İngiltere’de ilginç, farklı filmler gösteren yerlerin çok az olduğunu da kabul etmek gerek. Genellikle, sadece Hollywood tarzı son dönem filmleri seyredebilirsiniz.

Bu tür önerilere niçin bu kadar kapalısın?

Dünyada yeterince kazma olduğunu düşünüyorum. Benim işim bu vasat işler yığınına bir kat daha eklemek olmamalı: Bu küçük rolleri kabul etmemem lâzım, çünkü ben oldukça sınırlı, yetersiz bir oyuncuyum, vasat bir albüm de yapmamam lâzım… Dünyada zaten haddinden fazla kötü albüm, kötü film ya da kötü kitap var. Bu durumda en iyisi, insanın kendisini sağlam, uzun soluklu bir işe adaması. Birçok şarkıcı oyuncu oluyor, bu son dönemlerde çok yaygın bir süreç. Ama Jim Jarmusch’un Mystery Train’inden sonra bu tür heveslere kapılmamaya karar verdim. Sonra Londra’da Aki Kaurismaki’ye rastladım: Yine feci tutkulu, müthiş parlak, olağanüstü bir insan! Ve filminde küçük bir rol aldım. Ama kafamın içinde hep “hayır, hayır, hayır!” sesi yankılanıyordu. Bugün Doctor Chance’de yer almış olmaktan çok memnunum. Bu film hakikaten bir şey işte!

Sence yönetmenler niçin Joe Strummer’ı istiyor?

Belki de bağımsız sinemaya yakın bir alanda çalıştığımı fark ettikleri içindir… Belki de suratım, halim, tavrım onların o film noir dünyalarına gidiyordur. Ayrıca, pahalı olmadığımı da biliyorlar… (gülüyor)

Sende buldukları, bir oyuncudan ziyade bir “ikon” olamaz mı sence?

Hiç şüphesiz. Ben nerdeyse bir çizgi film tiplemesi gibiyim… Çizgi film kahramanı olmanın hoşuma gittiğini söyleyemem ama, bazen de insan bunun önüne geçemiyor. Bu bir yana, Ossang çok geniş bir görüşe sahip, bir çizgi filmden çok daha zengin bir muhayyilesi var. Ondan çok şey öğrendim. Onun kültürel dağarcığı, Avrupa kültürü hakkındaki ansiklopedik bilgisi kesinlikle bende yok. Her gün bana, mesela Georg Trakl’ın şiirlerinden, Murnau’nun filmlerinden, Kokoscka’nın resimlerinden falan bahsediyordu. Ben de ona Ha, o da kim?” diyordum. Ossang aslında hepimizin sahip olması gereken derin bir kültüre sahip… Ayrıca, rock’n’roll’u da çok iyi biliyor. Öğrendiğim en önemli şey, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana İngiltere’nin Amerikan kültürü tarafından nasıl istila edildiği oldu. Amerika bize büyük albümler, büyük filmler gönderdi, ama bunların sel gibi akması İngiliz kültürünü boğdu, nefessiz bıraktı. Kuşkusuz dilin ortak olmasının da bunda rolü var, ama mesela Fransa’da hükümetler Fransız kültürünü koruyorlar, Fransız sinemasına destek oluyorlar, sübvansiyon veriyorlar; İngiltere’de sinemanın yavaş yavaş can çekişmesine seyirci kalındı. Rus şairlerini, Alman sinemacıları, İtalyan romancıları, bütün bu dahi, ama Amerikan mega kültürünün gömdüğü, unutulmaya terk edilen Avrupalı sanatçıları hiç de tanımadığımı fark ettim.

Söyleyeceğimizi söylemiştik, geri çekilmeyi, arkadan gelenlere yer açmayı bilmek gerekiyordu, onlann da söyleyecek lafı vardı. Herkes Elton John ya da Rolling Stones gibi olamaz, bu işi ilelebet sürdüremez. Zaten herkese yetecek kadar yer yok, birilerinin kenara çekilmesi lâzım.

Martin Scorsese, The King of Comedynin bir sekansında Clash’a yer vermişti. Nasıl olmuştu bu?

Amerika turnelerimizden birinde, onun Kızgın Boğa’nın (Raging Bull) montajını yaptığı sıralarda tanışmıştık. Bir gökdelenin 100. katında, tavandan tabana cam kaplı ofisinde… Daimi montajcısı Thelma Schoonmaker’la birlikte Kızgın Boğa üzerinde çalışıyordu. Filmin ilk beş dakikasını bize gösterdiler. Kafasında yeni bir film vardı, Kings of New York… 1950’lerdeki sokak çetelerine dair bir film. Bu projeyle ilgili olarak birkaç kez buluştuk. Vahşi, sert bir müzik istiyordu. Kings of New York hayat boyu süren projelerden biri galiba. Hâlâ o filmi çekeceğini söylüyor ama, henüz ortada bir şey yok. Bir gün De Niro’yla birlikte çaldığımız kulübe geldi ve The King of Comedy’deki bir sokak sahnesinde görünmemizi istedi.

Amerika’ya ilk gidişiniz ne zamandı?

Galiba 1978’di. Çok iyi reaksiyon almıştık. Dansinglerde, kulüplerde çalıyorduk. En fazla bin kişilik kapasitesi olan küçük yerlerde… Otobüse binip o kulüp senin, bu bar benim çalıyorduk. O günler MTV öncesi zamanlardı, Hank Williams gibi yollara düşmek gerekiyordu. London Calling Amerika’da sadece 300 bin satmıştı. Bugün Pearl Jam 9 milyon satıyor.

Plak şirketiniz Amerika turnenizi desteklememişti, sebebi Sandinista albümü müydü?

Hayır, mesele Sandinista değildi. Mesele, Bruce Sprinsteen’in de aynı frekansı yakalamış olmasıydı. The River’ı yeni çıkmıştı. Aynı talebe üç ayrı albüm arz etmek işlerine gelmiyordu. Halbuki Sandinista başka albümlerin yolunu kesecek bir çalışma değildi. Daha çok bir “taraftar” albümüydü. Çok satmayacağını biliyorduk. Bizi sadece yaptığımız müzik ilgilendiriyordu. Fakat zamanla müziğimiz kontrolümüzden çıktı.

Soldan sağa The Clash: Joe Strummer, Paul Simonon, Mick Jones, Topper Headon

Clash’ı anlatan, kısmen belgesel, kısmen kurgu Rude Boy, sende sinemayı bir ifade aracı olarak kullanma arzusu uyandırmış mıydı?

Evet, ama bu meseleyi hemen hallettim. O vakitler, yani ‘79 ya da ‘80’de, siyah beyaz ve sessiz olarak kendi 16 mm’lik filmimi çekmeyi denedim. Ve her şeyi rastgele, doğru dürüst düşünmeden yaptım. Bir senaristle, görüntü yönetmeniyle çalışmak, filmin finansmanı falan gibi şeyler aklıma bile gelmemişti… 16 mm’lik bir kamera satın aldım, aptal bir senaryo müsveddesi yazdım, sonra da kendi kendime çekip montajını yaptım… Korkunçtu, o film hakikaten berbattı. Tuhaf, fazlasıyla vasat bir gangster hikâyesi; bu feci filmde, Paul (Simonon), Mick (Jones), eş dost, sevgililerimiz oynamayı kabul etme gafletinde bulundular. (gülüyor) Filmin negatifi çok tanınmış büyük bir laboratuardaydı. 10-15 yıl sonra, bir gün, filmin akıbetini öğrenmek için laboratuarı aradım, meğerse laboratuar kapanalı sekiz ay oluyormuş! Benim negatife ne olduğunu soruyordum; hak sahipleri tarafından aranıp sorulmayan bütün negatifler laboratuar kapatıldıktan üç ay sonra imha edilmiş! Benim filmimi imha etmişler! Bunu duyduğum anda… müthiş mutlu oldum, sırtımdan ağır bir yük iniverdi… (gülüyor) Bu tecrübeyle, sinemacılık mesleğinin hiç bana göre olmadığını anladım.

Clash’dan önceki hayatın nasıldı, nasıl bir sosyal ortamda yaşıyordun?

Tuhaf bir hayatım oldu. Babam Hindistan’da yetim kalmış. Anne-babası Hindistan’da demiryolları işletmesinin temsilcisiymişler, orada ölmüşler. Babam vefat ettiğinde, ona ait bir sürü kişisel evrak buldum ve o arada babamın ben doğmazdan sadece iki sene önce Britanya yurttaşı olduğunu öğrendim –hiç şüphesiz anne-babasının vaktinden erken ölümü nedeniyle. Bu geç gelen yurttaşlık yüzünden babam İngilizden daha İngiliz kesilmişti. Savaştan sonra Foreign Office’e girmiş, ama en alt dereceden. Dünyanın neredeyse her yerinde yaşamış. Ben Ankara’da doğdum, iki yıl Türkiye’de yaşadıktan sonra Kahire’ye gittik, iki sene orada yaşadık, sonra iki sene Mexico, ardından iki sene Bonn… Sekiz-dokuz yaşlarımdayken, babam beni ve erkek kardeşimi İngiltere’de bir yatılı okula gönderdi. İlk defa o zaman İngiltere’ye ayak bastım. O arada, babam beş yıllığına Tahran’da bir göreve gönderilmişti. Şartlar zordu, çünkü hükümet yılda sadece bir gidiş-dönüşün parasını veriyordu: Bu dönemde, birdenbire annemle babamı yılda bir kere görür olmuştum. Bütün bunlar, onlarla aramda tuhaf bir ilişkinin doğmasına neden oldu. Okulda pek iyi bir öğrenci değildim, pencereden dışarıyı seyredip hayal kuran cinstendim. Babam okulda çok disiplinli bir öğrenciymiş, bu konularda fazla katıydı. Bana karşı oldukça hoşgörüsüz ve sabırsızdı. Kırk yılda bir görüştüğümüzde, karnemin kötü olması nedeniyle aramız hiç iyi olmazdı. Onları sık görmemeye alışmaya başlamıştım, yola çıkma ânı geldiğinde gitmeye pek istekli olmazdım, tuhaf… Okulda, arkadaşlarımla daha fazla eğleniyordum.

Bu yatılı okul döneminde mi rock’n’roll’u keşfettin?

Ahh evet, evet, müthiş fanatiktik! Mesela Captain Beefheart’ın Trout Mask Replica’sını günde yirmi-otuz kere dinlediğimizi hatırlıyorum. Benim en yakın arkadaşım, sonradan 999’ın bateristi oldu. Müzikle kafayı yemiştik. Aynı zamanda resimle de çok ilgileniyordum. Daha sonra bir güzel sanatlar okuluna gittim, ama çok yetenekli değildim. O devirde LSD almaya başlamıştım ve birden okuldaki hocalarım, sanatçıdan çok, akademisyen gelmeye başladı bana. Sanki bütün öğrencilerin resimleri birbirinin aynı gibi geliyordu. Ben okuldaki en ber­bat çeteyle takılıyordum, LSD’yle kafa buluyorduk. Sonunda, okulu bıraktık.

Ben Ankara’da doğdum, iki yıl Türkiye’de yaşadıktan sonra Kahire’ye gittik, iki sene orada yaşadık, sonra iki sene Mexico, ardından iki sene Bonn… Sekiz-dokuz yaşlarımdayken, babam beni ve erkek kardeşimi İngiltere’de bir yatılı okula gönderdi. İlk defa o zaman İngiltere’ye ayak bastım.

O zamanlar belli bir hedefin, bir tutkun var mıydı?

Şu kesin ki, müzisyen olmayı bir saniye bile aklımdan geçirmemiştim. Okuldayken, bir gitarımız vardı ve tıngırdatıyorduk. O dönemin grubu Cream’di. Clapton’ın soloları her yöne gidiyordu. Biz de “Spoonfull”u çalmaya çalışıyorduk, bize çok temel geliyordu: dum, dam, dum, dam… Hemen arkasından da Cream’in versiyonunu dinliyorduk: whizzzzbloooomzzzzwooooshshebaaaang! Ve tabii ki, kendi kendimize Orospu çocuğu, biz hiçbir zaman beceremeyeceğiz!” diyorduk. Sanat okulu hikâyesinden sonra, Timon Dogg adında bir tipe rastladım. Londra metrosunda el açan müthiş bir müzisyendi. Bunlar, sanki Mississippi’de geçen bir blues hikâyesi gibi biraz. İlk başlarda, o çalıyordu, ben de paraları topluyordum, sonra bana birkaç akor öğretti ve ben de ritm gitarla ona eşlik ettim… Tam olarak böyle başladım işte müziğe. Hatta ukuleleyle bazı Chuck Berry parçaları bile çaldım, ukulelenin sadece dört teli vardır, yani ilk başlarda öğrenmesi en kolay şey. Timon Dogg’la Paris sokaklarında bile çaldık. Şartlar zordu, Vert-Galant meydanında, sokakta uyuyorduk. Dönüş için vapur biletimizi alabilecek parayı biriktirmemiz tam bir ay sürdü.

Bütün bu ergenlik döneminde kendi kendine, ailenin desteği olmadan mı başının çaresine bakıyordun?

Evet. Afrika’daki son bir görevden sonra, İngiltere’ye döndüklerinde, ben kötü evlat durumundaydım. Ayrılığımız fazla uzun sürmüştü. Ayrıca, kardeşim 16 yaşındayken intihar etmişti. Aile yuvası kavramı benim için hiçbir zaman olmadı. Ayrıca bir mahalleye ait olmak gibi çok temel bir kavramı da hiç tanımadım. Pek çok çocuk bir mahalle­ de büyür, komşuları tanır, beraber büyüdükleri uzun yıllara dayanan dostları vardır… Onlarda bir cemaat, topluluk duygusu vardır. Ailem geri döndüğünde, Croydon’da küçük bir eve taşındılar. Benim için orası tam bir fakirhane ve hiçbir özelliği olmayan, herhangi bir sokaktı. Ben Londra’da sürtmeyi tercih ediyordum.

Peki Londra’da sürttüğün sıralarda mı kendini daha sonra punk sahnesine dönüşecek dünyanın içinde buldun?

Paris’ten döndükten sonra, Londra’da tekrar sokaklarda el açarak müzik yapmaya başladık. Şartlar gittikçe daha da çetinleşiyordu, çünkü polis başımızı ağrıtıyordu ve metroda çalmamıza izin vermiyordu. Hep kulağımız kirişteydi, her an tabanları yağlamaya hazırdık. Bunun üzerine, ben de artık bir grup kurmak daha iyi olur diye düşündüm.

O dönem ayakta kalmayı nasıl başayordun, hayatını nasıl kazanıyordun?

Ufak tefek, hakikaten en pislik işlerde çalışıyordum; mesela, Opera’nın keneflerini temizlemek gibi… O işle ilgili en kötü anım, pisuarların içine atılan puro izmaritleriydi. Pisuarın sağında bir kültablası, solunda bir kültablası vardı, ama hayır: Herifler allahın cezası izmaritlerini pisuarın içine atıyorlardı! Mesele izmaritleri toplamak değil; insanın tahammül edemediği, bu tavır, şu “güçlü ve zenginsen her şeyi yapmaya hakkın vardır” olayıydı. Sonra bütün gün operacıların ses çalışmalarını işitiyordum: O günlerden beri operaya tahammülüm yoktur.

Günübirlik mi yaşıyordun, yoksa bir şeylerin olmasını mı bekliyordun?

Bu opera döneminde bir planım vardı: Kendi grubumu kurmaya karar vermiştim, 1O1ers. Sadece doğru dürüst bir gitara ihtiyacım vardı. Para biriktirmeye çalışıyordum, ama bu düşük ücretli işlerle imkânsızdı. Sonunda, bir sahte evlilik yaptım, bu sayede elime 100 papel geçti. Bu parayla bir Telecaster Fender satın aldım. O günden beri de o Fender’den hiç aynlmadım, çok değil, daha geçen hafta onunla çalışıyordum. Bu gitarla beraber grubumuz daha doğru bir sound yakalamaya başlamıştı. Aletlerimizi kendimiz yapıyorduk. Mikrofonumun ayağı, çöplükten bulunma bir zımbırtının üzerine geçirdiğim bir süpürge sapıydı! Her şeyi iki tuğla sayesinde ayakta tutuyordum. Süpürge sapını, tuhaf tuhaf yedek parçaları, tuğlalarımı alıp konsere gidiyordum… İnsanlar bize ters ters bakıyorlardı: “Bu herifler de neyin nesi?!” (gülüyor) Büyük çaplı bir torbacıdan borç para almıştım, ampli alabilmemizin tek çaresi buydu. O parayı ödeyinceye kadar anamız ağladı… (gülüyor)

Sex Pistols’ın bizden önce konserini seyrederken, bizim bittiğimizi anladım. Biz sadece bir bar topluluğuyduk, bir pub-grup! Sex Pistols’ın bir dakika sahnede gözükmesi bizi tedavülden kaldırmaya yetmişti! 1O1ers’in öteki üyeleri durumu anlamadılar, kabullenmek istemediler. Punk’ın filizlenmeye başladığı 100 Club’a takılmaya başlamıştım, Clash’ın müstakbel elemanlarıyla da orada tanıştım.

Daha o zamanlarda kendi şarkılarını yazmaya başlamış mıydın?

Telecaster’ı aldıktan sonraki ilk şarkım “Keys To Your Heart” oldu. İnsanın yaptığı ilk şarkı işin temeli, çok önemli bir anlam taşıyor: Bir hamlede çok müthiş bir adım atıyorsun. Onun ardından, sonraki şarkılar daha kolay çıkıyor. “Keys To Your Heart” idare ediyordu, bu çok büyük bir rahatlama, büyük bir tatmin oldu. Mahalledeki barın birinci katını kiraladık, konser ilanımızın fotokopilerini çektik ve dört bir tarafa, bütün kapılara bu afişi yapıştırdık, işte böyle böyle öğrendik: İnsanların karşısında çala çala, ilk çarşamba altı parça biliyorduk; bir sonraki çarşamba buna iki parça daha eklendi, sonraki çarşamba repertuarımızda on parça vardı… İlk başlarda beş seyircimiz vardı, bir ay sonra bar hıncahınçtı.

Punk hareketini yüzde yüz içinden yaşadın mı, yoksa olaya biraz mesafeli mi duruyordun?

101ers zamanında daha punk diye bir şey yoktu ki, daha kesin olarak söylemek gerekirse, biz “pre-punk” bir gruptuk. Çok iyi hatırlıyorum, “punk” kelimesini ilk defa Time Out dergisinden Eddie & The Hot Rods’la ilgili olarak duymuştum. “Bu da ne demek?” diye kendi kendime düşünmüştüm. Cümle tam olarak şöyleydi: “Eddie & The Hot Rods Londra’daki en iyi punk gruplarından biri.” Sene 1975 filandı. Kısa bir süre sonra, Sex Pistols adında bir grupla karşılaştım. Soundcheck yaparlarken gördüm onları. Biz 1O1ers gece gündüz eşekler gibi çalışıyorduk ve elde var sıfır; yollara düşüyorduk, provalar yapıyorduk; Londra-Sheffield, Sheffield-Londra… Mekik dokuyorduk, iki yıldır sürekli kıçımızdan ter damlıyordu, ama bir arpa boyu yol kat edemiyorduk. Bir şey aksıyordu, ama ne, bilmiyordum. Sex Pistols’ın bizden önce konserini seyrederken, bizim bittiğimizi anladım. Biz sadece bir bar topluluğuyduk, bir pub-grup! Sex Pistols’ın bir dakika sahnede gözükmesi bizi tedavülden kaldırmaya yetmişti! 1O1ers’in öteki üyeleri durumu anlamadılar, kabullenmek istemediler. Ben punk’ın filizlenmeye başladığı 100 Club’a takılmaya başlamıştım, ve Clash’ın müstakbel elemanlarıyla da orada tanıştım. 101ers’deki arkadaşlarım punk’tan hiç hazzetmiyordu, iğrenerek bağırıyorlardı, “bunlar üç notayı peş peşe getiremiyor!” falan, işte bildik laflar, aşağılamalar.

Sözlerimizin ruhu sosyalist ideale dönüktü, hümanist bir marksizmin, eşitliğin, toplumsal adaletin hayalini kuruyorduk. Oysa reel sosyalizm Stalin’i, Mao’yu, despotları üretmişti. Şarkı sözlerimizdeki esas sorun buradaydı. Hiç şüphesiz, sistemi değiştirmek istiyorduk. Ama yerine ne koyacaktık? Bu ideolojik çıkmaz yüzünden Clash sonunda parçalandı.

Sen punk’ın özünü hemen kavramış mıydın?

Öyle uzun boylu analizlere ihtiyaç yoktu. Punk’çıların zamanın hakikatine ve enerjiye sahip oldukları, enstrümantal tekniklerinse konu dışı olduğu aşikârdı. Punk gruplarını dinlediğinizde hemen şöyle düşünüyordunuz: “Tabii, işte, olay bu!

Bugün o zamanların Joe Strummer’ı hakkında ne düşünüyorsun?

Bu tür sorulara pek kafa yormuyorum. Bazen kendi kendime, salonda milletin birbirine girdiği ve bizim ısrarla çalmaya devam ettiğimiz anlarda olduğu gibi, Clash’ın olağanüstü anlar yaşadığını söylüyorum. Bazen de, belli zamanlarda, yaptığımızın tam tersini yapmamız gerekirdi diye düşünüyorum… Sonuçta, Clash’la, albümlerimizle, temsil ettiğimiz şeyle büyük gurur duyuyorum. “Business” bakımından fazla saftık, ama asıl önemli olan alanda, sanat bakımından hakikaten pişmanlık duyduğum bir şey yok.

Bu konuda hırslı mıydın, Clashın dönemine damgasını vurmasını istiyor muydun?

Sık sık kendi kendime şu soruyu soruyorum: Ünlü olmayı niçin istiyordun?” 1O1ers’le rhythm’n’blues çaldığım zamanlar, Londra’nın batı yakasında caddede yürürken insanların dönüp birbirlerine beni göstererek “Bak, bu o gruptaki oğlan” demelerini hayal ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Ama birkaç sene sonra, Clash zamanında, Westbourne Park Road’da yürürken tam tersini düşünüyordum: “İnsanlar durup durup bana bakmayı, kafamı sikmeyi bir kesseler…” (gülüyor)

Clash’ın olağanüstü başasını nasıl karşıladın?

Öyle bir yere geldiğinizde, onun o kadar da farkında olmuyorsunuz. Dünyanın hangi şehrine gidersek gidelim, orada tanınıyorduk, hatta ünlüydük, ama buna şaşırdığımı hiç hatırlamıyorum. Hem sonra, o kadar çok çalışıyorduk ki, kendimizi te­pelerde görmüyorduk, hiç zamanımız yoktu. Bir dakikalığına olsun, biraz geri çekilip gözlemci olarak olaya bakabilmeyi, üzerine düşünebilmeyi, eleştirebilmeyi isterdim. Ama kafamızda tek bir şey vardı: Daha sonra ne yapacağımız, bir sonraki şarkı, bir sonraki konser… Dur durak bilmeden çalışıyorduk. London Calling’in Amerika turnesinden döndüğümüz günün ertesinde, Sandinista’nın kayıtları için stüdyoya giriyorduk. Ve gece gündüz stüdyodan hiç çıkmıyorduk.

“London’s Burning”den London Callinge, oradan da olağanüstü bir patchwork olan Sandinistaya nasıl bir seyir izlediniz? Temel olarak bir punk gruptan son albümlerinizdeki müzikal zenginliğe nasıl geçtiniz?

Bunun ilk nedeni bateristimiz Topper Headon’dır. Topper daha 15 yaşından beri İngiltere’de gece kulüplerine turneye gelen Amerikalı siyah soul gruplarıyla çalmış. Punk’la birlikte bateristlerin etkisi ancak çok sert ve minimum düzeydeydi, oysa Topper’ın çok ince bir tekniği vardı. Bu bizim için olağanüstü bir şanstı, o olmasaydı bu kadar çok farklı şeye kalkışmayı ve bu kadar hızlı ilerlemeyi tahayyül edemezdik. İkinci neden, hepimizin kulaklarının etrafa fazlasıyla açık olmasıydı: Sürekli müzik dinliyorduk. Üstelik, Mick Jones çok parlak bir aranjördü, kimin neyi ne zaman çalması gerektiğini bilen bir dehaya sahipti. Albümlerimizin kalitesini büyük ölçüde Mick’in düzenlemelerine, onun sound hissine borçluyuz. Müziğimiz açıldığında, özellikle London Callingde, bir sürü insan bizi lanetledi. Çok iyi hatırlıyorum, Helsinki’de, bir neo-nazi çetesinin saldırısına uğramıştık. İçlerinden biri boğazımı sıkıp beni duvara yapıştırmıştı… Ve ağlıyordu: çünkü büyükannesi bunu seviyormuş! Bu türden çok tepkiyle karşılaştık.

En pislik işlerde çalışıyordum; Opera’nın keneflerini temizlemek gibi… Pisuarın sağında bir kül tablası, solunda bir kültablası vardı, ama hayır: Herifler allahın cezası izmaritlerini pisuarın içine atıyorlardı! Mesele izmaritleri toplamak değil; insanın tahammül edemediği, bu tavır, şu “güçlü ve zenginsen her şeyi yapmaya hakkın vardır” olayıydı.

Kendini bir sözcü olarak görmediğini söylüyordun. Bugün Clash’ın siyasi yönü için, angaje şarkı sözleriniz için ne düşünüyorsun?

İşte orada büyük bir sorun var sanırım. Bu biraz karmaşık bir durum. Sözlerimizin ruhu sosyalist ideale dönüktü, ama sorun şu ki, komünist deneyim polis devletlerine, diktatörlüklere vardı. Buna verecek cevabımız yoktu. Biz hümanist bir marksizmin, eşitliğin, toplumsal adaletin hayalini kuruyorduk. Oysa reel sosyalizm Stalin’i, Mao’yu, despotları üretmişti. Şarkı sözlerimizdeki esas sorun buradaydı. Eğer politik şarkılar söylemeye yelteniyorsan, insanlara çözümler göstermen iyi olur. Tabii çok gençtik, toyduk, ateşliydik, büyük düşünürler değildik… Buna rağmen, dinleyicilerimize çıkış yolları önermemiz gerekirdi, sözlerimiz bir yere varmalıydı. Ben İsveç’teki sosyal demokrasiye hayranlık duyarken, İsveçliler hayatlarının ne kadar boğucu olduğunu göstererek benimle dalga geçiyorlardı. Turneler çok faydalıydı: Her ülkeden, her kültürden bir sürü insanla tanışıyorduk, dünya hakkında bir dolu şey öğreniyorduk. Ama bir süre sonra, ideal siyasi ya da toplumsal sistemin hangisi olduğunu bilmediğimi kabul etmem gerekti. Hiç şüphesiz, sistemi değiştirmek istiyorduk. Ama yerine ne koyacaktık? Bir sistemi yıkmak istediğinde, geçerliliği olan bir çözüm yolu önermen gerek. Yine de, utanıp gizleyecek halim yok: Belki de bu kafa karışıklığı, bu ideolojik çıkmaz yüzünden Clash sonunda parçalandı. Her şeyi söylemiştik, toplumumuzda aksayan şeylere karşı tiksintimizi tükürmüştük, ama daha uzağa gidemiyorduk, yapıcı bir çözüm önerimiz yoktu. Sonsuza kadar boşluk içinde kendini tekrarlamaktansa, bitirmek daha iyidir. Belki kendim ve grup hakkında biraz fazla katı bir yargı ama, bunun bilinçli bir değerlendirme olduğunu sanıyorum.

Bu çıkmazlara rağmen, şarkı sözlerinizin İngiliz gençliğini uyandırdığını ve Thatcher’lı yılları çok iyi yorumladığını düşünmüyor musun?

Hiç şüphesiz. Thatcher’lı yıllar açgözlülük, sahtekârlık yıllarıydı. Marksizm, hümanizm kesinlikle tedavülden kalkmış değerlerdi. Mali başarı etrafında dönen bu dünyada kendimi kaybolmuş hissediyordum. Ve bir an geldi, çenemi kapayıp kendi inime çekilmenin daha iyi olacağını düşünmeye başladım. Bu şarkı sözleri sorunu, toplumla ilişkiler, sanatçının rolü meselesine geliyor. Dünyanın daha iyi, daha güzel, daha adil, daha az şiddetli olması için çözüm yolları önermek müthiş bir sorumluluk, büyük bir yük. Bu yük sanatçı için fazla ağır değil mi? Hepimiz durumu bir şekilde tasvir edebiliriz, ama iş çözüm önermeye gelince?.. Bu nedenle de sanatçının rolünün dönemini tasvir etmek, unutmamaları için gerçeği insanların gözüne sokmak, halkın sürekli uyanık olması için çabalamak olduğunu düşünüyorum. Ama dünyanın meselelerine reçeteler önermek sanatçının işi değil. Bu çok karmaşık, çok zor bir görev, tek bir kişi için fazla ağır.

Bütün bunlara karşın, Clash’ın yine de bir şeyleri değiştirdiğini düşünmüyor musun?

Tabii ki, ama nasıl ya da ne düzeyde olduğunu tam olarak bilemiyorum. Sadece hayranlarımızın tepkilerini veri alabiliyorum. Binlerce insandan şu sözleri işittim: “Clash’ı dinledikten sonra hayatım değişti…” Grubun bazı kişilerin hayatında etkileri oldu. Ama öyle dünyayı falan değiştirmedik.

Sex Pistols senin müziğe bakışını değiştirdi. Ama hayatın cilvesi, Clash daha yoğun, daha zengin ve hiç şüphesiz rock tarihinde Pistols’dan daha önemli bir grup oldu.

Bir karşılaştırma yapılabilir mi, bilmiyorum. Pistols kısa ama çok parlak bir patlama oldu ve rock üzerindeki etkileri çok büyüktü. Onların izlerinin silinmeden kalacağını düşünüyorum. Bizim durumumuza gelince, daha az patlayıcı, daha uzun süreli bir şekilde gelişti, şarkı sözlerimiz daha az nihilistti, müziğimiz daha çeşitliydi… İki grup da rock tarihinde kalacaklar. Clash bir şans hikâyesi, uygun durumların bir araya gelmesi: Doğru zamanda, doğru yerde! Bunları söylüyorum ama, kendi payımızı da yok saymıyorum, kürek mahkûmları gibi çalışıyorduk. Bugün bir seyirci Clash’ın zirvede olduğu zamanlardaki bir konserini görse neye uğradığını şaşırır, elektro şok verilmiş gibi olur.

Clash’ın üyeleriyle bugün ilişkilerin nasıl?

Topper Headon’la temasım kayboldu, ama Mick’le Paul’ü sık sık görüyorum… Herkes iyi, hepimiz bir sürü çocuk yaptık.

Bugünün müzik dünyası hakkında ne düşünüyorsun? Clash gibi siyasi bir grubun eksikliği duyulmuyor mu?

Birçok ilginç insan var. Hiç kimseyi eleştirebilecek durumda görmüyorum kendimi. Bugünkü, demir perde sonrası dünyada müziğe başlıyor olsaydım, ben siyasi şarkılar yazabilir miydim, bilmiyorum. Bizde, İngiltere’de İşçi Partisi muhafazakâr partiden daha fazla muhafazakâr! Amerika’da cumhuriyetçilerle demokratlar, aşağı yukarı aynı şey. Bu­ gün siyasi dünyayı deşifre etmek, pozisyon almak çok zor. Bir adam seçilir seçilmez, hangi partiden olursa olsun, iktidar içine işleyiveriyor. Blair Major’dan daha kötü, çünkü ona inanıyorduk. İngiltere’de insanlar şimdi şöyle demeye başladı: “Thatcher zamanında en azından kiminle karşı karşıya olduğumuzu biliyorduk, bizi aldatmıyordu.” Seçilebilmek için, siyasetçiler mümkün olan en geniş seçmen kitlesini ikna etmek zorundalar. Bu da, Blair’in temelde muhafazakâr insanların da oylarıyla seçildiği anlamına geliyor. Dolayısıyla o da, çok sayıda insanın hoşuna gitmeyi sürdürmek için şarabını sulandırmak, politikasını gevşetmek zorunda. Ama bu süreçten mutlu olanlar bir tek Tony Blair ve adamları! Eminim ki Churchill hakiki bir insandı, basmakalıp naylon bir dil kullanmazdı, halk ondaki insani yanı hissederdi. Bugün Blair 25 danışmanı tarafından yazılan ve tekrar yazılan söylevleri okuyor, insan Blair’in bir hologram olduğu hissine kapılıyor. Ben, açıkçası, hakiki bir adama oy vermeyi tercih ederim.

Şu sıralar neyle uğraşıyorsun?

Londra Festivali’nde Doctor Chance’i gördüm ve bu filmin İngiltere’de hiçbir zaman gösterilmeyeceğini fark ettim, çünkü yeterince denemeye yönelik, sanata yönelik salonumuz yok. Bu beni çok melankolik yaptı: Eğer ülkemiz böyle filmleri oynatamıyorsa, bu demektir ki biz kendi kendimizi tüketiyoruz, kültürümüzü ve kültürel açılımımızı kaybediyoruz. Buna bir çare bulmak isterim, en azından kendi çapımda. Julian Temple’la birlikte “The Black Lamp”i kurmaya karar verdik. Becerebilir miyiz bilmiyorum ama, düşüncemiz bir film makinasıyla bir perdeyi bir kamyona yüklemek ve bütün ülkeyi baştan başa kat ederek terk edilmiş depolarda, kullanılmayan hangarlarda sanat filmleri göstermek: bu tür yerlerden her yerde bir sürü var. Bir tür gezici korsan sinema. Ama becerebileceğimiz konusunda şüphelerim var: Bir sürü ticari ve hukuki engeli aşmak, çıkar çatışmalarının üstesinden gelmek falan gerekiyor. Ama kesinlikle denemeye değer. Bunun dışında, Julian Temple’ın yeni filminin müziğini yapacağım, bu benim birkaç ayımı alır. Aynca, bir sürü değişik değişik kayıt var, Horace Andy ya da The Grid’in lideri gibi adamlarla kaydettiğim parçalar; bunlardan bir albüm çıkarmayı deneyeceğim. İyi şeyler var ama, çok çeşitli, neredeyse her stilde, henüz güçlü bir eksen, bu parçaları bir araya getirecek bir bütünlük bulamadım… Üzerinde çalışmam lâzım, çünkü onları hiçbir zaman çıkaramazsam hakikaten yazık olacak. Genellikle kabul etmiyorum ama… Bütün bu sürüklenen, askıda bekleyen projeler bazen insanda bir mahrumiyet duygusu uyandırıyor: Çalışıyorum, müzik yapıyorum ve hiçbir şey çıkmıyor. Bunları dinleyicilere sunmak isterdim.

Çeviren: Siren İdemen
Roll, sayı 19, Mayıs 1998

^