TURGUT BERKES İLE YAVUZ ÇETİN ÜZERİNE

Söyleşi: Derya Bengi
15 Ağustos 2022
Yavuz Çetin (25 Eylül 1970 - 15 Ağustos 2001)
SATIRBAŞLARI

Yavuz Çetin kimliğinden bahsederken öncelikle “gitarist”liğini mi anmamız gerek sence?

Turgut Berkes: Evet, öncelikle gitaristti. Türkiye’nin bir numaralı gitaristiydi. Böyle bir klasman yapmak istemem ama, karşılaştırabileceğim bir kimse bile yok. Tekniği bilmenin ötesinde, ne yaptığını çok iyi biliyordu bence.

Ne yapıyordu yani? Neyi kastediyorsun?

Bir notayı ne kadar uzun tutması gerektiğini biliyordu, ya da nerede kesmesi gerektiğini biliyordu. Çok ince bir şeydir bu. Duygu olarak bu düzeyde gitaristler var belki ama, onlarda aynı genişlik yoktur. Yavuz’u insanlar daha ziyade blues gitaristi olarak bilir ama, aslında her türün gitaristiydi. Evet, Yavuz blues’dan kaynaklanan bir gitar çalıyordu, ama çizgi olarak Robert Fripp gibi bir gitaristti bence.

Biraz Hendrix gibi, biraz Fripp gibi gitarı konuşturmak, ondan ekstrem şeyler bulmak, yani gitarı gitar olmaktan çıkarmak… Yavuz, keşfe, aramaya, deneye yönelikti.

Öyle deneysel tarafları olduğunu mu düşünüyor­ sun?

Evet, biraz Hendrix gibi, biraz Fripp gibi gitarı konuşturmak, ondan ekstrem şeyler bulmak, yani gitarı gitar olmaktan çıkarmak… Bunu dışarıya dönük olarak yapma konusunda pek cesaretli değildi. Yoksa, kendi aramızda çalarken her türlü deneyi yaptığını gördüm. Keşfe, aramaya, deneye yönelikti. Tanıdığım gitaristler arasında en entelektüeliydi. Bizim rock müzisyenlerine has bir şey vardır: Okumamak, fazla bir şey dinlememek… Yavuz çok araştıran bir adamdı. Ben Yavuz’la 92-93 yıllarında tanıştım, daha 22-23 yaşındaydı. O yaşlardaki diğer müzisyenlerin belki bir-ikisi Neil Young’ı duymuştu, hatta belki bir parçasını da biliyorlardı. Ama Yavuz bütün Neil Young’ları, bütün Allman Brothers’ları, benim de bilmediğim bir sürü insanın parçalarını etüd etmiş, çalıyordu. Binlerce parça bilirdi.

Blues’a düşkünlüğü nereden geliyordu? “En iyi blues gitaristi” tabiri belki kulakta hoş çınlıyor ama, sanki onu biraz daraltan bir kimlik gibi de gözüküyor…

Hem öyle hem değil. Blues bir yandan çok temel kalıplardan ibaret, çok kolay gibi görülür. Ama sonuçta blues, rock gitarının esasıdır. Gitarın bir “lead” enstrüman haline gelmesi, blues’cuların gerçekleştirdiği bir şey. Anglosakson popüler müziğinin blues’a dayanmayanı yok. Neresini kurcalarsan, mutlaka blues çıkar.

Yavuz Çetin’i Anglosakson popüler müziğiyle mi sınırlamalıyız?

Esasında sınırları çizen şey çaldığı enstrüman. Çoğunlukla da böyle olur: Zurna çalıyorsan rock çalmıyorsundur. Ama Yavuz’un kökeni de bağlamadır esasında. Sazdan gitara gelen bir adam. O zamanlar ben Yavuz’u tanımıyordum ama, sazıyla yatıp kalkarak büyümüş bir çocukmuş. Çok usta bağlamacılıktan gitara geçiş yapmış. Yavuz’un babası Milliyet yazarı Erdal Çetin’dir. Annesi ise bizim kuşağın ablalarından, biraz hippi bir kadınmış. Genç yaşta ölmüş. Yavuz çocukluğunda 70’lerin rock’ını dinleyerek büyümüş. Annesinin ölümünden sonra kendini tamamen müziğe vermiş, bildiğim kadarıyla.

Yavuz’un gitar çalışında bağlamadan geçmişlik hissediliyor mu sence?

Hayır, ama Yavuz bozuk bir mandolini eline alınca da müzik yapabilen biriydi. Bulduğu herhangi bir eşyadan müzik çıkarma yeteneğine sahip, tanıdığım ikinci adamdır. Diğeri de Melih, bizim “Deli” Melih… Yavuz her türlü telli alette bayağı ustaydı. “Alaturka çal” ya da “bir halk ezgisi çal” dendiğinde onu da çalabilirdi tabii. Ama olaylar tamamen doğal gelişiminde gitti: Elektrikli gitar çalıyorsan eğer, armonik müzik yapıyorsun, Anglosakson Batı anlayışına yaklaşıyorsun, gitar-bas-davul üçlüsünün getirdiği gruplamalar içinde kendini buluyorsun. Bütün bunların içine Türk ezgilerini yakıştırıp koyuyorsan, koyabilirsin. Ama Yavuz’un böyle bir derdi olmadı.

Hep gitaristliğinden bahsediyoruz ama, Yavuz Çetin şarkılar yazdı ve Türkçe sözlü iki albüm yaptı. Pek de öyle gitaristlikle sınırlandırılacak biri gibi durmuyor…

Ben de sınırlandıramıyorum. Ama “öncelikle gitaristti” diyorum. “Rock gitaristiyim” deyip de King Crimson’u duymamış insanlar çok. Böyle bir kültür eksikliği var. Oysa bu bir kültür müziği. Üç tane akor öğrenmekle olmuyor. Dinleyip birikim sahibi oldukça bir karakter ediniyorsun. Yavuz da, başından beri dinlemiş, ilgilenmiş, takip etmiş, kitaplarını almış, okumuş, filmlerine gitmiş biriydi. Bence bu yüzden de şarkıları hiç boş değil, albümlerini dinlediğin zaman.

Bazı şarkılarında, illa ki blues yapıp, Türkçeyi bu müziğin içine yedirme telaşı veya zorlaması da hissediliyor bir taraftan.

Bazı sözlerde zorlama havası var, ama bence bu Yavuz’un gelişmesindeki bir aşamaydı. Yaşasaydı, bundan sonrakiler başka olacaktı. Şunu baştan kabul etmeliyiz: Yavuz’da bir “bluesman” karakteri var. Ruhsal olarak kendine yakıştırdığı bir kimlik bu.

Sahnede olağanüstü bir görüntü veriyordu. Çok zayıftı, çok bol pantolonlar giyerdi, saçlar belinde… Hakikaten bir sahne emekçisiydi, gördüğüm en ağır işçi.

İlk isimli ilk albümüne gereken ilginin gösterilmemesi, ölümünden sonra çok eleştirildi. Ama galiba çok talihsiz bir başlangıç yaptı, albümde o zorlamanın en çok hissedildiği çok zayıf bir parçaya klip çekti: “Erkeğin Olmak İstiyorum”.

O şarkıyı kimbilir kaç yaşındayken yazmıştı. Şimdi dinleyince naif geliyor bana. Ama rahatsız etmiyor. Yavuz’un bu albüm çıktığında “artık çok geç oldu, çıkmasa da olur” diye düşündüğünden eminim. Türkiye’de bu işler böyle. Piyasanın arzu ettiği bir şeyi direkt olarak yapmıyorsan, gideceğin yol uzun ve dikenli. Yavuz, insanları bu albümün çıkmasına ikna edene kadar, bu besteler onun için artık çok eskimişti bence.

Şimdi o albüm İlk ve Son ismiyle yeniden yayınlandı…

İsmini niye değiştirmişler, hiç anlayamıyorum… Yavuz’un eski albümünün isminin İlk ve Son diye değiştirilmesine dair bir vasiyet bıraktığını sanmıyorum. Böyle bir şey yapmak için kimseye de sormuş değiller. Bir de Ercan Saatçi, albümün tam ortasına, kendisinin de ortak olduğu bir parça sokmuş. Yavuz onu koymazdı kesinlikle. 14 yaşında yaptıkları bir İngilizce demo (“I’ll Cry Again”). Yavuz o şarkıyı daha önce bana çalmıştı, gülmekten kırılmıştık. Tutmuşlar, albümün tam ortasına koymuşlar, hatıra diye koyacaksanız anlarım, ama bari en sona koyun kardeşim! Bir de ilave olarak, Propaganda filminden Erkan Oğur’la yaptıkları “Dünya” var. Erkan Oğur’un adı da yazılmamış kapakta nedense.

İlk ve Satılık arasında sence ne gibi farklar var? Doğrusal bir çizginin iki istasyonu mu, yoksa ikinci albümde ilkindeki anlayıştan ve yaklaşımdan bir kopuş söz konusu mu?

İlk daha naif, daha yumuşak geliyor bana. Satılık’ta artık kendini bulma aşamasında olduğu görülüyor. Sonuçta, bu eksik kalmış bir repertuar. Yavuz yaşasaydı, daha çok şeyler olurdu. İkinci albümünde, hem müzikte hem kişilikte gelişmeler var. Satılık’taki aranjmanlar bana kalırsa muhteşem. Mesela Pentagram’ın Mezarkabul albümündeki aranjmanlar da muhteşem. Ama arada şöyle taban tabana bir fark var: Pentagram’ın aranjmanları tam bir klasik müzisyenin yaptığı şeyler. Bence Tarkan (Gözübüyük) şu anda Türkiye’deki klasik Batı müziğinin, kompozisyon müziğinin devamı, hatta tek temsilcisi. Onlar “bariz’’ aranjmanlar. Yavuz’unki ise LA inceliğine sahip, hiç abartılmadan, aranjman olduğu bile farkedilmeden yapılmış şeyler. Albümü evde koyup günlerce dinleyebilirsin, farketmezsin bile, o kadar sade duruyor. Ama hiç görüldüğü kadar sade değil. Bence çok ince işlenmiş, prodüksiyon açısından da bir Donald Fagen ya da Eric Clapton albümüne eşdeğer.

Yavuz’un ruhen bir “bluesman” olduğunu söyledin. Genellikle kendilerini Amerikalı hisseden ve İngilizce söyleyenlerin tersine, Yavuz Türkçede ısrar etmiş. Bu çok doğal olmasına rağmen, Türkiye’de nadir rastlanan bir durum.

İnsan niye şarkı yazar ki zaten. Bir dışavurum, bir iletişim kurma ihtiyacıdır şarkı. Bence bizim müzisyenlerde şarkı yazma eğilimi hiç yok. Çoğu şarkı yazmaya adımını bile atamıyor, bu bence entelektüel bir eksiklikten kaynaklanıyor, çoğu kitap bile okumaz… Hep fazladan müdahale gerektiriyor. Yavuz, çok ekstradan bir efor koydu ortaya. Az bocalamadı. Emin ol, şu albümü finalize etme noktası, sözlerin bitmesi olmuştur. Mükemmel olmasa bile, bence en azından dürüstlükten feragat etmedi. Bu çok pozitif bir şey. Sonuçta, adam Türkçe iletişim kurmak istiyor. Evet, bu tür insanlar biraz Amerikalı ama, hepimiz zaten biraz Amerikalıyız. Sen de, ben de. Doğu ülkesinde doğup büyümüşüz, ama bayağı Batılılar gibi yetiştirilmişiz. Sonuçta, kendini elinde bir Fender Stratocaster made in USA gitarla, Marshall ampliyle buluveriyorsun. Bunlardan çıkan sesler de o kültürün oluşturduğu müziğin sesleri. Ve bu müziğin yapısı İngilizceden hamile. İngilizce kadar kolay olmuyor bu müziğe Türkçe söz oturtmak… Bu arada, bir Doğu ülkesi olarak bizim kadar rock olayına kafayı takmış bir millet de yoktur herhalde. (gülüyor)

Barlarda her gece rock ve blues cover’ları yaptığına göre, İngilizce şarkı söyleme pratiği çok daha fazla Yavuz’un… Buna rağmen kendi şarkılarında Türkçe ısrarı çok önemli.

Pratikten kasıt, canlı olarak mikrofondan insanlara söylemekse, evet, haklısın. Ama yaşam içindeki pratiğini sorarsan, Yavuz şimdi burda otururken birdenbire bir türkü söylemeye başlayabilirdi. (gülüyor) Komedyendi Yavuz, hayatımda tanıdığım en komik insanlardan biriydi. Otururduk, gitarla “değiştir” oyunu oynardık. Ben “değiştir” derdim, o bambaşka bir müzik dalından, taklitler yaparak şarkıyı söylerdi. Çok üstün bir taklit yeteneği vardı. İngilizce bir şarkıya komik Türkçe sözler uydururdu mesela. Keşke onları filme alabilseymişiz… Hele bir gün Melih’le ikisine düet yaptırdım, aşık atışması şeklinde. Müthişti.

Turgur Berkes

Sahnede nasıl biriydi?

Ben onu ilk gördüğümde rüya gibi gelmişti. Bir adam düşün, 1970’te doğmuş, 1970’in kıyafetlerini giyiyor. Beni de her haliyle 1970’e döndürdü. Sahnede fiziksel olarak olağanüstü bir görüntü veriyordu. Çok zayıftı, çok bol pantolonlar giyerdi, saçlar belinde… Hakikaten bir sahne emekçisiydi, gördüğüm en ağır işçi. Rahat­ sızlanmasını da ona veriyorum. 1996 yazında, Bodrum’da beş ay boyunca cumartesi-pazar dahil bir tek gün ara vermeden her gece saat 11’den 4’e kadar, volüm düğmesi 11’e dayanmış vaziyette çalıyordu. O yaz sonu rahatsızlığı ortaya çıktı.

İstanbul’da bugünkü rock bar ortamının oluşmasında ciddi bir katkısı var, değil mi?

Artık gitarist olmanın bir meslek olmaya başladığı bir dönemdi o Türkiye’de. Ondan biraz daha yaşlı olan Volkan (Mercury’den Volkan Başaran) gibileri ve Yavuz ilk örneklerdi. “Vay be” demiştim kendi kendime, “bir insan gitar çalarak hayatını idame ettirebiliyor, sürünerek de olsa yaşıyor”. Bizim gençliğimizde böyle bir şey düşünülemezdi. Yavuz’un farkı, efsanevi bluesman tarzı yaşaması ve yalnızca bununla geçinmesiydi. Session’larda bulunmazdı ya da mesela Nükhet Duru’nun grubunda çalmaya gitmezdi. Diğer bütün çocuklar her zaman böyle işlerden para kazanır esas olarak. Arada da hobi olarak müzik yaparlar. Yavuz bu sistemin dışında kaldı. Birkaç kişinin albümünde, Göksel’in, Kıraç’ın albümünde çaldı, bunlar dostluktan kaynaklanan işlerdi. Bunların dışında, ticari müzisyenlik yapmadı hiçbir zaman… Barlara çalmaya giderken, her gece her aletini götürürdü. Bütün aletlerini yüklenir, yanına alırdı. Yavuz’un repertuarı önemliydi. Bar piyasasında müzisyenlerin çaldığı şarkılar hep Yavuz’dan çıkmıştır. Kimse bilmiyordu ki o şarkıları. Yavuz araştırır, bulur, repertuarına alırdı. İnsanlar o şarkıları ondan duyup çalmaya başlardı.

Senin albümündeki, Kara Kutu’daki varlığı hakkında neler söylersin?

Başkasının albümü olduğunda daha özgür hareket ediyordu. Nasıl olsa Turgut’un albümü” gibi bir yaklaşımdan kaynaklanan rahatlama. (gülüyor) Sırtında yumurta küfesi yok nasılsa. Öyle olduğu zaman, demin Robert Fripp tarzı dediğim, köşeli ve ters şeyler çıkarırdı, gitar gibi sound etmeyen çalışlar, arayışlı bir gitaristlik… Aslında blues gitaristliğinde de bunu görüyorsun. İkinci albümde de var: “Şuraya da bir blues feedi koyuvereyim” anlayışıyla çalınmış gitarlar değil onlar. Kendi içinde başka bir oyunu, başka bir örgüsü, başka bir göndermesi var. Entrikalı bir plak Satılık. İlk albüm ise ruhen daha blues.

Senin albümüne sence ne kattı Yavuz Çetin? “Mindos”, “Miranda” ve “Benimsin” şarkılarında emeği var…

“Mindos”ta tamamen efektif bir varlığı var. Orda tamamen spontane olarak çalınan efekt, parçanın atmosferine çok şey kattı. Bulduğu sound, yarattığı atmosfer parçanın tamamına bulaştı. Bütün o “deniz ve martı” ortamı, o ıslaklık ordan kaynaklandı… “Miranda” için ise “featuring Yavuz” dememiz lâzım bana kalırsa. Tamamen bir solist. Feci numaralar yaptı. Sekiz kanalda sekiz ayrı şey çaldı, bütün elektrik gitar sesleri onundur… Ama bu şarkılara Yavuz’un çok değer verdiğini sanmıyorum. Çünkü Yavuz’un anlayışına çok uygun çalışmalar değildi. Fazla spontaneydi. Halbuki onun mükemmellik arayışı vardır, önceden yazıp çizmek, planlamak isterdi o.

Satılık albümündeki “Cherokee” şarkısında tam gitar atağına kalkarken “hobaa!” diye bağırıyor. Buna ne diyorsun? Tam da, blues’u seven, ama İstanbul’da yaşadığını bilen, kendini gündelik diliyle ifade etmek isteyen birinin şarkısı işte. Blues dediğin de zaten böyle bir şey değil midir? Türkiyeli başka gitaristler “ooh yeah” diyor hâlâ.

Bunu ben de çok önemsiyorum… Eskiden Ankara’da Kel Cemal’in grubu vardı, Süleyman Bağcıoğlu’nun da çaldığı Şok grubu. Bunlar kendi meslekleri de olan insanlar, ama Ankara’da yıllardır her gece aynı cover’ları çalıyorlar. Öyle bir hale gelmiş ki, artık Stones şarkılarını Cemal kendisinin edinmiş resmen. Öyle bir “Satisfaction” söylüyor ki, sanki kendi parçası. Şarkının içinde “hoba”lar, “yallah”lar… (gülüyor) Bence böylesi daha güzel… Yavuz’un öyle kendine özgü lafları vardı, mesela gene o şarkıda “gezundhaytlarda” diyor. (Herkesin derdi ayrı / herkesin derdi aynı / bu dönemde / her dönemde / yetmişlilerde / altmışlılarda / gezundhaytlarda…) Almanca Gesundheit “çok yaşa” demek, hapşırınca söylenir. Yavuz çok kullanırdı bu lafı. Öylesine herhangi bir konuda “gezundhayt durumları” derdi mesela… O albümde, “ Benimle uçmak ister misin?” benim hayran olduğum parça. “Oyuncak Dünya”yı oğlu Yavuzcan çok seviyor.

Hiç yayınlanmamış kayıtları kaldı mı, biliyor musun?

Fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. Satılık döneminde yapıp da albüme alınmayan bir-iki bitmiş şarkısı daha var zannediyorum. Benim Kara Kutu’ya koymadığım, gitarları onun çaldığı bir şarkım var… Deniz Arcak’ın albümü çıkacakmış yakında, o albümde bütün gitarları Yavuz çalmış bildiğim kadarıyla… Yavuz’u anmak için bir konser düzenlemek istiyoruz şimdi. Ağustos ayında, ölüm gününde, onunla çalışmış müzisyenlerin katıldığı, herkesin onun bir parçasını söylediği büyük bir konser olsun istiyoruz…

Roll, sayı 63, Nisan 2002

YAVUZ ÇETİN’İN ARDINDAN

Hendrix de orada

Kimine göre Türkiye’nin en iyi rock gitaristiydi; kimine göre komik, saygılı ve sevgi dolu bir dost. Yakın müzisyen arkadaşları için sahnede onunla beraber olmak son derece büyük bir zevkti, her seferinde unutulmayacak bir şölene dönüşen. En çok rahat ettiği yerde, sahnede tepeden tırnağa Yavuz Çetin’di; “Ağlamayı Sevmem” adlı parçasında olduğu gibi, “ağlamayı pek sevmezdi, mutluluğu da sadece şarkılarında yaşadı. Ama keşke ağlamayı sevseydi de, ardından bizleri ağlatmasaydı.

1991’de Batuhan Mutlugil ve Kerim Çaplı’yla kurduğu Blue Blues Band kısa zamanda İstanbul’da efsane olmuştu, Bodrum ve Ankara programlarıyla yer yerinden oynardı. O yıllardan bu yana sahneden inmedi Yavuz; başta Hayal Kahvesi, Mojo ve Kemancı olmak üzere, binlerce gecesini sahnelerde tüketti. Yakın dostlarına sık sık yüzünde o tatlı gülümsemesiyle misafirliğe gitti. Sahneye çıktığı zaman herkesi ateşledikten sonra solo sırası ona gelince, herkes canını dişine takarak onun tutuşturduğu müziği daha da parlatmaya çabalardı.

Herkesin kulağında bir yerde var Yavuz Çetin, ilk albümü İlk’ten haberdar olmayanlar, onu ya reklam jingle’larından, ya film müziklerinden ya da MFÖ konserlerinden biliyorlar. Ama çoğumuz için Yavuz, Yavuz’du işte; fazla söze gerek yoktu. Zaten başka da Yavuz yoktu, elinde gitarı, herhangi bir saatte çıkagelir, sahneye çıkar çıkmaz müziği şöylece bir kaldırıp yükseltiverirdi. Muhteşem pozitif enerjisi, olağandışı gitaristliğiyle herkesin sevgilisiydi.

Yavuz’u izlemek apayrı bir keyifti. Hayatını 60’lı ve 70’li yılların blues ve rock tarihine adayan Yavuz’a çalacağınız parçayı söylemek yeterliydi, ama şöyle bir soruyla karşılaşmanız da mümkündü: “Hangisi? 1969 konser kaydı mı, yoksa 1972 albüm versiyonu mu?” Biz kendi aramızda Blue Blues Band’in gitaristlerine “yanan gitarlar derdik, çünkü gitarların headstock kısımlarında sürekli tütmekte olan izmaritler görürdünüz. Yavuz da sigarayı tutuşturur, sonra da soloları ve muhteşem vokaliyle izleyenleri ateşlerdi.

Ölümünden üç gün sonra CNN Türk, Hürriyet, Sabah onu manşet yaptılar. Özel yaşamında onu üzen şeyler, trajik ve taze haberlere susamış medyanın elinde iç acıtıcı oyuncaklara dönüştü, illâ ölüm mü gerekiyor bu ülkede, güzel şeylerin fark edilmesi için?.. Yavuz ve diğer tüm dostların bunca yıl uğraşıp didinerek ortaya çıkardığı işler, bir ahmaklar dünyasının içinde altın toz zerreleri misali dolanıp duruyor. Eğer Yavuz’un yarattığı güzellikler hak ettiği ilgi ve övgüyü o ölmeden görseydi, çok daha mutlu ve kendine barışık bir Yavuz varolacaktı bu dünyada. Yoksa yurtdışında olsaydı Gary Moore olurdu benzeri hamasi ve zavallı kelâmlar, ne yaşarken ne de öldükten sonra kimseye bir şey ifade etmiyor.

Türk blues ve rock dinleyicisi muhteşem bir gitarist kaybetti, biz dostları da Yavuz’u kaybettik. Ne zaman çalsa tüylerimizi diken diken eden adam artık yok, beraber çaldığı müzisyenleri izlerken gözlerimiz onu arayacak; bir yerlere dalıp gideceğiz ve herkes kendi hatıralarını çağıracak geriye. Yavuz şimdi en çok mutlu olacağı yerde: Jimmie Vaughan’ın dediği gibi, “Albert Collins orada, Jimi Hendrix de”…

Sarp Keskiner

Roll, sayı 57, Eylül 2001

^