12 Aralık sonuçları İşçi Partisi safında olanlarda hüsran ve şaşkınlık yarattı. O kapsamlı, emekçi sınıflardan yana olan manifesto ve o ismi bir şarkı haline gelen lider neden, nasıl böyle bir hezimete uğradı? Son düzlükte, kampanya gönüllüsü olarak, iki hafta boyunca günde 10 saat Manchester çevresindeki yoksul bölgelerde kapı kapı dolaşan sosyolog Eyal Z. Clyne’ın kişisel blogunda kaleme aldığı izlenimleri naklediyoruz.
Kuzeybatıda, kaybettiğimiz sekiz seçim bölgesinde İşçi Partisi için propaganda yapanlardan biriydim. Şunları öğrendim.
Genel seçimlere giden son 15 günü, İşçi Partisi için yoğun propaganda çalışmasına hasretme imtiyazına sahiptim. Yüzlerce gönüllüyle birlikte, her gün Manchester’dan kuzeybatıdaki sekiz seçim bölgesine (biri hariç Brexit’çi) gittim, hepsini kaybettiğimiz bu kenar bölgelerde, gündoğumundan günbatımına, yağmur ve fırtına altında, genellikle on saat boyunca kampanya yaptım. On binlerce kapıyı çalmış, hedef seçmenlerin geniş bir yelpazesiyle tanışmış olduğum için, dün gecenin (12 Aralık) sonuçlarına pek şaşırmadım. Geleneksel İşçi Partisi seçmeni olan bu insanların kapı önlerinde içtenlikle tekrarladıkları anlatımları ve hissiyatı dinleyen herhangi biri farklı bir sonuç bekleyemezdi.
Bu sabah (13 Aralık) siyaseten kolum kanadım tümden kırık olsa da Leigh, Crew, Bolton, Calder Valley, Altrincham, Blackpool, Bury, Newcastle vb. sakinleriyle bir araya gelme, sohbet etme fırsatı bulmuş olduğum için minnettarım. Buralardaki vekilliklerin hepsini kaybettik, ama bu saha çalışması –şimdiye dek hiç ziyaret etmediğim, büyük metropollerin dışındaki esasen işçi sınıfı ve yoksul bölgelerinde bizzat bulunmak, o insanlarla tanışmak, onları dinlemek– paha biçilmez bir tecrübeydi. Kentlerini, evlerini, camialarını ve yaşantılarını gördüm. Sokaklarda, kapı önlerinde, evlerin bahçelerinde saatler geçirdim. Farklı yaşam biçimlerine tanık oldum, kokular kokladım, sesler işittim, mahallerini gördüm –kimi zaman da maruz kaldıkları yok sayılmayı ve yoksunluğu. Ve yaşadıkları yerlerdeki deneyimlerini duyumsadım. Öykülerini dinledim, yüzlerini ve bedenlerini ve giysilerini gördüm, tokalaştım ve hoşnutsuzluklarını hissettim.
Öyle zannediyorum ki, İşçi Partisi Brexit yanlısı tutum alsaydı, yani işçi sınıfının oyuna ve demokratik bir referandumun sonucuna saygı gösterseydi, İşçi Partisi için bugünkü manzara çok farklı olabilirdi.
Kapı önlerinde aldığım karşılıklardan ötürü karamsar olmamdan çekinerek –son düzlükteki anketlerin tekrar tekrar duyduklarımın ne ölçüde temsili olduğuna ilişkin kuşku yaratması da bir veriydi– yoldaşlarımın motivasyonunu düşürmemek için düşüncelerimi neredeyse tümüyle kendime sakladım. Şimdi geriye baktığımda, nitel araştırma duygumun, maalesef, hâlâ iyi çalıştığı bilgisiyle kendime pay çıkararak avuntu bulabilirim.
Fakat, bütün içtenliğimle söylüyorum, sonucu bilmek hiç de o kadar zor değildi. Birçok seçmen bu defa bize oy vermeyecekleri konusunda çok açık konuştu. Şimdiye kadar hiç Muhafazakâr Parti’ye oy vermediklerini vurguladılar ve birçoğu Tory’lere oy vermektense sandığa gitmemeyi tercih ettiğini, çünkü yaşam koşulları ve hakları bakımından Muhafazakâr Parti iktidarının ne anlama geldiğini bildiğini söyledi. Gene de bize oy vermeyeceklerdi.
Brexit meselesi
Bütün bunların üstüne, hemen her kapı önünde, dört hoşnutsuzluk yüzeye çıktı. Bunlar arasında en çok ortaklaşılan hiç şüphesiz Brexit’ti –tek bir anti-Brexit bölgesi haricinde. “AB’de kalalım”cıların çoğu için Brexit’in tam mânâsıyla ne olduğu konusundaki muğlaklık ve ketumluk bu meselenin bütün diğer siyasi meselelere dair dikkatimizi dağıtan, dezenformasyon dolu bir sis perdesi olduğunu doğrulayan bir kanıt işlevini görüyordu. Brexit seçmenlerinin bazen cahil, beyni yıkanmış veya ırkçı olarak resmedilmeleri benim genel izlenimlerimle örtüşmedi. Bununla birlikte, onların gözünde Brexit, referandumu kaybedenler tarafından –ki o kesimler diğer sınıflar ve imtiyazlı sosyal gruplarla ilişkilendiriliyor– seslerinin tekrar tekrar ve demokratik olmayan bir şekilde nasıl yok sayıldığını temsil ediyor.
Onlar meseleye şöyle bakıyor: Referandumdan önce, bütün partiler sonuca saygı göstereceklerini söylüyordu. Ama sonra göstermediler. Referandumdan sonra, parlamento (ahmakça) AB anlaşmasının ayrılmayı düzenleyen 50. Madde’sini harekete geçirmek doğrultusunda oy vererek, netice itibarıyla iki yıl içinde bir anlaşma sağlanamazsa (kendi ayağımıza kurşun sıkarak) AB’den anlaşmasız ayrılmayı vaat etti. O iki yılın sonunda, gene de AB’den çıkmadılar. Onların gözünde, İşçi Partisi (ve diğerleri) işçi sınıfının iradesine ve demokratik sonuca saygı göstermedi. Kendilerini ihanete uğramış hissediyorlar ve Brexit’in onları nasıl ketenpereye getirdiği konusunda “eğitilmeleri” veya yanlış bilgiden, korkudan çıkarları aleyhine davrandıklarına ilişkin ikna edilmeleri yönündeki hiçbir hamlenin de, Tory’lerin ayrılma planının kötü olmasının da, Brexit meselesinin diğer meselelerden uzaklaştırdığı da sadece geçersiz olmakla kalmıyor (ya da herhangi bir seçimdeki yanlış enformasyonun etkisi kadar geçerli), orta sınıf, kentli, kulağı sağır solun bilmişliği ile aynı telden çalıyor.
Öyle zannediyorum ki, İşçi Partisi Brexit yanlısı tutum alsaydı, yani işçi sınıfının oyuna ve demokratik bir referandumun sonucuna saygı gösterseydi, İşçi Partisi için bugünkü manzara çok farklı olabilirdi.
Corbyn’in imajı
İkinci en yaygın mesele Corbyn’in imajıydı. Şaşırtıcı bir şekilde, benim deneyimime göre, sadece göreli bir azınlık medyanın karalamalarını (terörist sempatizanı, aşırı ya da Yahudi düşmanı olduğu) yankıladı. Daha yaygın olarak ortaya çıkansa muğlak bir negatif duygusal seziydi, Corbyn hakkındaki “hissiyatlarında” bir sıkıntı vardı. Sorulduğunda, sebepler her ne ise ifade etmekte zorlandılar. Birçoğu, sosyal politikalarıyla hemfikir olup olmamaktan bağımsız bir şekilde, açıkça onu sevmiyordu.
Bu imaja medyanın katkısı olduğuna kuşku yok, ama bir tahmin yürütürsem, seçmenler neredeyse insanüstü bir şekilde “hiç yanlış yapmayan”, hep sakince tartışma yürüten “tatlı bir ihtiyar” istemiyordu. Daha ilişki kurabilecekleri, hayat dolu, bazen öfkelenen (neticede öfkeleneceğimiz pek çok şey var), belki konuşmalarda daha hâkim pozisyonda olan ve Johnson veya daha iyisi Bernie Sanders gibi, basit mesajlar veren birini tercih ediyorlardı.
Seçmenler neredeyse insanüstü bir şekilde “hiç yanlış yapmayan”, hep sakince tartışma yürüten “tatlı bir ihtiyar” istemiyordu. Daha ilişki kurabilecekleri, hayat dolu, bazen öfkelenen ve basit mesajlar veren birini tercih ediyorlardı.
İnsanların, kimliklerini ve isteklerini ifade ederek rasyonel olmaktan ziyade, duygusal olarak oy verdiklerini hatırlayalım. Ve bizim liderimiz, ki siyaseti ve kişiliği benim kampanyasına katılmamın öznel sebepleriydi, maalesef kitleler nezdinde ekran popülerliğine sahip değildi.
Manifestonun genişliği
Üçüncü mesele İşçi Partisi manifestosunun genişliğiydi. Özellikle Tory’lerin durduraksız hap niyetine tekrarladıkları aşırı basitleştirilmiş gayrı-manifestosuyla kıyaslandığında. En sade ifadeyle söylersek, geniş yelpazemiz geri tepti. Birçok insana fazla geldi, plan ve kaynaklar gerçekçi bulunmadı, riskli görüldü. “Bütün bunları nasıl ödeyeceksiniz?”, “Asla bu kadarını gerçekleştiremezsiniz” aldığımız en yaygın karşılıklardı.
Elbette bu ifadelere verecek cevaplarımız vardı ve bazı kampanyacılarımız insanların ikna olmasını sağladı. Ancak, genel nüfusun küçük bir kısmıyla, çok kısa bir süre için bir araya geldik. Dolayısıyla, bu sohbetlerin başlıca faydası, seçmenleri onlara öğretebileceğimiz şeyler hakkında tekrar “eğitmek”ten ziyade, onları dinlememiz, hissetmemiz ve bu etkileşimi anlamlandırmaktı.
Seçimden seçime
Ve son olarak, dördüncü hoşnutsuzluk ise bizleri sadece seçimlerden önce görmeleriydi. Burada bir avantajımız olmalıydı, çünkü hiç kimse Tory’ler için propaganda yapmaya gönüllü olmamıştı, bizse kalabalıktık. Gelgelelim, zamanlama ve oylarına talip olmamız kaçınılmaz olarak niyetlerimizin safiyetine şüphe düşürüyordu. Seçim dışı zamanlarda gönüllüleri –işleri, dersleri, ailevi sorumlulukları nedeniyle– seferber etmenin zorluğu anlaşılır bir şey, ama gene de bu başat meseleyi yüzeye çıkarmak ve üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor.
Nihayetinde, yoğun kampanya döneminde aldığım en büyük ders tevazu üzerineydi ve umarım orta sınıf mensubu, büyük şehir sakini solcular da dinlemeye istekli olur. Bu iki haftada çok şey öğrendim, orada olmak hakkında, görmek ve dinlemek hakkında ve Britanya solunun önündeki ödev hakkında. Onların yabancılaşmalarına ve unutulduklarına, dışlandıklarına, dinlenmediklerine dair haklı duygularının üstesinden gelmek adına. Dün gece bize feci bir haber getirdi, bu sonuç “onları” benden daha beter etkileyecek, ancak bu dehşet verici ölçekte yenilgi Britanya solunun sonu demek değil. Can kulağıyla dinleme cesaretini gösterirsek yeni bir başlangıç olabilir.
Çeviri: Yücel Göktürk