“Ressam olduğumu sanıyorlar. Ne ressamı? Filozof olduğumu sanıyorlar. Ne filozofu? Ben hiçim, hiç! Ama hiç olmak ne garip, ne korkunç.” Mari Gerekmezyan’ın 34 yaşında ölümünden birkaç gün önce, hasta yatağında yazdığı son notu böyle başlıyor. Sorularla devam ediyor: “Neden ben böyle doğmuşum? Neden mükemmel doğmuş değilim ben? İçimde olan nedir? Nedir? Bugün ne oldum? Var mı bir değerim? Peki, nedir o değer? Faydasız bir varoluşa tahammülüm yok. Ruhumun süzülmesi beni nereye kadar götürecek?” Mari Gerekmezyan Türkiye’nin ilk kadın heykeltıraşlarından. Ne kadar unutturulmaya, yok sayılmaya çalışılsa da kısa ve fırtınalı ömründe yarattığı eserler yeteneğinin, sanatının gücünü ortaya koyuyor. Heykeltraş olarak adının üstü çizilen Mari “büyük aşkı” Bedri Rahmi’nin Karadut tablolarının ve meşhur Karadut şiirinin esin kaynağı olarak yaşıyor. Peki Mari Gerekmezyan kimdi? Neden unutturulmak istendi? İkinci Dünya Savaşı günlerinde geçen Eren-Bedri Rahmi Eyüboğlu-Mari üçlü aşk hikâyesini “Karadut” adıyla romanlaştıran Vildan Tekin ve Müjgan Tekin’den dinliyoruz.
“Bu roman, Mari Gerekmezyan’ı hatırlamak ve hatırlatmak için yazıldı.” Karadut’un tanıtım bülteninde böyle deniyor. Kimdir Mari Gerekmezyan?
Müjgan Tekin: Mari Gerekmezyan hakkında kayıtlara geçmiş çok az bilgi var. Bu bilgilerin de çoğu 2012’de ortaya çıkıyor. Mari o güne kadar bir gölge halinde, gölgeyi biraz olsun ete kemiğe büründüren Karin Karakaşlı. Öncesinde, Can Dündar’ın Yüzyılın Aşkları belgeselinde karşımıza çıkıyor, ama orada özne Mari değil. Eren ve Bedri Rahmi Eyüboğlu çiftinin aşkı işlenirken aileden edinilen bilgilerle belgesele dahil ediliyor. Bize esas olarak yön veren Karin Karakaşlı’nın Can Kırıkları kitabındaki Sabır Taşı hikâyesi oldu. Orada da Mari hakkında çok az bilgi var, ama o kısa öykü Mari’yi anlamamız açısından önemliydi. Bu öykünün dışında, bizim için önemli bir başka kaynak da Mari’nin ölümünün birinci yıl dönümünde Pangaltı Lisesi’nin çıkardığı San dergisiydi. Özellikle Mari’nin sanat anlayışını ve duruşunu bu sayede öğrendik. Soruya dönersek, Mari Ermeni bir heykeltıraş. Türkiye’deki ilk kadın heykeltıraşlardan. Güçlü bir kadın. Sanat için varlığını ortaya koyan biri. Aynı zamanda felsefeyle ilgili. Dünya çapında bilinen bir heykeltıraş olabilirmiş. San dergisinde Mari Gerekmezyan’ın hocalarının ifadelerinden bunu anlıyoruz. Romanda geniş yer verdiğimiz, o dönem akademinin yetkin isimlerinden Rudolf Belling’in anlatımları bu anlamda çok önemli. Yine resim bölümünün şefi Leopold Levi’nin söyledikleri de bu yönde.
Nerede, ne zaman doğuyor Mari? Ailesine dair ne biliyoruz?
Mari 1913’te Kayseri-Talas’ta doğuyor. Doğduğu yıl ailesiyle İstanbul’a göç ediyorlar. Ne yazık ki ailesiyle ilgili hiçbir bilgi yok. Karin Karakaşlı’nın Sabır Taşı öyküsünde üç dayısından bahsediliyor, ama bu dayılar gerçekten var mıydı, yoksa onun kurgusu mu, buna dair bilgimiz yok. Kardeşleri var mıydı, buna dair de bilgi yok. İlkokul, lise ve üniversite eğitimini İstanbul’da tamamladığını biliyoruz. Güzel Sanatlar Akademisi’nden önce İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğrenci. 1943’te mezun oluyor bölümden. Burada öğrenciliği devam ederken Güzel Sanatlar Akademisi’ne misafir öğrenci olarak kabul ediliyor. Levi Hoca’nın resim bölümünün başına getirildiği dönemde, Bedri Rahmi Eyüboğlu da okulda misafir hoca. O günlerde tanışıyorlar zaten. Bedri Rahmi ve Mari aşkı akademide başlıyor.
Mari’nin yok sayılmasında sanat dünyasında güçlü bir kadın olması ve Bedri Rahmi’yle “yasak aşk” yaşaması kadar Ermeni olması da etkili. Ancak, göğsünü gere gere toplumun bütün yargılarına, tabularına karşı duruyor. Yalnızlaştırma çabalarına asla tepkisiz kalmıyor. Sineye çekip, aşkından vazgeçmiyor.
Mari neden, nasıl unutturuluyor?
1930’ların sonu 1940’ların başında, Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümünde iki kadın öğrenci var, biri Mari Gerekmezyan, diğeri Zerrin Bölükbaşı. Zerrin Bölükbaşı eğitimini tamamlamıyor, bildiğimiz kadarıyla tamamlayan tek kadın Mari Gerekmezyan. O günler için bu çok önemli, çünkü kadının yok sayıldığı bir dönem. San dergisinde arkadaşları “Mari hiçbir zaman kadının eve kapatılmasını kabullenmemiş ve bu duruşunu heykele nakşetmek için dışarı çıkmış bir kadın” diyor mesela. Sanatında da içe kapanık, buhranlı biri değil, hayat dolu, topluma karışan bir figür. Karaköy’deki atölyelere gidiyor, haftada bir gününü heykel çalışan gençlere ayırıyor, onlara sanat öğretmeye çalışıyor. Mütevazı bir kadın. “Sanatçı farklı bir konumdadır” algısının Mari’de olmadığını yine San dergisindeki anlatılardan öğreniyoruz, onunla aynı okulu paylaşan, aynı çamura dokunup heykel yapan insanlar söylüyor bunları. Olağanüstü bir heykeltıraş, mütevazı ve güçlü. Unutturulmaya çalışılmasının bir yönü, onun güçlü bir kadın heykeltıraş olması. Ayrıca, Bedri Rahmi’yle yaşadığı aşk yüzünden unutturulmak isteniyor. Ancak, bu aşk Mari’yi var eden bir şey. O bu aşka sahip çıkıyor. Göğsünü gere gere toplumun bütün yargılarına, tabularına karşı duruyor. Yalnızlaştırma çabalarına asla tepkisiz kalmıyor. Sineye çekip, aşkından vazgeçmiyor. Bu nedenle güçsüz, zayıf, aşk acısıyla heder olmuş, hayatı bu nedenle sona ermiş bir Mari portresi çizmek istemedik. İzini sürdüğümüz kaynaklar Mari’nin aşkını yaşarken de heykellerini yaparken de çok güçlü olduğunu gösteriyor.
Mari yaptığı heykellerle ödüller alıyor, ödüllerde heykellerin adı yer alıyor, kendi adı anılmıyor, yok sayılıyor. Bu tüyler ürpertici bir şey. Ödüllerde herkesin adı yazılırken onun adının yazılmayıp heykellerinin adının yazılması kadınlığının da Ermeniliğinin de bir faturası gibi.
Yalnızlaştırılmaya çalışılmasında Ermeni kimliği de etkili oluyor mu?
Vildan Tekin: Mari’nin yok sayılmasında sanat dünyasında güçlü bir kadın olması ve Bedri Rahmi’yle “yasak aşk” yaşaması kadar Ermeni olması da etkili. Ancak, yer aldığı sanat camiasında ve yakın çevresinde Ermeni kimliği üzerinden yalnızlaştırılmıyor. Bu bahiste hatırlayalım, Eren Eyüboğlu Romen, Ernestine asıl adı, Bedri Rahmi’yle evlendikten sonra Eren adını alıyor. Ermeni toplumunun da Türk toplumunun da Mari’yi yalnızlaştırması evli bir adamla ilişkisi nedeniyle. Mari yaptığı heykellerle ödüller alıyor, ödüllerde heykellerin adı yer alıyor, kendi adı anılmıyor, yok sayılıyor. Bu tüyler ürpertici bir şey. Bunun belki nedeni Bedri Rahmi’yle ilişkisi. O ilişkinin olduğu tarihlerde adının üstünün çizildiğini görüyoruz. Ödüllerde herkesin adı yazılırken onun adının yazılmayıp heykellerinin adının yazılması kadınlığının da Ermeniliğinin de bir faturası gibi. Bedri Rahmi’yle ilişkisi asla kabul görmüyor, son derece suçlayıcı bir şey olarak önüne konuyor.
Soykırımdan iki yıl önce, 1913’te doğuyor. Akabinde Talas’tan İstanbul’a göç ediyor ailesiyle. Geçmişine dair iz bulunamamasının 1915’teki olaylarla ilişkisi nasıl?
Müjgan: Bu soruların peşine düştük. Mari’nin ailesi kimdir, nasıl göç etmişler sorularının cevabını araştırdık. Gerekmezyan soy ismi ya da Mari’yle bağlantılı herhangi birine ulaşabilecek miyiz diye epey araştırma yaptık, ama ne yazık ki bir bilgiye ulaşamadık.
Bu konudaki bilgi eksikliği nedeniyle mi soykırım romanda yer bulmuyor?
Vildan: Soykırımın Gerekmezyan ailesine ne hissettirdiğini ya da onları hangi koşullara sürüklediğini bilmiyoruz. Bu yüzden romana kurgusal bir soykırım anlatısı koymadık. Romanın sınırlılıklarıyla da ilgili tabii. Biz Mari Gerekmezyan’ı Bedri Rahmi’yle tanışıklığından başlayıp ölümüne kadar süren yaklaşık beş yıllık bir zaman dilimi içerisinde ele aldık. Haliyle o dönemin atmosferine, yani İkinci Dünya Savaşı yıllarına yoğunlaştık.
Müjgan: Roman tarihsel olarak 1913’te başlasaydı, soykırım bu atmosferde mutlaka yer alacaktı. Soykırımın Mari’nin ailesini nasıl etkilediğine dair bilgimiz olsaydı kurguya dahil etmeye çalışabilirdik. Genelde cümlelerden yola çıktık ve hikâyeleri böyle böyle kurduk. Fakat bu konuyla ilgili tek bir cümle dahi yoktu.
Soykırımın Gerekmezyan ailesine ne hissettirdiğini ya da onları hangi koşullara sürüklediğini bilmiyoruz. Bu yüzden romana kurgusal bir soykırım anlatısı koymadık. Biz Mari Gerekmezyan’ı Bedri Rahmi’yle tanışıklığından başlayıp ölümüne kadar süren yaklaşık beş yıllık bir zaman dilimi içerisinde ele aldık.
“Ressam olduğumu sanıyorlar. Ne ressamı? Filozof olduğumu sanıyorlar. Ne filozofu? Ben hiçim, hiç! Ama hiç olmak ne garip, ne korkunç.” Bu sözler Mari Gerekmezyan’ın geçtiğimiz yıl Agos’ta yayımlanan son notundan. Keder ve isyan dile getiren bir son not. Ölmeden önce yazmış. Sadece bunu okuyan biri Mari Gerekmezyan’ı yaşam karşısında güçsüz biri gibi algılayabilir. Ama Karadut’ta aksine güçlü bir Mari Gerekmezyan portresi görüyoruz. Bu not siz romanı yazdıktan sonra değil de öncesinde ortaya çıkmış olsaydı, romanda çizdiğiniz Mari Gerekmezyan portresi farklı olur muydu?
Hezeyan halinde yazılmış bu notu romandan önce görmüş olsaydık da Mari Gerekmezyan’ı güçlü, aşkının ve heykel tutkusunun peşinden giden bir kadın olarak resmedecektik. Burada bizim hayata bakış açımız da devreye giriyor tabii. Ayrıca, arkadaşlarının söyledikleri var. Oradan anlıyoruz ki, Mari öyle çok da melankolik, romantik bir kadın değil. Mari’yle evlenen Fred Gross mesela, “O kadınlığın idealiydi. Öyle kuvvetli bir karakterdi ki, içinde güzele doğru bir yükseliş ve kanatlanma mevcuttu. Bu yükseliş ve kanatlanmayı heykelleriyle ortaya koydu” diyor Mari için. Fred’in, Rudolf ve Levi hocaların Mari hakkında söylediklerini hatırlayınca, Bedri Rahmi’nin şiirlerinde anlattığı Mari Gerekmezyan’a bakınca, “Mari Gerekmezyan güçlü bir kadındı” diyebiliyorum. Evet, romandaki Mari bizim Mari’miz, yani bizim kurgularımızın şekillendirdiği bir Mari, ama Mari gerçekte de bence çok güçlü bir kadınmış.
Vildan: Mari bir robot değil tabii, duyguları olan bir kadın. Romanımızda da yer alıyor bu duygular. Yeri geliyor ağlıyor, yeri geliyor kendini kaybedebiliyor. Çok zor şeyler yaşıyor. Zaten zor bir dönem, bir taraftan savaş ve yoksulluk, bir taraftan Bedri Rahmi’yle ilişkisi sebebiyle toplumdan dışlanması, kabul edilmeme… Tabii ki onun da düştüğü, vazgeçme hissine kapıldığı anlar var. “Çok güçlü bir kadın” derken bunu hep aklımızda tutmamız gerekiyor. Sanatında gücünü ortaya koymaya çalışıyor, kimlik olarak da öyle, ama o bir insan nihayetinde. Haliyle çok acı çektiği zamanlar da var. Bizim burada yeniden üretmeye çalıştığımız güçlü bir Mari. O yüzden böyle bir hezeyan ânına odaklanıp onu vurgulamak bir hata olurdu. Mari’yle ilk defa karşılaşacak olanlar sadece o nota bakıp onu değerlendirmemeli. Biraz önce unutturulmaktan söz ediyorduk, bu not da Agos’ta, altında Mari’nin adı yazsa da Eren Eyüboğlu’nun fotoğrafıyla yayınlanmıştı. Bu vesileyle bunu da düzeltmek isteriz, bizim için önemli çünkü. Gerek internette gerek başka pek çok kaynakta “Karadut” diye aradığınızda Eren Eyüboğlu fotoğrafı çıkıyor karşınıza. Bilinçli ya da bilinçsiz, Mari sureti de yok edilmiş bir kadın. Bu noktada bir teşekkürü iletmek isteriz. Kitap kapağında kullandığımız Mari’nin fotoğrafına Esayan Okulu sayesinde erişebildik. Öğretmenlik yaptığı dönemde sınıf defterindeki fotoğrafı. Biz Mari’nin suretini de kazanmasını istiyoruz artık. Çünkü Mari görünür olmayı, öldükten sonra –ki Karin Karakaşlı’nın kısa öyküsünde de görüyoruz– eserleriyle anılabilmeyi, “vardım, ben yaşadım” demeyi önemsiyor. Heykelleri kaybolmuş bir sanatçı Mari. Onları da gün yüzüne çıkarmaya çalışmak önemli, ama her şeyden önce suretini. Çünkü genelde büst çalışıyor heykelde, bu kadar yüze önem veren bir kadının artık yüzünün görünür olması gerekiyor.
Mari öyle çok da melankolik, romantik bir kadın değil. Mari’yle evlenen Fred Gross mesela, “O kadınlığın idealiydi. Öyle kuvvetli bir karakterdi ki, içinde güzele doğru bir yükseliş ve kanatlanma mevcuttu. Bu yükseliş ve kanatlanışı heykelleriyle ortaya koydu” diyor onun için.
Heykelleri nasıl kayboluyor, bugün bilinen heykelleri neler?
Müjgan: Yahya Kemal büstü kayıptı; hâlâ da kayıp sanırım. Bir heykelin, bir sanat eserinin kayıp olması çok üzücü. Başka kayıp heykelleri de olabileceğini düşünüyorum. Ama bugün, yaptığı beş heykel üzerinden konuşuyoruz genelde Mari Gerekmezyan’ın sanatını. Bu heykeller tümüyle gerçek hayattan. San dergisinde bir ressam arkadaşı şöyle söylüyor: “Heykellerinin tümü ülkemizin insanlarıyla yoğrulmuştu. Uluslararası nitelikte bir sanatçı olmaya giderken gerçekçi olmaya yönelmişti.” Bir diğer önemli eseri Bedri Rahmi büstü tabii ki. O büstü ne zaman yaptığına dair bir bilgiye ulaşamadık. Neşet Ömer ve Şekip Tunç büstleri var, ödüllü büstler ikisi de. Arada Patrik Mesrob’un maskını yapıyor.
Bedri Rahmi’yle aşkı sanatını nasıl etkiliyor? Sanat anlayışını nasıl tarif edersiniz?
Bedri Rahmi’yle yakınlaştığı dönemlerde daha üretken olduğunu tarihlere bakarak anlayabiliyoruz. Görüşemediği dönemlerdeyse yaratıcılığının sekteye uğradığını fark ediyoruz. Bedri Rahmi için de durum farklı değil. İkisi de birbirlerinden uzaklaştıkları dönemlerde üretim kaybına uğruyor. Bedri Rahmi aynı zamanda, bildiğiniz gibi, şair de ve Mari hayatına girdikten sonra şiir üretkenliğinin ne kadar arttığını görüyoruz. Mari’nin büyük bir tutkuyla sanatına bağlandığını görüyoruz. Bunu da yine akademiden hocalarının Mari hakkında söylediklerinden anlıyoruz.
Mari ekonomik zorluklarla boğuşuyor. Ancak, tüm zorluklara rağmen heykele olan tutkusu artarak devam ediyor. San dergisinin özel sayısında Rudolf Hoca’nın Mari için söyledikleri onun heykele olan tutkusunu anlamamızda hayli yol gösterici oldu. Rudolf Hoca Mari’yi anlatımına “yeri doldurulamaz bir kayıp” diye başlayıp şöyle devam ediyor: “Bundan senelerce evvel heykeltıraş olmağa karar verdiği zaman, önünde kendisini bekleyen zorluklarla dolu bir çalışma devresi olduğunu idrak ettiği gibi, heykeltıraş olmanın kendisini müreffeh bir hayata kavuşturmayacağını da biliyordu. Artistik inkişafında kendisine tavsiyelerde bulunmak ve yardım edebilmek en büyük zevklerimden birini teşkil etmiştir. Mali vaziyetinin pek iyi olmamasına ve hayatını bir öğretmenin mütevazı geliri çerçevesine sığındırmak mecburiyetinde olmasına rağmen, bütün zamanını artistik çalışmalara hasretmesini daima bir misal olarak gösterirdim. Bu ciddi çalışmaların neticesi olarak, sanat meselelerinde muktedir bir hale gelmiş olduğunu da belirtmek isterim. Birçok bakımdan evvelden kehanette bulunmak çok sakat bir iş olabilir. Fakat Mari Gerekmezyan için bu varit değildir. Ölmeden evvel başarmış olduğu işler, bize istikbalde başarması ihtimali olan işler hakkında da kâfi bir fikir verecek mahiyettedir. Kendisinin ölümüyle yalnız çok kıymetli bir istidat değil, aynı zamanda eşi nadir bulunan bir insan da kaybetmiş bulunuyoruz.”
Mari Gerekmezyan’ın sanat anlayışı, özellikle belirli bir dönemden sonra biçimde gerçekçiliğe yani realizme doğru yöneliyor. Ressam arkadaşı Hagop Arad’ın Mari’nin ardından yazdıkları bize bu konuda ipuçları veriyor. Hagop Arad “Tablolarım yanabilir, yırtılabilir ama heykellerin uzun süre ayakta kalacak. Bütün tesellim bu. Ne olur, o hoşlanmadığın romantizme dalmama izin verme” diyor Mari’nin ardından. Buradan anladığımız kadarıyla, bir kez daha yineleme ihtiyacı duyuyorum, Mari öyle çok hezeyanlı, romantizme dalıp giden bir kadın değil. Romanı yazarken Hagop Arad’ın bu cümlesi bize önemli bir katkı sağladı. Hagop Arad Mari’nin plastik sanat anlayışına hayran olduğunu belirttikten sonra onu andığı yazısına şöyle devam ediyor: “Geçen yıl ölen Fransız usta Maillol’un devamıymışsın gibi, onların yollarında yürüyordun. Son iki-üç yılda, plastik sanat kaygılarının olgun meyvelerini vermeye başlamıştın. Biçim anlayışın son dönemlerde uluslararası nitelikte bir sanatçı düzeyinde, daha gerçekçi olmaya başlamıştı. Heykellerin tümüyle ülkemizin insanlarıyla yoğrulmuştu.” Gerek Rudolf Hoca’nın gerek Hagop Arad’ın anlatımları bize Mari’nin sanat anlayışı hakkında o kadar önemli ipuçları verdi ki, biz bu ipuçlarından yola çıkarak romandaki Mari’nin sanat anlayışını kurguladık.
Mari Gerekmezyan hakkında bilgi olmadığı için zorlandık, ama ondan daha da zor olan, bu üç insanı anlamaya çalışmak ve onların duygularında arafta kalmaktı. Mari elbette ki kanatıyor Eren Eyüboğlu’nu. Fakat o Mari’ye düşmanlık beslemiyor. Bir düşmanlık olsaydı, Bedri Rahmi’nin Karadut tabloları bu kadar iyi korunmayabilir, Mari’nin Bedri Rahmi büstü bu kadar iyi saklanmayabilirdi.
Vildan: “O dönemin sanat anlayışı nasıldı ve Mari’yi nasıl etkilemişti?” Biz romanda bu sorudan da yola çıktık. Ressamların devlet eliyle yurt gezilerine gönderildiği bir dönemden bahsediyoruz. Anadolu’yu sanatın içine katmaya çalışan bir politika var. Genç bir Cumhuriyet ve ulusal sanat kurulmaya çalışılıyor. Bu dönemde doğal olarak sanat çevresinde evrensel sanat ve ulusal sanat tartışmalarını görüyoruz. Haliyle Mari de bunlardan etkileniyor, onun da sanatını aslında bu koşullar oluşturuyor. O dönemin estetik anlayışında “güzel, yararlı olmalıdır” yaklaşımının benimsendiğini görüyoruz. Özellikle Bedri Rahmi’nin “güzel” algısında bu çok hâkim. Daha sonraki yıllarda bu yaklaşım Bedri Rahmi’de gelişerek, kilim ve yazma motiflemelerine kadar gider. Mari de hem Bedri Rahmi’nin sanat anlayışını besliyor hem Bedri Rahmi’nin sanat anlayışından besleniyor; karşılıklı bir ilişkilenme. Bu “yararlı ve işlevsel güzel” anlayışını benimsemeleri, bunun da ötesinde söyleyecek bir sözü olmakla ilişkili diyebiliriz. Toplumcu-gerçekçi sanat üretiminin nesnel dünyanın özgül yansısı olması üzerine tartışmalar yürütülüyor, hep bir arayış içindeler. Bedri Rahmi olsun, Sabahattin Eyüboğlu olsun ya da dönemin pek çok sanatçısı çeşitli burslarla başta Fransa olmak üzere yurtdışına gönderilmişler, dünyadaki sanat akımlarını takip etmişler. Batıcı sanat anlayışı ile ulusal sanat anlayışı arasında yeni bir akım oluşturmaya çalışıyorlar. “Evrensel olabilmek için ulusal sanatın var olması gerekliliği” üzerinde duruluyor. Mari de bu sanat atmosferine dahil.
Müjgan: Akademide Leopold Levi o dönem önemli bir isim. Resim bölümü şefi. Levi’den sonra Cemal Tollu, Sabri Berkel, Bedri Rahmi gibi isimler resim bölümüne atanıyor. Akademizme körü körüne bağlı kalmama arayışındalar. İkinci Dünya Savaşı yılları, Mari de sanatta denge ve yalınlığın peşinde gidiyor bu dönemde. Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino ve Zühtü Müridoğlu’nun oluşturduğu D Grubu bu dönemde sanatta batı öykünmeciliğini sona erdirme çabasında. Sonradan Turgut Zaim, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Sabri Berkel ve Zeki Kocamemi gibi dönemin önemli ressamlarının da katılımıyla grup genişliyor. Levi Hoca da gruba destek oluyor. Anadolu’nun renklerini, motiflerini sanata dahil ederek resimde, heykelde tohumlarını ekiyorlar. Romanda da geniş yer verdiğimiz yurt gezileri çok önemli. Benim en çok ilgimi çeken Levi’nin bu akımda öncü rol oynaması. Bu açıdan bu iki isim, Rudolf Belling ve Levi, çok önemli. Ve tabii ki İkinci Dünya Savaşı… Sanatın bu savaştan etkilenmemesi mümkün değil. Mari’nin ve Bedri Rahmi’nin arkadaşları harbin etkilerini doğrudan yaşıyorlar. Mari’nin sanat çevresindeki arkadaşlarının birçoğu Hitler faşizmi yüzünden Türkiye’ye gelmiş, akademiyi kurmuş ya da akademide olmasa bile sanatını burada devam ettirmeye çalışan isimler. Hatta yakınları Nazi toplama kamplarında olan piyanist arkadaşı Rozsi Szabo var, onlar için endişeleniyor. Bu durumun da sanat tartışmalarına yansımamasının imkânı yoktu diye düşündük. Özetleyecek olursam, çok az bilgi olmasına rağmen, Mari’nin sanat anlayışının trajik sanatın karşısında duran, gerçekçi ve yalın bir anlayış olduğunu düşünüyoruz.
Ressamların devlet eliyle yurt gezilerine gönderildiği bir dönemden bahsediyoruz. Anadolu’yu sanatın içine katmaya çalışan bir politika var. Haliyle Mari de bunlardan etkileniyor. O dönemin estetik anlayışında “güzel, yararlı olmalıdır” yaklaşımının benimsendiğini görüyoruz. Mari’nin, trajik sanatın karşısında duran, gerçekçi ve yalın bir anlayışı var.
“Türkiye’nin Camille Claudel’i” benzetmesi de yapılıyor. Romanda da anıyorsunuz Camille Claudel’i…
Vildan: Evet, romanda biz de adını anıyoruz. Mari’nin öyle bir özdeşlik kurduğu an var Camille’le. Kafasında Camille’inkine benzer bir şapkayla katıldığı bir davette ve daha sonra, Bedri Rahmi’nin yokluğuyla boğuştuğu bir ânında. Mari’nin de aklına Camille’in gelmiş olabileceğini düşündük. Mari ve Camille’in hikâyeleri birbirine çok da uzak tarihlerde değil. Ayrıca, dünyadaki bütün sanat olaylarına çok açıklar, her ressamı, heykeltıraşı takip etmeye çalışıyorlar. O nedenle, kendisiyle Camille arasında bir benzerlik kurmaması düşük ihtimal gibi geldi bize. Ama tabii hem sanatı hem de yaşadıkları açısından birebir benzerlikten söz etmek doğru değil. Ortak noktaları Rodin’in erkek sanatçı olarak öne çıkması, kadın heykeltıraş Camille’in yok sayılması. Rodin’in de Bedri Rahmi’nin de evli olmaları var bir de tabii. Ama Camille’in, Mari’nin tersine, daha romantik ve melankolik bir sanat anlayışıyla eserler verdiğini görüyoruz. Bu önemli bir fark. Fakat şu da önemli, Bedri Rahmi ile Rodin’in yaşadıkları ilişkiye bakışları hiç benzer değil. Rodin kadını tamamen yok sayan, akıl hastanesine kapattıracak kadar vahşileşen, öte yandan Camille’in heykel yeteneğini kıskanan ve onun ürettiklerini kendine mal eden biriyken Bedri Rahmi bunun tam tersi, Mari’ye aşkını hiçbir zaman gizlemediğini, Mari’ye tutkusunu şiirleriyle, resimleriyle dışa vurduğunu ve Mari’nin sanatından hep övgüyle bahsettiğini görüyoruz. Aynı zamanda, Eren Eyüboğlu’na duyduğu saygı ve sevgi nedeniyle büyük bir vicdan azabı taşıdığını söylemek de mümkün. Çok daha sıkışmış bir psikolojide Bedri Rahmi. Yine de Camille ve Mari isimlerinin yan yana gelmesi pek şaşırtıcı değil. Bizim de yola çıkarken aklımıza geldi sonuçta ve romana dahil etme ihtiyacı duyduk.
Müjgan: Bedri Rahmi’nin eşi Eren Eyüboğlu için söylediği bir cümle var ki, bence çok önemli: “Ben sonradan olma bir ressamım, Eren’se anadan doğma ressam” der. Eren’in ressamlığını kendi ressamlığının üstünde tuttuğunu açık yüreklilikle söyleyebilecek bir ressam Bedri Rahmi. Sanatçı egoları mutlaka var, ama Rodin’in egosunun çok tehlikeli olduğunu görüyoruz. Bedri Rahmi Eren’in sanatını kendi sanatından önde tutuyor, Mari’nin sanatını her zaman yüceltiyor.
Roman zamansal olarak ters bir kurguyla, Mari Gerekmezyan’ın ölümünden sonra Bedri Rahmi’nin bir etkinlikte ona yazdığı “Karadut” şiirini okumasıyla açılıyor…
Vildan: Mari’nin ölümünden iki yıl sonra, bir etkinlikte şiir okuması istendiğinde Bedri Rahmi gözyaşları içinde “Karadut”u okuyor. Eren Eyüboğlu da bu olay üzerine Bedri Rahmi’yi terk edip yurtdışına gidiyor. Yani Mari hayattayken ya da öldüğünde gitmiyor, ama ölümünün üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen Mari’nin Bedri Rahmi’nin içinde yer ettiği gerçeğiyle karşılaştığında gitmeye karar veriyor. Bedri Rahmi’de genel “erkeklik” tavrının dışında bir şey görüyoruz. Hem yaşadığı şeye sahip çıkması hem duygusunu, hüznünü, gözyaşlarını çekinmeden ortaya koyabilmesi, çok incinmesi ve çok incittiğini düşünerek incinmesi… Eren Eyüboğlu’nu çok incittiğini düşündüğü için inanılmaz incinen bir adam. Bunu önemsedik romanda. Üçü de durumu olgunlukla yaşamaya çalışmış, hiçbiri kendi acısını diğerinin acısından üstün tutmamış gördüğümüz kadarıyla. Bedri Rahmi ile Eren’in oğulları Mehmet Eyüboğlu bir söyleşide şöyle söylüyor: “Annem nasıl babama tutkuyla âşık olduysa, babam da Mari’ye öyle tutkuyla âşık oldu.” Burada da saygı duyulduğunu görüyoruz, Eren Eyüboğlu da bunu böyle kabul ediyor. Mari öldüğünde Bedri Rahmi’yi ve Fred’i Eren teselli ediyor. İki kadın da birbirinin acısını hissedebilmiş. Mari Gerekmezyan hiçbir zaman Eren Eyüboğlu’nun yerine geçme, onu yok sayma ya da ondan daha değerli olma gibi bir çabaya girmemiş. Bu üç kişilik ilişkiyi hep diğerlerini de düşünerek ve olgunlukla yaşamaya çalışmışlar.
Mari unutulmak istemiyor. “Karadut” ismini de sahiplenen bir kadın. Çünkü bir şiire dönüşüyor ve böylece sonsuzluğa ulaşacağına inanıyor. Bu dünyada hem eserleriyle hem de adının anılmasıyla, yok sayılan varlığının konuşulmasıyla kalıcı olmak istiyor.
Müjgan: Ben de bu ilişkide bencillik olmadığını düşünüyorum. Gerçekten birbirlerini düşünüyorlar, birbirleri için üzülüyorlar. Onların duygularını anlamaya çalıştık. Mari Gerekmezyan hakkında bilgi olmadığı için zorlandık, ama ondan daha da zor olan, bu üç insanı anlamaya çalışmak ve onların duygularında arafta kalmaktı. Eren Eyüboğlu çekip gitmiyor, incinmediği için değil elbette, savaş koşulları var. Ülkesini, Romanya’yı bırakıp Türkiye’ye gelmiş bir kadın. Geri dönebilecek bir ortam yok. Ve oğlu Mehmet doğmuş. Mehmet henüz çok küçük. Çok üzülüyor. Derinlerde büyük yaralar açılmaması mümkün değil. Mari Gerekmezyan elbette ki kanatıyor Eren Eyüboğlu’nu. Aksini düşünmek mümkün değil. Fakat Mari’ye düşmanlık beslemiyor. İçinde neler yaşadı bilmiyoruz tabii ki. Ama ailenin anlatımından anladığımız kadarıyla böyle bir düşmanlık yok. Zaten bir düşmanlık olsaydı, bana kalırsa bugün bizi hâlâ etkileyen Bedri Rahmi Eyüboğlu imzalı Karadut tablolarına bu kadar sahip çıkılmaz, bu kadar iyi korunmazdı. Mari’nin yaptığı Bedri Rahmi heykeli bu kadar iyi saklanmayabilirdi. Eren Eyüboğlu aşktan dolayı çok acı çekmiş olsa da, belki kendisi de bir sanatçı olduğu için, Bedri Rahmi ve Mari arasındaki ilişkiye farklı bir yerden bakabilmiş. Mari Gerekmezyan için de durum aynı şekilde, Eren ve Bedri Rahmi ilişkisine müdahil olmuyor. Romanda bu dengeyi kurabilmeyi çok önemsedik. Burada da anı anlatımlarından çok yararlandık. Özellikle Ara Güler’in anılarından kimi yerleri cımbızla çektik.
Ara Güler bu konuda neler anlatıyor?
Müjgan: Hep “üç kişilik bir ilişki” dedik, ama bir de Fred var. Fred’in duyguları da çok önemli. Fred’e Ara Güler’in anlatımlarından yola çıkarak ulaştık. Ara Güler “Üçünü birlikte görürdük, gecelere, etkinliklere birlikte geliyorlardı, çok iyi arkadaşlardı” diyor. Bu cümleden yola çıktık romandaki Fred karakterini oluştururken. Evet, bu bir Mari Gerekmezyan romanı, ama bu dört insanın da neler yaşadıklarını anlayabilmek çok önemliydi bizim için. Mari ve Eren’i çatışan iki kadın olarak asla düşünmedik. Eyüboğlu ailesinin anlatımlarından da bu sonuca varıyoruz. Eren Hanım Bedri Rahmi’nin ölümüne kadar Mari konusunda hiç konuşmamayı tercih etmiş. Ölümünden sonra bir kere açmış bu konuyu. Ama Bedri Rahmi’nin Mari tablolarına, Mari’nin Bedri Rahmi büstüne, eserlerin hepsine sahip çıkmış. Vildan’ın az önce söylediği gibi, Mari’nin ölümünde Bedri Rahmi’yi ve Fred’i teselli edenin Eren Eyüboğlu olması bu ilişkide onun nasıl konumlandığına dair çok önemli bir ipucuydu. Roman boyunca bu ipucundan yola çıkarak ilişkilerini yansıtmaya çalıştık.
Bu “aşk üçgeni” üçü için de kurucu, aşkın bir güç gibi, insanın aklına örneğin Bachmann-Celan aşkı geliyor…
Vildan: Hem Mari için hem Bedri Rahmi için böyle bir şeyden bahsedebiliriz. Bedri Rahmi’ye “sen resim yap, şiir yazmasan da olur” gibi eleştiriler gelirmiş. Ama Mari’den sonra yazdığı şiirlerde, o aşkın yükselttiği duygulanımla bambaşka bir yere taşıdığını görüyoruz şiirlerini. Diğer taraftan, Eren Eyüboğlu’nun Bedri Rahmi’ye ve Türkiye’ye geri dönüşünü de bu bakış açısıyla açıklayabiliriz. Eren Eyüboğlu hemen dönmüyor çünkü. Bir süre mektuplaşıyorlar. Eren Bedri Rahmi’nin üretemediğini, resim yapamadığını görüyor. O zaman dönmeye karar veriyor. Bedri Rahmi’yi bir eş, bir yol arkadaşı olarak sevmenin ötesinde, sanatını daha çok önemsediği de söylenebilir belki. “Ressam Bedri Rahmi resme devam edebilmeli” diyor ve dönüyor sanki. Sonra da ölene kadar beraberler ve Bedri Rahmi yeni eserler üretebiliyor. Bu açıdan üçü için de, hatta romanda yer alan tüm o dönemin sanatçıları için, aşkın sanatsal anlamda kuruculuğunu görmek mümkün.
Ne kadar yok sayılmaya çalışılsa da bu dünyadan bir Mari Gerekmezyan geçti. Sadece geçip gitmedi, izler bıraktı, hâlâ heykelleri var. Onun şahsında yok sayılmaya çalışılan bütün kadınlar için de bir çığlık atmak istedik.
Romanınızın adının “Karadut” olması, Mari’yi kendi ismiyle değil de Bedri Rahmi’nin ona verdiği isimle anmanız, önce yadırgatıcı, hatta rahatsız edici gelmişti, ama Mari’nin de bu ismi benimsediğini öğreniyoruz…
Vildan: Karin Karakaşlı’nın öyküsünde Mari’nin ağzından şöyle bir cümle var: “Belki bir gün beni de hatırlarlar.” Bu cümle beni çok etkilemişti. Mari unutulmak istemiyor. “Karadut” ismini de sahiplenen bir kadın. Çünkü bir şiire dönüşüyor ve böylece sonsuzluğa ulaşacağına inanıyor. Bu dünyada hem eserleriyle hem de adının anılmasıyla, yok sayılan varlığının konuşulmasıyla kalıcı olmak istiyor. Kitabın adının “Karadut” olması bu açıdan da bir tercihti bizim için, çünkü “Karadut” şiirini hemen herkes biliyor, evet, büyük bir aşkı anlattığı biliniyor. Ama bu aşkın öznesi kim? Karadut kim? Bence Mari şiirdeki Karadut’un kendisi olduğunu herkesin öğrenmesini isterdi.
Sizi romanı yazmaya götüren sergi neydi, ne zamandı?
Müjgan: Aslında her şey Vildan’ın beni 2015’te İş Kültür tarafından organize edilen Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar sergisine davet etmesiyle başladı. Karadut’u ve hikâyesini önceden biliyorduk, sergiye daha önce yayımlanmamış mektupları görme heyecanıyla gitmiştik; Nâzım Hikmet, Adalet Cimcoz, Âşık Veysel gibi pek çok ismin mektuplarına gözle dokunmak istemiştik. Dönemin sanatçılarının birbirlerine yazdığı mektuplardan çok etkilenmiştik. Sergide bizi Mari Gerekmezyan’ın yaptığı Bedri Rahmi büstü karşılıyordu. Bu büstteki Bedri Rahmi hakikaten çok gerçekti. Bedri Rahmi orada duruyordu. Hissettiğimiz ilk şey buydu. Rudolf Hoca’nın övgüyle bahsettiği Mari’nin elleri sarmıştı sanki Bedri Rahmi heykelinin etrafını. Mari’nin Bedri Rahmi’ye yazdığı mektuplar da sergileniyordu. Mektupları okuduk. Bedri Rahmi’nin şiirlerinin seslendirildiği odada “Karadut” şiirini defalarca dinledik. Ve Mari Gerekmezyan’ın suretini merak etmeye başladık. Karadut tablolarında bir Mari vardı, evet karşımızdaydı, ama biz onun kendi suretinin peşine düştük. Çünkü biraz önce de bahsettiğimiz gibi, Mari yerine pek çok yerde Eren Hanım’ın siyah beyaz bir fotoğrafı kullanılıyor. Acaba Mari’nin nasıl bir yüzü vardı? Bedri Rahmi yalnız Karadut ismiyle çizmemiş tabii Mari’yi. Talaslı, Alis gibi isimler de vermiş Mari’yi resmettiği tablolarına. Sonra At Üstünde Âşıklar tablosunda kendisiyle Mari’yi birlikte resmetmiş. Sergiden sonra o tablolarla haşır neşir olduk. Tablolarda resmedilen Mari’yi görmeye çalıştık. Duygumuz özetle şöyleydi: Bu kadar önemli eserler vermiş, bu kadar yetenekli bir heykeltıraş olan Mari Gerekmezyan bir şekilde var olmalı! Hem Ermeni kimliği hem “yasak aşkın” öznesi kadın olarak yalnızlaştırılmaya çalışılmış, yok sayılmıştı. Fakat ne kadar yok sayılmaya çalışılsa da bu dünyadan bir Mari Gerekmezyan geçti. Sadece geçip gitmedi, izler bıraktı, hâlâ heykelleri var. Dünya toz bulutu haline gelinceye kadar da o iz kalacak. İşte bunun peşinden gitmek istedik.
Dönem, yan karakterler, mekânlar da düşünülürse, sinema için de çok uygun bir hikâye değil mi? Üstelik siz zaten senaryo yazarısınız, bu konuyu film olarak çekmeyi düşünmediniz mi?
Vildan: Sergiden çıktığımızda, çok nitelikli bir sinema filmi senaryosu diye düşündük, ama sektördeki zorluklar nedeniyle ulaşması zor bir hedef bu şimdi bizim için. Çevremizden “neden roman olarak düşünmüyorsunuz” geri bildirimleri alınca bu yola girdik. Görsel yazma durumumuz romana da yansıdı bu nedenle.
Bugün Mari Gerekmezyan’ın eserlerini nerede görebiliriz?
Müjgan: İstanbul Kadın Müzesi’nde eserleri.
Sadece heykel mi, resimleri yok mu?
Müjgan: Bilinen, gün yüzüne çıkarılmış resimleri yok, ama vardır diye düşünüyoruz. Kendisi resim öğretmeni. Ara Güler’in de resim öğretmeni hatta. Romandaki küçük Arat aslında Ara Güler. “Çok güzel bir resim öğretmeni” diye bahsediyor hep Mari’den.
Karin Karakaşlı öyküsüyle, siz de romanınızla Mari Gerekmezyan’ı hatırlıyor, hatırlatıyorsunuz. Unutturmayla başladık, hatırlamayla kapatalım. Karin Karakaşlı, “Ben onu hikâye kahramanına dönüştürdüğümde aşkı ve yaratıcılığı birleştiren yönüne ve bunca yıl mahkûm edildiği sessizliğe vurgu yaptım” diyor. Siz ne dersiniz?
Vildan: Mari Gerekmezyan hep adının, heykellerinin anılmasını istemiş. Hem Ermeni bir kadın oluşu hem o dönemde sanatla uğraşan bir kadın oluşu, hem de “yasak” denen bir aşk için yok sayılışına karşı hep “hayır, ben buradayım” çığlığı atmış aslında. Biz o çığlığa kulak verip büyütmek istedik. Onun şahsında yok sayılmaya çalışılan bütün kadınlar için de bir çığlık atmak istedik.