Bugün artık hemen herkesin “küresel ısınma” ve “iklim değişikliği” kavramlarına bir kulak aşinalığı var. Ama konuya hâkim olmayanlar için bunlar hâlâ soyut kavramlar. Yerkürenin ısı dengesini bozan dinamik somut olarak nasıl işliyor?
Murat Türkeş: Bu soruyu tam anlamıyla yanıtlayabilmek için iklim sistemini tanımlamamız gerekiyor. Hava, iklim, iklim değişikliği, iklimsel değişkenlik, hava anomalileri kavramları çok yaygın olarak birbirine giriyor. Dünyada, biliyorsunuz, bizden başka canlılar da var. Bu canlıların oluşturduğu büyük yaşam kuşaklarına biom adını veriyoruz. Bunun içinde de ağırlıklı olarak bitki örtüsü ve hayvanlar var. Yeryüzündeki biomların gözlenen dağılış desenleri asıl olarak fiziki coğrafya etmenlerinin ve özellikle iklimin doğrudan denetimi altındadır. İnsanın yeryüzündeki evrimi, dağılışı, zengin kuşaklar, fakir kuşaklar, az gelişmiş ülkelerin dağılışı bile iklim koşullarının ve biomların denetimi altındadır. İklim koşulları doğal bitki ve hayvan yaşamı dağılışlarını düzenler. Tabii ki kültür bitkilerini, yani tarım desenini de etkiler. İklim, iklim sistemi olarak adlandırdığımız karmaşık bir sistemin ürünüdür. Küresel iklim sistemi atmosfer, hidrosfer, buz küre, litosfer ve biosfer olmak üzere başlıca beş bileşeni bulunan ve bu beş bileşenin karşılıklı etkileşimlerini içeren karmaşık bir sistemdir. Bir bölgedeki iklimi genel atmosfer olayları belirler. Atmosfer bileşeni ilkimi en çok niteleyen ve belirleyen alt sistemdir. O yüzden atmosferi değiştirdiğiniz zaman iklimi de değiştirmiş olursunuz.
İklim sistemi zamanla iç dinamiklerin etkisiyle evrimleşir. Özellikle sanayi devrimiyle birlikte, insan kaynaklı zorlamalar iklim sisteminin dinamik etmen ve süreçlerle evrimleşmesinin bir parçası oldu ve insan toplumları ilk kez doğrudan küresel iklim sistemini değiştirebilecek hale geldi. Fosil yakıtların kullanımı, arazi kullanımında değişiklikler, ormansızlaşma, sanayi süreçleri, atık yönetimi ve tarımla birlikte atmosfere doğal döngülerin giderebileceğinden çok daha fazla karbondioksit, metan ve diazotmonoksit vermeye ve iklimi değiştirmeye başladı.
Bir yandan bazı bölgelerde kuraklık yaşanırken, Karadeniz etkileşimi olan bölgelerde yağışların ve gök gürültülü fırtınaların geçmişe göre çok daha kuvvetli olduğunu, hatta hortum oluşturabilecek mezo siklonlara dönüştüğünü görüyoruz. İklim değişikliğinin doğrudan etkilerinden biri de hidrolojik döngünün hızlanıp şiddetlenmesiyle bağlantılı afetler.
Özellikle son beş yılda, Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) raporlarının ardından bilimsel anlamda çok daha ciddi bir tartışma başladı. Paris Antlaşması zayıf olması nedeniyle önceki yıllardan çok daha kuvvetli bir biçimde, belki de ilk kez bu kadar bilim temelli bir eleştiriye uğradı. Geçtiğimiz ağustos ayında da IPCC’nin son raporunda iklim değişikliğinin fiziksel bilim temeli politikacılar için özet raporla dünyaya duyuruldu. Bu kez biliyorsunuz, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin açıklamasıyla basında alarm düzeyinde kırmızı kodla yer aldı.
Küresel ısınma iklim değişikliği sinyali olarak kabul ediliyor ama, yağışlarda görülen değişimler aynı zamanda iklimsel değişkenliğin de giderek farklılaştığını gösteriyor. Tek bir trend yok. Yağış rejiminin çok kuvvetli bir şekilde değiştiğini görüyoruz. Bazı bölgelerde kuraklık eğilimleri, bazı bölgelerdeyse daha yağışlı koşullara gidiş söz konusu olabiliyor.
Dünya tarihinde daha önce de küresel ısınma dönemleri yaşandığını biliyoruz. Bugün yaşadığımız küresel ısınmanın geçmişte yaşananlarla ortak yönleri ve farklılıkları neler?
İklimdeki değişkenliğin milyonlarca yıldır sürdüğünü biliyoruz. Sanayi devriminden bu yana doğal iklim değişikliği ve iklim değişkenliğine ek olarak atmosferdeki sera gazı birikiminin artması ve sera etkisinin kuvvetlenmesi sonucu ortaya çıkan küresel ısınma ve iklim değişikliklerini insan kaynaklı iklim değişikliği olarak adlandırıyoruz. Yerkürenin 4,6 milyar yıllık jeolojik ve iklimsel geçmişine baktığımız zaman, iklimin tüm alan ve zaman ölçeklerinde geçmişte de değiştiğini görüyoruz. Ancak, günümüzdeki iklim değişiklikleriyle geçmişte yaşanan ve günümüzdeki hâlâ arka planda süren iklimin doğal değişimleri arasında en önemli fark doğal iklim değişikliği ve değişkenliğinin on milyonlarca yıldan binlerce yıla kadar değişen zaman ölçeklerinde, çok yavaş gerçekleşmesi. Bir insanın doğal iklim değişikliklerini kendi ömrü süresince kavraması mümkün değil. Bunu ancak iklim kayıtlarına bakarak kavrayabiliyoruz. Ağaç yaş halkalarındaki değişiklikler, göl kayıtları, izotop kayıtları, fosil kayıtları, bunların yaşlanma biçimleri jeolojik, sedimantolojik, paleocoğrafya, paleoiklim, stadigrafik, paleantolojik yaklaşımlarla bunları ortaya koyuyoruz. Günümüzdeki iklim değişikliklerinin geçmişte yaşananlarla en büyük farkı çok hızlı olması.
Son iki yüzyılda küresel ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artış yaklaşık 1,1°C. Hava ve deniz suyu sıcaklıkları da bu değerin içinde. “Önemli midir? Ne var bunda?” diye sorulabiliyor. Küçümsememek lâzım. Bunun bölgelere, ülkelere yansıması çok yüksek.
Yetmiş-seksen yılda, ortalama en yüksek ve ortalama en düşük hava sıcaklıklarında çok hızlı bir yükseliş eğilimi var. En yüksek hava sıcaklıkları her yıl rekor kırıyor. Türkiye ısınıyor, sıcaklık rejimleri giderek tropikleşiyor, yaz ve tropikal gün sayısı hızlı bir şekilde artıyor.
Mesela Akdeniz havzasına yansıması çok daha yüksek, değil mi?
Evet, Akdeniz havzasındaki Türkiye’de son yetmiş-seksen yılda pek çok istasyonun özellikle yılın sıcak dönemlerindeki hava sıcaklığı ölçümlerinde 1,5 ila 4-5°C derece arasında bir artış olduğunu, gecelerin çok daha sıcak geçmeye başladığını görüyoruz. Bunu özgün, hakemli çalışmalarımızdan biliyoruz. Önceki 11 bin yılda küresel ortalama yüzey sıcaklıklarında hiçbir zaman, bugünkü iklimin evrimleştiği antroposen’deki (insan çağı) kadar hızlı bir artış gerçekleşmemiş. Günümüzden yaklaşık 125 bin yıl önceki son buzul arası çağdaki sıcaklık artışlarına –ki o artış on binlerce yılda gerçekleşmişti– denk bir sıcaklık artışı gerçekleşmiş durumda.
Geçen 1 milyon yıllık atmosferik karbondioksit birikim değişimlerine baktığımızda milyonda 180 ile 280-290 PPM arasında değiştiğini görüyoruz. 1955’te Hawai’nin Maona Loa dağında karbondioksit birikimi ölçülmüş. O zamanki değer 315 PPM iken 2020’de yıllık ortalama 414 PPM’e ulaştı. Bu atmosferde geçmiş bir milyon yıldaki en yüksek karbondioksit birikimi. Karbondioksit kadar yoğun olmamakla birlikte metan ve diazotmonoksit konsantrasyonları da bir milyon yılın en yüksek düzeyine ulaşmış durumda. Bunlar günümüzdeki iklim değişikliğinin ne kadar hızlı olduğunu ve insanın küresel iklim sistemi üzerindeki etkisinin ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor. Fiziksel iklim sistemini oluşturan ana ve alt sistemlerdeki doğal değişikliklerin, insan kaynaklı iklim değişikliğiyle birlikte çok daha karmaşık bir hale geldiğini biliyoruz. Bugünkü iklim değişikliğinin ana denetleyicisi insan. İnsanın sanayi devriminden beri atmosfere vermiş olduğu sera gazlarının doğal sera etkisini kuvvetlendirmesi, küresel ısınma ve bağlantılı değişiklikler. Küresel ve bölgesel ısınma ortaya çıktığında, artan sıcaklıklar iklim sisteminin diğer bileşenlerindeki döngüleri ve etkileşimleri de değiştiriyor.
Bu döngülerden biri olan hidrolojik döngüdeki değişimin de aşırı hava olaylarıyla bağlantılı olduğu düşünülüyor. Hidrolojik döngü tam olarak nedir? Dünyada giderek artan, son yıllarda Türkiye’de Karadeniz bölgesinde sık sık sellere neden olan aşırı yağışın bu döngünün bozulmasıyla ilgisi var mı?
Başta okyanuslar, denizler olmak üzere, göl, akarsu ve barajların yüzeylerinde oluşan buharlaşmayla atmosfere büyük miktarlarda nem taşınır. Hidrolojik döngü açısından en önemli öge atmosferdeki su buharı. Atmosferdeki dinamik sistemler, yani orta enlem cephesel sistemleri, tropikal siklonlar, konvektif kararsızlık sonucu atmosfere yükselen bulutlar, içlerindeki su buharının yoğunlaşmasıyla yeniden yağış olarak yeryüzüne düşüyor. Bu yağış yeniden akarsularla denizlere, göllere, barajlara taşınıyor. Bir kısmı kalıcı kar örtüsü olarak kalıyor. Bir kısmı buzullara dönüşüyor. Bir kısmı topraktan süzülerek yeraltı sularını besliyor. Bir kısmı da bitkilerden terleme ve yüzeylerden buharlaşmayla yeniden atmosfere yükseliyor. Bu döngü, hidrolojik döngü olarak adlandırılıyor.
İklim değişikliği mücadelesinin başarısız olması durumunda, küresel ısınma 4°C’ye ulaşırsa, yüzyılın sonunda Türkiye’deki hava sıcaklıklarının yıllık ortalamasının, günümüze göre 4-8°C daha fazla olacağını öngörüyoruz. Nihayetinde, hükümetlerarası görüşmeler ve iklim diplomasisi başarısız oldu. 2021’de çok hızlı bir geriye gidiş gerçekleşti.
Ancak, iklim değiştiğinde, küresel ısınmayla hava sıcaklıkları arttığında, önce yağış ve buharlaşma rejimi değişiyor. Atmosfere daha fazla su buharı veriliyor. Atmosfer ısındığı için daha fazla su buharı tutma kapasitesine erişiyor. Buharlaşma da arttığı için hidrolojik döngü giderek hızlanıyor. Hidrolojik döngü hızlandığı ve şiddetlendiği için yağışlar çok daha şiddetli ve zaman zaman aşırı, yani ekstrem yağışlar şeklinde düşüyor. Ormanları tahrip ettiğimiz, su toplama havzalarını bozduğumuz, ormanların doğal eko sisteminin aleyhine kentleri ve tarım alanlarını genişlettiğimiz için bu su yüzeyde tutunamıyor. Bilim bir kenara bırakılıp ranta dayalı sistemler öne geçtiğinde, mühendislik uygulama yanlışları da buna eklenince seller, taşkınlar, sellerin yamaçları bozması sonucunda da heyelanlar oluşuyor. Bir yandan bazı bölgelerde kuraklık yaşanırken, Karadeniz etkileşimi olan bölgelerde yağışların ve gök gürültülü fırtınaların geçmişe göre çok daha kuvvetli olduğunu, hatta hortum oluşturabilecek mezo siklonlara dönüştüğünü görüyoruz. İklim değişikliğinin doğrudan etkilerinden biri de hidrolojik döngünün hızlanıp şiddetlenmesiyle bağlantılı afetler.
Meridyonel devinim dolaşımı adı verilen okyanuslardaki su akıntısı döngüsü aynı zamanda dünyanın iklimini de etkileyen önemli bir faktör. Gulf Stream gibi sıcak su akıntıları Kuzey Avrupa’nın iklimini ciddi anlamda etkiliyor. Bunun iklimsel yansımaları nasıl olacak?
Yeryüzündeki nemin ana kaynağı okyanuslar. Herhangi bir yerdeki yağışın kaynağı olan su buharı çok büyük ölçüde yerel değil, geniş ölçekli ya da bölgesel basınç ve rüzgâr sistemlerinin okyanuslardan karalara taşıdığı su buharı kütleleriyle bağlantılıdır. Okyanuslar arktik ve antarktik bölgelerdeki deniz buzullarını da içeriyor. Buzulların önemli bir enerji tutma kapasitesi var. Atmosfer açısından çok önemli bir ısı enerjisi değişimi söz konusu. Geniş ölçekli hava kütlelerinin ve rüzgâr sistemlerinin büyük bir bölümü, büyük basınç sistemleri, dinamik sistemler çoğunlukla okyanuslar üzerinde oluşuyor. Aynı zamanda, okyanus dolaşımı ve biyojeokimyasal döngüler de okyanuslardaki değişimlerden etkileniyor. Geçmiş kayıtlardan biliyoruz ki, çok uzun zaman ölçeklerinde, örneğin küresel ısınma ya da buzul arası çağ dönemlerinde Gulf Stream gibi meridyonel, yani sıcak yüzey suyunu güneyden daha soğuk kuzey enlemlere, oradaki soğuk suyu dip akıntılarıyla güney enlemlere taşıyan akıntılar, hava kadar hızlı olmamakla birlikte zamanla değişiyor. Büyük tropikal sistemler giderek daha kuzey enlemlere doğru hareket ettiği için Gulf Stream Batı Avrupa’nın okyanus kıyılarında nemli, ılıman ve yaşanabilir bir iklim oluşturuyor. Bu binlerce yılda evrimleşmiş bir durum. Körfez akıntısı daha kuzey enlemlere çıkarsa o bölgelerdeki hava sıcaklıklarını, yağış, buharlaşma ve özellikle okyanus buz etkileşimini değiştirdiğinde, iklim bu kez orada yaşayan insan toplumları, ekosistemi oluşturan flora ve fauna açısından olumsuz koşullar yaratacaktır. Havanın daha sıcak olması buharlaşmanın artması, yağış sistemlerinin değişmesi demek. Sıcak su akıntısının daha kuzey ve Kuzeydoğu Atlantik’e taşınması o bölgelerdeki buzulların hızlı bir şekilde erimesine yol açacaktır. Buzulların erimesiyle de Atlantik’in kuzeybatısından soğuk su akıntıları kuvvetlenecektir. Arktik biomda deniz memelileri, kutup ayıları gibi pek çok canlı var. Milyarlarca kelebek, kuş üremek için o kısa arktik yaza göç ediyor. Umarım olmaz, ama okyanus akıntıları bu kadar hızlı değişirse, o bölgedeki iklim de çok hızlı değişecektir. Başta insan toplumları olmak üzere o biomlardaki bitki ve hayvan türlerinin olumsuz bir şekilde etkilenmesine yol açar bu. Altını çizmek gerekiyor, okyanus akıntılarındaki değişim karasal ekosistemlerdeki kadar hızlı olmuyor. Okyanusların ısınması ve soğuması karaya göre çok daha ağır gerçekleşiyor. Çok kuvvetli bir ısı tutma kapasitesi söz konusu olduğu için okyanuslardaki taşıyıcı bantlar geç değişiyor, ancak bir kez değiştiğinde de eski durumuna dönmesi için çok uzun zaman gerekiyor. Aynı şekilde, eriyen kara ve deniz buzullarının yeniden normale dönmesi için binlerce yılın geçmesi gerekiyor. Bu nedenle, bir an evvel insanın iklim sistemi üzerindeki etkisini azaltmak ve sera gazı salınımlarını 90’lar düzeyine çekmemiz gerekiyor.
Akdeniz ikliminin ülkenin yaklaşık yüzde 70’ini kaplayacağını söylemek mümkün. Bu da yaz kuraklıklarının ve orman yangınlarının artması, yeraltı su seviyelerinin ve kar yağışlarının azalması anlamına geliyor. Bunlarla beraber tarımsal, hidrolojik, ekolojik, coğrafi, sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlar gelecektir.
Buz örtüsünün ortadan kalkması ve Sibirya gibi bölgelerdeki donmuş toprakların çözülmesi türünden olaylar iklim krizine nasıl etki edecektir?
Yerkürede kalıcı kar örtüsü, donmuş ya da yarı donmuş topraklar, kıta buzulları, dağlık alanlarda Alpin vadi buzulları var. Pek çok Alpin kuşakta olduğu gibi, vadi buzullarının çoğu bizde de eridi. Kutuplardaki buz kalkanları eridiğinde ortalama deniz düzeyinin yükselmesini bekliyoruz. Bölgesel farklılıklar olmakla birlikte halihazırda bu yükselme 30 cm’ye yaklaşmış durumda. Her iki kutuptaki buzulların erimesi o bölgelerde albedonun, yani yansıtabilirliğin değişmesine yol açıyor. Buz örtüsü varken güneşten gelen kısa dalga boylu ışınımların büyük bölümü emilmeden yansıtılıyor. Ama buzullar eriyip kar buz örtüsü azaldığında, o bölgelerin güneş ışınımını emme oranı artıyor. Yani, albedosu düşüyor ve daha fazla ısınmaya başlıyor. Buz örtüsünün erimesi sonucunda hem kuzey kutup bölgesi hem boreal kuşakta daha fazla güneş ışını emileceğinden, yüzyılın sonuna kadar en fazla ısınmanın kutup ve kutup çevresi soğuk bölgelerde olacağını öngörüyoruz. Ayrıca, Himalayalar, Ant Dağları gibi dağlık alanlardaki buzulların hızlı erimesi heyelanlara, çamur akmalarına, afetlere yol açıyor. Buzulların erimesi dağlık alanların kuraklaşması anlamına geliyor. Dağlık alanlar ve çevresinde kar ve buz erimesinden beslenen su kaynakları, bunlardan yararlanan canlılar, daha sıcak, daha kurak koşulların etkisinde kalıyor. İklim kuraklaştığında kurakçıl bitkiler geliyor. Daha seyrek olan bu bitki örtüsü toprakları erozyona ve toprak bozulumuna hazır hale getiriyor. Bölge ayrıca yerel nem kaynağının bir bölümünü de kaybetmiş oluyor.
Anadolu’nun güneyi subtropikal, kuzeyi ılıman kuşakta yer alıyor. Bu sınırların değişmeye başladığına dair işaretler belirginleşiyor. Önümüzdeki birkaç on yılda nasıl değişiklikler öngörülüyor?
Türkiye’nin batı ve güney yarısında yazı kurak subtropikal Akdeniz iklimi egemen. Karadeniz bölgesinin büyük bir bölümünde Batı Avrupa’dakine benzer nemli ılıman orta enlem iklimi, İç Anadolu’nun büyük bir bölümünde yarı kurak step iklimi, diğer kısmında ve Doğu Anadolu’daysa karasal soğuk iklim koşulları egemen. Bu bugünkü koşullarda böyle. Son yetmiş-seksen yılda, ortalama en yüksek ve ortalama en düşük hava sıcaklıklarında çok hızlı bir yükseliş eğilimi var. En yüksek hava sıcaklıkları her yıl rekor kırıyor. Türkiye ısınıyor, sıcaklık rejimleri giderek tropikleşiyor, yaz ve tropikal gün sayısı hızlı bir şekilde artıyor. Bu da hâlâ bir kış mevsimi olmakla birlikte, iklimin giderek ısındığını, tropikal sıcaklık rejiminin yılın büyük bir bölümünde egemen olmaya başladığını gösteriyor. Akdeniz iklimi dağılış desenine baktığınızda da subtropikal Akdeniz iklimi tropikleşiyor. Yağış rejimi değişiyor. Kuzeyde ilkbahar ve yaz dönemi yağışların arttığı yöreler var, ama genel olarak en önemli yağış kaynağı olan kış yağışlarında azalma var. Kış yağışlarının azalması batı ve güney bölgelerde toplam yağışın da azalması demek. Çünkü bu bölgelerde toplam yağışın yüzde 40-60’ı bu dönemde düşüyor. Sıcak hava dalgalarının sıklığı, uzunluğu, şiddeti, büyüklüğü çok hızlı bir şekilde artıyor. Gece en düşük hava sıcaklıklarıyla gündüz en yüksek hava sıcaklıklarını analiz ettiğimizde hem insan sağlığı hem ekosistemdeki biyoçeşitlilik açısından çok olumsuz bir ısınma görüyoruz. Toprak nemi azalıyor. Artık neredeyse ilkbaharın ortasından sonbaharın ortasına kadar yaz mevsimi etkili olmaya başladı. Tropikalleşmek bir soğuk bir de çok sıcak mevsim anlamına geliyor.
Paris Antlaşması’nda yükümlülük sözcüğü yoktur, hatta hedef bile yoktur. Onun yerine “kuvvetlendirilmiş”, “azimkâr” gibi süslü laflarla sera gazlarının azaltılmasına yönelik niyet beyanlarından bahsedilir.
Yani bahar mevsimini kaybediyoruz?
Evet. Bunu yaşıyoruz, hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin batı ve güney bölgelerinde nisan ortasında birdenbire hava sıcaklıkları hızla artıyor, sonbahar ortasına kadar da sıcak dönem devam ediyor. Uzun süreli eğilimlere baktığımızda Türkiye’nin tropikalleştiğine dair pek çok kanıt var ve bunlar yayınlandı. Küresel çalışmalar da bu yönde. Ne yazık ki, kötü haber; yakın gelecekte 2°C’lik küresel ısınma gerçekleştiğinde –yaz aylarında çok daha sıcak olmak kaydıyla– önümüzdeki on yıllarda 2-4°C daha sıcak bir Türkiye bizi bekliyor. İklim değişikliği mücadelesinin başarısız olması durumunda, küresel ısınma 4°C’ye ulaşırsa, yüzyılın sonunda Türkiye’deki hava sıcaklıklarının yıllık ortalamasının, günümüze göre 4-8°C daha fazla olacağını öngörüyoruz. Küresel öngörüler, IPCC’nin yeni çalışmaları ve Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulamaları Araştırma Merkezi’nde bizim yaptığımız iklim model çalışmalarımız bunu açık bir şekilde gösteriyor. Kısmen Kuzey Anadolu ve Karadeniz dışında Türkiye’nin büyük bölümünde kuraklığın şiddeti ve sıklığının artacağı öngörülüyor. Toprak nemi hızla azalacak. Tüm bunların sonucunda, önümüzdeki yıllarda ekosistemler ve biyoçeşitlilik açısından bizi çok daha olumsuz bir tablo bekliyor. İçme ve kullanma suyu üzerinde tarım baskısı giderek artıyor. Tarımsal, hidrolojik, ekolojik kuraklıkların çok daha şiddetlenmesi bekleniyor. Önümüzdeki onyıllarda Doğu Anadolu’nun doğusunda ve Suriye sınırından kuzeye doğru, gerçek kurak bölgelerin oluşmaya başlayacağını, Akdeniz ikliminin ülkenin yaklaşık yüzde 70’ini kaplayacağını söylemek mümkün. Bu da yaz kuraklıklarının ve orman yangınlarının artması, yeraltı su seviyelerinin ve kar yağışlarının azalması anlamına geliyor. Bunlarla beraber tarımsal, hidrolojik, ekolojik, coğrafi, sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlar gelecektir. Uyum çalışmalarında başarılı olamazsak, risk çalışmalarını yerinde, zamanında yapmazsak tıpkı 2021 yazında olduğu gibi şiddetli hava olayları ve afetlerini çok daha yakıcı boyutlarda yaşayacağımızı söyleyebilirim.
IPCC’nin son raporu dünya için kırmızı alarm uyarısında bulunuyor. Ancak, varolan neoliberal ekonomik düzende iktidarların tavsiye edilen önlemleri alması pek gerçekçi görünmüyor. Yıllardır bu konuda araştırma yapan bir bilim insanı olarak, hükümetlerden tavsiye edilen karbon salınımı hedefine ulaşılması için gerekenleri yapmalarını beklemek sizce ne kadar gerçekçi?
Şimdiye kadar gerçekçi bir uygulama veya iklim diplomasisi olmadı. Haziran 1992 tarihli Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi samimiydi. Dünyanın ve insanlığın bugün ve gelecek kuşaklar için sürdürülebilir bir yaşam yoluna girmesi konusunda ciddi ilkeler ve hedefler benimsemişti. Sözleşmenin ana metninde bir sorun yok. Bu maddelerin 2000-2010 arasında uygulanması için 1997’de Kyoto Protokolü kabul edildi. Fakat, ABD’nin Bush zamanında çekilmesi ve bu nedenle Rusya Federasyonu’nun geç taraf olması sonucunda, protokol geç yürürlüğe girdi ve ne yazık ki başarılı olamadı. Kyoto Protokolü’nün, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin ana prensiplerini yerine getirme ve uzun süreli hedeflerini gerçekleştirme şansı vardı. Çünkü gelişmiş AB ve OECD ülkelerine sera gazı salınımlarını azaltma yükümlülüğü vermişti. Bu doğru bir yaklaşımdı. Karbon salınımlarını AB için yüzde 8, ABD için yüzde 7 azaltma hedefi vardı. Çok da kuvvetli olmayan, ama gerçekçi, sayısal olarak belirlenmiş yükümlülükler vardı. Bu antlaşmayla karbon salınımını düşürme, iklim değişikliğinin etkilerini en aza indirme ve insanın iklim sistemi üzerindeki olumsuz etkilerini giderme şansı vardı, ama bu gerçekleşmedi. Kyoto Protokolü’nün süresi dolduktan sonra, ABD ve bazı OECD ülkeleri başta olmak üzere Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Meksika, Arjantin, Türkiye, Güney Kore gibi ülkelerin sürece dahil olmaması nedeniyle, Paris Antlaşması gibi güçlü bir antlaşma gerçekleştirilemedi. Aralık 2015’te Paris Antlaşması kabul edildi ve beklenmedik bir hızla bir yıl içinde yürürlüğe girdi. Türkiye hâlâ Paris Antlaşması’na taraf olmamış beş-altı ülkeden biri. Paris Antlaşması’nın Kyoto Protokolü’nden en büyük farkı ülkeleri gelişmiş ve gelişmekte olan diye sınıflandırmaması ve ana yükümlülükleri gelişmiş ülkelere vermemiş olması. Zorunlu olarak sera gazı salınımlarını azaltma yükümlülüğünden hiç söz edilmiyor. Bunun yerine ülkelerin iklim değişikliği savaşını ulusal olarak belirlenmiş niyet beyanları üzerinden yürütmesinden söz ediliyor. Gelişmiş ülkelere geçmişte olduğu gibi sera gazı salınımlarını azaltma yükümlülüğü verilmemiş olması antlaşmanın yumuşak karnı. Paris Antlaşması’nda yükümlülük sözcüğü yoktur, hatta hedef bile yoktur. Onun yerine “kuvvetlendirilmiş”, “azimkâr” gibi süslü laflarla sera gazlarının azaltılmasına yönelik niyet beyanlarından bahsedilir.
Türkiye Kyoto Protokolü’ne ve İklim Değişikliği Çerçeve Programı’na çok geç taraf oldu. Doğrudan hiçbir yükümlülük almadı. Ama gelişmekte olan ülkelerin yararlanması için oluşturulmuş 100 milyar dolarlık yeşil iklim fonundan yararlanmak istiyor.
Peki, geriye doğru mu gidiyoruz?
Tam olarak öyle söyleyeceğim. Beş yıl boşa geçti. Normalde 2020 yılında yeni kuvvetlendirilmiş, ulusal olarak belirlenmiş katkıların sunulması gerekiyordu. Pandemi nedeniyle taraflar konferansı ertelendi. Kasım ayında yeni taraflar toplantısı Glasgow’da yapılacak. Joe Biden üç ay önce ABD, Çin, Rusya Federasyonu, AB ve OECD’nin gelişmiş ülkelerinin dahil olduğu bir iklim liderleri zirvesi topladı. Gelişmiş ülkelerin pek çoğu bugüne kadar göstermedikleri o “azimkâr” iklim değişikliği mücadelesini birdenbire gerçekleştireceklerini söylediler ve 2030’a, 2050’ye kadar ulusal sera gazı salınımlarını yüzde 40’tan yüzde 60-70’lere kadar azaltabileceklerini açıkladılar. Bu söylem bol keseden atıldı. Gerçekten bir iklim değişikliği mücadelesi yapmak, küresel ısınmayı 2030’a kadar 2°C’nin altında –mümkünse 1,5°C’de – durdurmak istiyorlarsa Glasgow’da çok net biçimde ulusal olarak belirlenmiş katkılarını üstlenmeleri, yükümlülüklerini net bir hale getirmeleri gerekiyor. Eğer bu yapılmazsa Paris Antlaşması’nda belirlenmiş niyet beyanlarının tamamı gerçekleşse bile 2030’da 2010’lu yıllara göre küresel sera gazı salınımlarında bir azalma değil, artış gerçekleşmiş olacak. Niyet beyanları gerçekleşmezse önümüzdeki 10 yıllarda çok hızlı bir şekilde IPCC 6. değerlendirme raporunda paylaşılan sosyoekonomik senaryoların ikincisi ya da üçüncüsü gerçekleşecek. Yani 2,7 ile 3,6°C arasında, en iyi kestirme değerle 3°C artış gerçekleşmesi hiç de olanaksız değil. Nihayetinde, hükümetler arası görüşmeler ve iklim diplomasisi ne yazık ki başarısız oldu. 2021’de çok hızlı bir geriye gidiş gerçekleşti.
İktidar sahiplerinin bu rahatlık ve vurdumduymazlığının nedeni ne olabilir?
Bence şu an önlem almanın mecburi olduğu bir noktadayız. IPCC’nin son raporuna göre, daha önce görülmemiş bir şekilde, tüm dünyada geri dönülmez noktanın eşiğindeyiz. Ama liberal ekonomi, küreselleşme, en saf şekliyle kapitalizm, yeni sömürgecilik, enerji lobileri, silah lobileri gibi unsurların gündeminde insanlığın refahı ve geleceği, yoksullukla mücadele kesinlikle yok. Beş-on yılda bir BM toplantılarında konuşuluyor, raporlara geçiriliyor, onar yıllık hedefler belirleniyor, ama bir türlü hayata geçirilmiyor.
BM’nin sözleşmenin ana metninde olduğu gibi, ana ilkeleri koruyacak yasal bir antlaşma zeminini yoklaması gerekiyor. Bu yapıldı, ama ABD, Kanada, Avustralya, Rusya, Çin, Japonya, AB gibi gelişmiş ülkeler buna yanaşmadı. Çünkü bu ülkeler bu olumsuz tablo içerisinde, büyüme ve istihdamlarını ve küresel rekabeti sürdürmek istiyorlar. Burada ciddi bir etik sorun var. İklim diplomasisi tüm bu nedenlerle geriye gidiyor. Bu hem dünya geneli hem de Türkiye açısından böyle. Biliyorsunuz, Türkiye Kyoto Protokolü’ne ve İklim Değişikliği Çerçeve Programı’na çok geç taraf oldu. Doğrudan hiçbir yükümlülük almadı. Ama gelişmekte olan fakir ülkelerin yararlanması için oluşturulmuş, bir türlü paranın toplanamadığı 100 milyar dolarlık yeşil iklim fonundan yararlanmak istiyor. Dünya bu haldeyken iklim mücadelesinin yakın vadede kuvvetleneceğini düşünmüyorum. Şu anda sadece bir şans var, o da Glasgow toplantısı. İklim değişikliği ve bağlantılı afetler gündemde, IPCC raporları üst üste geldi. Mesajlar çok net. IPCC’nin mücadelede hâlâ çok geç olmadığı, bugün başlansa korkulan afetten kaçınılabileceği, 2030’da olmasa bile 2040-2050’de iklim değişikliğinin yavaşlatılabileceği yönünde açıklamaları var.
Tüketimde bireysel tasarruf çok kıymetli olsa da tüketim pastasının büyük bölümü yine sanayi ve tarımda. Evsel tüketimlerimiz bunların yanında devede kulak kalıyor…
Çok kıymetli, ama her şey değil, evet. Başta gelişmiş ülkeler olmak üzere devletlerin Paris Antlaşması’nda vaat ettikleri katkıları revize ederek 2030 ve 2050 hedeflerini net yükümlülüklere döndürmeleri gerekiyor. Başka türlü iklim mücadelesi şansı yok. Bizlerin tek tek evde yaptıklarımız da çok önemli. Attığım her adımda atmosferi, iklimi, toprağı, su kaynaklarını düşünerek yaşıyorum, ama benim yaptığım sadece beni mutlu ediyor. Buluttaki bir nem damlasından büyük değil benim katkım.
Şu anda sadece bir şans var, o da Glasgow toplantısı. İklim değişikliği ve bağlantılı afetlerle ilgili IPCC raporlarının mesajı çok net. IPCC’nin mücadelede hâlâ çok geç olmadığı, bugün başlansa korkulan afetten kaçınılabileceği, 2030’da olmasa bile 2040-2050’de iklim değişikliğinin yavaşlatılabileceği yönünde açıklamaları var.
Olumluya gidiş nasıl gerçekleşecek?
Kalemin gücünü kullanacağız. Sivil toplum kuruluşları, bireyler, dernekler, yerel yönetimler, tarım ve su birlikleri gibi iklim değişikliği mücadelesinin bütün paydaşları olarak iklim değişikliğiyle mücadele yöntemlerini harmanlayarak baskı gücü oluşturmak zorundayız. Seçmenler olarak karşımıza gelen siyasetçiye “Senin daha yaşanılabilir bir dünya ve iklim konusunda bir politikan var mı?” diye sormak zorundayız. İş dünyası kârlarını artırmak, rekabette altta kalmamak, daha az işgücüyle daha fazla üretmek, daha fazla kazanmak sevdasından vazgeçmiyor. Ancak, iklim değişikliği mücadelesinin dikkate alındığı yeni bir ekonomik sistem de sermayeye para kazandırabiliyor. AB pek çok ülkeye, şirkete bu konuda katkıda bulunuyor, hibeler üretmiş durumdalar. Toplumsal baskıyı, yaptırımları, kalemin gücünü öncelikleri değiştirmek yönünde kullanabiliriz.
Türkiye’de de, dünyada da neden iklim değişikliği konusunda kayda değer kitlesel bir mücadele göremiyoruz? Mücadelenin kitleselleşememesinin nedeni ne? Nerede hata yapıyoruz?
Yaşam tarzı ve alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyor. Konformist bir yaklaşım var. Tüketim alışkanlıklarının çok daha şiddetli boyutlara ulaştığı bir yaklaşım var. Özellikle yeni kuşakta sürdürülebilir mutfak kültürü kalmadı. Hazır gıda kullanılıyor. Ailelerin ekonomik durumuna göre değişiyor ama, hazır gıdanın bir ailenin karbon ayak izindeki payı yüzde 25-30. Bunun da bir toplumsal mücadele olduğu insanların aklına gelmiyor. İnsanlarda “Ben tek başıma ne yapabilirim, daha dikkatli olsam da iklim değişikliğini önleyebilir miyim?” bakışı var. Aslında, yaşadığınız kentte iklim değişikliği mücadelesine faydalı olabileceğiniz alanlar bulabilirsiniz. Yerel yönetimler, tarım birlikleri, su birlikleri, odalar gibi çok sayıda örgütlenme biçimi var, bunu toplumsal bir güç haline getirebilirsiniz. Yapılabilir. Yapılmayınca bir zayıflık başlıyor. İktidarlar bu zayıflıktan yararlanıyor.
Tarım Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve bunlara bağlı genel müdürlük ve enstitülerin yüzde 99,9’unda, iklimbilimci, hidroklimatolog, kuraklık uzmanı, afet uzmanı, biyocoğrafyacı yok. Bu şu anlama geliyor: Türkiye doğa bilimlerinin kraliçesi olan coğrafyadan yararlanmıyor.
IPCC raporlarında ciddi ekonomik ve sosyal dönüşümlerden bahsediliyor. Sanayi için de tarım için de geçerli bu. Ve bu sistemler birbiriyle bağlantılı olmak zorunda. Türkiye’de su kaynaklarının yüzde 75’ini tarım kullanıyor. En büyük kayıp kaçak da tarımda. Yüzde 85 vahşi sulama var. Tarımda kredi ya da hibe desteği verirken üreticinin doğaya, havaya, suya, yeraltı sularına zarar vermemesine dikkat edeceksiniz. Bir organize sanayiyi destekleyecekseniz, o organize sanayinin atığının büyük bölümünün geri dönüşümle kazanılabilir olmasını gözeteceksiniz. Bu AB müktesebatıyla sağlanmaya çalışılıyor, ama hayatımızda bir şey değişmiyor.
Sivil toplum kuruluşlarının, inisiyatiflerin kitlesel örgütlü bir tepkiyi harekete geçirememesinin arkasında yanlış bir yöntem mi yatıyor?
Çok karmaşık bir konu bu. Çanakkale’de yaşıyorum. Burada ciddi bir çevre mücadelesi var. Ama, doğrudan etkilenen yurttaşlardan zayıf bir katılım oluyor. Bir kentte etkin olan bir veya birkaç STK bir çevre platformunda bir araya geliyor ve mücadele başlatıyor. İşin hukuksal boyutunun yanında ekonomik boyutu da var. Çıkan her olumsuz yasa, her kaybedilen dava, mücadelede yer alanları olumsuz etkiliyor. Covid 19 pandemisi gerekçesiyle çevresel yıkımların olduğu yerleri izlemek, gözlemek, raporlamak isteyenlere ciddi para cezaları yazıldı. Bu bile mücadelede bir zayıflık yarattı. Meselenin bir de eğitim boyutu var. Türkiye’de temel doğa eğitimi çok zayıf.
İlkokulda doğanın temel döngüsünü çocuklara iyice kavratmadan ortaokula devam ettirmemek gerek belki de…
Türkiye’de ortaöğretimde coğrafya dersleri yok olmak üzere, sadece sözel öğrencilere okutuluyor. Sayısal grup öğrencilerine hiç coğrafya okutulmuyor, sınavlarda da coğrafya soru sayısı altıya düştüğünden öğrenci coğrafya çalışmıyor. Liseyi bitiren pek çok öğrenci, mühendislik bölümlerine coğrafya okumadan giriyor. Kamu ya da özel kurumlarda doğayı etkileyecek alanlarda uzman oluyorlar. Hava, su, toprak kirliliği, atık yönetimi, iklim, iklim değişikliğiyle alakalı pek çok mühendislik alanında coğrafya hiç okutulmuyor. Doğal sistemlerle ilgili en temel dersi görmüyorsunuz. Ülkenin havasıyla, suyuyla, toprağıyla ilgili bilgisi olmayan milyonlarca genç okullardan mezun oluyor. İklimi hiç okumamış insana iklimle ilgili görevler veriliyor, hiç iklim bilgisi almadan jeolog, hidrojeolog oluyorlar. Sadece mühendislik bilgisiyle, “Bu projenin Çanakkale’nin havasına suyuna, toprağına, ekosistemine, endemik türlerine zararı olmaz. Biz araştırdık” deniyor. Çünkü temel doğa bilgisine sahip değil.
Ortaöğretimde coğrafya dersleri yok olmak üzere, sayısal grup öğrencilerine hiç coğrafya okutulmuyor. Sınavlarda coğrafya soru sayısı altıya düştüğünden öğrenci coğrafya çalışmıyor. Ülkenin havasıyla, suyuyla, toprağıyla ilgili bilgisi olmayan, iklimi hiç okumamış insana iklimle ilgili görevler veriliyor, hiç iklim bilgisi almadan jeolog, hidrojeolog oluyorlar.
Bir söyleşinizde doğa ile doğrudan ilgili Tarım ve Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gibi kurumlarda coğrafya kökenli iklimbilimci bulunmaması nedeniyle iklim değişikliğiyle mücadelede yetersiz, afetlerle mücadelede hazırlıksız ve savunmasız kaldığımızı söylüyorsunuz. İlgili bakanlıkların durumlarını nasıl tanımlarsınız?
Tarım Orman Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve bunlara bağlı pek çok genel müdürlük, enstitü doğrudan iklim değişikliği, kuraklaşma ve çölleşmeyle ilgili. Bu kurumların yüzde 99,9’unda, coğrafya kökenli iklimbilimci, hidroklimatolog, kuraklık uzmanı, afet uzmanı, biyocoğrafyacı yok. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın iklim değişikliği dairesinde coğrafya kökenli klimatolog, hidroklimatolog, ekolojik biyocoğrafyacı, iklimbilimci yok. Bu, şu anlama geliyor: Türkiye Cumhuriyeti doğa bilimlerinin anası, kraliçesi olan coğrafyadan yararlanmıyor. Ben kamuda uzun yıllar çalıştım. Ve ne zaman istenirse kamuya gönüllü olarak katkı veren, kamu yararına yazıp çizen bir insanım. Eskiden sosyal medya yoktu, sorulduğunda anlatıyorduk. Üç-beş yıldır birçok insanın makalelerine koyamayacağı kadar analiz yaparak duyuruyorum. Akdeniz’deki ve Güneybatı Anadolu’daki yangınları önceden tahmin ettim; panik olmasın diye bilimsel bir dille anlattım. Hatta büyük yangınlara dönüşmesine neden olan fönlü hava tipini de öngördüm. Kamuda iklim değişikliği, kuraklık, çölleşme, afetler konusunda pek çok proje yapılıyor. Ama bahsettiğimiz meslek grupları ve uzman kadro bu kurumlarda çalışmadığı için bu projeler hakkıyla hayata geçirilemiyor.
Küreselleşmeye, liberal ekonomiye, kapitalizmin bunalımına, Paris Antlaşması’nın çerçevesine baktığımda 3°C’lik bir küresel ısınmanın gerçekleşeceğini düşünüyorum. 3°C’lik bir ısınma, yıllık ortalamada 3-5°C, yaz mevsiminde 7-8°C daha sıcak, kuraklığın, orman yangınları sıklığının ve şiddetinin katlanarak artacağı bir Türkiye demek.
Küresel ısınmanın vardığı noktayı ve küresel iklim mücadelesinin gidişatını dikkate alarak, gelecekte bizi bekleyen en olumlu ve en olumsuz tablolar nasıl olabilir?
Söylediğim gibi, Türkiye için durum olumlu değil. Ama iklim değişikliğiyle küresel mücadelenin başarısı tabii ki Türkiye için konuştuklarımızı da bağlayacaktır. Shared Socioeconomic Pathways (SSP), yani Paylaşılan Sosyoekonomik Yollar IPCC’nin yeni senaryo seti. Daha önce Representative Concentration Patways (RSP), Temsili Yoğunluk Yolu vardı. Paris Antlaşması’nı dikkate alarak ismini değiştirdiler. Her şeyin ismi de çok süslü bu arada. Ama sonuç değişmiyor, iklim diplomasisi geriye gidiyor. SSP’lere baktığımızda, artık 1,5-2°C’lik ısınmayı tartışacak bir durumda değiliz, çünkü küresel ısınmayı 1,5-2°C’de tutacak bir küresel iklim değişikliği mücadelesi anlayışı ve iklim diplomasisi yok. Bugünkü konjonktürde küreselleşmeye, liberal ekonomiye, ülkelerin rekabetine, kapitalizmin bunalımına, Paris Antlaşması’nın çerçevesine baktığımda, ne yazık ki önümüzdeki onyıllarda 3° C’lik bir küresel ısınmanın gerçekleşeceğini düşünüyorum. 3°C’lik bir ısınma, yıllık ortalamada 3-5°C, yaz mevsiminde 7-8°C daha sıcak, kuraklığın, orman yangınları sıklığının ve şiddetinin katlanarak artacağı bir Türkiye demek. Bu da sıcak hava dalgalarına, toprak neminin, yeraltı su kaynaklarının zayıflamasına, kar yağışlarının giderek seyrelmesine, yağsa bile karın yerde kalma süresinin azalmasına, tarımda ciddi rekolte kayıplarına, gıda fiyatlarının artmasına neden olacak. Parası olan pek çok gıdaya erişebilecek, yoksullar ciddi gıda güvencesizliği sorunu yaşayacak. Artan nüfusun büyük kentlerde barındırılması, o bölgelerdeki içme ve kullanma suyu üzerindeki varolan baskıyı katlayacak diye düşünüyorum. Bu nedenle, Glasgow’dan başlayarak küresel ölçekte sera gazı salınımını azaltacak tüm önlemler hızla alınmalı. Ormansızlaştırma hızla azaltılmalı. Başta ormanlar olmak üzere, tüm karbon yutakları kuvvetlendirilip artırılmalı. Türkiye gibi sıcak nokta ülkelerinde etkilenebilirlik risk çalışmaları yapılmalı. Öncelikli alanlar, konular, sektörler belirlenmeli. İklim değişikliği bağlantılı afet risk azaltım planları, bölgesel, yöresel düzeyde, su ve tarım havzalarında, çok-disiplinli, çok-katılımlı, kamunun öncülüğünde, tüm ilgili paydaşların katıldığı platformlarla eşgüdüm içinde yapılmalı, yürütülmeli.