ÖLÜYE SAYGI VE ADALET

Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı
8 Ekim 2022
Yas, Farid Daz, 1996
SATIRBAŞLARI

Bazen evlatlarının naaşları ailelere verilmiyor, kimi zaman karanlıkta sessiz sedasız defin işlemleri yapılıyor, mezarlıklar tahrip ediliyor, ölüler mezardan çıkarılıyor, naaşlar bir torbanın ya da kutunun içinde ailelere teslim ediliyor… Hepsi insanın kanını donduran şiddet biçimleri. “Ölüye şiddet” nasıl açıklanabilir, nasıl bir anlam barındırıyor?

Derya Aydın: Ölülere yönelik şiddet çok-yönlü. Ölü bedenlerin lâyıkıyla defnedilmemesi sürecinin tamamı bir şiddet: Ölünün ihmal edilmesi, defnedilememesi, onun için bir mezar inşa edilememesi, defin töreninin yapılamaması, taziyenin kurulamaması… Yine ölü bedenin bütünlüğünün bozulması, parçalanması. Aynı zamanda, yasın tutulamaması, kesintiye uğraması, yasaklanması… Sadece ölülere yönelik de değil, onların hatırasına yönelik hakaretin olması, hatıralarının saygı görmemesi, tam tersi değersizleştirilmesi. İmam ya da gassalların ölü bedenleri yıkamayı reddetmesi. Nasıl bir hayat sürmüş olduğu ve nasıl bir tören talep ettiği görmezden gelinerek illa belirli dini ritüellerle defnedilmeye zorlanmaları… Ölü bedene, geçmişine ve ölüm sonrasına yönelik bir bütün olarak saygısızlıkla beslenen bir şiddetten bahsediyoruz. Tüm bunlarla beraber ölünün yakınlarına, ardında kalan sevdikleri, eşi, çocuğu, yoldaşı, arkadaşlarına yönelik de bir şiddet biçimi bu.

Antropolog Derya Aydın, avukat Muhittin Muğuç ve akademisyen Aslı Zengin

Ölüye şiddete karşı mücadelede nasıl bir deneyim, birikim var?

Aydın: Ölüye karşı şiddet hep vardı, buna karşı mücadele de hep oldu. Bu mücadele Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’yle başlamış değil. Örneğin Mezopotamya Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Derneği (MEYA-DER) 2016’da KHK’yla kapatıldı. MEYA-DER çatışmalarda hayatını kaybedenlerin cesetlerinin bulunması, defin işlemlerinin hakkıyla yapılması ve yasın lâyıkıyla tutulması, ölülere yönelik şiddetin önüne geçilmesi için kurulmuş bir kurumdu. O kapatılınca Diyarbakır’da Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma, Dayanışma, Birlik ve Kültür Derneği (MEBYA-DER) kuruldu. İstanbul merkezli Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (YAKAY-DER) vardı, o da kapatıldı. Sonra, Anadolu Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği(ANYAKAY-DER) kuruldu. İnsan Hakları Derneği’nin(İHD) çalışmaları zaten vardı. Hak ihlallerinin kaydedilmesi, zorla kaybetmeler, faili meçhuller gibi şiddet süreçlerinde hukuki başvuruların yapılması, toplu mezarların bulunması gibi çok kıymetli çalışmalar yürüttüler. Siyasi partilerin, kadın hareketinin, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) gibi kurumların bu alanda çalışmaları oldu. Cumartesi Anneleri mücadelesi muazzam bir deneyim. Kamusal alanda dile gelmeyen bir hakikati, zorla kaybetmeler gerçeğini haykırdılar. Evlatlarının, yakınlarının akıbetini sordular ve kamusal alanda toplu biçimde yas tuttular. Bu, ölülere yönelik şiddete karşı bir başkaldırıydı.

Farklı biçimlerde ayrımcılığa uğrayan toplumsal grupların ölülerini yan yana getirirsek nasıl köprüler kurarız diye kafa yoruyoruz. Yasımızı ortaklaştırarak, birbirimizin ölüleri için kolektif olarak yas tutabilmeyi öğrenerek yaşama ve siyasete yeni alanlar açabileceğimizi umut ediyoruz.

Alevilerin de ölülere sahip çıkma konusunda ciddi bir deneyimi var. Kentlerdeki yöre derneklerinden tutun Cemevlerine kadar, yıllarca definlerin lâyıkıyla yapılması için çaba sarf ettiler. Ayrıca, erkekler tarafından katledilen kadınların cenazesine yıllardır kadın örgütleri sahip çıkıyor. Kürt kadınlar bu konuda ataerkil kodları yerle bir eden bir deneyim ortaya koydu. Kadınların omzunda cenazelerin taşınması dini bir gelenek değil, ama kadınlar yıllardır bunu yapıyor. Kadınlar ölü bedene yönelik şiddetin toplumsal cinsiyetini de bu şekilde çok çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Aynı şekilde, LGBTİ+’lar da. Katledilen, yok sayılan, en iyi ihtimalle ihmal edilen LGBTİ+’ların cenazelerine arkadaşları, yoldaşları sahip çıkıyor. Demokratik Alevi Hareketi bileşenlerinin geçtiğimiz mayıs ayında, “Cemevlerimizin kapısı LGBTİ+’lar başta olmak üzere herkese açıktır” kararı böylesi bir mücadelenin sonucunda çıktı.

Aslı Zengin: LGBTİ+ siyaseti yıllardır bu alanda mücadele veriyor. İstanbul LGBTT Derneği’nin 2008-2017 arasında aktif olduğu zamanlarda trans cinayetlerine dair düzenlediği kampanya ve eylemler unutulmamalı. Bu eylemlerin çoğu trans kadın cinayetleri karşısında devletin ve toplumun takındığı eşitsiz tavra vurgu yapıyordu. Eylemlerin yanı sıra LGBTİ+ cenazelerinin kendisi kuirler ve translar için önemli bir toplumsal ve siyasi meseleye dönüşüyordu. Hâlâ da öyle. Yine feministler yıllardır kadın cinayetlerine karşı mücadele veriyor. Burada önemli nokta, iki mücadeleyi de ortaklaştıran ‟haksız tahrik indirimi”sayesinde katiller ceza indirimi alırken, yasanın kendisi hukuki araçlarla öldürülen bedenleri değersizleştiriyor. Kaybın kendisine, dolayısıyla da yası tutulan bedene, ceza indirimi yoluyla sembolik şiddet uyguluyor ve fiziksel şiddet ve cinayetlerin normalleşmesine katkıda bulunuyor. Tabii bu cinayetlerin işlenme biçimleri üzerine de konuşmak lâzım. Özellikle trans ve natrans kadın cinayetlerinde bedene işkence ederek, defalarca bıçak saplayarak ya da bedeni yakarak öldürme olaylarına tanık oluyoruz. Ayrıca, bu cinayetlerin basında yer alma biçimleri de ölüye yönelik şiddetin başka bir boyutu. Öldürülen LGBTİ+ ve kadınların hayat hikâyeleri, cinsellikleri ve cinsiyet kimlikleri bir sürü ahlak koduyla şekillendirilerek topluma servis ediliyor. Bu da ölüye ve ardında kalanlara uygulanan sembolik şiddetin bir örneği.

Sur’da yaşamını yitiren Dilber Bozkurt’un Mardin Dargeçit’te düzenlenen cenaze töreninde TOMA tabuta su sıktı, 23 Mart 2016

Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi toplumun farklı kesimlerinin, saydığınız kurumlardan temsilcilerin, ölülerinin peşindeki ailelerin, adli tıpçılardan hukukçulara çeşitli uzmanların içinde yer aldığı çok bileşenli bir yapı. Aynı çatı altında toplanma ihtiyacı neden doğdu ve nasıl gerçekleşti?

Aydın: 2013-15 arasında, çatışma ve şiddetin durduğu dönemde, az önce bahsettiğimiz çalışmalar arttı. O dönemde lâyıkıyla defnedilemeyenler için mezarlar inşa edildi. Ancak, 2016’da yeniden çatışmalı süreç başladığında ölülere yönelik şiddetin daha çetin bir biçimini gördük. Tüyler ürpertici yeni görüntülere tanık olduk: Ölü bedenlerin yerde kalması, araçların arkasında sürüklenmesi, buzdolabında saklanmak zorunda bırakılması, mezarlıkların tahrip edilmesi… Bunlardan biri de Bitlis’te yaşandı. Garzan Mezarlığı’ndan kepçelerle bütün cesetler çıkarılıp İstanbul’a gönderildi. Çıplak ölü bedenlerin teşhiri ve ölülerin ailelere kargoyla gönderilmesi gibi birçok örnek yaşandı. Bunları yaşarken “ne yapabiliriz” diye düşünmeye başladık. Tutulamamış, kesintiye uğramış yaslar üzerine çalıştığım için yas üzerinden bir mücadele ortaklığı oluşturma düşüncesi vardı aklımda. Yas üzerinden bir mücadele ortaklığı oluşturulabilir mi fikri Judith Butler’dan da edindiğim bir fikirdi. Özellikle bu alanda çalışan akademisyenler, Hişyar Özsoy mesela, bu ortak mücadeleyi kurma fikri üzerine bir araya geldi. Az önce saydığım kurumlar ile hak savunucularının, akademisyenlerin, sosyologların, antropologların, gazetecilerin oluşturduğu geniş bir grup bir araya gelerek bir hazırlık toplantısı düzenledik. Bazı kurumlarda hâlihazırda çalışma yürüten ailelerle, yani bu sürecin doğrudan muhatabı olan, o şiddetin hedefindeki kişilerle de biraraya geldik. Ama inisiyatif olarak ilk toplantımızı 9 Ocak 2021’de yaptık ve o günden beri çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Artık sadece bir Kürt annesi ya da Kürt ailesi ölüsünün ya da onun hatırasının peşinden koşmuyor. “FETÖ yargılaması” diye bilinen sebeple cezaevinde hayatını kaybedenlerin mezarlığının olmadığına, bir mezarları olsa dahi bunun “hainler mezarlığı” diye adlandırıldığına şahit olduk. Alevilerin istedikleri şekilde defin hakkının engellendiğini gördük. LGBTİ+’lar için de aynı şey geçerli. Bizi bir araya getiren bu oldu.

Muhittin Muğuç: Türkiye’de uzun süreden beri ölülere yönelik saldırılar var. Ama artık sadece bir Kürt annesi, bir Kürt babası ya da Kürt ailesi ölüsünün ya da onların hatırasının peşinden koşmuyor. Binlerce insan bu durumun mağduru oldu. Son olarak, “FETÖ yargılaması” diye bildiğimiz ve bu sebeple cezaevinde hayatını kaybeden ya da öldürülen insanların mezarlığının olmadığına, bir mezarları olsa dahi bunun “hainler mezarlığı” diye adlandırıldığına şahit olduk. Alevilerin cemevinde ya da ailelerin istedikleri şekilde defin hakkının engellendiğini gördük. LGBTİ+ bireyler için de aynıları geçerli. Bizi bir araya getiren bu oldu. İnisiyatif, biraz bölük pörçük olan, herkesin kendi çapında, kendi penceresinden mücadelesini verdiği bu konuda mücadeleyi ortaklaştırabilmek adına oluştu.

Zengin: Toplumsal ve siyasi alandan çeperlere itilen çok fazla yaşam var ve bu çeperler otoriter ve faşist yönetim biçimleriyle gitgide genişliyor. İnisiyatif olarak, farklı biçimlerde ayrımcılığa uğrayan toplumsal grupların ölülerini yan yana getirirsek nasıl köprüler kurarız diye kafa yoruyoruz. Yasımızı ortaklaştırarak, birbirimizin ölüleri için kolektif olarak yas tutabilmeyi öğrenerek yaşama ve siyasete yeni alanlar açabileceğimizi umut ediyoruz.

İnisiyatif olarak iki yıldır çeşitli çalışmalar yürütüyorsunuz, birçok panel de yaptınız. Bu panellerde konuyu nasıl ele aldınız?

Aydın: Panellerde ölülere yönelik şiddeti her açıdan ele almaya, kamusal alanda konuyu doğru kavramlarla dile getirmeye çalıştık. Meselenin hukuki, politik ve tarihsel bağlarını konuşabilmek önemliydi. Ölüye Saygı ve Adalet Panelleri serisinin ilkini 10 Nisan 2021’de Türkiye’de Ölülere Yönelik Şiddet başlıklı panelle yaptık. İkinci panelimizde Ermenilerin, Êzidilerin, Hristiyanların, Müslümanların, Alevilerin, yani farklı inançların meseleyi nasıl ele aldıklarını konuştuk. Hukuk ve adli tıp açısından konuyu ele alan paneller yaptık. Hukukçular ulusal ve uluslararası mevzuatta ölülerin hakkına dair düzenlemelerin ne kadar sınırlı olduğunu tartıştı. Meselenin merkezinde yer alan adli tıp devletin bir aparatı. Arjantin ve Şili’de “askeri darbenin kirli çamaşırlarını yıkayacağı bir makinaya ihtiyaç vardı, bunun üzerine adli tıp kuruldu” denir. O panelde “özerk bir adli tıp mümkün mü?” tartışmaları yapıldı. Ölülere yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet boyutunu konuştuğumuz bir panel yaptık. Basında ölülere yönelik şiddetin nasıl yer aldığını ve almadığını, nasıl normalleştirildiğini tartıştığımız basın paneli yaptık. Yas ve hafıza üzerine de bir panel yaptık. Aslı “seküler yas” konusunu gündeme getirdi, çok kıymetliydi. Son panelimizdeyse ölülere yönelik şiddeti en yakından deneyimlemiş on aile konuştu. Kobani’de hayatını kaybeden Aziz Güler’in ailesinden LGBTİ+ ailelerine, mülteci bir aileden Garzan Mezarlığı’na defnedilip cenazesi taşınan kişilerin ailelerine kadar farklı kesimlerden katılımcılar yaşadıklarını anlattılar.

Ölüm ve yas üzerinden ortaklıklar inisiyatifte nasıl inşa ediliyor?

Zengin: Farklı grupların ölülerini ve yasını ortaklaştırabilmemiz için ölüye şiddet meselesini tarihselleştirmemiz gerektiğini bu inisiyatif içerisinde defalarca vurguladık. Devletin ve içinde yaşadığımız egemen Sünni Müslüman toplumun kurucu unsurlarından biri gayrimüslimlere yönelik soykırımlar. Ermeni, Süryani ve Rum katliamlarıyla yüzleşmeden hiçbir yere varamayacağımız kabulü ortaklaştığımız siyasi hatlardan biri. En çarpıcı örneklerden birini Gezi protestoları sırasında gördük. Gezi Parkı aslında Ermeni mezarlarının üzerine inşa edilmiş bir mekân.

Katledilen, yok sayılan, en iyi ihtimalle ihmal edilen LGBTİ+’ların cenazelerine arkadaşları, yoldaşları sahip çıkıyor. Demokratik Alevi Hareketi bileşenlerinin “Cemevlerimiz LGBTİ+’lar başta olmak üzere herkese açıktır” kararı bir mücadelenin sonucudur.

“Gezi eylemleri birkaç ağaçtan başladı” diye anlatılıyor, ama o ağaçların kökü toprağın altında yatan Ermenilerin naaşlarından besleniyor. Yine memleketin dört bir tarafından Ermeni mezarlarının tahrip haberleri geliyor. Bazı binaların inşasında kullanılan taşların Ermeni mezarlıklarından çalınmış taşlar olduğunun fotoğrafları dolaşıyor. Yine Yahudi, Rum ve diğer gayrimüslim mezarlıkları da benzer talan örneklerine maruz kalıyor. Gayrimüslimlere yönelik bu şiddeti Kürtlere yönelik ırkçı ve Alevilere yönelik mezhepsel şiddetle beraber düşünebilmek için paneller organize ettik. Ve tabii ki bu mesele egemen cinsiyet ve cinsellik ilişkilerinden bağımsız olarak düşünülebilecek bir mevzu değil. O yüzden LGBTİ+ ve feministlerin bu alandaki mücadelelerini içermek de inisiyatifin çok önem verdiği bir boyut.

Aydın: Kürtler bu alanda en örgütlü kesim. Çünkü yıllardır ölülere yönelik şiddetin her biçimine tanık oldular ve buna karşı kurumlar oluşturdular. Ölülere sahip çıkmak ya da ölüler şiddetin hedefinden çıksın diye kurum oluşturmak sıradan bir deneyim değil. Düşünün ki, hayatını kaybetmiş bir sevdiğinizi gömebilmek, insanlık tarihi kadar eski ve olağan bir ritüeli gerçekleştirebilmek için birçok baskıyı göze alarak kurumlar oluşturmak zorunda kalıyorsunuz. Kürtler bunu yapıyor. Ama Kürtlerin bunu tek başına yapıyor olması ölülere yönelik şiddetin karşısında durmak için yeterli olmuyor. Ayrıca, Kürtler bunu yaparken başka kesimlerin de benzer süreçleri yaşadığına tanık oldular. Yasta bile cinsiyetçiliğin sürdüğünü görmek çok çarpıcı. Kendi araştırmamda kadınların yas eylemlerinde neden hep en önde yer aldığını anlamaya çalıştım. Plaza De Mayo Anneleri’nden Cumartesi Anneleri’ne, Barış Anneleri’nden MEBYA-DER ve ANYAKAY-DER’e kamusal alandaki yas ayrımcılığına neden en önde kadınların itiraz ettiğini anlamaya çalıştım.

Agit İpek’in cenazesi annesi Halise Aksoy’a kargoyla gönderildi, 10 Nisan 2020 (solda), Sur’da 2 Aralık 2015’te ilan edilen sokağa çıkma yasağı sürecindeki çatışmalarda yaşamını yitiren Hakan Arslan’ın kemikleri yedi yıl aradan sonra babası Ali Rıza Aslan’a bir torba içerisinde teslim edildi.  Fotoğraf: Mezopotamya Ajansı

“Yasta cinsiyetçilik” ne demek?

Zengin: Türkiye’deki hâkim cenaze ve yas ritüelleri Sünni İslam değerlerine göre şekilleniyor. Bu değerler cenaze törenlerinde kadın-erkek cinsiyet ikiliğini baz alıyor. Ölünün yıkanıp hazırlanmasından defnine kadar olan süreç kadın ve erkek için farklı düzenleniyor. Dolayısıyla, ikili cinsiyet düzeni dışında kalanların cenazesi bir şiddet veya dışlanma alanına dönüşebiliyor. Örneğin, trans ve kuirlerin cenazeleri aileleri tarafından reddedilip sahipsiz bırakılabiliyor. Çocuklarının ölüsünü reddeden, onlara mezar yeri bile lâyık görmeyen kan bağı aileleri var. Bu aileler, çocuklarının parçası olmayı tercih ettiği seçilmiş aile bağlarına cenaze esnasında karşı çıkarak yasın toplumsal biçimlerini cinsiyet ve cinsellik temelinde yasaklayabiliyorlar. Bunu yaparken de sırtlarını devletin kendilerine verdiği aile haklarına, miras hukukuna yaslıyorlar. Devlet kan bağını yasalar yoluyla tüm diğer yakınlıkların üzerinde tanımladığı için aileye hem cenazeyi yasal olarak kimsesiz kılma, hem de cenazeye sahip çıkmak isteyen diğer yakınlık ilişkilerini inkâr etme yetkisini veriyor. Böylece devlet, yakınlık ilişkisini ailenin kan bağı üzerinden elde ettiği bir ayrıcalığa ve mülke dönüştürüyor.

Kuir, trans ve kadın cinayetlerinde katiller ‟haksız tahrik”le ceza indirimi alırken, hukuki araçlarla öldürülen bedenler değersizleştiriliyor. Yası tutulan bedene, ceza indirimi yoluyla sembolik şiddet uygulanıyor, fiziksel şiddet ve cinayetler normalleştiriliyor.

Aynı dışlama mekanizmalarını “genel ahlak” diye tabir edilen değerlerin dışında yaşayan kadınların cenazelerinde de görebiliyoruz. Seks işçiliği yapan ya da cinselliğini evlilik dışı yaşamayı seçen heteroseksüel kadınların cenazeleri de benzer şiddet biçimlerine uğrayabiliyor. Ya da tecavüze veya tacize uğrayıp öldürülen ve ölüsüne sahip çıkılmayan kadınlar da var. Başka bir örnek ise, toplu yas tutma hakkı elinden alınan seks işçileri, kuirler ve translar. Aile tarafından dışlandığı için geniş aile içerisinde bir kayıp yaşandığı zaman kendisine haber verilmeyen, cenazeye çağrılmayan ve cenazeden kovulan insanlar var. Tüm bu örnekleri beraber düşündüğümüzde cenaze ve yas pratiklerinin egemen cinsiyet ve cinsellik değerleriyle nasıl yakından ilişkili olduğunu anlayabiliriz.

Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin “Yas, Hafıza ve Politika” panelinde Türkiye’deki seküler yas tutma pratiklerinin ve alanının eksikliğine dikkat çeken bir konuşma yapmıştınız. Seküler yas ne demek?

Zengin: Herkes bir dine mensup olmak veya inançlı olmak zorunda değil. Oysa cenaze ritüellerinde dini dayatmaları çok keskin bir biçimde görüyoruz. Dini çerçeveler dışında toplum nazarında kabul görmüş bir cenaze ve yas geleneği yok. Bunun da bir politika alanı olması gerekiyor. İnsanlar vasiyetlerinde cenazelerinin nasıl olmasını istediklerini açıkça belirtseler dahi nihai karar genelde ölen kişiyle kan bağı olanlara veriliyor. Mesela yakılmak isteyen ya da dini merasim olmadan gömülmek isteyen insanların isteklerine neden etkili bir cevap üretemiyoruz? Şu soruları kamusallaştırmak önemli: Cenaze ve yası dini çerçeveler dışında nasıl düşünebiliriz? Ya da hâlihazırda var olan birtakım ritüelleri sekülerleştirmek mümkün mü?

Hâkim ritüellerin dışında uygulama örnekleri var mı?

Zengin: Mesela, trafik kazasında kaybettiğimiz LGBTİ+ ve feminist mücadele arkadaşımız sevgili Zeliş’in cenaze töreni aklıma geliyor. Zeliş’in tabutu Kuran’dan ayetler içeren yeşil bir örtüyle kaplanmadı, onun yerine gökkuşağı ve femina bayraklarıyla sarıldı. Ya da başka bir trans arkadaşın cenazesini gassallar cinsiyetine uygun yıkamak istemediği için ölen arkadaşımızın trans arkadaşları gasilhaneye girerek bu ritüeli gerçekleştirdi. Bunlar dini alana yapılan seküler müdahaleler ve egemen olanı değiştirip dönüştürebilecek hamleler.

Bu ortak ve çok bileşenli mücadele hattını örmenin zorlukları oluyor mu?

Aydın: Başkasının ölümüne saygı bir arada yaşamanın asgari bir talebi. Bu, insanlık tarihi kadar eski ve haklı, meşru bir talep. Ama şöyle bir şey var. Kürtler kendi ölülerine, onların hatırasına sahip çıkarken beraber yaşadıkları halkların cenazelerine saygı göstermeyebildiler. Örneğin, 1915’te katledilen birçok Ermeni’nin cenazesi yerde kaldı, toplu biçimde derelere atıldı, dağ başlarında kaldı, kent merkezlerinde imha edildi, çöplüklere atıldı. Kürdistan’ın birçok yerinde Ermenilerin mezarlıklarının mezarlık olduğu dahi artık anlaşılmayacak halde. Süryanilerin mezarlıkları, ölü bedenleri hâlâ şiddetin hedefinde. Êzidiler örneğin, 73 soykırımdan geçmiş, bu coğrafyanın kadim bir halkı. “Kürtlerin dedesiyiz” derler. Bir Êzidi kampında, Şengal’den gelen bir Êzidiye “Êzidiler de Kürt” demiştim, “hayır, Kürtler Êzididir, biz sizin atanızız” demişti. Ama Êzidilerin bırakın ölülerine saygı duymayı, Avrupa’ya göç etmiş ve şimdi kendi kentlerine, Batman’a ya da Mardin’e geri gelip yeniden evini yapmak isteyen Êzidiler sorunlar yaşayabiliyor, mezarlıkları tahrip ediliyor, kırılıyor, yıkılıyor. Dolayısıyla, Kürdistan tarafına baktığımızda ölülere yönelik şiddetin çok-yönlü olduğunu, tarihsel olduğunu, yaygın olduğunu, eş zamanlı yürüdüğünü ve belki de en önemlisi çok-failli olduğunu gördük. Bana sorarsanız, Kürtler de bunu görüyor artık. Kendi ölülerine, “politik ölümlere” sahip çıkmaya başladıklarında bu sosyolojik hakikatle de karşılaştılar. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi bu açıdan da yeniden düşünmek için önemli bir çalışma.

Ermeni, Süryani ve Rum katliamlarıyla yüzleşmeden bir yere varamayacağımız ortaklaştığımız hatlardan. En çarpıcı örneklerden biri Gezi. Gezi Parkı Ermeni mezarlarının üzerine inşa edilmiş bir mekân. “Gezi eylemleri birkaç ağaçtan başladı” diye anlatılıyor, ama o ağaçların kökü toprağın altında yatan Ermenilerin naaşlarından besleniyor.

Evet, İnisiyatif’in her aşamasına tanık olan biri olarak, çok bileşenli böyle bir mücadele hattını örmenin hiç kolay olmadığını söylemeliyim. Başkasının acısına bakmak o kadar kolay değil. Bunu önerdiğinizde hem çok ciddi ilgi görüyorsunuz hem de ciddi tepkiler alabiliyorsunuz. Bu siyasi atmosferde bunu yapmaya çalışmanın zorlukları bir yana, kendi acısının görünür olmasını isteyenler dahi başkasının acısına bakamayabiliyor. Ne yazık ki, azınlıklaştırılmak istenen toplumlar dahi ölü bedenler özelinde bir ayrımcılık talep edebiliyor. Açıktan olmasa da sahip oldukları imtiyazları korumak istiyorlar. İnançlar ve cinsler özelinde bariz biçimde bunu görmek mümkün. Kolay değil, ama İnisiyatif’in içinde yer alanların başkasının acısına bakma cesareti gösteren kurumlar ve kişiler olduğunu düşünüyorum. Ölülerimize karşı politik ve etik sorumluluğu üzerimize alarak bu zorluğun üstesinden gelebileceğimize inanıyorum.

Ölüsünü gömmenin, ona sahip çıkmanın geride kalanlar için nasıl bir anlamı var? Siz bir hukukçu olarak ölülerini arayan ailelerle yakın temastasınız, gözlemlerinizi aktarır mısınız?

Muğuç: Dahil olduğum cenazeler için şunu söyleyebilirim, aileler bu kayıpları olağan olmasa da kabul edebiliyor. Bir insan dünyaya geldiği gibi, hayatını kaybedecektir de. Bu bazen erken olur, bazen geç. Aileler bunun farkında. Ancak, aileler diyor ki, “oğlumun, kızımın cenazesini görmedikçe, mezarını görmedikçe onun öldüğüne inanmayacağım.” Bir son görevmişçesine evladını, annesini, babasını kucaklamak istiyor. Gömülme o kişiyle vedalaşma isteği. Yani “evladımın, kardeşimin, annemin, babamın bir yerinin olması, bir mekânının olması gerekir” diyor aileler. Aileler doğmak kadar ölmenin de doğal olduğunu kabul ediyor, ama ölüleriyle vedalaşmak istiyor. Gömülmeye ve mezarlığa atfedilen anlam bu.

Aydın: Bence “gömülme ne demek?” sorusundan önce “ölüm ne demek?” diye sormak gerekiyor. Ölümü nasıl kavrıyoruz? Çünkü gömülme dünyadaki tek form değil. Kimi toplumlar ölülerini yakıyor, kimileri suya bırakıyor. Antropolog Arnold van Gennep’in çokça vurguladığı “rites of passage” diye bir şey var, “geçiş evresi” deniyor. Yaşamdan başka bir evreye geçme hali. Kişinin neyle gömüldüğü, nereye defnedildiği ölümü nasıl algıladığınızla ilgili. Ölümü tanımlama biçimleri de toplumdan topluma farklılaşıyor.

Kürtler bu alanda en örgütlü kesim. Ama Kürtlerin bunu tek başına yapıyor olması ölülere yönelik şiddetin karşısında durmak için yeterli olmuyor. Ayrıca, Kürtler bunu yaparken başka kesimlerin de benzer süreçleri yaşadığına tanık oldular. Yasta bile cinsiyetçiliğin sürdüğünü görmek çok çarpıcı.

Yaptığınız panellerde bu konu nasıl tartışılıyordu? Aileler ne diyordu mesela?

Aydın: Farklı İnançlar, Cenazelere ve Mezarlıklara Yönelik Saldırıları Konuşuyor başlığı altında bir inanç paneli düzenlemiştik. Êzidi bir konuşmacı, Hacı Çelik, şu ifadeyi kullanmıştı: “Biz ‘öldü’ demeyiz, ‘kiras guhertin’ diyoruz.” Kiras guhertin Kürtçede elbise değiştirmek anlamına geliyor. Yine aynı panelde, Alevi bir konuşmacı, Menşure Doğan, “biz de Hakk’a yürümek diyoruz” demişti. “Biz yaşayanla öleni keskin bir biçimde ayırmıyoruz, yaşayanla ölen bizim açımızdan çok farklı değil” diye anlatmıştı. “İnsan ölüsünü gömen canlıdır” söylemi var, ama her toplum ölüsünü gömmüyor. Ölü gömme çok eski bir gelenek tabii. Özellikle tektanrılı inançlarda ölü bir bedenin geleceğe ve geçmişe uzanan bir yanı var; bitmiş bir mevzudan söz etmiyorsunuz. Katherine Verdery bunu “ölü bedenlerin siyasal yaşamı” kavramıyla ifade etti.

Bitlis’teki Garzan Mezarlığı’ndan çıkarılan 267 cenazeden 10’unun kemikleri, yapılan DNA eşleşmesinin ardından iki yıl sonra ailelerine teslim edildi. Fotoğraf: Mezopotamya Ajansı

“Ölü bedenlerin siyasal yaşamı”ndan kasıt ne?

Aydın: Ölüler bir geçmişle önümüzde duruyor. Ölü olsalar da bir hayatları var ve siyasal bir hayat bu. Geçmişten geleceğe doğru uzanan, toplum içerisindeki diğer insanlarla ilişkisi olan bir hayat. Ölünce o siyasal hayat bitmiyor. Sizin onu nasıl yaşattığınız, nasıl hatırladığınız, nasıl hatırlamak istediğinizle de bunun bir parçası. Politik ölümlerde ölmüş bir insanı, bütün o külliyatıyla birlikte hatırlıyorsunuz. O siyasal yaşamı muhafaza ediyorsunuz aslında. Gömmek dediğimiz şeyi politik ölüm söz konusu olduğunda böyle okumak mümkün.

Zengin: “Ölü bedenlerin siyasal yaşamı” aslında çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Ölüm ve cenaze alanına ait söylem ve pratiklerin kime göre nasıl düzenleneceğinin ve nasıl anlamlar bulacağının mücadelesi aynı zamanda, Judith Butler’ın da belirttiği gibi, kimin yasının tutulabileceğine, kimin ölüsünün ve dirisinin değerli olduğuna dair mücadelenin ta kendisini oluşturuyor. Ölüye sahip çıkmak geleceğe dair de mücadeleyi mümkün kılıyor, çünkü onu sahiplenmek geride kalanların birbirini bulmasına, birbirini sahiplenmesine dair bir çabayı ortaya çıkarıyor. Ölüye sahip çıkmak aslında hayatın ta kendisine sahip çıkmak, hayatı her haliyle talep etmek.

Dini çerçeveler dışında toplum nazarında kabul görmüş bir cenaze ve yas geleneği yok. Bunun da bir politika alanı olması gerekiyor. Cenaze ve yası dini çerçeveler dışında nasıl düşünebiliriz? Var olan ritüelleri sekülerleştirmek mümkün mü?

Ölü bedenin siyasetinden bahsederken ölümdeki adaletsizliği vurgulamak gerekiyor. Kimliksizleştirme ve kimsesizleştirme ölüm sonrasında çok sık başvurulan bir iktidar teknolojisi. Savaş ve işgalde kimsesizleştirilen, ölümleri birer sayıya dönüştürülen ya da aile ve akrabalık kurumunun kimsesizleştirdiği birçok insan var. Ama bazen bu ölüler isimsiz, kimsesiz, unutulmuş veya harcanmış olmayı reddedebiliyor. Hayatın akışına musallat olarak adalet talep etmeye başlıyorlar. Bu da ölünün ardında bıraktığı izler, hafıza parçacıkları, kalıntılar üzerinden kendini gösteriyor, hatırlanma ve yas bir adalet temennisi olarak ortaya çıkabiliyor.

Ölü beden, mezar ve yaşayanlar arasındaki ilişki bir “hafıza” ilişkisidir diyebilir miyiz?

Aydın: Gömme işlemiyle hafızayı bir mekâna aktarmış oluyorsunuz. Saldırıları da hafızaya saldırı olarak okumak gerekiyor. Ölüm ve ölüm etrafındaki ritüeller hem bireylerin hem de toplumların anlam dünyası için çok önemli. Toplumların bir arada yaşamasının etik ilkelerini oluşturan ilk metafizik alan ölüm denebilir. Ölümü algılamaya çalışmak, onu nasıl kavradığınız, atalarınızla olan bağınız, onlara olan saygı bütün bunlar toplumun sadece anlam dünyasını değil, gündelik düzenini de belirler. Fustel de Coulanges, Antik Site adlı eserinde kent oluşumunda ölümün etkisinden söz eder. “Aynı atadan gelmiş olmanın, onlara saygı duymanın cemaatin ya da ocağın oluşmasında çok önemli bir yeri var” der. Mesela Roma’da, bir kişi öldüğünde onun maskeleri çıkarılır. Imago denir o maskelere ve maskeler dolaplarda saklanır. O aslında sizin geçmişinizin, aile soyunuzun, atanızın da kanıtladığınız bir materyal olarak orada durması demek. Bir yerde saklanan maske, bir mezarda muhafaza edilen beden veya bir nehir kenarında onu yakmış ya da suya bırakmış olabilirsiniz; ölene ait bir şeyi muhafaza ettiğimiz bir mekân aynı zamanda mezarlık. İmgenin, hafızanın, geçmişin, kaybettiklerinizin, anlam dünyanızın mekânı. Yani hafızayla çok iç içe. Mekân ve varlık iç içe.

Başkasının acısına bakmak o kadar kolay değil. Kendi acısının görünür olmasını isteyenler dahi başkasının acısına bakamayabiliyor. Ne yazık ki, azınlıklaştırılmak istenen toplumlar dahi ölü bedenler özelinde bir ayrımcılık talep edebiliyor.

Zengin: Evet, mezarı sadece fiziksel bir alana ya da mimariye kısıtlamamak gerekiyor. Çok daha geniş anlamları olabilir. Mesela organ nakli yaşamış bir insanın bedenini, organını aldığı kişinin mezarı olarak düşünebilir miyiz? Ya da mezar dediğimiz şey illa bedenin fizikselliğinden bir içeriğe mi sahip olmalı? Bedensiz mezarlar olabilir mi? Kaybedilen ölülerimize nesneler ve semboller üzerinden alternatif mezarlar inşa edebilir miyiz? Bütün bu soruları düşünürken vereceğimiz cevaplar aramızdan ayrılanların ardında bıraktıkları mirasa, izlere ve hatıraya, bizim ise hatırlama ve hafızalaştırma mesuliyetimize bağlanıyor. Mezar mutlaka coğrafi ya da maddesel olmak zorunda değil.

2020 yılında 1+1 için yaptığımız söyleşinin başlığı “Ölülerin gücü, devletin hafıza kırımı” başlığını taşıyordu. Geniş anlamıyla “mezarlık” bir hafıza mekânı, ona saldırı da hafızaya saldırıdır diyebilir miyiz?

Aydın: O söyleşide hafıza ve ölüm arasındaki bağı sorduğunuzda şöyle anlatmaya çalışmıştım: “Ölünün toprağa gömülmesi, bedenin toprağa kazılmasıdır. Bu anlamıyla mekâna hafızanın kazılmasıdır. Ölüye yönelik her saldırı aynı zamanda hafıza mekânına saldırıdır. Bu saldırı bu nedenle hafıza-kırımdır.” Gerçekten de öyle. Hem hafıza hem yaşam her zaman bir mekânda oluyor. Bir şeyi hatırladığınızda bir mekânla beraber hatırlarsınız. Belleğe ilişkin ilk dönem çalışmalar da hep mekân aracılığıyla kavranmış. Platon’dan Freud’a kadar, bellek hep topos (Yunanca “yer”) yoluyla kavranmak istenmiştir. Dolayısıyla evet, mezarlık bir hafıza mekânıdır. Dolayısıyla ona saldırı, sizin geçmişinizi ispatlamak ya da siyasal yaşamınızı muhafaza etmek, hatırasını korumak, toplumda yaşatmak üzere tasarladığınız mekâna saldırı hafızaya saldırıdır. O imgeyi yok etmeye, kazıyıp atmaya dönük bir eylemdir. Ölü bir bedenin ortadan kaldırılması, kaybedilmesi de hafızayı yok etmek anlamına geliyor.

Söyleşinin başlarında, “yeniden çatışmalı süreç başladığında ölülere yönelik şiddetin daha çetin bir biçimini gördük” dediniz. Hacı Lokman Birlik’in zırhlı bir askeri araç arkasında sürüklenen bedeni, kargoyla bir anneye evladının naaşının gönderilmesi zihnimize kazınan ve ilk akla gelenler örnekler. Tarihsel olarak baktığınızda, 2015 öncesi ve sonrasında belirgin farklar neler sizce?

Aydın: Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, 40 milyondan fazla insan yerinden edilmişti. Düşünün, o dönem insanlar kayıplarını bulmak için kayıp büroları kurdular. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da özellikle Holokost’un bütün dünyaya öğrettiği şey utanma ve ölülere ne olduğu üzerine düşünmek oldu. Yargılama ve adalet nasıl mümkün olur tartışmaları oldu. Bugün hafıza çalışmalarında Holokost’un çok etkisi var. Auschwitz gibi kamplar üzerinden yeni bir hafıza okuması yapıldı, tanıklık meseleleri gündeme getirildi. “Bunlar yaşandı ve bir daha benzerleri yaşanmayacak” gibi bir psikoloji vardı Avrupa’da. Yüzleşme yüzeysel oldu belki ama, 20’inci yüzyılın ikinci yarısında dünyada bu şiddetin benzerinin bir daha yaşanmayacağına dair bir umut vardı. Her ne kadar Foucault gibi iktidar üzerine düşünen kişiler iktidarın her yerde olduğunu söylese de, denetim toplumundan söz etse de, şiddetin ya da cinselliğin tarihini yazsa da “biyopolitika” kavramını kullandı. Hapishanelerden tımarhanelere, bütün o kurumların arkeolojisini yaptığında Foucault denetim, disiplin ve baskıyı tarif ediyordu, ama “biyopolitika” ile yaşatmaya dönük bir siyaset tanımlıyordu. Son yıllarda sağcı iktidarların yükselmesi, silah teknolojisinin daha da büyümesi, neoliberalizmin gaddar yeni biçimleriyle beraber yepyeni bir sistemden söz ediyoruz. Biyopolitika kavramına karşı Achille Mbembe “nekropolitika” kavramını kullandı. Bugün tabloya baktığımızda belki de “nekrokapitalizm” söz konusu. Türkiye’de yaşadıklarımızı da bunun bir parçası olarak görmek ve anlamak gerekiyor.

Mezarlık bir hafıza mekânıdır. O mekâna saldırı hafızaya saldırıdır. Ölümlü varlığı bir kez daha öldürmek istiyorlar. O varlığın ölümünü elinden almak istiyorlar. Topluma bu şiddetin sınırını göstermek açısından daha ötesi yok.

Nekrokapitalizm nedir?

Aydın: Nekrokapitalizm Achille Mbembe’nin 2003’te kullandığı “necropolitics” kavramından türetilmiş bir kavram. Subhabrata Bobby Banerjee 2008’de yayınlanan aynı isimli makalede kullanıyor. “Prekarite” kavramıyla birlikte düşünmek mümkün. Banerjee mülksüzleştirmeyi ve Mbembe’den alıntılayarak “yaşamın ölümün gücüne tabi kılınmasını” içeren çağdaş sermaye birikim sistemini tanımlamak üzere nekrokapitalizm kavramını geliştirdiğini ifade ediyor. Nekrokapitalist olarak tarif ettiği çağdaş sermaye birikim rejiminin mülksüzleştirmeyi ve ölümü getirdiğini ileri sürüyor. Banerjee kurumsal, materyal ve söylemsel iktidar biçimlerinin iktisadi alanda nasıl işlendiğini ve bu süreç sonucunda ortaya çıkan mülksüzleştirme ve şiddeti ortaya koymak istiyor. Ordunun özelleştirilmesinden savaşa ayrılan bütçelere, sömürgeciliğin yeni biçimleri ile savaş ve çatışmaların sürdüğü coğrafyalarda kaynakların sömürülmesine ve güvencesizlikle mülksüzleştirme süreçlerine kadar kapitalizmin ölümcül uygulamalarını bu yeni kavram ışığında inceliyor. Böylece Banerjee esasen bize nekrosiyasetin hayat bulduğu zemini tarif ediyor.

Türkiye özelinde düşünürsek nekrokapitalizmin ölüye şiddetle ilişkisini nasıl tarif edersiniz?

Aydın: Güvencesizlikten doğanın talanına, zorla yerinden edilmeden coğrafyanın insansızlaştırılmasına, özelleştirmeden sermayenin sonsuz kâr hırsına, mizojiniden nefret cinayetlerine, mülksüzleştirmeden güvencesizliğe, toplu katletmeden soykırıma kadar parça parça görünenler, büyük ekranda nekrokapitsalist sahne olarak önümüze seriliyor. Böyle bir sistemde, ölülere yönelik saldırı ve şiddet süreklileşip sıradanlaşma eğilimi gösterebiliyor.

Diğer taraftan, ölülere yönelik şiddetin bu kadar gaddarca yapılmasının IŞİD’in son yıllardaki kafa kesme görüntüleriyle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar yan yana dizildi, toplu mezarlara kondu. Bunlar daha önce de yapılıyordu. İki dünya savaşında ya da çok daha geçmişe gittiğimizde insanlık tarihinde toplu kıyımların, yağmaların, katliamların olduğunu biliyoruz. IŞİD’in yaptıklarına “barbarlık” deniyor, ama öyle değil. Çok modern silahlarla insanların ölü bedenlerine zarar verildi ve IŞİD bunları videolarla her yere yaydı. Bu coğrafyada da çok etkili oldu. Türkiye’de bunun çok etkisinin olduğunu düşünüyorum.

Kocası tarafından öldürülen Ayşe Tuğba’nın tabutunu kadınlar taşıdı. Fotoğraf: Evrensel

Ölüye şiddetin bir boyutu da yas ve direniş ilişkisine ket vurmak olabilir mi? Kürt bölgesinde ölülerin kalabalık cenazelerle defni 2015 sonrasında sert bir biçimde engellendi, cenazeler ailelerden kaçılıyor ya da zor kullanılarak sınırlı sayıda insanla definlere izin veriliyor…

Aydın: ‘90’larda cenazeler direnişin sahneleriydi, muazzam katılımlar oluyor cenaze törenlerine. Kâmuran Dündar’ın cenaze töreni 1990’da serhildana dönüyor. Her zaman yas ve direniş el eleydi Kürdistan’da, ama ‘90’larda büyüdü. Taybet İnan, Hacı Lokman Birlik gibi, Garzan Mezarlığı örneği gibi, kargoyla cenaze gönderilmesi ve en son torbada kemikleri teslim etme gibi hadiselere, bu imgelerin oluşmasına dönersek. Devlet politik ölümlerin Kürdistan’da ulusal kimliği, mücadeleyi, direnişi, yeni bir yaşamı inşa etmekte ne kadar etkili olduğunu gördü bence. 2013-15 yılları arasında 13 farklı yerlerde inşa edilen mezarlıklar ‘90’larda hayatını kaybetmiş, başka başka yerlerde kalmış bedenlere aitti. PKK’liler ve halk birlikte bu cenazeleri topladı, uygun bir yere gömmek için, herkesin ulaşabileceği bir mekânları olsun diye. Çünkü onların hiçbiri lâyıkıyla defnedilmemişti. Arkeolog titizliğiyle araştırmalar yaptılar. Eski korucularla, eski itirafçılarla, köylülerle konuştular. Bu bedenleri bir araya getirdiler. Ve o mekânlar birer hafıza mekânı haline geldi. Her gün binlerce kişi oraları ziyaret ediyordu. Oraların ziyaret edilmesi sıradan bir mezarlık ziyaretinden daha ileri bir anlam ifade ediyor, siyasal taleplerin sahiplenilmesi anlamına geliyordu. Bence bu bir sınırdı devlet için. Savaş yeniden başladığında ilk saldırı o mezarlıklara oldu. Havadan bombalayarak mezarlıklara saldırdılar. Dersim Mezarlığı çok çarpıcı mesela. 1938’e ait kemikler de vardı, TİKKO gerillalarının cenazeleri de vardı. Devlet tarafından yok edilmiş, bastırılmış inançların, solun, muhalefetin ölüleri orada bir araya gelmişti. Buralara saldırıldı.

Güvencesizlikten doğanın talanına, zorla yerinden edilmeden coğrafyanın insansızlaştırılmasına, özelleştirmeden sermayenin sonsuz kâr hırsına, mizojiniden nefret cinayetlerine, mülksüzleştirmeden güvencesizliğe, toplu katletmeden soykırıma kadar parça parça görünenler, büyük ekranda nekrokapitsalist sahne olarak önümüze seriliyor.

Bu dönemde, neden ölülere yönelik şiddetin en ağır biçimleri yaşanıyor?

Aydın: Şunu unutmamamız gerekiyor. Ulus-devletlerin hepsinin bir tarih kurgusu var. Ulus-devlet inşasında, “makbul vatandaş”ın tanımlandığı anlatıda diğer hiçbir halkın tarihi yok. Kürtler kırk-elli yıldır –arşivleme ve kurumsallaşma konusunda eksikler olsa da– muazzam bir hafıza oluşturdular. Kayyumlar atanana kadar kurumsal olarak da çok güçlü durumdaydı, çok sayıda merkez inşa edilmişti. Ulus-devletin hafızasıyla çatışan yeni bir hafıza sahası ortaya çıktı. Ölülere yönelik şiddet o hafızayı ortadan kaldırmakla da bağlantılı. Siz ölülerinizi topladığınızda, o kişinin bilgisini, eşyasını, ona dair anlatıyı bir araya getiriyorsunuz. O hafıza halkın talebi ve kimliğiyle bütünleşiyor. Bence devlet Kürtlerin kimlik inşasında, yeni yaşama dair taleplerini ortaya koyarken inşa ettiği siyasette ölüleri sahiplenme etrafında bir hafızanın ortaya çıktığını gördü. Bu konuda, antropolog Adnan Çelik’in çok önemsediğim bir belirlemesi var. “Kavala’nın Suçu: Hafıza Döğümleri” başlıklı yazısında devletin Osman Kavala’yı hedef almasının resmi tarih yazımına karşı oluşan yeni hafıza güzergâhı ile bağını kurar. Hafıza sahası ve karşı hafıza oluşturmak devlet için zannettiğimizden çok daha önemli. Ve ölülere yönelik şiddete karşı çıkmak, Özgür Sevgi Göral’ın deyimiyle tam da bir “hafıza militanlığı”. Bu nedenle en sert biçimiyle ölümlü varlığı bir kez daha öldürmek istiyorlar. O varlığın ölümünü elinden almak istiyorlar. Topluma bu şiddetin sınırını göstermek açısından daha ötesi yok.

Ölüye şiddet konusunda hukuka perspektifine sık sık müracaat ediliyor. Bir anne ya da babaya çocuğunun kemiğini torba içinde teslim etme kararını veren hukuk bu konunun muhatabı mıdır?

Aydın: Şuna çok tanık oldum. HDP milletvekilleri hakkında cenaze törenlerine katıldıkları için fezlekeler düzenlendi. “Terörist cenazesine katıldınız, bunun için fezleke düzenlendi” dendi. Vekiller de çoğunlukla savunma yaptıklarında şu argümanı kullanıyorlardı: “Cenaze törenine katılmak suç değil.” Ama mesele suç olup olmaması değil ki. Çünkü tek başına hukuki bir mesele değil. Meselenin etik yönü var, politik yönü var, toplumsal, sosyolojik yönü var. Evet, hukuk önemli. Bu konuda olabildiğince hukuku genişletmek, yeni yasalar inşa etmek gerekiyor. Zaten ölülerin hakkına dair düzenlenmiş pek hak da yok.

Düzenlendiği kadarıyla neler bu haklar?

Muğuç: TCK’da “kişi hatırasına hakaret” dediğimiz bir suç tanımı var. Uzun süreden beri yürürlükte ancak, işleyişi olan bir madde değil. Örneğin, Hacı Lokman Birlik’in bedeninin yerlerde sürüklenmesi, kişinin hatırasına hakaret suçunun birebir örneğidir. Hayatını kaybeden PKK’li militanların naaşına “leş” denmesi de kişi hatırasına hakarettir. Aynı şekilde, Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un gömülmesine izin verilmemesi kişi hatırasına hakaret suçudur.

Savaşın ve çatışmaların devam ettiği ortamda öldürülen militanların naaşları ailelere verilirken ne tür hukuki sorunlar yaşanıyor?

Muğuç: Avukat olarak beş yıldır MEBYA-DER’e hukuki destek veriyorum. Aileler genelde yakınlarının hayatını kaybettiğini sosyal medyadan öğreniyor. Haberi alınca ailelerin ve avukatların ilk başvurduğu yer adliyeler. Ama orada muhatap bulamıyoruz. Özellikle Diyarbakır’da savcılık ve adliye makamları çok sorun çıkartıyor. Genelde gerillanın hayatını kaybettiği gün veya ertesi gün otopsi yapılıyor. Mesela otopsi Lice’de yapıldıktan sonra, Lice’deki makamlar yetkisizlik kararı vererek cenazeyi Diyarbakır’a gönderiyor. Diyarbakır’da hukuksal işlem yapıldıktan sonra, yetki tekrar Lice’ye veriliyor. Bölük pörçük işlem yapılıyor yani. Soruşturma numarasına ulaşana kadar zaten bir hafta geçiyor. Otopsi dosyasına ulaşmak çok zor. Kolluk işlem yapmışsa soruşturma numarasını vermiyor. Birden fazla savcılık makamı var, otopsiyi hangisinin yaptığını bilemiyorsun. Nöbetçi savcıya “bu kişi hayatını kaybetmiş, ailesi kan örneği verip naaşını almak istiyor” dediğinde savcılık “nerede olduğunu bilmiyorum” diyor. Otopsiye dahil olmamışsa gerçekten o savcı bilmiyor, ama otopsiyi yapan savcılığa ulaşmamız konusunda iyi niyetli yaklaşım da göstermiyor. Cenazelerin teslimi konusunda bir kaide yok. Aile cenazenin teşhisini yapıyor, savcılık makamı “teşhisi saymıyorum, kan vermelisin” diyebiliyor. Kan örneğinin sonucunun gelmesi yirmi günle üç ay arasında değişiyor. Bu arada aile cenazesini almaya gittiğinde güvenlik güçleri tarafından hakarete uğruyor, aşağılanıyor. Ailenin yanında hayatını kaybeden kişiye “leş” deniyor.

Cenazeyi almak için hukuki işlemleri takip eden siz avukatlar nelerle karşılaşıyorsunuz? Size de hakaret edildi mi örneğin?

Muğuç: Savcılar beni tanır, neden yanlarına gittiğimi bilirler. Beni görünce yüzleri düşer. Gerçi, savcı nefretle de baksa umurumda değil. Hiçbir konuda yardımcı olmazlar, ama hukuki bir talepte bulunduğum için mecburen geri çeviremiyorlar.

Bu süreçlerin içinde olmak nasıl bir his?

Muğuç: Çok zor. Aile sonuçta evladını kaybetmiş. Birçok meslektaşım cenaze teslimine gitmek istemez, duygusal olarak zor bir andır. Önemli olan ailenin “cenazemi alabildim” demesidir. Ailenin cenazesini defnedebileceğini bilmek beni ayakta tutuyor. Aile cenazesini almış, yasını tutmuş, vedalaşmayı yapmışsa ben de iyi hissederim.

Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin bir parçası olmak sizde bir dönüşüm yarattı mı? Farklı kesimlerin bir aradalığının dönüştürücü bir etkisi oldu mu?

Muğuç: LGBTİ+ bireylerin ve Alevilerin cenazeleriyle ilgili sorunların olduğunu öğrendim mesela. Ermenilerin ve Yahudilerin mezarlıklarına yapılan saldırıları bilirdim. Silvan’a bağlı Zere köyünde doğdum. Zere eski bir Ermeni köyü. Köyde Kürtlerin mezarlıkları var, ama Ermeni mezarları nerede bilmiyoruz. Ermeni mezarlığı olduğu söylenen yer tarla olarak kullanılıyor. Aslında bunlar ne kadar kendi acımıza odaklandığımızı gösteriyor. Kürtçede Ermenilere söylenen “fılla” diye bir tabir vardır. Fılla hizmetkâr anlamına geliyormuş meğer. Bir Ermeni mezarına “fıllaların mezarı” demek kişi hatırasına hakaret suçu. Bu suçu ben ve çevremdekiler de işlemişiz. Farkında değiliz ama kötülük her yerde. Kötülüğün mağduruyken faili de olabiliyormuşuz. Bir toplantıda Eren Keskin Levon Ekmekçiyan’ın hikâyesini anlatmıştı. Aile oğlunun kemiklerinin Fransa’ya getirilmesini istiyor. Uzun bir hukuki mücadele sonunda kemikler Fransa’ya gönderiliyor. Ancak, DNA testi sonucunda kemiklerin 65 yaşında bir kadına ait olduğunu öğreniyorlar. Çok acı bir durum. Ben muhafazakâr bir ailede büyüdüm. Bu olayı aileme anlatsam “sana ne” derler. Bazen mücadeleyi kendi yakınlarımızla da vermemiz gerekiyor.

Ortak zeminde buluşmak her zaman kolay olmayabiliyor. Mesela aile LGBTİ+’lar için hiç kolay bir mecra değil, çoğu kişi için ölüm, şiddet ve dışlanma ifade edebiliyor. Ama ırkçılığa uğrayan bir Kürt, Ermeni ve Yahudi için aile sığınak olabiliyor. Kürt ve Ermeni LGBTİ+’ları düşünecek olursak, o zaman işler iyice zorlaşıyor.

Zengin: Ayrımcılığa uğrayan toplumsal grupların ölülerini birbirleriyle ilişkisel ve kesişimsel bir noktadan düşünmeye çabalıyorum. İnisiyatif bu çabayı daha kolektif ve siyasi bir şekilde örgütleyebilme imkânı veriyor. Ölüm ve yas insanların en hassas, en kırılgan oldukları noktalardan olduğu için ortak bir zeminde buluşmak her zaman kolay olmayabiliyor. Beklentiler ve varsayımlar aynı olmayabiliyor. Mesela aile kavramı her grup için aynı şeyi ifade etmiyor. LGBTİ+’lar için aile hiç kolay bir mecra değil, çoğu kişi için ölüm, şiddet ve dışlanma ifade edebiliyor. Ama ırkçılığa uğrayan bir Kürt, Ermeni ve Yahudi için aile sığınak olabiliyor. Kürt ve Ermeni LGBTİ+’ları düşünecek olursak, o zaman işler iyice zorlaşıyor. Bu kadar farklı grupla beraber düşünerek yol almak ve ölüm üzerinden yaşama dair kolektif alanlar açmaya çalışmak demokratikleşme ve adalet mücadelesi adına bana çok şey öğretti.

8-9 Ekim’de Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyafi olarak bir konferans düzenliyorsunuz. Son sözü konferansla bağlasak…

Aydın: Amacımız iki yıldır yürüttüğümüz çalışmayı bir sonuca bağlamak. Esasen iki yıldır bu konferansı organize etmek için çalıştık demek yanlış olmaz. Konferansta ölülerin hakları meselesini uluslararası deneyimlere de yer vererek politik, felsefi, tarihi yönünü görecek şekilde tartışmayı amaçlıyoruz. Bu konferans bir örgütleme konferansı ve burada geniş bir katılımla hem ölülere yönelik şiddeti enine boyuna konuşmak hem de nasıl bir kurumsallaşmayla inisiyatifin yoluna devam edeceğini birlikte tartışmak istiyoruz. Hem inisiyatif hem bir araya geldiği ve gelmeye çalıştığı kurumlar ve örgütler oldukça heterojen, o nedenle ortak kararlar almak kolay olmuyor. Farklı toplumsal kesimlerin ölüm algısının özerkliğini hesaba katarak bir araya gelmemiz gerek. Bu yüzden bir tür koalisyon kurulması fikrine daha yakınız. İlk etapta dernekleşmeyi düşünüyoruz. Derneğin amaçlarına dair nihai kararı konferansta vereceğiz.

^