1885’te, Kuzey Carolina’da, beyazlarla kızılderililerin dağlarda gizlenen son bölüğü arasında bir çatışma yaşandı. Beyazlar kazandı, kızılderililerin şefini yakalayıp en yakın ağaca astılar. Şefin adı Skyuka’ydı. Kızılderililer temizlenince, demiryolu şirketi bölgeye ray döşemeye başladı. Bir istasyon ve işçiler için barakalar yapıldı. Ve giderek bir kent oluştu. Bir isim bulmak gerekiyordu, birisi Skyuka’yı önerdi, ama uygun gelmedi. Yakınlardaki tepenin adında karar kılındı, kent Tyron diye anılır oldu. Doğduğum ev oradaydı.
Katliamdan kurtulan kızılderililerden biri büyük ninemin annesiydi. Afrikalı bir köleyle evlendi. Bir kızları doğdu, o da köle oldu, bir köleyle evlendi. Oğulları dedemdi; yarı kızılderili, yarı karaderili. Derisi karaydı ama, aile albümündeki fotoğraftaki gözleri kızılderiliydi. Yanında ufak tefek, açık tenli bir kadın duruyordu: Ninem. O da melezdi, annesi yarım kan İrlandalıydı. 20 Kasım 1902’de doğan kızları annemdi. Kanında zengin bir karışım vardı: Köleci kanı, köle kanı ve kızılderili kanı.
Babamın ailesi hakkında elimizde pek bir bilgi yok. Dedeleri köleydi, 1899’da doğmuştu. Annemle 1917’de tanışmışlar. O sıralarda babam mızıka çalıp dans eden, biraz da şarkı söyleyen bir gösteri sanatçısıymış. Babam dans edip şarkı söylerken annem de piyanoyla ona eşlik edermiş. Annem o günlerden hiç bahsetmezdi, çünkü bu tür şeyleri merak edecek yaşa geldiğimizde kilise vaizi olmuştu, günahkâr günleri hatırlamak istemiyordu.
Babamın adı John Waymon’di, anneminkiyse Mary-Kate. 1922’de evlenmişler, yedi yılda beş çocuk yapmışlardı. 1929’da Büyük Buhran başlamış, iki yıl içinde Tyron bir hayalet şehir olmuştu. Babam işsiz kalmış, annem temizlikçiliğe başlamıştı. 1932 yazında ben doğdum. Adımı Eunice Kathleen koymuşlar.
Annem ev işi yaparken şarkı söylerdi. O şarkılar çocukluğumun soundtrack’iydi: “I’ll Fly Away”, “If You Pray Right”, “Heaven Belongs To Me”… Müzik gündelik hayatımızın parçasıydı, babam piyano, gitar ve mızıka çalıyor, ayrıca kilise korosunu yönetiyordu. Bütün kardeşlerim piyano çalıyor, kilise korosunda şarkı söylüyordu. Ailede herkes müzisyendi, evde günün her saatinde müzik olurdu. Kavgalar, orgu kim çalacak diye çıkardı. Benim org çalmam iki buçuk yaşımdayken olmuş. Annem en sevdiği ilâhinin, “God Be With You ‘Til We Meet Again”in çalındığını duyunca salona gelmiş, beni orgun başında bulunca düşüp bayılmasına ramak kalmış. Ona göre bunun tek bir açıklaması vardı: Tanrı vergisi.
Eleştirmenler beni nasıl sınıflayacaklarını bilemiyorlardı. Müziğimde her şeyden bir şeyler vardı: Caz, folk, pop, blues, klasik… Neticede, “caz ve başka şeyler” dediler.
Altı yaşına geldiğimde, Tyron kilisesinin piyanisti olmuştum. Piyano harika bir oyuncaktı, hiç sıkılmadan saatlerce onunla oynuyordum. Pazar sabahları dokuzda kiliseye gider, akşam altıya kadar piyanonun başından kalkmazdım. Cumartesileri annemle birlikte Mrs. Miller’ların evine giderdim, annem temizlik yaparken ben de Mrs. Miller’ın oğlu David’le oynardım. Bir gün Mrs. Miller koro provasında piyano çalışımı görünce, anneme “bu çocuğun ciddi bir piyano eğitimi almaması günah olur” demiş. Annem böyle bir maddi imkâna sahip olmağını söyleyince, Mrs. Miller şu çözümü bulmuş: Bir yıl boyunca ders ücretimi o karşılayacak, sonra da kaydettiğim ilerlemeye bakılarak bir çare bulunacaktı. Mrs. Miller bana kimin ders vereceğini de biliyordu: Tyron’a ressam Rus kocasıyla birlikte yeni taşınan bir İngiliz hanım..
Her cumartesi sabahı üç kilometre yürüyerek Muriel Massinovitch’in –ona Mrs. Mazzy derdim– evine gidiyordum. Tren yolunu geçtikten sonra Owen’s Pharmacy’de mola verip bir peynirli sandviç alıyor, onu dükkânın önünde yiyor –siyahların içeride oturması yasaktı– ve yola devam ediyordum. Dersten sonra da Mrs. Miller’lara uğrayıp annemi alıyor, birlikte eve dönüyorduk. Bu rutin beş yıl sürdü.
Daha az masum, daha çok siyah
Mrs. Mazzy’yi ilk gördüğümde aklımdan geçen cümle, sonraki 45 yılda hiç değişmedi: Bir insan nasıl bu kadar zarif olabilirdi! Çok ufak tefekti, saçları gümüş rengiydi, yaşı 30 da olabilirdi, 55 de. Çok hoş da bir aksanı vardı. İlk derste gözüm fena korkmuştu, çünkü Bach çalıyorduk ve çok karmaşıktı. Zamanla Mrs. Mazzy’nin niye Bach’ta ısrar ettiğini anladım: Bach kusursuzdu. Bütün notalar birbirine ekleniyor, okyanusun dalgaları gibi yükseliyor, birikip birikip fırtınaya dönüşüyordu. Her bir nota harfiyen icra edilmeliydi, aksi takdirde bütün etki kayboluyordu. Bach’ı kavradıktan sonra hayatta tek bir emelim oldu: Konser piyanisti olmak.
11 yaşımdayken, belediye sarayında ilk resitalimi verdim. Tam çalmaya başlayacakken, ön sırada oturan annemin ve babamın kaldırılıp yerlerine beyaz bir ailenin oturtulduğunu gördüm. Kimse tepki göstermiyordu. Ayağa kalktım, “beni dinlemek istiyorsanız, annem ve babamın ön sırada, onları görebileceğim bir yerde oturması gerekiyor” dedim. Dediğim gibi yaptılar, fakat bu tavrımın annemi ve babamı mahçup ettiğini, kimi beyazların da bana güldüğünü gördüm.
Birdenbire başka bir dünyada olduğumu hissettim. O güne kadar bütün beyazların Mrs. Miller ve Mrs. Mazzy gibi olduklarını sanıyordum, onlardan başka tanıdığım beyaz yoktu. Cumartesi sabahları gittiğim sandviççideki beyazlarda yarattığım rahatsızlık o gün anlam kazandı. Ve o günden sonra, daha az masum, daha çok siyah oldum.
Chico’nun Nina’sı, Signoret’nin Simone’u
Liseye, Tyron’a 80 kilometre mesafedeki Allen Kız Lisesi’nde başladım. Özel bir okuldu ve ilerici sayılırdı. Bu, ücreti ödeyebilen siyahların da kabul edildiği anlamına geliyordu. Mrs. Mazzy’nin girişimiyle eğitim harcamalarımı vakıf karşılıyordu. Yatılıydım ve Mrs. Mazzy’nin çok saygı duyduğu Joyce Carrol’dan haftada iki kez piyano dersi alıyordum. Her sabah dörtte kalkıp müzik odasında saat sekize kadar piyano çalıyordum. Mozart ve Beethoven’a, Czerny ve Liszt’e ve tabii ki ilk gözağrım Bach’a iyice nüfuz etmiştim.
1950’de mezun oldum. Mezuniyetimin yaklaştığı günlerde önümde iki seçenek vardı: New York’taki Julliard School of Music ve Philadelphia’daki Curtis Institute. Julliard sadece bir yıl burs veriyordu, dolayısıyla, hedef Curtis’ti. Ama bir yıl Julliard’a devam edecek, sonra da Curtis’in sınavına girecektim.
Annem, Harlem’de yaşayan vaiz dostu Mrs. Steinermayer’in evinde bana bir oda vermesini sağladı ve ver elini New York. Julliard’da hocam Carl Freiburg’du, onunla çalışmak tarif edilmez bir mutluluktu. Her gün biraz daha ilerliyordum. Curtis’e kabul edileceğimi düşünüyordum. Ama öyle olmadı, yetersiz bulundum, reddedildim. Bu, büyük bir yıkımdı. Yeteneğime dair bir kibirim yoktu, ama reddedilmemi anlayamıyordum. İşin içyüzünü bilenler anlattılar: Curtis bir siyah öğrenciyi kabul edecekse, bu tanınmamış bir siyah olamazdı. Tanınmamış bir siyahı kabul edecekse, bu tanınmamış bir siyah kız olamazdı. Tanınmamış bir siyah kızı kabul edecekse, bu tanınmamış bir yoksul siyah kız olamazdı.
Ayrımcılığın püf noktası şuydu: Kimse ırkçı olduğunu itiraf etmeyecek, yetersiz bulduklarını söyleyeceklerdi. Siz de, bir yandan aşağılandığınızı hissedecek, diğer yandan da gerçekten yetersiz olup olmadığınız şüphesi içinizi kemirecekti. Benim emin olduğum tek şey vardı: Müzikle işim bitmemişti. Ertesi sene şansımı tekrar deneyecektim. Ama, vakıf parası tükenmişti, önce bir iş bulmam gerekiyordu.
Philadelphia’da, The Arlene Smith Studio adlı bir özel müzik okulunda şan dersleri vermeye başladım. Günde sekiz saatlik mesai karşılığında 50 dolar haftalık alıyordum. Bunun 25’i Vladimir Sokhaloff’tan aldığım derslere gidiyor, bir kısmını anneme gönderiyor, kalanla da geçinmeye çabalıyordum.
1954’ün başlarında, bir öğrencim vasıtasıyla, Atlantic City’deki bir barda iş buldum. Tek sorun annemdi, bir barda piyano çalmak ona göre cehennemlikti. Eunice Waymon olarak çalışmam mümkün değildi, bir sahne adı bulmam lâzımdı. Bir aralar Chico diye bir Hispanik sevgilim olmuştu, bana “Nina” derdi. “Niinya” diye telaffuz ederdi, İspanyolca “ufaklık” demekmiş. Tınısı çok hoşuma giderdi. Simone Signoret’nin filmlerini seyretmeye başladığımdan beri de Simone’u çok severdim. Sahne adımı bulmuştum: Nina Simone. Midtown’dan içeri girene kadar hayatımda hiçbir bara adımımı atmamıştım. Kapıyı açtığımda sigara dumanı gözlerimi yaşarttı. Mekânın üçte ikisini bar kaplıyordu, geri kalan alana da masalar ve sandalyeler serpiştirilmişti. Dipteki sahnede piyano vardı. Yüz kişi alırdı ancak, o da balık istifi. Midtown’un sahibi Harry Steward ufak tefek bir Yahudiydi, bir saat sonra gelip çalmaya başlamamı söyledi. O güne kadar seyirci karşısında sadece klasik müzik çalmıştım, Midtown’un görüp göreceği en iyi piyanisttim, dolayısıyla da öyle davranacaktım. Gözlerimi kapayıp Carnegie Hall’da çaldığımı farzedecektim. Uzun şifon elbisemi giydim, sahneye diva edasıyla çıkıp ilk profesyonel konserimi verdim.
Midtown öncesinde müzik hayatım ikiye bölünmüştü. Klasik müzik eğitimimi sürdürebilmek için verdiğim dersleri müzik olarak görmüyordum, benim için sadece bir işti. Yeteneksiz öğrencilere eşlik ederek o kadar çok zaman geçiriyordum ki, popüler şarkılardan ikrah etmiştim, kendi kendimeyken onları hiç çalmazdım. Bach, Czerny veya Liszt çalmak varken onları niye çalacaktım ki? Midtown’da çalmaya tahammül edebilmemin tek yolu, programımı işimi kaybetmeyecek ölçüde klasik müziğe yaklaştırmaktı. Bu da programıma popüler müziği dahil etmek ve şarkı söylemek anlamına geliyordu. Bu iki ayrı bölgeyi bir araya getirmek hoşuma gitmeye başladı ve bundan klasik müzikten aldığım zevke yakın bir zevk almaya başladım. Midtown’da çalmak, müziğe bakışıma bir rahatlama getirdi. Yeni bir şey yaratıyordum ve içimden geleni yapıyordum.
Dustin Hoffman’ı andıran bir Beatnik
Yaz bitince tekrar Eunice Waymon oldum. Vladimir Sokhaloff’la derslerime devam ettim, fakat kendi öğrencilerime katlanamaz oldum. Kulüpte çalmak hem daha kolaydı, hem daha çok kazandırıyordu. Para biriktirebilir ve konservatuara tam zamanlı öğrenci olarak devam edebilirdim. Ertesi yaz Atlantic City’ye bu düşüncelerle gittim. Ve Midtown’da bıraktığım yerden başladım. İlk gecemde mekân tıklım tıklımdı. Biraz daha gevşedim, sahnenin keyfini çıkarmaya ve dostlar edinmeye başladım. Ted Axelrod bu dostlardan biriydi, müthiş bir plak koleksiyonu vardı. Bir gece Billie Holiday’ın Porgy and Bess albümüyle geldi ve söylememi istediği şarkıyı gösterdi: “I Loves You Porgy”. Birkaç gece sonra onu söyledim, herkes bayıldı ve repertuarımın demirbaşlarından biri oldu.
1956 yazında yine Midtown’daydım. Bir gece program arasında barda Don Ross adlı beyaz bir oğlanla tanıştım, çok tatlı, esprili bir tipti. Kılığı pejmürdeydi, kendisini beatnik olarak görüyordu. Dustin Hoffman’ın gençlik halini andırıyordu. Ne iş yaptığı sorulduğunda, kâh ressam, kâh davulcu olduğunu söylüyordu, aslında seyyar satıcıydı. Beni arkadaşlarından duymuş, dinlemeye gelmişti. Geliş o geliş… Geceleri beni eve bırakmaya başladı, derken gündüzleri de görüşür olduk ve çok geçmeden kendimizi yatakta bulduk. Don’a aşık değildim, ama onsuz bir hayatı da düşünemez olmuştum. Beni seviyordu, sevilmeye ihtiyacım vardı… New York’lu bir menajer, Jerry Fields, bahsimi duymuş ve Midtown’a beni dinlemeye gelmişti. Menajerliğimi üstlenmeyi teklif etti, el sıkıştık. Onun kurduğu bağlantılarla Philadelphia’daki kulüplerde çalmaya başladım.
Bir gece benden habersiz programım kaydedilmiş ve “I Loves You Porgy”, “Since My Lover Has Gone”, “Black Is The Color”, “Lovin’ Woman” ve “Baubles, Bangles and Beads” adlı şarkıları içeren bir albüm piyasaya sürülmüştü: Starring Nina Simone. İlk albümüm bir korsandı, beş kuruş almamıştım. Bu, plak şirketlerinin bana nasıl muamele edeceğinin ilk işaretiydi.
“Yeni Umut” ve “Porgy”
Pennsylvania’da New Hope adlı bir kulüpte çıkmaya başladım. Hiçbir özelliği olmayan bir yerdi. Ama adının –“Yeni Umut”un– hakkını verecekti. Daha ilk hafta dolmamıştı ki, Bethlehem şirketinin sahibi Sid Nathan kapımı çaldı ve plak yapmayı teklif etti. Jerry’ye danıştım, onayladı ve stüdyoya girdim. Şarkıları aynen Midtown’da çalıp söylediğim gibi kaydettim. “I Loves You Porgy” Ted için söylediğim şarkıydı, “For All We Know”la programın kapanışını yapardım, “You’ll Never Walk Alone” ve “He’s Got The Whole World In His Hands” ömrüm boyunca söylediğim şarkılardı, “Plain Gold Ring”i Kitt White’tan, “He Needs Me”yi Peggy Lee’den öğrenmiştim. “African Mailman” stüdyoda doğmuş ve tek okuyuşta kaydedilmişti. “Central Park” da öyleydi, albüm kapağı için fotoğraf çektirmek üzere gittiğimiz Central Park’tan dönüşte yazmıştım. Albümü 14 saatte kaydetmiştik, kapanış şarkısı “My Baby Just Cares For Me”ydi. Onu dahil etmemin sebebi, Sid Nathan’ın albümün hareketli bir parçayla bitmesini istemesiydi. Kayıtlar bittiğinde Sid önüme bir sözleşme koydu, ben de doğru dürüst okumadan imzaladım. Bu hata bana milyonlarca dolara mâlolacaktı.
Giderek bütün dertlerimin aynı problemin parçaları olduğuna kanaat getirdim. Tek tek bireylerin değil, toplulukların sorumlu olduğunu düşünmeye başladım: Amerikalılar, beyazlar, erkekler, şirketler, organizatörler…
Little Girl Blue, 1958’in ortalarında yayınlandı. Plak çıktığında her şeyin değişeceğini, bir servet kazanağımı, sahneye çıkma zorunluluğundan kurtulacağımı zannediyordum. Bir-iki müzik dergisi albüm hakkında olumlu şeyler yazdı, gerisi gelmedi. Albüme tek bir kişi gerçekten ilgi göstermişti: Philadelphia’daki bir r&b radyo istasyonundaki Sid Marx adlı bir beyaz DJ. Little Girl Blue’yu çok sevdiği belliydi. Favori şarkısı “I Loves You Porgy”ydi. Döne döne onu çalıyordu, üç-dört kez üst üste çaldığı vakiydi. Bir süre sonra dinleyiciler “Porgy”yi istemeye başladı. Ve bir çırpıda New York’ta, Philadelphia’da, güneyde, her yerde çalınır oldu. Albümün çıkışından altı ay sonra bir hit şarkım vardı.
Jerry dört köşeydi, New York’a taşınmam için ısrar ediyordu, büyük oynamak için büyük şehirde olmam gerektiğini söylüyordu. Bense Harlem günlerimi anımsayarak ürküyordum. New York’a gitmemin tek şartı Don’un da gelmesiydi ve maalesef bundan emin olmanın tek yolu, bana bir yıldır yaptığı teklifi kabul etmekti: Don’la evlendim. Bunun büyük bir hata olduğunu daha birinci ayda anladım. Kafa çekmekten, arkadaşlarıyla şiir, caz ve Beat hakkında laklaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Bense gündüz ev işleri yapıyor, geceleri de sahneye çıkıyordum. Kirayı ödemem, Don’a bakmam, annemlere para göndermem, piyano derslerinin ücretini karşılamam gerekiyordu. İki yakam bir türlü bir araya gelmiyordu. Bitap düştüm, Jerry’ye kulüp konserlerini iptal etmesini söyledim ve bir beyaz ailenin yanında hizmetçiliğe başladım. Temizlik yapıyor, bulaşık yıkıyordum.
Evdeki gerilim ve kulüp hayatının düzensiz mesaisinden sonra, hizmetçilik benim için tatil gibiydi. Sahneden daha fazla kazansaydım, sürdürürdüm. 1959’a yürümeyen bir evlilik, bir hit plak, yükselen bir itibar ve müzik eğitimimi tamamlamamı engelleyen bir parasızlıkla girdim. Depresyondaydım. Yalnız kalmaktan korktuğum için Don’la evlenmiştim, şimdiyse evde olmaması için dua ediyordum. Ailemi özlemiştim, ama yanlarına gidemiyordum. Annemin “ben sana demedim mi?” bakışı gözümün önüne geliyordu. Ve 25 yaşındaydım. Don’u terkedip Philadelphia’ya döndüm, küçük bir daire tuttum. Bach’la kendimi sağalttım. O sıralarda Colpix adlı plak şirketinden teklif aldım ve uzun vadeli bir anlaşma yaptım. Colpix etiketli ilk albümüm The Amazing Nina Simone çıkmak üzereyken, Bethlehem Little Girl Blue’da kullanmadığımız şarkılardan oluşan Nina Simone and Her Friends adlı bir albüm piyasaya sürdü. Bunu engelleyecek hukuki bir hakkım yoktu.
Gönlümde yatan klasik müzikti, “Porgy”nin hit olmasına rağmen bu değişmemişti. Birisi çıkıp “al sana 100 bin dolar” dese, popüler müziği bırakıp Juillard’a kaydolur, bir daha asla kulüplerde çalmazdım. Ama o parayı veren kimse yoktu ve çalışmak zorundaydım.
1959’un 12 Eylül’ünde New York Belediye Sarayı’nda verdiğim konseri Colpix kaydetti ve Nina Simone At Town Hall adıyla yayınladı. Ve tıpkı filmlerdeki gibi, bir gecede şöhret oluverdim. Basın beni yere göğe koyamıyordu. Yeni bir star olarak lanse edilişimin sebebini anlayamıyordum. Tanınmamış biri değildim, bir hit plağım vardı. Dinleyicilerin coşkusuna da anlam veremiyordum. Yıllardır kulüplerde çalıyordum, evet, seviliyordum, ama hiç böyle bir coşkuyla karşılaşmamıştım. Birkaç hafta sonra muammayı çözdüm: Değişen, dinleyicilerimdi. New York’taki caz kitlesi, Greenwich Village’daki kahvelerin, barların müdavimleri ve bunlara ilaveten folk fanları ve Beatnik’ler müziğime bayılıyordu. Ülkenin her tarafından konser teklifleri geliyor, plaklarım Avrupa’da yayınlanıyor, gazeteciler söyleşi yapmak için kuyruk oluyor, TV yapımcıları şovlarına çıkmam için etrafımda dört dönüyordu.
Beni keşfeden dinleyicilerin büyük çoğunluğu, Village’daki sanatçı ve entelektüel topluluğuydu. Orada John Coltrane, Art Pepper ve George Adams gibi isimlerin oluşturduğu bir caz ortamı ve o ortama hayat veren bir yazar, şair, ressam topluluğu vardı. Bu harikulâde insanların bir kısmı dostum olacaktı: Langston Hughes, James Baldwin, LeRoi Jones…
Genç, yetenekli ve siyah
Caz madalyonun bir yüzüydü, diğer yüzü ise politikaydı. Dick Gregory, Bill Cosby ve Woody Allen gi bi komedyenler de bu ortamın insanlarıydı. Müzik ve komedi, caz ve siyaset içiçeydi. Eleştirmenler beni nasıl sınıflayacaklarını bilemiyorlardı. Çünkü popüler şarkıları caz etkili klasik piyano tekniğiyle çalıyordum. Bunun yanısıra, ilâhiler ve folk hareketiyle özdeşleşmiş şarkılar söylüyordum. Eleştirmenlerin zorlanması doğaldı, çünkü müziğimde her şeyden bir şeyler vardı. Bu, aynı zamanda çok geniş bir dinleyici yelpazesinin bana kulak kesilmesine sebep oluyordu: Caz, folk, pop ve blues fanlarıyla birlikte klasik müzik tutkunları da dinleyicimdi. Neticede, beni “caz ve başka şeyler” diye tanımladılar. Bana kalırsa, bir folk sanatçısıydım. Çünkü müziğimde, caz ve blues’dan çok, folk vardı. Her halükârda ismim ülkeye yayılmıştı ve o yıl New York’un yanısıra Washington’da, Pitts- burgh’da, Chicago’da ve Hollywood’da konserler verdim. Hızla yükseliyor, sürekli turne yapıyor ve bir sürü plak teklifi alıyordum.
1960 yazında, New York’ta çalıştığım kulüpte Andrew Stroud adında bir bankacıyla tanıştım. Boynundaki Afrika kolyesi ve kendinden emin tavrı dikkatimi çekmişti. Görüşmeye başladık, gittiğimiz kulüplerde büyük saygı görüyordu. Sonradan, bankacı olmadığını, polis dedektifi olduğunu itiraf etti. Beni ürkütmemek için mesleğini gizlemişti. 4 Aralık 1961’de evlendik. Andy işini bırakıp menajerim olmuştu. Hayatımın profesyonel yönü tıkır tıkır yürüyordu. Kararları o veriyor, sözleşmeleri o yapıyor, ödemeler onun hesabına yatıyordu. Bir banka hesabım yoktu, hatta bir ortak hesabımız bile yoktu, paraya ihtiyacım olduğunda Andy’den istiyordum. Nina Sings Ellington adlı albümüm yayınlandığında sekiz aylık hamileydim. 12 Eylül 1962’de kızımız doğdu, adını Lisa Celeste koyduk.
Bach kusursuzdu. Her nota harfiyen icra edilmeliydi, aksi takdirde bütün etki kayboluyordu. Bach’ı kavradıktan sonra hayatta tek emelim vardı: Konser piyanisti olmak.
Aklı başında herkes gibi, ben de Rosa Parks, Martin Luther King ve Montgomery otobüs boykotuyla 1955’te başlayan sivil haklar mücadelesini yakından izliyordum. Montgomery’de bir siyah kadının, Rosa Parks’ın otobüste arka koltukta oturmayı reddetmesinin bir yıldan fazla süren kitlesel bir boykota dönüşmesi, kolektif eylemin gücünü kanıtlamıştı. Fakat, beni siyah harekete çeken o boykot değildi. New York’taki ilk günlerimde siyah sanatçı ve düşünürlerle tanışmamla başlayan süreçti. Langston’ın (Hughes), James Baldwin’in yaptığı konuşmalar, pek farkında olmadan bir siyasi bilinç vermişti bana. Ama siyah harekete ve politikaya ciddi anlamda yönelmem çok özel bir dostun sayesinde oldu. Lorraine Hansberry, Broadway’de hit olan bir oyun (Raisin’ In The Sun, 1958) yazan ilk siyahtı; kendi kabuğumdan çıkıp büyük resmi görmemi sağlayan oydu. 1960’ların başında tanıştık ve sıkı dost olduk. Başbaşa ol duğumuzda erkeklerden, giysilerden filan değil, Marx’tan, Lenin’den ve devrimden konuşurduk –yani hakiki kadın meselelerinden.
Lorraine, sivil haklar mücadelesini ırk ve sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görüyordu. Ve bana, siyah olmam nedeniyle, istesem de istemesem de bu mücadelenin içinde olduğumu söylüyordu.
Özgürlük mücadelesine kendini adamış birçok isim gibi, Lorraine de vaktinden önce vefat etti. 34 yaşındayken kanser onu aramızdan aldı. Cenazesinde “In The Evening By The Moonlight”ı çaldım. Ölümünden önce yeni bir oyun üzerinde çalışıyordu: To Be Young, Gifted and Black. O başlığı alıp Lorraine’in anısına bir şarkı yaptım. Bu şarkı, 1960’ların ortalarında “Siyah Amerika’nın milli marşı” ilan edilecekti.
Şarkı söylemeyi bir geçim yolu olduğu için seçmiştim, sonra şöhret ve başarının tadını çıkarmaya başladım. Zamanla bunlar yetmez oldu ve mutluluğu müzik dışında buldum –kocam, kızım, evim. Fakat siyah hareket için şarkı söylemeye başladığımda, bütün resim değişti. Annemin “Tanrıya ilâhi söylemek varken niye dünyaya şarkı söylüyorsun?” sorusuna nihayet bir cevap bulmuştum.
Müziğimin bir amacı vardı ve bu, klasik müziğin kusursuzluk amacından daha önemliydi. Özgürlük mücadelesine ve halkımın kaderine adanmıştı. Yaptığım işten gurur duyuyordum. Siyah hareket bana en azından bunu vermişti: Özsaygı.
Harekete bağlılığım derinleştikçe destek konserleri vermeye, gösteri yürüyüşlerine katılmaya ve sivil haklar mücadelesini yürüten örgütlerle içli dışlı olmaya başlamıştım. Kendimi en yakın hissettiğim örgüt, gençlerden ve genellikle üniversite öğ rencilerinden oluşan SNCC’ydi (Student Nonviolent Coordinating Committee –Şiddet Karşıtı Öğrenci Koordinasyon Komitesi). Ben de şiddet dışı yolların netice alacağını düşünüyordum, ama SNCC veya Dr. King’in SCLC’i (Southern Christian Leadership Conference –Güney Hıristiyanları Liderlik Konferansı) gibi şiddet karşıtlığına ideolojik bir bağlılık duymuyordum. Ne Ku Klux Klan, ne polis, ne de hükümet şiddet karşıtıydı.
Bütün vaktimi siyah harekete hasretmek istiyordum ama, profesyonel yükümlülüklerim vardı ve bunlar beni hareketten uzaklaştırıyordu. Zengin ve ünlüydüm, ama özgür değildim. Bütün kararlar menajer-kocam, muhasebeci, avukat ve plak şirketi tarafından alınıyordu. Aylar, hatta yıllar sonrası için planlar yapılıyordu. Dolayısıyla, kendimi hem mücadelenin bir parçası olarak görüyor, hem de ondan ayrı düştüğümü hissediyordum.
1963 haziranında, Medgar Evers’ın öldürülmesinin ardından ülkenin her yanında gösteriler başladı. Tampa’da, Cincinnati’de, Buffalo’da… Temmuzda, Detroit’te 36 gösterici kurşunlanarak öldürüldü. Mücadele arkadaşlarımın tutuklanmadığı, dövülmediği, aşağılanmadığı gün olmuyordu. Ama benim Avrupa turnesine çıkmam, ardından Las Vegas’ta çalmam gerekiyordu. Vegas işi tam bir kötü şakaydı, ayrımcılığın hüküm sürdüğü, kumarbazlarla ve fahişelerle dolu bir şehirde sahneye çıkmak… Buna dört gün tahammül edebildim. 4 Nisan 1968’de Martin Luther öldürüldü ve ertesi gün çatışmalar başladı. 38 gösterici öldü, 20 bin kişi tutuklandı. 4 Nisan suikasti bir manyağın işi değildi, beyaz Amerika’nın geleneksel taktiğiydi, başka türlü susturamadığı siyah liderleri ortadan kaldırıyordu. Malcolm X, Emmet Till, Medgar Evers ve niceleri…
Başkan Johnson 7 Nisan’ı “ulusal yas günü” ilan etti. Aynı Johnson ABD yurttaşlarını –beyazları ve siyahları– Vietnam’a ölüme gönderiyordu.
“Ulusal Yas Günü”nde, Martin’in anısına “Why? The King of Love Is Dead”i söyledim. O şarkı daha sonra Nuff Said albümüme dahil edildi. O günkü icra, kariyerimin en başarılı performanslarından biriydi. Hepimiz kaybımızı derinden idrak ettik. Amsterdam konserimin arefesinde Robert Kennedy’nin öldürüldüğünü duyduk. Ülkenin batağa saplanmakta olduğunu söylemeye cüret eden herkes mıhlanıyordu.
Amsterdam’dan sonra Rotterdam’da çaldım ve caz festivalinde sahne almak üzere Montreux’ye uçtum. Kendimi toparlamaya çok gayret ettim, son bir ayın hadiseleri üzerimde büyük bir ağırlık yaratmıştı. Piyanonun başına oturduğumda gözyaşlarımı tutamadım. Seyirciden çıt çıkmıyordu, Andy beni yerimden kaldırdığında on dakikadır ağlıyordum.
Turneyi iptal etmek istedim ama, Andy bunun bir felâket olacağını, zira Hair müzikalindeki “Ain’t Got No” adlı şarkımın Avrupa’da hit olduğunu, bunu değerlendirmemiz gerektiğini öne sürerek turneyi sürdürmemizde ısrar etti.
İlk kez benim söylediğim şarkılar, başkalarının yorumlarıyla Avrupa’da hit olmuştu. “Please Don’t Let Me Be Misunderstood” Animals’ın, “I Don’t Want Him” Nancy Wilson’ın, “I Put A Spell On You” Alan Price’ın, “The Other Woman” Shirley Bassey’nin hit şarkılarıydı. Dinleyicilerin bir kısmı, bu şarkıları okuduğumda, beni başka sanatçıların hit’lerini söyleyen bir kabare şarkıcısı gibi görüyorlardı. Şimdi, kaderin bir cilvesiyle, bir cover şarkım Avrupa’da hit olmuştu ve bu nedenle Andy turnenin iptal edilmesine yanaşmıyordu. Biraz ara vermek istememe sürekli itiraz etmesi ilişkimizde ciddi bir sorun yaratıyordu. Kocam gibi değil, menajerim gibi davranıyordu. Belki de daha sert çıkmalıydım, ama gösterebileceği tepkiden çekindiğim için cesaret edemiyordum.
Evliliğimizin müzik dışı tarafı da yürümüyordu. Aramızda tutku yoktu. Andy’nin onun “uyku ilacı” olduğumu söylemesi, gecelerimizin nasıl geçtiğini özetliyordu.
Dostlarıma ve onların hayallerine baktığımda da teselli bulamıyordum. SNCC tükenmişti, en yetenekli üyeleri ya sürgündeydi ya hapiste, geri kalanları da kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüştü. CORE (The Congress of Racial Equality –Irk Eşitliği Kongresi) da aynı durumdaydı, SCLC’yse Martin’i kaybetmiş olmanın üstesinden gelmeye çalışıyordu. FBI kayda değer bütün örgütlere sızmıştı; polis, siyah mahalleleri terörize ediyordu. Birçokları kabul etmek istemiyordu, ama hareket geriliyordu. Devrimin mümkün göründüğü günler geride kalmıştı.
Terk-i diyar: Barbados günleri
Siyasal konserlere daha az çıkma kararı almıştım, bunu genelleştirip biraz ara vermek, nefes almak istiyordum. Andy aynı kanıda değildi, dinlenme isteğime itiraz ediyordu. Sonunda sabrım taştı. Yıllardır onu ikna etmeye çalışmama, hatta yalvarmama rağmen, müziğe ara vermekte ciddi olduğuma inanmıyordu.
O sıralarda Lisa, Andy’nin annesinde kalıyordu, bu fırsatı değerlendirip hayatımda bir kez olsun başkalarını düşünmeden içimden geldiği gibi davrandım: Andy’yi terkettim. Alyansımı tuvalet masasının üzerine bırakıp Barbados’a uçtum. Yapabildiğim tek şey buydu.
Barbados cennetti. Yüzdüm, güneşlendim, dalgıçlık dersleri aldım. Yedi yıldır ilk defa tatildeydim ve artık benim için Amerika diye bir yer yoktu.
Siyah hareket için şarkı söylemeye başladığımda, annemin “Tanrıya ilâhi söylemek varken niye dünyaya şarkı söylüyorsun?” sorusuna cevap bulmuştum.
Ama ilelebet Barbados’ta kalamazdım, ne yapacağıma karar vermem lâzımdı. Karşımdaki ilk ve temel sorun paraydı. Yoksul değildim, fakat yıllar içinde kazandığım bütün para Andy’nin denetimindeki şirketlerde bağlıydı. Abim Carrol’u aradım, meseleyi anlattım. O da bana banka hesaplarını, mevcut hisselerin durumunu sordu. Mali konularda ne kadar az şey bildiğimi farketmek beni çok korkuttu. Avukatım Max Cohen Andy’yi aradı, fakat net bir cevap alamadı. Vergi sorunu, telif anlaşmazlıkları, problemli sözleşmeler gibi laflar havada uçuşuyordu. Bu detaylar başımı döndürmüştü, bütün anladığım şuydu: Mali meselelerin çözümü çok zaman alacaktı.
Andy’yle halletmem gereken sorunların yanısıra, vermem gereken konserler ve bakmam gereken Lisa vardı. Sorunlar giderek ağırlaşıyordu. Vernon Mount belediyesi evimin akıbetini soruyordu. Bir sel olmuş ve binanın temeli ciddi hasar görmüştü, buna bir çözüm bulmam gerekiyordu. Vergi dairesi ise hacizle tehdit ediyordu. Turneye çıkmama birkaç hafta kalmıştı, tek gelir kaynağım o konserlerdi, ancak güvenebileceğim bir menajerim yoktu. Çok yalnız olduğum günlerdi. Tek başıma mücadele ediyordum. Birbirinden farklı bütün sorunlar, bütün depresyonlar birleşip büyük bir kara buluta dönüşmüştü.
Ve giderek bütün dertlerimin aynı problemin parçaları olduğuna kanaat getirdim. Tek tek bireylerin değil, toplulukların sorumlu olduğunu düşünmeye başladım: Amerikalılar, beyazlar, erkekler, şirketler, organizatörler… Her cepheden saldırıya uğradığımı hissediyordum.
1971 baharı boyunca Avrupa’da konserler verdim, Noel yaklaşırken Jane Fonda ve Donald Sutherland’le birlikte Free The Army turnesine çıktım. Müzik, komedi ve protesti bir araya getiren Vietnam savaşı aleyhtarı bir gösteriydi. Sadece şarkı söyledim, siyasi konuşmalar yapmaktan imtina ettim.
Protest yılları geride kalmıştı, yalnız benim için değil, bütün bir nesil için. Müzikte de, politikada olduğu gibi, muhalif yetenekler ya ölmüştü, ya sürgündeydi; onların yerini üçüncü sınıf taklitçileri almıştı. Plak şirketleri bu üçüncü sınıf yetenekleri tercih ediyordu, çünkü onları istedikleri gibi yönlendirebiliyor, giysilerini veya politik görüşlerini daha çok plak satabilmek için değiştirtebiliyorlardı… Evliliğimle birlikte plak sözleşmelerim de sona ermişti. ‘6O’lı yılların siyah sanatçılar açısından neticesi, dans müziğine sürgün edilmek olmuştu. Plak şirketlerinin tercih ettiği siyah sanatçılar, beyaz piyasa için müzik yapanlardı. Motown, Stax ve Atlantic gibi şirketlere ne olmuştu? James Brown neredeydi? Aretha Franklin neredeydi? Nina Simone neredeydi?
6O’lı yıllar boyunca Simone’un milyonlarca plağını satan o endüstri, şimdi “insanlar artık o tür şarkıları dinlemek istemiyor” diyordu. 11 Mayıs 1974’te, onur konuğu olduğum ve 100 bin siyahın katıldığı İnsaniyet Günü kutlamalarında aklımdan bunlar geçiyordu. Washington’daki o kalabalığa beni Muhammed Ali takdim etmiş ve altı saat süren ücretsiz konserin sonrasında Smithsonian Institute’ta onuruma bir yemek verilmişti. Bu çok gurur vericiydi, ama Amerika hakkındaki düşüncelerimi değiştirmedi. Siyah hareketin emektarları olarak ne olup bittiğinin farkındaydık. Sistem karşı saldırıya geçmişti. En aktif siyah müzisyenlerin plak şirketleri tarafından dışlanması tesadüf değildi.
İnsaniyet Günü’nün ertesinde, Mount Vernon’daki evim istimlâk edildi ve 1962’de 37 bin dolar ödediğim evden bana kalan para –vergi borçları düşüldükten sonra– 1400 dolardı.
“Eve dönüş”
Ne yapacağımı kara kara düşünürken Miriam Makeba aradı. Liberya’ya davet edilmişti, ona eşlik etmemi istiyordu. Afrika, dünyanın öbür ucuydu, belki orada huzur ve hatta bir koca bulabilirdim. Belki de benim için eve dönmek olurdu.
Batı Afrika, vaktiyle köle ticaretinin merkezi ve atalarımın kölecilik öncesindeki yurduydu. Liberya’ysa, Amerika’da özgürlüklerine kavuşan kölelerin Afrika’ya dönüp kurdukları ülkeydi. Amerika ve Liberya arasında olumlu bir tarihi ilişki vardı, Liberya toplumu ve kültürü bu ilişkiyi yansıtıyordu. Kendileriyle ve tarihleriyle barışmak isteyen Afro-Amerikalılar için iyi bir başlangıç noktasıydı. Yola çıkmaya hazırlanırken aklımdan geçen düşünceler bunlar değildi. Afrika düşüncesi beni baştan çıkarmıştı, orası benim için “efsane vatan”dı.
Lisa, Miriam ve ben 12 Eylül’de, Lisa’nın yaşgününde, Liberya’nın başkenti Monrovia’ya indiğimizde devlet töreniyle karşılandık, Başkanlık Sarayı’nda onurumuza bir yemek verildi. Ertesi sabah bütün gazetelerin birinci sayfasında uçaktan iniş ânımızın fotoğrafları vardı. Yola çıkarken böyle hissedeceğim aklımdan geçmiyordu, ama Liberya’da gerçekten evimde gibiydim.
Miriam Liberya’ya ayak basar basmaz bir alan araştırması yapıp bana altı koca adayı bulmuştu. Bunlardan biri olan Clarence Parker adlı şahsiyet, beni The Maze diye bir yere götürmüştü. Liberya sosyetesinin müdavimi olduğu bu küçük kulüpte bir buçuk şişe şampanyayı devirdikten sonra kendimi fazlasıyla iyi hissedip piste fırlamış ve striptease’e başlamıştım. Tam iki saat anadan üryan dansettiğim o gece hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Sonradan o gecenin anısına “Liberia Calypso” diye de bir şarkı yazdım. Kulüpteki herkesin kahkahalarla ve alkışlarla eşlik ettiği o dans başka bir ülkede tutuklanmama sebep olurdu. Liberya tam bana göre bir yerdi, Lisa da çok mutluydu. Ömrümün sonuna kadar orada yaşayabilirdim, ancak Lisa’nın eğitimi kafamı kurcalıyordu. Liseyi daha iyi bir okulda okumasını istiyordum. Onun bütün itirazlarına rağmen, İsviçre’de bir okul buldum. Tası tarağı toplayıp Cenevre’ye uçtuk. Yol boyunca hiç durmadan ağladım, Afrika hayatımdan çıkıyordu.
Paris ve “My Baby”
Müzik endüstrisi, Avrupa’ya taşındığımı haber almıştı. Teklifler gelmeye başladı. Fransa, Hollanda, Almanya ve İsviçre’de konserler verdim. Ama ne menajerim ne de avukatım vardı. Bütün detaylarla bizzat uğraşmak zorundaydım. Uzun bir sanat hayatım olmuştu, kir-pas içindeki soyunma odalarını romantik, kazıklanmaları matrak, hırsız organizatörleri “renkli karakterler” olarak görmem mümkün değildi. Her dakikasından nefret ettiğim o konserler sanat hayatım boyunca öğrendiklerimi teyid etti. Bu bir ekip işiydi, işinin ehli insanlar yoksa ve sahne dışındaki rutin iyi işlemiyorsa, sahnedeki performansın iyi olması imkânsızdı.
1978 yazında Avrupa’da birkaç caz festivalinde sahne aldım, ama ruhen sallantıdaydım, tutunacak bir dal arıyordum. Kapağı Paris’e attım. Jacques Brel’in şarkılarını keşfettiğim gün, hayatımın en heyecan verici anlarından biri olmuştu, dolayısıyla Paris doğru seçimdi. Ayrıca, Fransızlar müzik endüstrisinin ticari tarafına bağımlı değillerdi, pop listelerine giren hiçbir şarkınız olmasa da popüler olabiliyor ve takdir ediliyordunuz. Dahası, Paris’te harikulâde bir Afrika cemaati vardı, kıtanın bütün ülkelerinden gelen o insanlar sayesinde Avrupa’nın yüreğinde kendi Afrikamı yaratabilirdim. Pigalle’de Les Traits Maillets adlı küçük bir kulüpte söylemeye başladım. Midtown’dan pek farklı bir yer değildi, sahneden dinleyicilere bakarken James Baldwin’in sesi kulağımda yankılanırdı: “Kendine yarattığın dünya bu Nina, bu dünyada yaşamak zorundasın.”
Hayranlarımın beni Pigalle’deki küçük kulüpten Olympia’ya ve ötesine taşıyacaklarını ummuştum. Öyle olmadı. Sebebini zamanla anladım: Fransızlar sadece müziğime değil, starlığıma hayrandı ve beni tıpkı Edith Piaf’ı sevdikleri gibi seviyorlardı. Hayatla müziği ayırt etmiyorlardı.
Dinleyiciler genellikle bir sanatçının sahneye çıkıp sevdikleri şarkıları ve belki birkaç yeni parçayı söylemesini beklerler, konser sonunda da ödedikleri paranın karşlığını aldıklarını düşünerek tatmin olmuş bir şekilde evlerine dönerler. Fransızlar, özellikle de Parisliler öyle değildir. Bir star’ın günün her dakikasında bir star gibi yaşamasını isterler. Benim lüks bir otelde kalmamı, şöhretlerin partilerinde boy göstermemi, gazetelerin sosyete sayfalarına konu olmamı bekliyorlardı. Öyle yaşamıyordum, o halde saatlerce kuyrukta bekleyip dinledikleri starla aynı insan değildim. Fransız hayranlarımın birçoğu –bunu bana söyledikleri için biliyorum– Pigalle’de küçük bir kulüpte saheye çıktığıma inanmıyordu. İnananlarsa, özel birtakım sorunlarım olduğunu düşünüp acımı kendi başıma çekmek isteyeceğime, onların bu halime tanık olmalarını istemeyeceğime hükmediyorlardı. Düşkün halime seyirci olmak istemiyorlardı. Fransızların bu tavrından hem nefret ediyorum, hem de çok hoşlanıyorum. Bana saygı duydukları için dinlemeye gelmiyorlardı. Fakat gelmedikleri için, düştüğüm çukurdan çıkamıyordum. Daha sonraları Olympia’da verdiğim konsere uzun kuyruklarda bekleyip gelecekler, sahneye çıktığımda on dakika kesintisiz alkışlayacaklardı. C’est la vie.
Paris’te Creed Taylor’un plak şirketine, CTl’a Baltimore adlı bir albüm kaydettim. Teklif Taylor’dan gelmişti, kayıt çok hoşuma gitmese de kariyerime bir ivme kazandıracağını biliyordum.
1981 yazında güney Fransa’da çalarken de bir video kaydettim ve kaseti alıp Los Angeles’a uçtum. Plak şirketlerinin kapısını çalmaya başladım, birkaç olumsuz girişimden sonra, küçük bir video şirketi olan Videopix’e başvurduğumda her şey değişti. Paris düşüşüm olmuştu, Viedopix’in sahibi Anthony Sanucci’yle tanışmamsa yeniden tırmanışa geçmemin başlangıcıydı. Nina’s Back! adlı albüm için sözleşme yapmamızdan kısa bir süre sonra, 1958’de kaydettiğim “My Baby Just Cares For Me” adlı şarkı, Avrupa’da hit oluverdi. Hikâye şöyleydi:
Bethlehem, Little Girl Blue albümünün haklarını bir Avrupa firmasına devretmiş, onlar da albümdeki “My Baby”yi single olarak yayınlamışlardı. Şarkı önce kulüplerde tutmuş, ardından listelere girmiş ve üst sıralara fırlamıştı. Sonra da bir parfüm firması, “My Baby”yi tüm Avrupa’yı kapsayan reklam kampanyasında kullanmıştı.
Bu hit şarkının son şansım olduğunu ve iyi değerlendirmem gerektiğini biliyordum. Sanucci de bunu görmüş ve kolları sıvamıştı. Avrupa turnesine çıktık ve bir konser serisi başladı. Çaldıkça kendime güvenim geri geliyor ve basamakları tırmanıyordum. Ve bunu müzik endüstrisine boyun eğmeden yapıyordum. Verdiğim mülâkatlarda lafımı esirgemiyordum: Müzik endüstrisinde hırsız kaynadığını, Amerika’nın ırkçı bir ülke olduğunu, siyah hareketin içinde yer alanların aradan yirmi yıl geçmiş olsa bile hâlâ cezalandırıldığını söylüyordum.
Avrupa turnesi sürerken teklifler yağmaya başladı. ABD’den, Kanada’dan, Japonya’dan, Avustralya’dan… Paris’teki gala gecesinde boynumda çeyrek milyon dolarlık bir inci gerdanlık vardı. Vergi meselesi nihayet hallolmuştu ve bu, ABD’de ikamet edebilme, sahneye çıkabilme özgürlüğüne kavuşmam anlamına geliyordu.
21 Ocak 1991’de, Martin Luther King’in doğum yıldönümünü kutlamak için düzenlenen yürüyüşte eski dostlarla, siyah hareketin emektarlarıyla yanyanaydım: Andy Young, John Lewis, Coretta Scott-King ve diğerleri. O gün yalnız Martin’in doğumgününü değil, ayakta kalışımızı da kutladık. Bu satırları yazarken kendimi mutluluğun kıyısında addediyorum; kocasız mutluluk ne kadar olabilirse, o kadar mutluyum. Bu kitaba başlarken aylarca geçmişin muhasebesini yaptım. Pişmanlık duymuyorum. Birçok hatam oldu, kötü günler yaşadım, ama asıl yankılanan coşku yılları. Siyah kardeşlerimin hakları için mücadele yılları, acıyla sevincin bir arada olduğu günler. O zamanlarda da biliyordum, şimdi de biliyorum ki, duyduğum mutluluk, birlikte yürümenin, birlikte ilerlemenin mutluluğuydu. Bu, ender yaşanan bir duygu.
Roll, sayı 106, Nisan 2006