TARİHİ EŞİK 2021-22 | X: ERCÜMENT AKDENİZ

Söyleşi: Elvan Kıvılcım
7 Ocak 2022
SATIRBAŞLARI

2021’in muhasebesini yaparken öne çıkan başlıklar neler sizce?

Ercüment Akdeniz

Ercüment Akdeniz: Geçen yıl bu sıralarda, asgari ücret 2850 TL’ye çıkıyor diye propaganda yapılmıştı. Üç ay sonra, insanlar “bu asgari ücret yetmiyor” demeye başladı. 2021’in ekonomik profiline bakmak için, iki asgari ücret arasındaki dönemi değerlendirmek mümkün. 2021’in altıncı ayına bile gelmeden çok yoğun, derin bir yoksulluk yaşanmaya başlandı. Anadolu’da il il gezerken gözlediğim şu: Özellikle işçiler ya çok fazla mesaiye kalıyor ya da ikinci bir iş yapıyor. Türkiye’de işçi profili değişti, çünkü para yetmiyor. Sanayide, metal sektörü de dahil, ağır iş kollarında bile asgari ücrete sabitlediler ücretleri. Türkiye “asgari ücretliler ülkesi” olarak anılıyor artık. Asgari ücretle çalışanların oranı yüzde 50’ye yaklaştı, ayrıca asgari ücret ilk defa açlık sınırının altına düştü. Dolayısıyla, memleketin çok önemli bir bölümü geçinemiyor, aç ve ancak ikinci bir işte çalışarak ayakta durabiliyor. Anadolu’da işçiler kırsal kesime bağımlı; köyden gelen gıda, erzak gibi desteklerle kısmen ayakta durmaya çalışıyorlar. Ama şu anda köylülerin durumu da kötü, tarımda da bir çözülme, çökme var. Çok zor bir döneme giriyoruz. Derin yoksulluk emekçi sınıflar açısından bir buhrana doğru gidiyor. Yeni asgari ücreti belirlemek için iki veri var elimizde: TÜİK ve ENAG enflasyon hesapları. TÜİK yüzde 19,8, bağımsız iktisatçıların kuruluşu ENAG yüzde 49,8 dedi. Bağımsız iktisatçıların enflasyon hesabını esas alırsak, asgari ücretin 5 bin TL civarında olması lâzım. Bu yılın enflasyonunu dengeleyebilecek ücret bu. Oysa Sabah gazetesi 3600 TL’yi bile müjde diye servis etti. Bir yanda hızla eriyen ücretler, diğer yanda temel gıda ürünlerinde zam yağmuru var. Henüz sanayiciler açısından büyük bir kriz yok, ama ekonomi sanayiden ibaret değil. Çünkü hazine delik, devlet hazinesini hortumladılar, bunun borcu, faiz yükü çalışan yurttaşlara bindiriliyor. 2022’nin en önemli problemi 240 milyar borç faizi ödenecek olması, bu 2021’den kalan faiz. Genel olarak hazine ve emekçi sınıflar, işsizler, yoksullar için bir çöküş ekonomisi var. Derin yoksulluk ve bunalıma doğru giden bir tablo var.

2021’in hemen başında, Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanmasıyla öğrenci ve akademisyenler, 20 Mart’ta İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararıyla kadınlar sokaktaydı. Bu protestolar neler söylüyor size?

İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili son olarak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Danıştay’a yürütmeyi durdurma başvurusu da reddedildi. Bu zaten kadına şiddetin önünü açan son hamle oldu. Çilem Doğan örneğinde olduğu gibi, kadınlar canlarını kurtarmak için nefsi müdafaadan başka bir yol bulamıyor. Cezasızlık politikası erkek katiller ve erkek şiddeti uygulayanlar için devam ederse, maalesef çok daha fazla kadın ölecek, kendini savunanlar da cezaevlerine kapatılacak. Kadınlara yönelik şiddetin sosyo-ekonomik bir temeli de var. Ekonomik tablodaki gidişat emekçi ailenin yapısını parçaladı, ev içinde psikolojik travmalar yaşanıyor. Geçim sıkıntısı, işsizlik, ödenemeyen borçlar nedeniyle aile içi şiddet de tırmanmış durumda. Siyasal yönetim biçimi ve sermaye düzeniyle el ele vermiş tek adam sistemi değişmediği, halkçı bir ekonomi ve özgürlüklerin önünü açan, yaşam hakkını güvence altına alan bir anayasa oluşmadığı sürece, maalesef kadınlar için gelecek parlak değil. Ama muazzam bir kadın direnişi de oldu 2021’de. Kadınların uyanış yılıydı diyebiliriz. Bu hepimize umut veriyor. Kadınlar, yanlarında emekçi sınıfların mücadelesi de olursa, dişleriyle, tırnaklarıyla bu karanlığı yırtacaklardır.

Üçüncü seçeneğe bakışımız şöyle: İşçi sınıfını ve taleplerini merkezine alan, bu merkezin etrafında diğer emekçi sınıfların ve demokrasi güçlerinin olduğu bir halk ittifakı. Bazı partilerden farklı olarak, sadece sosyalistlerden oluşan bir seçeneğin halk seçeneği olabileceğini düşünmüyoruz.

Gençlerin ve öğrencilerin sorunlarına gelince, ilkokullarda birinci sınıf öğrencileri sınıf başkanlarını seçebiliyor, ama ülkenin profesörleri rektörlerini seçemiyor. Taner Timur’un çok güzel bir kitabı vardır, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler adında. Orada Taner Hoca diyor ki, 12 Eylül bütün yüksek öğrenim kurumlarını 12 Mart’tan devralarak inşa etti. AKP iktidarı da bu kurumları 12 Eylül’den devraldı. YÖK bir 12 Eylül kurumu olarak hâlâ dimdik ayakta. AKP iktidarı bunu bir adım daha ileri götürdü ve kayyum sistemini üniversitelere de taşıdı. Böyle bir rejimde özgür, bilimsel, demokratik bir eğitim zaten söz konusu olamaz. Bunun kırıntıları dahi yok. Böyle olunca, bilim de göç ediyor. Bilim göçü korkunç bir şey. Ülkenin en eğitimli gençleri dışarı gitmek istiyor. Bunun bir nedeni ekonomik, çünkü diplomalı işsizler artık bir ordu haline geldi, Türkiye’de işsizliğin profili değişti. Çift diplomalı, tek diplomalı, tezgâhtar ya da motokurye on binlerce genç var. Dolayısıyla, herkes yüzünü yurtdışına dönmüş durumda. Anketler her on gençten yedisinin yurtdışına gitmek istediğini gösteriyor. Sahada gördüğüm şu: Z kuşağı olarak ifade edilen gençliğin çok önemli bir kesimi, hatta AKP’li ve MHP’li, İyi Partililerin çocukları ellerinde kırmızı kartla sandığı bekliyor. Bu durum gençliğin teslim olmadığını, boyun eğmediğini gösteriyor. Öte yandan, Z kuşağının bir kavramsal mit olarak fazlasıyla abartıldığını ve gençliğin esas eksiği olan örgütlenme becerisi ve tecrübesine yeterince odaklanılmadığını düşünüyorum. Gençler öz örgütlerini kurabilmeli; öğrenci iseler üniversitelerde kulüplerde, kollarda, işçi iseler sendikalarda, köylü iseler kooperatiflerde, birliklerde örgütlenebilmeli. Gençlik tüm bunlardan yoksun ve epey örgütsüz. Bu örgütlenmeleri kurmalarına yardımcı olmamız gerekiyor. Bunu yapabilirsek bizden çok daha ilerde olacaklar. Türkiye işçi sınıfının, demokrasi güçlerinin, demokrasi mücadelesinin yüz yıllık tarihsel birikimini gençlere taşıyamadığını düşünüyorum. Anadolu kentlerinde gördüğüm tablo şu: Halk buluşmalarında gençler yok.  O zaman gençler için ayrı buluşmalar yapılması gerekiyor. Bu ülkede hep beraber bir çıkış yolu bulacaksak, gençlerin bize gelmesini beklemek yerine, bizim gidip onları dinleyebileceğimiz platformları oluşturmamız gerek.

Demokrasi güçlerinin 2022 için önlerine koyabilecekleri bir hedef olabilir mi bu?

Ben 2022’yi beklemeyeceğim, biz EMEP olarak hemen gençlik toplantılarına başlıyoruz.

2021’de Türkiye’de sermayesiyle, siyasal iktidarıyla egemenlerin gündeminde neler vardı?

Türkiye’de burjuvazinin en önemli gayesi, dünyadaki ve bölgemizdeki istikrarsızlıktan yola çıkarak gerilim ve çatışmayı artıran proaktif bir dış siyasete yönelmekti. Bu sadece tek adamın değil, Türkiye burjuvazisinin tercihidir. Burada bazen yanılgılar oluyor. “Beşli çete” falan deniyor, tamam, iktidarın etrafında bir yandaş sermaye grubu oluştu, palazlandı ama, TÜSİAD, MÜSİAD ve bir bütün olarak burjuvazisi Türkiye’nin dış politikasındaki agresif tutumdan azade değil, hep beraber böyle bir strateji izlediler. Esas amaç pazarı ele geçirmekti. Doğalgaz, petrol rafinerileri, toprak hâkimiyeti elde edilebilir mi? Hegemonik güçler böyle bir yol izledi. 2021 bu stratejinin gerileme, tıkanma ve duvara dayanma dönemi oldu. Suriye’de, Libya’da, özellikle referandum sürecinden bu yana Irak’ta, bir bütün olarak Afganistan’da, hatta Azerbaycan-Ermenistan geriliminde bile çok büyük hayallerle, fetih hayalleriyle yola çıktılar, çok hızlı sonuç alabileceklerini düşündüler. Tabanları buna inandı. Böyle bir rüzgâr esti, ama bu rüzgâr 2020 itibarıyla durdu. Şu an geniş kitlelerde de, kendi tabanlarında da böyle bir rüzgârın etkisi yok. AKP ve MHP tabanında da yok. Dışarda tıkandığı gibi, içerde de iktidar bu rüzgârı arkasına alarak bir güç oluşturamıyor. Tabii hep emperyalistlerle iş tutarak yapılan bir siyaset bu. Ya ABD ya Rus ya da Çin savaş arabasına bineceksiniz. 2021’de bir eksen değiştirme noktasına geldiler. ABD’de çok önemli bir seçim oldu, dünya Trump psikozundan kurtuldu, ama Türkiye’de “Biden gelince ne olacak?” üzerinden Biden-Erdoğan ilişkisi tartışıldı. Uzun süre, G20 zirvesine kadar beklenen telefon gelmedi. Şu an itibarıyla, tavizler vererek NATO ve ABD çizgisiyle yeniden uzlaşma siyasetini dizayn etmeye çalışan, kendisini kurtarmaya çalışan bir iktidar var. Ama Rusya’yla da birtakım ilişkiler içine girdiği için elini serbestleştiremiyor. Bu iki emperyalist güce yaslanarak ya da bu iki emperyalist güç arasında manevra alanları yaratarak kendine genişleme alanı bulan bu proaktif siyaset ikili presle karşı karşıya ve hızla geriliyor. Türkiye egemen güçleri, sermaye güçleri de at değiştirmeyi tartışıyor. Batı Avrupa ve ABD çizgisiyle uyumlu, uluslararası sermayeye güven veren bir iktidar, Millet İttifakı gibi bir seçenek arayışındalar ve iktidar değişiminde kararlı görünüyorlar.

TÜSİAD son dönemde iktidarı eleştirmeye başladı ve belirttiğiniz gibi, bir “at değiştirme” isteği ortaya çıkmış görünüyor. Ancak, kısmen MÜSİAD’da temsil edilen, ucuz emek ve ucuz TL’ye dayanarak büyümek isteyen bir sermaye grubu da var. Ve birçok iktisatçıya göre, bu iki sermaye grubu arasında bir “iç savaş” yaşanıyor. Sizce böyle bir sermaye iç savaşı var mı?

Bu iki grubu çok kesin duvarlarla ayırmak mümkün değil, TÜSİAD’ın da, MÜSİAD’ın da üyeleri Türkiye’yi ucuz işgücüne çevirmek için ellerinden geleni yaptı, Türkiye AB’nin Çin’i oldu. TÜSİAD içinde yakın zamana kadar AKP’nin çok güçlü destekçileri vardı, hâlâ var. Ama bir çizgi değişikliği için kurumsal bir tavır, sermaye grupları arasında bir çatışma var. Kolay değil, agresif dış politikanın ve yandaş sermayenin hem dışarıda hem içeride yatırımları var, bunlar ne olacak? Muazzam bir silah sanayii, dış yatırımlar, yap-işlet-devret modeli ya da hazine garantisiyle yapılan yatırımlar söz konusu. Bunlar için göz karartmaya değer. Bu, filler tepişirken emekçilerin ezildiği bir Türkiye tablosu. Ama sonuçta her iki fil de iktidarın değişeceğini görürse çok çabuk bir araya gelir, rota değiştirir, ancak emekçiler kaybetmeye devam eder. Burjuvazinin ana kesimi kaygan bir zeminde, hem 2023 seçim dengelerine hem de uluslararası gelişmelere bakarak bir tercih yapacaklar. Çok hızlı yer değiştirenler olacak.

Asgari ücrete Aralık 2021’de yapılan yüzde 50 civarındaki artıştan memnun mu işçiler? Sonrasında enflasyon da yüzde 40’a yükseldi…

Enflasyon rakamları aslında yüzde 50’lerin bile üzerinde. İşçiler bunun farkında, sokaktaki çocuklar bile farkında. Bu yüzden enflasyon düzeyinde bir artış yapılmış oldu aslında. Ama aynı süreçte dolardaki ani fırlama maaşlarda ciddi bir erimeye neden oldu. Açıklandığı gün 2022 yılı asgari ücreti 284 dolar civarındaydı, sonrasında 250 dolara kadar düştü. TL korumalı mevduata geçilmesiyle bir denge kurulduğu iddia ediliyor, ama işçiler bunun karşılığını kendi yaşamlarında görmüyorlar. Manavda, pazarda, markette etiketlerdeki fiyatlar düşmüyor. Bir derde derman durumu yok yani. Fabrikalarda konuştuğumuz işçiler bu kayıpların telafi edilmesini istiyor ve şu anda onların ek zam talebi gündemde.

İşin ikinci boyutu da şu: Daha önce kamu sözleşmeleri ve bazı iş kollarında toplu sözleşmeler imzalanmıştı. Orada durum daha da felaket. Birçoğunun ücreti asgari ücret seviyesine düştü. “O zaman sendikanın ne anlamı var? Biz niye sendika aidatı ödüyoruz, toplu sözleşmenin, grevin ne anlamı var?” diye soruyorlar. Sendikaların üst yönetimlerine ciddi bir baskı var. Aynı şekilde ek zam talebiyle ya toplu sözleşmeleri yenileyelim ya greve gidelim diyorlar. Madem kurda bir dengelenmeden söz ediyorlar, o zaman son zamanlarda motorine, oto gaza, benzine, elektriğe yaptığınız zamları geri çekin diyoruz biz de. Aksi takdirde asgari ücretteki artışın da, yapılan toplu sözleşmelerin de hiçbir anlamı kalmıyor.

Kitlelerin acil talepleri etrafında mitingler örgütlemeye çalışıyoruz her yerde. Sadece EMEP olarak değil, sendikalarla, bütün yerel güçlerle ortak yapacağız. Ekonomik gidişata karşı yığınların tepkisi meydanlara yansırsa, bu seçimin de sandığın da seçim sonrasının da güvencesi olur.

Üçüncü olarak, metal, cam ve tekstil sektörlerinde yeni sözleşmeler yapılacak. Buralarda da taslakların yenilenmesi gerek, çünkü bu taslaklar oluştuğunda henüz asgari ücret belirlenmemişti. Mesela taslağa göre metal sektöründe işçi ücretlerine yüzde 27’lik bir artış teklifi yapılmış, ama bu asgari ücretin bile altına düşüyor neredeyse, dolayısıyla yenilenmesi gerekiyor. Zaten Türk Metal grev kararı açıkladı, Birleşik Metal da aynı eğilimde. Bu sürecin daha sert geçeceğini gösteriyor bu.

Son olarak, asgari ücrette vergi yükünün kaldırılması meselesini kamuoyu baskısı sonucu düzeltmiş gibi görünüyor hükümet, ama AGİ (Asgari Geçim İndirimi) kısmı düzelmedi. Bu da çok önemli bir fark yaratıyor. Sadece asgari ücretlilerde değil, bütün çalışanlarda AGİ kısmının yeniden düzenlenmesi gerektiği gibi bir talep söz konusu.

Toplam fotoğrafa baktığımızda şunu görüyoruz: Bütün ülkeyi en aşağı ücret seviyesi olan asgari ücret seviyesinde eşitleme çabası var. Bu stratejinin arkasında bu emel var. Eskiden AKP’nin Türkiye’de asgari ücretlilerin sayısını çok arttırdığından, ülkeyi asgari ücretliler ülkesi haline getirdiğinden söz edilirdi. Ama şimdi artık onunla da yetinmiyor, toplu sözleşmeli sendikalı da olsa bütün işçileri asgari ücret seviyesinde çalışan işçiler haline getirmeye çalışıyorlar. Bu korkunç bir şey. Bunun püskürtülmesi için mücadelenin asgari ücret alan almayan herkes tarafından ortaklaştırılması lâzım.

Türkiye’den bir Çin değil, Bangladeş yaratma çabası var. Yani Çin modeli falan hikâye. Ülkede Bangladeş koşullarında yaşayan bir emek gücü yaratıp bunu da uluslararası pazara özellikle pandemi koşullarında cazip bir ortam olarak sunma çabası var. Bu faiz indiriminin, düşük faiz – yüksek istihdam masalının arkasındaki gerçek bu işte: Bir Bangladeş çalışma rejimi oluşturmak. Bunda çok ısrarcılar, vazgeçmiyorlar, ama şu anda Hazine zayıf olduğu, finans sektörü sıkıntılar yaşadığı için sadece sanayide bir atak yapmak yeterli olmuyor. Onu görünce ek bir tedbir almak zorunda kaldılar, bu yeni ekonomik paket öyle geldi. Bu paketle doğmamış çocukların bile borçlandırıldığı, yeni kuşakların geleceğinin çalındığı bir ülke yarattılar. Bu çok önemli bir eşiktir.

Asgari ücretteki artış öncesinde pek çok kişi bu koşullarda bir toplumsal patlama olasılığının günbegün arttığından söz ediyordu. Bu artış sonrasında o olasılık hâlâ devam ediyor mu?

Asgari ücretteki artış sosyal patlama dinamiğine belirli bir fren yapmış gibi görünüyor, hükümet de bunu gördü zaten. Hazine tamtakır olmasına rağmen bu olasılıktan dolayı ister istemez kesenin ağzını açmak zorunda kaldılar. Ama bir al gülüm ver gülüm oyunu oynanıyor. Akşam işçinin cebine koyduğunuz para, sabah kalktığında yüzde 30 eksilmiş oluyor. Bunu da hesap ediyorlar. O yüzden şu anda halen ciddi bir kaynama var ve sosyal patlama dinamiklerinin gerçekten frenlenip frenlenmediği de büyük bir soru işareti. Ama şunu da söylemek lâzım: Sosyal patlama dinamiğinin önündeki tek engel iktidar değil, muhalefet de maalesef frenliyor. Sürekli TÜSİAD’a seslendiler ses çıkarsınlar diye, ama işçiye, emekçiye gelince aman sesinizi çıkarmayın dediler. Özellikle Millet İttifakı çizgisini kastediyorum bununla. Eğer muhalefet bu kadar yüksek fren koymasaydı, emekçiler, halk çok daha önceden sokaklara inmiş olurdu.

Son dönemde yaşanan kur krizi, bu krize çare olarak sunulan döviz kuru korumalı mevduat gibi tedbirler işçi ve emekçileri nasıl etkiliyor?

İşçi ve emekçilerin karşısında sadece bir siyasi parti yok; hükümet, patron kuruluşları, sermaye örgütleri, bunların CEO’ları var. Hepsi sürekli toplantı halindeler. Zaten bu yeni model tercihini de bu toplantılardan çıkarttılar. Sermaye stratejisi donuk değil, sürekli istişare halindeler. Ortaya çıkan şey ne? Aslında AKP’nin 19 yıldır uyguladığı bir yöntem: İmar, beton ve rant projelerinde zaten uyguladıkları yap-işlet-devret modelini finans alanında da deneyelim dediler. Hazine garantili ve üstelik dolara endeksli köprü, havalimanı, hastane inşaatlarını, yani Hazine garantili inşaat ekonomisini finans sektöründe de Hazine garantili rant ekonomisiyle taçlandırmış oldular.

O gece birkaç yüz dolar milyoneri ne kadar rant vurgunu yaptı? Biz bu soruyu sormaya devam edeceğiz. İki buçuk günlük bir süreden bahsediyoruz, çok büyük bir soygun ve vurgun olduğu açık. Yargı konusu bu ve çok büyük bir adalet talebi var bu hususta. Milyarlarca lira birkaç günde yoksulların cebinden toplanıp zenginlerin cebine aktarıldı, bu çok net. Ama bu sadece birkaç günlük bir vurgun değil, çok uzun süredir devam eden bir büyük vurgunun parçası. Halen de devam eden bir mevduat garantisi var zenginler için, üstelik dolara endeksli.  Her geçen saniye emekçilerin cebinden hortumla paranın çekilip dolar milyonerlerinin cebine aktarılması demek. Ödediğimiz her vergi zenginlerin zarar etmemesi için o kur farkının kapanmasına akacak. Bu sistemli bir hale geldi. Peki bu ne kadar sürdürülebilir? Yüksek enflasyon koşullarını gördüğümüzde sürdürülebilir olmadığını anlıyoruz. Sosyal patlama dinamikleri yeniden harekete geçecektir. Emekçiler, halk hâlâ endişeyle ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Kimse de kurtulduk, buradan bir kurtuluş reçetesi çıktı demiyor. İnsanlar hâlâ dolarını, yastık altındaki altınlarını bozdurup Türk lirasına çevirmiş değil, çünkü öyle bir güven ortamı yok. Politik bazda bazı etkileri var belki. AKP’ye oy vermiş işçiler belki şöyle diyorlar: “Gördünüz mü? Erdoğan bir kez daha bir çıkış yolu buldu.” Ama şapkadan çıkan tavşan ne, ona bakmak lâzım. Herkesi borçlandıran bir sistem çıktı şapkadan. Her yerde herkes şu anda marketteki etiket fiyatlarına bakıyor. İnsanlar o fiyatlarda bir azalma görmediği sürece bu masal tutmayacak. Denetlemeyle, baskıyla, zabıtayla da olacak iş değil bu. Serbest piyasa koşullarıyla böyle mücadele edemezsiniz. Daha önce Tanzim Satış Ofislerinde de, hal baskınlarında da gördük, istenen sonucu vermedi, hatta ters tepti.

Eskiden AKP’nin Türkiye’de asgari ücretlilerin sayısını çok arttırdığından, ülkeyi asgari ücretliler ülkesi haline getirdiğinden söz edilirdi. Ama şimdi artık onunla da yetinmiyor, toplu sözleşmeli sendikalı da olsa bütün işçileri asgari ücret seviyesinde çalışan işçiler haline getirmeye çalışıyorlar. Bu korkunç bir şey.

Bu ani kur dalgalanması, kimilerinin iddia ettiği gibi 7 Haziran ve 15 Temmuz sonrasındakine benzer şekilde inisiyatifi toplumsal dinamiklerin ve muhalefetin elinden almak için ekonomik alanda bir şok doktrini uygulaması mıydı?

Üç günde birdenbire büyük bir fakirleşme yaşadık. Henüz sonuçlarını görmedik bunun. Birkaç ay içinde üç haneli enflasyonu göreceğiz. Sosyo-ekonomik yapıyla siyasal hayat çok iç içe, o bakımdan bu tür süreçler bir türbülans yaratıyor. Oy desteğini ve gücünü yitirmiş bir iktidar, siyasal açıdan daha otoriter ve baskıcı bir tercihe yöneliyor ve bunu da ekonomik alanda attığı adımlarla tahkim etmeye çalışıyor. Türkiye artık bir organ yetmezliğine doğru gidiyor. Sürekli şok tedbirlerle, travmatik deneyimlerle iktidarın elde tutulmaya çalışılmasının sonucu bu. Bir insan organizmasını düşünün, sürekli şok tedavisiyle ayakta tutulan bir vücut eninde sonunda bünyesel bir çöküş yaşar. Artık toplumu baskılamadan bu ekonomik sistemi yürütme şansları da yok. Ya da belirli sermaye gruplarının talepleri doğrultusunda seçimle daha yumuşak bir geçiş olacak. Ama esas olan şu: Halk ne yapacak? Bu soru cevapsız kaldığı sürece bizim rahat, huzurlu günler görme şansımız yok. Halkın hem siyasal hem ekonomik açıdan seçenek yaratması gerekiyor bunun için. Demokrasi güçleri, sosyalist güçler, emek güçleri bu süreçte sadece sandığa odaklanmamalı. Sadece sandığa odaklanıp yüzünü de TÜSİAD’a dönersen ne olacağını gördük işte. Muhalefet son hamlelerle yine dumura uğradı ve kendine de gelemedi hâlâ. Bu işler böyle olmaz, buradan bir sonuç çıkmaz, AKP gücünü eninde sonunda yine tahkim eder. Halkın örgütlü gücünü hep beraber meydanlara indirmek ve işçilerin, emekçilerin üretimden, hizmetten gelen örgütlü gücünü kullanmak gerek. Bunu yapmazsak ne siyasal rejim değişir ne de sermayenin saldırıları geri püskürtülebilir. Diğer sol-sosyalist partilerle yaptığımız görüşmeler de bu çerçevede devam ediyor. Tabii ki seçim platformumuz da var, oradaki görüşmelerin trafiği de hızlandı, kamuoyunda çok görünür olmasa da.

Sol-sosyalist partilerin gündeminde, 2021 sonbaharından beri Millet İttifakı’na alternatif bir Üçüncü İttifak ya da sizin tabirinizle Üçüncü Cephe kurma hedefi var. Bu çerçevede kimlerle görüşmeler yapıyorsunuz, bu çalışmalar ne aşamada?

EMEP olarak diyoruz ki, halk olarak hep beraber bu rejimi gönderelim, ama iradeyi de başka kimseye bırakmayalım, halk yönetimini kuralım. Bu nedenle tüm sol-sosyalist siyasi partilere ve örgütlere bir çağrı yaptık. Bu üçüncü seçeneğe bakışımız şöyle: İşçi sınıfını ve onun taleplerini merkezine alan, işçilerin ve tüm çalışanların muhakkak yönetime katılabileceği ve bu merkezin etrafında diğer emekçi sınıfların ve demokrasi güçlerinin olduğu bir halk ittifakı.

Ekim ayında bu ittifak çağrısını açıkladık, ama maalesef süreç ağır ilerledi, çünkü Millet İttifakı ile esen rüzgâr bu konuda cesaretle adım atması gereken partileri ve sendikaları biraz titrek hale getirdi. Süreç yeni olgunlaşıyor. TKP ve Sol Parti’yle uzun toplantılar yaptık. Halkevleri ve Türkiye Komünist Hareketi de zaman zaman bu toplantılara katıldı. TİP’le de görüşmemiz oldu ve çok olumlu geçti. TİP de böyle bir blokta yer almak istediğini ifade etti. Artık olgunlaşma aşamasındayız ve şunu konuşuyoruz: Sosyalistler olarak bir araya gelip bir deklarasyon yazabilir miyiz? Bir ortak deklarasyonla var olan ittifaklar dışında kalan bütün güçlere bir çağrı yapıp ortaya konacak siyasal program etrafında bir görüşme trafiği başlatmak istiyoruz. Ama bazı partilerden farklı olarak, sadece sosyalistlerden oluşan bir seçeneğin halk seçeneği olabileceğini düşünmüyoruz.

Bu olgunlaşma yaşanırken HDP Tutum Belgesi’ni yayınladı ve çeşitli partileri ziyaret etti, Sol Parti, TKP ve TİP’e de gitti. Bizim de genel başkanlar düzeyinde ikili görüşmemiz oldu. Olumlu geçen görüşmede Tutum Belgesi’nde gördüğümüz eksiklere dikkat çektik, önerilerimizi yaptık. Görüşmemizin en olumlu yanı şu: Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı dışındaki güçleri kapsayan üçüncü bir seçenek üzerinde irade birliği konusunda anlaşıyoruz. Bu görüşmeleri sürdüreceğiz. Sosyalist partilerin olgunlaştırdığı bir birliğin, HDP ile de seçime ortak bir program etrafında –ama HDP’nin Tutum Belgesi’yle değil– girebilmesi için bir kapı açtığını düşünüyoruz. Tabii ki her partinin kendi tutum belgesi veya deklarasyonu olacak, bizim de bu yönde bir çalışmamız var. Herkes açıklayacak programını, sonra bu programlar arasında tartışmalar olacak, bir sentez oluşacak ve ortak bir deklarasyona doğru yol alacağız, öyle düşünüyoruz. Ortak deklarasyon olmadan Üçüncü İttifak olmaz.

Bizim için ekonomi, emekçi sınıfların talepleri ve tabii ki korunmaya muhtaç kesimlerin sosyal ve ekonomik olarak korunmasına yönelik talepler önemli. Bunların yanı sıra laiklik de çok bir önemli kıstas. Hakeza emperyalizm sorunu, dış politika meselesi, özgürlükler ve tabii ki Kürt sorunu. Kürt sorununun demokratik çözümü, yani eşit haklara dayalı bir birlikte yaşamı tesis edecek ve Kürtlerin taleplerini karşılamaya dönük bir perspektif de sunması gerekiyor bu programın. Kadınları, gençleri, LGBTİ+ bireyleri, doğayla ilgili sorunları kapsayan, 10-15 maddede toparlanabilecek bir asgari program birliği olur diye düşünüyoruz. Ama tabii ki bazı konular müzakere edilecektir. Emperyalizm, dış politik ilişkiler, laiklik meselesi belki biraz tartışma konusu olabilir. Sınıf mücadelesine bakışta, Kürt sorununun ele alınışında farklılıklar olabilir. Ama sonuçta bir ortak irade çıkar diye düşünüyorum.

Türkiye’den bir Çin değil, Bangladeş yaratma çabası var. Yani Çin modeli falan hikâye. Ülkede Bangladeş koşullarında yaşayan bir emek gücü yaratıp bunu da uluslararası pazara özellikle pandemi koşullarında cazip bir ortam olarak sunma çabası var.

2022’de erken seçim yapılacak gibi görünüyor. Üçüncü İttifak erken seçime hazır olabilecek mi?

Biz zaten seçim sathı mailine girildiğini söylüyoruz. Seçim çalışmasına başladık, bir aydır bütün Anadolu’yu geziyorum, arkadaşlarımız geziyor. Diğer dost partiler de geziyor. Gördüğümüz tabloda yüksek bir enerji var, ilgi ve merak var. Seçimin erken, baskın olup olmamasının çok önemi yok. Şu sorulabilir: Seçim ve sandık güvenliği ne olacak? O konuda tedbir almak gerekiyor. Bu yüzden Adil Seçim Platformu’nun bileşeniyiz. Bu platformda şu anda sıkı bir hazırlık var. Ama tabii biz sadece bir seçim platformuyla bu zorlu süreci aşabileceğimizi düşünmüyoruz, çünkü bu seçimlerde OHAL’i zorlayan sert bir baskı iklimi yeniden gelecek gibi görünüyor. Ayrıca, seçimden sonra ne olacak? 7 Haziran  -1 Kasım seçimleri arasında neler yaşadığımızı hepimiz biliyoruz. Bunu yeniden denerler mi? Aynı suda iki kere yıkanılmaz, ama seçim sonuçlarını kabul etmeyecekleri de ortada. İstanbul’da yerel seçim tekrarlandı. Bütün bunlara hazırlık yapmak gerekiyor. O açıdan bugün kitlelerin ekonomiden demokrasiye acil talepleri, özellikle geçim meselesi etrafında mitingler örgütlemeye çalışıyoruz her yerde. Ama sadece EMEP olarak değil, sendikalarla, bütün yerel güçlerle ortak yapacağız. Demokratik, yasal, güçlü mitingler, Türkiye mitingleri olacak. Ekonomik gidişata karşı yığınların tepkisi meydanlara yansırsa, bu seçimin de, sandığın da, seçim sonrasının da güvencesi olur.

2021’de ekolojik yıkım ve iklim krizinden Türkiye de bolca payını aldı. Müsilaj, orman yangınları, sel felaketleri… Bütün bunlarla birlikte doğa talanı artarak sürüyor. Bu tabloya ne diyorsunuz?

Orman yangınları sırasında Ege ve Akdeniz köylerine gittim, özellikle Yatağan, Soma ve Aydın’ın köylerini, İkizköy direnişini ziyaret ettim. Sonra EMEP olarak bir rapor yayınladık. Rapor özetle şunu söylüyor: Buralara çivi çakılmamasının yolu halk denetiminden geçiyor. Halk denetlemedikçe buralar talan edilecek. Mesela, İkizköy’de köylüler direniyor, ama orada maden ocakları ve termik santraldeki işçilerle karşı karşıya gelmişler. İşçiler diyor ki: “Ne yani işsiz mi kalalım, aç mı kalalım? Ekonomi ortada, ne kadar çok maden ocağı ya da termik santral açılırsa o kadar çok insan işe girer.” Köylüler de diyor ki: “Peki biz tarlalarımızı, derelerimizi, hayvanlarımızı mı kaybedelim?” Böyle bir bölünme çok tehlikeli, ama işçileri yedeklemek için bu bölünmeyi CEO’lar ve sendikalar eliyle yapıyorlar maalesef. Şunu gördüm: Köylü hareketinde bu mücadele gerçekten samimiyetle, doğayı savunma olarak ortaya çıkıyor. Mesela bir amca kahvede ağlayarak “Keşke ormanlar yanmasaydı da evim yansaydı” dedi. O amca o felaketi yürekten yaşıyor, çünkü orman olmadıktan sonra ne yapacak ki? Sadece ekmek teknesi meselesi de değil, yaşamı o doğayla bütünleşmiş, onun için ormansız bir hayat yabancı bir hayat. Doğayı yok ettiğinizde o insanı, topluluğunu, kültürünü de yok ediyorsunuz. Dolayısıyla, ekmek mücadelesiyle doğayı savunma mücadelesinin birleşeceği bir hat açmamız gerekiyor.

2022 için öngörüleriniz neler?

Şu çok açık: Yüksek enflasyon, yüksek kur – düşük faiz politikaları çerçevesinde zam yağmuru durmayacak. Bu yağmur karşısında kendiliğinden patlamalar olabilir. Sosyal dünya matematik gibi değil, her şeyi hesaplayıp öngöremezsiniz, kimin nerede patlayacağı belli olmaz. Erken seçim iktidarın stratejisi bakımından söz konusu, ama toplumsal dalgalanma nedeniyle de mümkün. Hoşnutsuzluk sokağa inerse bu da erken seçimi zorlayabilir. Önümüzdeki 1 Mayıs’ın çok ciddi bir toplumsal hareketin dinamiği olabileceğini öngörüyoruz. Bunu baskılamaya çalışacaklardır, ama ona rağmen bir çıkış olabilir. 2022’nin 1 Mayıs’ı bütün dünyada farklı olacak, öyle öngörüyoruz. Aynı şekilde 8 Mart da Türkiye’de çok daha güçlü olacak. Dünya şu an sadece parlamenter seçimlerle konum değiştirmeyi konuşuyor, ki ciddi kırılmalar oldu: Trump geldi, gitti, Almanya’da ciddi bir iktidar değişimi oldu, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da aşırı sağ, faşist, mülteci düşmanı partiler iktidara geldi, sonra orada da bazı kırılmalar oldu. Bunların toplamına baktığımızda, insanların sadece seçimle yetinmeyecekleri bir döneme girdiğimizi görüyoruz. Yakın süreç için bir toplumsal devrimler çağı demiyorum, çok abartılı olur, ama hem dünyanın hem Türkiye’nin bu yönde işaretlerin de olacağı çok ciddi sosyal hareketlere hazır olması gerekli.

1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22

^