6 Şubat depremlerinin yıldönümünde Antakya’da düzenlenen anmayla başlayalım…
Hüseyin Cihat Açıkalın: 6 Şubat anması bizim için Hatay’ın kurtuluşu kadar, belki ondan da önemliydi. Çünkü yeni bir yaşamın inşasının başladığı, birçok canımızla vedalaştığımız, birçok sevdiğimizle de vedalaşamadan ayrıldığımız günün yıldönümüydü. Fakat akıl almaz bir kötülükle anma törenini devlet protokolüne dönüştürdüler. İnsanların acısını yaşamasını, yas üzerinden yeni bir yolculuğa çıkmasını engellediler. Keşke 6 Şubat 2023’te yanımızda olmayan kadroları anma gününde karşımızda görmeseydik. Onlar bir yıl önce dünyamız yıkıldığında, kadim şehrimiz başımıza yıkıldığında lâzımdı, ama o gün yoklardı. Devletin olmadığı o gün, halk vardı.
Aslında sessiz bir yürüyüş yapılacaktı, ama valilik işin içine bakanlığı, belediyeyi de katarak bir tören düzenledi. Ve halkla devlet ricali karşı karşıya geldi. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Anma programı dediğiniz gibi planlanmıştı. Sonra, tıpkı Malatya’daki gibi, yasaklanması gündeme geldi. Ama sanırım cumhurbaşkanının 3 Şubat’ta yaptığı konuşmadan cesaret alan belediye başkanı “Kim daha az, kim daha çok tepki alacak” diye bir hesap içine girdi. Bir siyasi düelloya, hesaplaşmaya çevirmek istedi anmayı. Ancak, iktidar da muhalefet de orada yerin dibine girdi. Çünkü Hatay halkının her şeyden çok sahiplenmeye, hukuka ve dayanışmaya ihtiyacı var. Halkın yerel seçimlerdeki beklentisi de, kadim Antakya’nın yeniden inşasının eylem planlarını görmek. Bizim siyasetin matematiği içinde olma gibi bir hevesimiz ya da beklentimiz yok.
AKP iki adayla seçime giriyor. Şu an ilan edilen adayların ikisi de AKP’nin: Lütfü Savaş ve Mehmet Öntürk. CHP logosuyla seçime giren Lütfü Savaş ipi göğüslerse Hatay’da gerçekleşecek hukuk dışı uygulamalar ileride şikâyet konusu olduğunda “CHP’li belediye yaptı” denecek.
Bu bakımdan Lütfü Savaş’ın yeniden seçilmesi AKP için konforlu. Burada insanların öfkesi sadece deprem sonrası yalnız bırakılma değil, özellikle buradaki demokrat insanlar on yıldır oy verdikleri belediyenin bir kere bile insanı, halkı, çağcıl bir yaşamı merkezine alan belediyeciliği ortaya koymamış olmasına tepkili.
Lütfü Savaş hakkında Sayıştay teftiş raporlarına yansıyan yoksuzluk iddiaları var. Depremde yıkılan sitelerle ilgili rüşvet iddiaları da gündeme geldi. Birçok belediyeye kayyumlarla el konurken, bu dosyalara rağmen Savaş’ın görevden alınması söz konusu olmadı. Sizce neden?
Bu iktidarın eğer isterse birini yargı önüne çıkarma ya da cezaevine yollama konusunda son derece becerikli olduğunu biliyoruz. O bakımdan, üzerinde onlarca soruşturma dosyası olan biri hakkında bugüne kadar hukuki adımların atılmamış olması, soruşturma taleplerinin yıllarca İçişleri Bakanlığı’nda bekletilmesi tezimizi güçlendiriyor. CHP’nin mevcut adayla siyaset yapması bu nedenle bizi ürkütüyor. Bu adaya şerh koymamıza neden olan da bu. Bunlar olup biterken bizi en çok şaşkına çevirense, Hatay’da yaşayan yurttaşlar olarak bizim okuyabildiğimiz bu süreci yıllardır siyasetin içinde olan, Türkiye siyaset pratiğini bizden daha iyi bilmesi gereken CHP Genel Merkez yetkililerinin görmemesi, öngörüsüz tutum içinde olmaları.
Adayın değiştirileceğine dair yaratılan bir hava da var. Ona ne diyorsunuz?
Hatay İttifakı oluşturuldu, biliyorsunuz. Bu konuda ilk çağrıyı ben yapmıştım. “Sol blok” şeklinde bir ittifak bu, ama içinde sağ yapılar da var. Bahsettiğiniz havanın yaratılma nedeni bu ittifakın aday çıkarma sürecini sulandırma, geciktirme. Üçüncü bir adayla seçim matematiği değişmesin istiyorlar.
Lütfü Savaş’ı adaylığa götüren dinamikler sadece CHP içinde değil, CHP dışında, ama CHP’ye etki edecek birtakım dinamikler. Bu nedenle, ben de aday adaylık başvurusunda bulunurken, büyük olasılıkla aday gösterilmeyeceğimi düşünüyordum, ama “Önümüzde seçenek yoktu –ki bu lafı sarf ettiler– bu yüzden mecburen Lütfü Bey’i aday gösterdik” denmesin diye otuz yıllık avukatlık emeğimi, baro başkanlığını bıraktım.
Sizce sonuç ne olur?
Eğer güçlü bir alternatif yaratılabilirse, üçüncü bir yol açılabilirse her şey farklı olabilir. Hatay halkının politik refleksine ve öngörüsüne güvenerek üçüncü bir adayın şansının olabileceğini, bu seçimin matematiğinin farklı olabileceğini düşünüyorum.
Eski milli futbolcu, 14 Mayıs seçimlerinde İYİ Parti’nin milletvekili adayı Gökhan Zan TİP’in Hatay Büyükşehir Belediyesi adayı oldu. Zan’ın adaylığı seçimi nasıl etkiler sizce?
Gökhan Zan etrafında Hatay İttifakı’nı toplayabilir. Burada DEM Parti’nin tutumu önemli. DEM Parti büyükşehirde aday çıkarmayabilir ve Gökhan Zan’a destek verebilir. Gökhan Zan geçmişinde hiçbir şaibesi olmayan düzgün bir genç. Siyasi manada tecrübesinin olmaması bir handikap olarak görülse de, etrafında Belediye Meclis üyeliklerinin iyi oluşturulması halinde Gökhan Zan üçüncü bir seçenek olarak düşünülebilir bu süreçte.
Hatay’da aşiret liderleri, Cumhur İttifakı’nın Reyhanlı Belediye Başkan adayı Ahmet Salman Yumuşak’a destek vermek amacıyla bir yürüyüş yaptı. Tekbir getirilen ve hilafet bayraklarının açıldığı bu yürüyüşü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anayasa’da devletin tanımı çok açık bir biçimde yapılmış, Türkiye Cumhuriyet’i laik, sosyal bir hukuk devletidir. Üzüntüyle izlediğim bu görüntülerin Reyhanlı’da bir daha yaşanmaması için yetkililerin gereğini yapmasını bekliyorum. Ayrıca, bir hukukçu olarak ben de girişimde bulunacağım.
Lütfü Savaş olayı Türkiye’deki siyasetin kirlenmişliğinin en güzel fotoğrafıdır. Ceza davalarına da bakan bir avukatım. Kriminal tiplerin özellikle yolsuzluk ve hırsızlıkla ilgili temel bir stratejisi vardır: Suç ortaklarınızı ne kadar artırırsanız yakalanma riskiniz o kadar az olur.
Siz neden aday adayı oldunuz? Neden Hatay’da yerel yönetime talip olmak istediniz?
Ben 11 aydır hem bir depremzede hem bir hukuk insanı olarak Hatay’da derinleşen hukuksuzluğu ve işlenen kent suçlarını takip ederken mevzuat engelleriyle karşılaştım. Çünkü baro bir kamu kurumu. Hem personel bakımından hem de temsil açısından yetkisi, sınırları, sorumlulukları çok sıkı şartlarla tarif edilmiş, bütçesi son derece düşük –ildeki en düşük bütçeli kamu kurumudur baro. Bu engelleri aşabilmek için şehrin bizzat temsilinde olmak istedim.
İkinci bir neden de bu konuda halktan, sivil toplum kuruluşlarından bir talep olmasıydı. O nedenle Özgür Özel’in ya da Ali Mahir Başarır’ın “Baro başkanı anketlerde düşük oy aldı” şeklinde, kendilerini kurtarma gayretindeki, ama Hatay halkının iradesini, baronun duruşunu ve benim hukuk mücadelemi küçümseyen açıklamalarını esefle kınıyorum.
“Seçimi kazanırsa ‘CHP kazandı’ diyeceğiz, kaybederse Lütfü Savaş’tan kurtulacağız” görüşü de var Hatay’da. Ne dersiniz?
Bana da bunu gerekçe gösterdiler. Şimdi burada iddialı bir şey söyleyeceğim. CHP’nin adayı değişmez, çünkü adayı değiştirecek iradeye sahip değiller. CHP Genel Merkezi Lütfü Savaş’ı değerlendirecek konumda değil. Tersine, Lütfü Savaş Genel Merkez’i değerlendirecek pozisyonda. İddialı bir laf, evet, ama gerçek bu.
Genel Merkez, CHP’ye yeni bir vizyon getirmekten çok uzakta. Burayı adeta kendi konfor alanlarını geliştirme mecrası olarak gördüklerini düşünüyorum. Bunların derdi iktidar olmak değil, ana muhalefet şeridini işgal etmek, bal börek yaşayıp gitmek. Basında yazılıp çizilenler, soruşturmalar, ortaya konanlar er geç ortaya çıkar. Bunların karşısında sorumlu bir genel merkez olarak yapmanız gereken şey bellidir.
Ne yapılmalıydı?
Bu kadar iddia orta yerde dururken sadece Lütfü Savaş’ın “Yalan onlar” demesiyle mi yetineceğiz? Ve siz yolsuzlukla anılan bir iktidarla mücadele içindeyken benzer iddiaların olduğu bir belediye başkanıyla yola devam etmeniz ne kadar mantıklı? İktidara “Beşli çete” diyorsunuz, Hatay Belediyesi üzerinde bu kadar iddia varsa doğru tutum, “Bu iddialar açıklığa kavuşuncaya kadar sizi aday gösteremeyiz” değil midir?
Size CHP dışında teklifler geldi mi?
Hemen hemen tüm partilerden teklif geldi. Daha ilginci, AKP’nin yerel yöneticileri “Adaylık düşünür müsünüz?” dediler. Bana AKP’li avukatları gönderdiler. Bakın, barodaki yönetimimde HDP il yönetiminden de, AKP’den de, İYİ Parti ve CHP’den de arkadaşlar vardı. Tam bir Hatay mozaiği aslında. Yeri geldi “Aysel Tuğluk’a özgürlük” bildirisinin çağrıcısı olduk. O çağrının imzacısı olan 21 barodan biri olduk. Metni ben kaleme aldım, o metin oybirliğiyle çıktı yönetimden.
Neden CHP’den aday adayı oldunuz, DEM’i ya da TİP’i tercih etmediniz?
TİP’i önce düşündük, ama bütün ailemiz kuruluşundan bu yana CHP’de siyaset yaptı. Hem bu yüzden hem de CHP orada hazır, yerel iktidar elinde. Ayrıca, daha önce CHP yönetimlerinde olmuştum. Böyle daha hızlı ilerleriz diye düşündüm.
Pişman mısınız?
Pişmanım. Belki siyaseten doğruydu, ama yerel yönetimler açısından ya da ülkedeki siyasetin geldiği form, açmaz bakımından yanlışmış. Belki de hiç aday olmamam gerekirdi. Bunları bazen düşünüyorum, ama bir yere de varamıyorum. Pişmanlıktan çok üzüntü duyuyorum. Şehir için üzülüyorum. Çünkü yapacaklarım vardı.
Yolsuzlukların yanı sıra, başka iddialar da var Lütfü Savaş hakkında. Birçok akrabasını belediyede işe aldığı söyleniyor mesela.
Lütfü Savaş “Bir tek kardeşim belediyede” diyor, ama öyle değil, 22 akrabası var belediyede. Artık mesele Hatay meselesi olmaktan çıkmış durumda, CHP’ye çöreklenmiş bir ahlâki çürümüşlükten bahsediyoruz. Lütfü Savaş olayı Türkiye’deki siyasetin kirlenmişliğinin en güzel fotoğrafıdır. Ortada bu kadar iddia dururken yine de aday olabiliyor, çünkü yapının kendisi buna bulaşmış. Ceza davalarına da bakan bir avukatım. Kriminal tiplerin özellikle yolsuzluk ve hırsızlıkla ilgili temel bir stratejisi vardır: Suç ortaklarınızı ne kadar artırırsanız yakalanma riskiniz o kadar az olur.
Ali İsmail Korkmaz’ın cenazesi için TBB Başkanı Metin Feyzioğlu Hatay’a gelmişti. Başsavcının yanına gittiğimizde Lütfü Savaş da oradaydı. O tarihte AKP’nin Antakya Belediye Başkanı. Feyzioğlu “Geliş sebebimiz üzüntü verici, bir gencimizi kaybettik, cenazeye katılıp döneceğiz” dedi. Savaş o an dönüp dedi ki: “Teröristleri savunmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz?”
“Suç ortakları” demişken; Lütfü Savaş’ın CHP’ye AKP’den geldiği biliniyor…
Bir anekdot aktarayım. Ali İsmail Korkmaz’ın cenazesi için o dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu Hatay’a gelmişti. O günlerde baro yönetiminde değildim, ama avukat olarak karşılamıştık onu. Feyzioğlu “Nezaketen başsavcıyı ziyaret edelim, oradan cenaze evine geçeriz” demişti. Başsavcının yanına gittiğimizde, tesadüf o ya, Lütfü Savaş da oradaydı. Yıl 2013. O tarihte kendisi AKP’nin Antakya Belediye Başkanı. “Sebebi ziyaretiniz” dedi başsavcı, Feyzioğlu “Geliş sebebimiz üzüntü verici, bir gencimizi kaybettik Eskişehir’de, Ali İsmail Korkmaz için geldik, cenazeye katılıp döneceğiz” dedi. Lütfü Savaş o an dönüp dedi ki: “Siz teröristleri savunmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz?” Bunun üzerine bir tartışma yaşandı. Dönemin Hatay Baro Başkanı Sinan Akgöl araya girdi. Tatsız bir şekilde ayrılındı oradan ve cenazeye geçildi. Gezi’de öldürülen 19 yaşındaki bir çocuğun cenaze töreninden evvel, tesadüfen karşılaşılan ortamda Lütfü Savaş’ın sarf ettiği laf buydu. Bir yıl sonra, 2014’te CHP’ye geçti, Hatay’ın belediye başkanı oldu. Hatta CHP’ye geçtiğini öğrenince Metin Feyzioğlu arayıp, “İki tane mi Lütfü Savaş var, bu bizimle o gün orada konuşan mı?” diye sormuştu.
Depreme nerede, nasıl yakalandınız?
Antakya’da, evimde yakalandım. Eşimle el ele tutuşup koridora çöktüğümüzü hatırlıyorum. Büyük oğlum kendisini masanın altına atmış. Duvar o masanın üstüne devrilmiş. Eğer masanın altına girmese onun üstüne gelecekti. Onu masanın altından çıkardım duvarı kaldırarak. Küçük oğlum da yatağın altına atmış kendisini. Kendi imkânlarımızla çıktık evden. Reyhanlı ilçesinde baba evimiz vardı, oraya gittik. Ailemi bırakıp Antakya’ya geri döndüm.
Sonra ne yaptınız?
Bir bacanağım ve oğlu Rönesans’ın enkazında kalmıştı. Kayınbiraderim başka bir enkazdaydı. O enkazların başında yedi saat ambulans bekledim. Kayınbiraderimi çıkarabildik, ama felç kaldı. Rönesans’taki bacanağım ve oğluyla birlikte, on üç yakın akrabam hayatını kaybetti. Dört yakınımın cenazesine katılmadım. Cenazeler Reyhanlı’daki evimin önünden kalkmasına rağmen katılmadım. Çünkü AFAD gelen yardım malzemesini engellemesin diye TIR’ların peşindeydim. Kırıkhan-Topboğazı mevkiine gidip TIR’lara el konmasın, yardımlar gecikmesin diye AFAD il müdürüyle kapışıyordum. Ama neymiş, “belediye depremzede”ymiş. Böyle bir saçmalık olur mu, kurumlar depremzede olur mu, kişiler depremzede olur. Baromuzun da kayıpları vardı. Ama koordinasyonu kurdum. O gün başlattığımız koordinasyon alt komisyonlar aracılığıyla bugüne dek çok kıymetli işler yaptı. Hatta Eylül ayında Hatay Barosu’nun ek hizmet binasını açtık.
Depremin ilk günlerinde o koordinasyonu nasıl kurdunuz? Bir depremzede olmanın yanında bir baro başkanı olarak nasıl hareket ettiniz?
Hemen il protokolüyle irtibata geçip koordinasyonu sağlayalım diye düşündüm. Valiyi aradım, açmadı. Belediye başkanına ulaşamadım. O dönemde başsavcı olan Ahmet Ataman’ı aradım. Bir tek o açtı telefonumu. “Koordinasyonu sağlayalım, valiye ulaşamıyorum” dedim. “Ben de ulaşamıyorum, bildiğim kadarıyla yaralı değil” dedi. “Belediye Başkanına ulaşabildiniz mi” diye sordum. Onun da benim gibi Lütfü Savaş’a ulaşamadığını anladım.
Sonra başsavcıyla buluştuk. “Önce yardımların gelmesini sağlamalıyız” dedim. İl Emniyet Müdürü’nü aradım. Anons geçmemiz gerektiğini, sivil araçların hasta taşımaması halinde seyirlerini engellememizi söyledim. “Bunu nasıl yapayım? Bütün polislerim depremzede” dedi. “Ben de depremzedeyim, ama bir şeyleri işletmek lâzım, devlet sahada olmazsa burada karmaşa olur” dedim. “Peki, bir şeyler yapmaya çalışayım” deyip telefonu kapattı. Sonra telefon irtibatımız kesildi. WhatsApp’tan baro personellerini aradım ve 28 personelin, biri hariç, sağa sola kaçmak zorunda kaldığını öğrendim. İlde kalan tek personelle ve bir avukat arkadaşımla, depremin ikinci günü bir yağ fabrikasının bahçesini koordinasyon merkezi olarak belirledik. Oradan kovulduk sonra. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın İl Müdürlüğü binasının yıkımını engellemiştik çünkü.
Nasıl engellemiştiniz?
Depremde telefonlarımı açmayan vali, bana altı gün sonra döndü. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne arattırmıştı. Hatırlarsanız, Antakya merkezinde bulunan Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’nü, içindeki dosyalarla yıkmaya kalkmışlardı. Ben o zaman bir tweet atmıştım, “Hepsinden hesap soracağız” diye. İl Müdürü beni aradığında, “Sizi üzen bir şey mi oldu, Vali Bey soruyor, bir şey mi lâzım?” dedi. Ben de “Sayenizde valinin yaşadığını öğrendik, ne büyük mutluluk bizim için. Bir baro başkanı bir valiyi afet anında koordinasyon için arar. Esas ben sorayım, siz beni niçin aradınız?” dedim. “Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü yıkılmak üzere, yola devrilecek, vatandaşlara zarar vermesin diye enkazı kaldıracağız” dedi. Ben de, “Burada izlenmesi gereken yöntem, binanın etrafına güvenlik şeridi çekmek, başına bir polis koymak. Oradaki eşyaların tahliyesini AFAD eliyle yapıp adli mercilere emanet etmek. Sonra isterseniz yıkarsınız, ister öyle bırakıp müze yaparsınız” dedim.
Şehir yıkılmışken, binlerce insan enkaz altındayken, 11 Şubat günü, depremden beş gün sonra aklınıza yıkılacak bina olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın İl Müdürlüğü mü geliyor? Şehrin içinde can güvenliğini tehdit eden onca bina varken bir orası mı kaldı? Bunları sordum. Neticede engelledik, evrakları İstanbul Barosu’ndan gelen gönüllü avukat arkadaşların da katkılarıyla kurtardık.
O evraklar nerede şimdi?
Adliyede. Yargılamaya temel teşkil ediyorlar şimdi. Eğer biz o evrakları kurtarmasaydık Hatay’da bir yargılama bile yapılamazdı. Tarihi bir skandal olurdu.
Kaç avukat yaşamını yitirdi Hatay’da?
1700 avukat arkadaşımız vardı. 812’sinin bürosu yıkıldı, 60 avukat arkadaşımızı kaybettik, dördü ampüte oldu. Üyelerimizin neredeyse tamamının birinci derece yakınları hayatını kaybetti. Kentte ilk etapta 37 avukat kaldı. O 37 avukatla 8500 delil tespiti yaptık. Diğer barolardan gelen gönüllüler de destek verdi. Bu bir dünya rekoru.
Bu çalışmaları yağ fabrikasının bahçesinde mi yürütüyordunuz?
Evet, yağ fabrikasının bahçesine kurduğumuz çadırda koordinasyon hizmeti verdik. 13 Şubat’ta bizi kovdular oradan. Çadır ve konteynerde çalışmaya devam ettim.
Bir Afet Komisyonu kurdunuz, yardımlarla uğraştınız ve bu yardımlara AFAD’ın el koymaması için uğraştınız. Öyle mi?
Evet. Şöyle bir yöntem bulduk. Gelen yardımları taşıyan şoförlere şu yazıyı verdirdik: “Hatay Barosu siparişidir, muhatap Hatay Barosu’dur.” Böylece 237 yardım TIR’ı getirdik. Bu yardımları yağ fabrikasının orada biriktirip halka dağıttık. Barolardan gelen gönüllülerimiz kenti, köyleri dolaşarak ihtiyaçları tespit ediyordu.
Hatay’a yardımların gelmemesi için özel bir çaba sarf edildiğine şahit oldunuz mu?
Yardımların gelmemesi için değil de girişlerde engelleme, yardımları AFAD’a alma çabası vardı. Ama kendi binaları yok, dağıtacak elemanları yok.
Yardımların engellenmesi, garnizonların sahaya sürülmemesi gibi tutumlar “olası kast”a giriyor mu?
Tabii ki girer. Burada illiyet bağı var çünkü. Ama Türkiye’deki hukuk sistemine güvenmiyorum. Yaptığımız başvuruların çoğu doğru düzgün ilerleme kaydetmedi.
On üç yakın akrabam hayatını kaybetti. Cenazelere katılmadım. Çünkü AFAD gelen yardım malzemesini engellemesin diye TIR’ların peşindeydim. TIR’lara el konmasın, yardımlar gecikmesin diye AFAD il müdürüyle kapışıyordum.
Bugüne dek hangi konularda başvuru yaptınız?
İlk dava enkaz ve moloz depolama faaliyetleriyle ilgiliydi. Enkazlar hatalı kaldırılıyor, havaya asbest ve diğer zehirli kimyasallar salınıyordu. Bununla ilgili davayı mart sonunda açtık. Kanun atıkların ve molozların kaldırılması, depolanması konusunda sadece belediyeleri yetkili kılmış. Bununla ilgili açtığımız davada Büyükşehir Belediyesi’nin verdiği cevap akıllara zarardı: “Bu faaliyetleri, yerleri, OHAL ilan edildiği için bizim adımıza valilik belirledi. Valilik bu faaliyetleri yaptı. Ayrıca bunlar doğada yok olabilir şeyler.” Yani kent suçu işlenirken “Bu suç değildir” dediler. Şunun da farkında değiller: OHAL ilanıyla ne belediyenin ne de yargının yetkileri daraltılabilir. Bu iki kurumun yetkisine karışamaz valilik.
Senin yetkin gasp edilmiş, haberin yok ve bunu itiraf ediyorsun. Bilmiyorsun çünkü. Bu insan “efsane başkanım” diye ortalıkta geziyor. Şehrin yüzde 80’i yıkıldı, binlerce insan öldü, bu adam hâlâ “Ben yönetirim” diyor. CHP’nin “değişimci” genel merkezi de “Evet, adam doğru söylüyor, devam etsin” diye sırtını sıvazlıyor.
Moloz döküm alanlarına belediye mi karar verdi?
Evet. Çünkü valilik diyor ki, “Buralar belediyenin yetkisinde, önceden belirlenen yerler. Biz önceden belirlenen yerleri kullandık.” Hem moloz kaldırma hem depolama şekli suç. Asla açığa depolama olmaz. Hava ve suyla teması kesecek şekilde yeraltına depolanıp, üstü kapatılmalıydı. Oysa molozlar onlarca yerde, hepsi açıkta. Bir süre sonra depolama alanlarının seçimi taşıma yapanların inisiyatifine kaldı.
Moloz toplama ve döküm dışında hangi konularda dava açtınız?
Kentte tarihi dokunun olduğu 307 hektarlık alanı “riskli alan” ilan ettiler. Yani şehrin neredeyse tamamını. Şehrin tamamını riskli alan ilan edebilmeniz için önce bir zemin etüdü yapmanız lâzım. Buna karşı dava açtık. Danıştay Savcısı’nın raporu olumlu, Cumhurbaşkanlığı’nın riskli alan kararının iptalinin gerektiğini söylüyor.
Hatırlarsanız, Antakya merkezinde bulunan Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’nü, içindeki dosyalarla yıkmaya kalkmışlardı. Depremden beş gün sonra aklınıza yıkılacak bina olarak orası mı geliyor? Neticede engelledik, evrakları kurtardık. Yargılamaya temel teşkil ediyorlar şimdi. O evrakları kurtarmasaydık Hatay’da bir yargılama bile yapılamazdı.
Ama oralarda inşaata başlandıysa ne olacak?
Riskli alanda henüz inşaata başlanmadı. Küçük bir kısımda başlandı, ama temelden su çıktı. Zemin etüdü yapılmadan yapılırsa böyle olur. Çağrılarımıza, uyarılarımıza kulak asan yok ki.
Temeli örttüler, fore kazık sistemiyle yeniden yapacaklar. Madem öyleydi, telaşa, ilk maliyete ne gerek vardı? Bu şehirde, Eski Antakya tabir edilen yerde, bir yapılaşma olacaksa, bilim buna izin veriyorsa, yapın diyoruz. Ama referansınız bilim olsun. Bir Bilim Kurulu olsun. Onun raporuna, zemin etütlerine göre, şehrin imar planı yapıldıktan sonra bunu yapın. Şehrin imar planı senin yol haritandır çünkü.
Burada belediyenin sorumluluğu nedir?
Bunları belediyenin yapması lâzım. Ama belediye her şeyi Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’na atıyor. O kadar kötü niyetli ki, o siyasi çekişme içinde valilikle altyapı projelerini paylaşmadı.
Altyapı projelerini paylaşmaması neye yol açtı?
Nereden kanalizasyon, nereden altyapı geçiyor, bilinmesi gerekmez mi? Ona göre müdahale edeceksiniz. Şimdi diyor ki, “Benim altyapıma zarar vermiş kepçe.” Zarar verdi de sen zarar verilmesin diye yeraltı kullanımıyla ilgili şemaları, bilgileri paylaştın mı? Yok. Onlar da bodoslama çalıştı. Böyle bir koordinasyonsuzlukta valilik kadar sen de suçlu değil misin? O yüzden 6 Şubat anmasında halk iki tarafı da yuhaladı.
O halde konteyner ve çadır kentlerde yaşanan altyapı sorunundan da mesul olan belediye mi?
Evet. Burada valinin söylediği doğru. Altyapı şemaları verilmedi, nereden ne geçtiği bilinemiyor bu yüzden. Bu da çadır ve konteyner alanlarındaki sorunları doğurdu.
Açtığınız davalardan biri, acil kamulaştırma alanı ilan edilen Dikmece’yle ilgili. Orada zeytinlikler ve tarım arazileri üzerine TOKİ konutları yapabilmek için acil kamulaştırma kararı alındı. Buna karşı hukuk mücadelesi sürüyor.
Evet. Yürütmenin durdurulması kararı alındı. İtiraz edildi. İtiraza rağmen mahkeme kararında direndi, cumhurbaşkanlığı makamının itirazlarını reddetti. Gelgelelim, mahkeme kararına rağmen orada ağaç kesimi devam etti. Halk direniyor. Eğer hukuk işlerse dava lehimize sonuçlanır.
Telefonların çekmemesine dair de bir dava açtınız. O konuda durum ne?
Savcılık takipsizlik verdi. Dilekçemiz bile okunmamış. Ret gerekçesinde diyor ki: “Aslında bu görev suçu olabilir, ama eğer kamu personelleri bakımından işlenseydi. Halbuki bu GSM operatörleri özel şirkettir.” Oysa biz dilekçemizde, açıklamayı yapan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) yetkilisinin bant daraltma talimatı veren merci olduğunu, onun ve talimata uyan GSM operatörlerinin görevi kötüye kullandığını söylemiştik. Kaldı ki BTK yetkilisi bir kamu görevlisi.
Yani o çekmeyen telefonların, insanların birbirine ulaşamamasının nedeni BTK’nın bant daraltma talimatı mıydı?
Evet. Onun için o şikâyeti yaptık.
Bu durumda olası kast var diyebilir miyiz?
Olası kasıtla illiyet bağını kurmak zorundasınız. Ölüme sebep olacak tek fiilin o olduğunu ispat etmek lâzım. O da imkânsız.
Neden imkânsız?
Çünkü otopsileri yapılamadı birçok insanın. TTB iklim koşullarına, enkaz altında geçen süreye ve depreme sabaha karşı yatakta, ince kıyafetlerle yakalanılmış olmasına dikkat çekiyor. Bu sebeple insanların hipotermiden ölme olasılıklarının yüksek olduğu söyleniyor. Ancak, hipotermiden ölünüp ölünmediğine dair bir tespit yapılamadığı için illiyet bağını kuramıyoruz.
Şu an yürüyen kaç dava var?
Toplam 3522 soruşturma dosyası var. Aşağı yukarı 1700’ü dava aşamasına gelmiş durumda. Başlarken 8260 soruşturmaydı. Birleştire birleştire gelindiği için o sayı düştü. Çünkü önce her ölüm ve ölümlü bina için açıldı, sonra bunlar birleştirildi. Davaların hızlı görülmesi bakımından, aynı binadaki her ölüm için ayrı dava yerine, ayrı açılan soruşturmaları birleştirmek doğru olan.
Bu arada, 1759 binadan 975’inin ruhsatsız olduğu ortaya çıktı. O binaları iskâna, oturuma açan kişinin sorumluğunu gerektirir. Bunun yanında, o binalarda yaşamını kaybeden insanlar için de, başta belediye olmak üzere, devletin tazminat sorumluluğunu doğurur.
Burada en büyük problem bilinçli taksir-olası kasıt farkı. Başta Rönesans olmak üzere, bilinçli taksirden dava açılmasını doğru bulmuyoruz. Olası kasıttan dava açılması gerekir. Ama iddianameye bakıyoruz, bilinçli taksirden açılmış. Oysa bilirkişi raporu, müteahhitin ve yapı denetim elemanlarının açık sorumluluğuna atıf yapıyor. Hatta belediyeye de kusur veriyor, ama tali kusur veriyor. Orada statik hesapta hata olduğu için olası kastın olması lâzım. Kolon eksiltme var çünkü. Bu, iddianameyi hazırlayan savcı heyetinin –bildiğim kadarıyla, Hatay’da 20 savcı görevlendirildi– ortak aldığı bir karar sanırım. İsias’ta da böyle olduğuna göre, genel tutum bu şekilde. Yaygın cezasızlık kültürüne hizmet ediyor bu durum.
Kentte tarihi dokunun olduğu 307 hektarlık alanı “riskli alan” ilan ettiler. Yani şehrin neredeyse tamamını. Şehrin tamamını riskli alan ilan edebilmeniz için önce bir zemin etüdü yapmanız lâzım. Buna karşı dava açtık.
Niye olası kasttan açılamıyor?
Sonuçlarını öngörmesine rağmen “olursa olsun” mantığıyla hareket edilmiş olması şartı aranıyor. Savcılık şu yorumu yapıyor: “Buradaki müteahhit ya da yapı denetim elemanları bu sonucu öngörmeyerek, ama aslında öngörmesi gerekirken, bu şekilde hareket etmiştir. Kusurludur ve bilinçli kusur vardır. Ama olası kast değildir.” İnce bir ayrım var. Eğer kolon eksiltme varsa olası kasttır diye düşünüyorum. Rönesans’ta da eksik kolon var, girişte. Alan açmak, orayı kreş yapmak için kolon eksiltmişler. Kolon eksiltmeyi öyle profesyonelce yapmışlar ki, örneğin 30 santim olması gereken çap, olmuş 20 santim.
Bir bina ortaya çıkana kadar, zemin etüdünden belediye kullanım iznine, kaç kişi, makam imza atıyor?
Tam 42 imza. Normalde bu imza sahiplerinin davet edilerek ifadelerinin alınması lâzım. Sonra dava neticesinde kusurlu olanlarla devam edilir, diğerleriyle ilgili takipsizlik verilir. Bunları yapmazsanız eksik soruşturma yapmış olursunuz.
Kamusal sorumluluk açısından; sadece Kahramanmaraş’taki Palmiye ve Hamidiye siteleri için hazırlanan bilirkişi raporlarında kamu görevlileri “asli kusurlu” sayılmış. Onun dışında hiçbir davada bu tespit yok, öyle değil mi?
Hiç denk gelmedim. Gelen raporları mutlaka incelemeye çalışıyorum. Şu ana kadar incelediklerimde, özellikle KTÜ’den gelenlerde, “tali kusur” verilmiş hep. “Asli kusur” olmalı.
Evleri rezerv alanında olan mülk sahipleri arasında, “Dava açsak da sonuç alamayız” diyerek dava açmayanlar var mı?
Çok fazla. Vali muhtarları toplayıp, Hatay Barosunun rezerv alanlarla ilgili açıklamalarını yalanlamak için video çektiriyor. Belediye başkanı da “Çok itiraz etmeyin ki işleriniz çabuk yürüsün, evleriniz yapılsın” diyor. Bu nedenle, bildiğim kadarıyla, 50 başvuru oldu. Bu alanda insanlara gerçekten yardım etmek istese devlet, zemin etütlerini yapar, imarını yapar, en önemlisi hibe (750 bin) ve kredinin (750 bin) oranlarını yükseltir. Ekonomisi sıfırlanmış insanlar nasıl karşılayacak çıkacak maliyetleri? İnsanlar bu konutlara geçip otursalar bile evin borcunu ödeyemez. Satamayacak veya çocuğuna miras bırakamayacak.
Bu arada, ilçe belediyeleri eski imara göre inşaat ruhsatı vermeye kalktılar, Afet Komisyonu’muz aracılığıyla oralara da müracaat ettik. Reddettiler, onlara dava açtık. Defne’de evlerine ruhsat almaya gelenlere “Baro olmasaydı ruhsatlarınızı verirdik” dediler.
Hatay’daki ölüm sayısı için belediye 22 bin demeyi sürdürüyor. Gerçek ölüm rakamlarını biliyor mudur?
Bilmesi gerekir. Savcı tümüyle vakıf olmayabilir, ama belediye bilir. Yıkılan konuttan bilir, aboneliklerden bilir, mezarlıklardan bilir. Ama “Sağlık Bakanı’na ayıp oldu” diyecek kadar iktidarla özdeşleşen birinden başka nasıl bir tutum beklenir ki?
Toplam 3522 soruşturma dosyası var. Aşağı yukarı 1700’ü dava aşamasına gelmiş durumda. Bu arada, 1759 binadan 975’inin ruhsatsız olduğu ortaya çıktı.
Kaybolan çok çocuk var mı?
Şefkat Evleri’nin hasarlanmasından sonra Konya’ya sevki gereken çocuklar vardı. Onlar Beşir Derneği vasıtasıyla Adıyaman’a yönlendirilmişti. Bununla ilgili hem Sakarya Barosu’nun hem bizim suç duyurularımız oldu. Ama hâlâ o suç duyurularıyla ilgili bir ilerleme kaydedemedik. Toplam 198 çocukla ilgili suç duyurumuz var.
Beşir Derneği nedir?
Menzil Cemaati’ne bağlı. Yalanlamadılar, gerekçe olarak çocukların sahipsiz olduğunu öne sürdüler. Çocuklar Şefkat Evleri’nden geliyor, zaten terk edilmiş, anne babası olmayan çocuklar. “Biz bunlara sahip çıktık, manevi yönlerini güçlendireceğiz” dediler. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’ndan buna karşı hiçbir açıklama gelmedi. Aslında, bu suç duyurularının tarafı olması, bizimle beraber bunun takipçisi olması gereken bakanlık, bu olay hiç olmamış gibi davranıyor.
Hatay’ın bugünkü halini gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?
Şehrin halini görünce içim acıyor. Bana ait bir organın, elimin, gözümün artık olmaması gibi. Her şeyimizi adadığımız şehirde insanlığa bu kadar düşman, ilkel bir yönetimin olması küfür gibi geliyor. Şehri hapishaneye çevirmişler. Bir şehirde olması gereken hiçbir şey yok. Deprem olabilir, afetler olabilir, bunların hepsi hayata dahil. Ama bunlarla mücadele edebilecek, kenti ayağı kaldırabilecek, yaşamı güzelleştirecek bir duyguyu görememek, yönetimin estetik ve nezaketini görememek, halkla koordinasyonu görememek insanı yaralıyor. Sıkıştıkları yerde “Bunlar provokatör” diyorlar.
Geleceğin inşası mutlaka halkın öz değerleriyle, evrensel değerleriyle olacak. Sivil örgütlenmelerin güçlendirilmesi lâzım. Sivil alan üzerinden yeni siyasetler örmek lâzım. Siyasetin dönüşmesi lâzım. Siyaset buna gönüllü değil, ama halk dönüştürecek.
Son söz?
Yerel seçimler yaklaşırken halka dayatılan iki olasılık var: AKP ve CHP. İkisi birbirinin konfor alanını geliştiriyor. Hangisi olursa olsun, kazanan halk olmayacak. Ama halk son sözünü söylemedi henüz. Sandıkta söyler, orada söylemezse yaşamın içinde söyler. Belki de tarihin en büyük seçim boykotu yaşanacak. Bu suça, kent suçlarına ortak olmayacak insanlar. Bu seçeneksizliğin sorumlusu halk değil, siyaset.
Dibe vurmuş bir ülkeden ve toplumsal yaşamdan bahsediyoruz. Bu sarmaldan halk her şeye rağmen kendi iradesiyle, evrensel değerlerle ayağa kalkacak. Başka yolu yok. Bunun nüvelerini 6 Şubat’ta, anmada, o uzun yürüyüşte gördük.
Halka rağmen bir yaşam inşa etmek mümkün değil. Halkın kendi geleceğini inşa ederken kendi değerlerine sadık kalarak ilerlemekten başka bir yolu yok. Halk kendi geleceğini inşa edecek. Bugün yaşadığımız hayatı ben hayat olarak nitelendirmiyorum. Bize dayatılan kuralların uygulanması bir yaşam sürmek değil. Nefes almak tek başına bir yaşam tarifi değil. Aldığınız nefesin sizde, duygu dünyanızda, düşüncenizde bir karşılığı olmalı. O bakımdan geleceğin inşası mutlaka halkın öz değerleriyle, evrensel değerlerle olacak. Sivil örgütlenmelerin güçlendirilmesi lâzım. Sivil alan üzerinden yeni siyasetler örmek lâzım. O yüzden o uzun ve sessiz yürüyüşün sürmesi, siyasetin dönüşmesi lâzım. Siyaset buna gönüllü değil, ama halk dönüştürecek.