SEÇKİN ERDİ’DEN İLK ROMAN: KAMPANA

Söyleşi: Adalet Çavdar
27 Haziran 2018
SATIRBAŞLARI

Seçkin Erdi’yi müzik âleminden tanıyanlar olabilir, ama düzyazısı da sesi ve şarkıyazarlığı kadar kuvvetliymiş meğer. Everest’ten çıkan ilk romanı Kampana “erkeklerden oluşan bir zor mekânında, birey olmanın parçalı doğasının bireyin tek-tipleştirilmesiyle çatıştığı bir mekânda” ritmik jimnastik misali… Seçkin Erdi’yi dinliyoruz.

 

Kampana nereden esti, nasıl çıktı?

Seçkin Erdi: Kampana çok uzun süredir giriş bölümü yazılı olan ve kafamın bir yerlerinde “sağaltıcı bir şey olarak” dolanıp duran bir şeyin dosyasının yıllar sonra tekrar açılıp bambaşka bir şey olarak finalize edilmesi. Yazmak zorunluluğu da şu aslında: Hayatımı metin bağlantılı işler yaparak kazanıyorum. Çeviri, redaktörlük, editörlük… Ve bu işlere başladığım ilk günlerden beri benim için çok temkinli bir süreçtir bir metne müdahale etmek. Metinle uğraşırken hep şunu yapma ihtiyacı duyuyordum: O metnin esiniyle benim zihnimden bir zehir akıyorsa ya da baldan tatlı bir şey sızıyorsa, bu başka bir yere gitmeli. Ama işte, “hayatın koşturmacası” diyelim, tamamen kendime ait bir metne girişmemiştim, ta ki geçen kışa kadar. Doğru zaman diye bir şey yok, her zaman, şu anda ve şimdi: Buna inanıyorum, hayatımı buna göre, bir şey yapma hissi ve motivasyonuyla sürdürüyorum. Ama geçen kış, vakti geldi ve dosya tekrar açıldı. Vakti de şöyle geldi, hayatımı paylaştığım güzel arkadaşlarım var. Tam da çağımızın sıkıntısı olan “çok konuşuyorsun, bir şey yapmıyorsun, kafanda bir hikâye varsa yaz onu, yazmayacaksan da bu kadar konuşma” tehdidiyle başladı her şey. Bu işin müsebbipleri Mehmet Said Aydın ile Selcan Özgür, ki biri editörüm, diğeri birlikte bir sürü başka hikâye paylaştığım muhteşem bir kadın. Masaya oturdum, ama oturduğum şeyin masadan kalktığımda olacak şey olmadığını anladım. Yeni bir sürü şey öğrendim. Nasıl hikâye kurulur, kurgu nedir ve sair çalıştım. Belki de öğrenme sürecim ancak o zaman bitti. Gerçi bitti mi, onu da bilmiyorum. Okuyucunun verebileceği bir karar bu. Sonuç olarak Kampana adında bir roman çıktı.

Kampana’nın isimsiz kahramanı, birden fazla “ben”le derdini anlatmaya çalışıyor. Bu birden fazla “ben”i nasıl keşfettin? Kahramanını var ederken nasıl tasarlamıştın? Ortaya çıkan ilk kurguladığın adam mı, yoksa zamanla başka birine mi dönüştü?

Kampana’da kadın karakter de var aslında, kampananın çan sesi devam ederken ölmeye giden bir kadın, ama ana hikâyenin parçası değil. Bu bir erkek romanı; erkeklerden oluşan bir zor mekânında, birey olmanın parçalı doğasının bireyin tek-tipleştirilmesiyle çatıştığı bir mekânda, bütün hikâyemizin arka planını ve temel motivasyonlarını görüyoruz. Ama ne bizim ana karakterimizin ne de karakterimizin birlikte davrandığı o tuhaf tayfanın, “tekinsiz armada” dediği o kalabalığın, erkeklikleriyle temel bir dertleri yok. Bu hikâyede, yaşadığımız standart dramatik çatışma ve çözüm örüntüsünde ya da tez-antitez-sentez örüntüsünde çatışmalar erkeklikleri üzerinden gelişmiyor, “ne”likleri üzerinden gelişiyor. O yüzden büyük bir erkeklik sorgulaması hikâyesi değil. Ama bu hikâyenin, hayata direnişi ölmemek olan bir kadının hikâyesiyle bitmesi bilinçli bir tercihti. Kimliğimizi sorgulamaktansa ne yaptığımızı sorgulayalım, hikâyeyi okurken, buna tanık olurken, bunu hayal dünyamızda metnin dinamikleriyle oluştururken, bunun bir son değil, aksine, ne yaptığımızın neleri tetikleyeceği, hangi hikâyelere değebileceği ve değdiği meselelerle bize tekrar neyi sorgulatacağına dair bir mesele vardı kafamda… Kaç “ben” olduğunu bilmiyoruz. Çevremde ve kendimde dert ettiğim bir şey var; özellikle son 10-15 senedir sürekli etrafımızdan profesyonel yardım almak, ilaç kullanmak, bir tür depresyon içinde yaşamak, yaptığın ile olduğun arasında mesafe olduğu fikri, bütünlenememek, tamamlanamamak sorunları, psikologlar, psikiyatrlar, alkolizmler ya da çok benzer şekilde maçoluklar gibi bitmek bilmeyen bir kendimizle derdimiz çatışmasının hikâyelerini dinliyor ya da yaşıyoruz. Bu çoklu ruh dünyasının bir taraftan sağlıklı olduğunu, bir taraftan da bireysel değil, kolektif bir mesele olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple de dış etkenler, yani içinde yaşadığımız toplumun bizden bağımsız olmayan tüm sosyolojik, psikolojik, ekonomik, ideolojik ve siyasi salınımları ve bunları alımladığımız medyanın ve gündelik sohbetlerimizle yarattığımız kendi medyamızın etkileri bizi taş olsak çatlayacağımız bir hale getiriyor. En başta düşündüğüm kahraman ile ortaya çıkan kahraman arasındaki fark buydu. Bütünlüklü bir kahraman olamaz ki. Kendimi biliyorum, bir sürü arkadaşımı, dostumu ve çok az tanıdığım insanı biliyorum. Kafalarımızın içinde her zaman onlarca ses var. Bunları bazen çok iyi kontrol edebiliyoruz. Gündelik işlerimizi yaparken arkamızda bir şey konuşuyor, bu duygu salınımlarıyla günler geçiriyoruz. Bu sağlıklı ve doğal bir şey. Bununla bir hastalık, bir öcü ilişkisi kurmaktansa hep beraber paylaştığımız toplumsal bir şey olduğunu fark etmeliyiz. O yüzden hikâye çok bireysel bir hikâyeden, adı bile olmayan bireyin hikâyesinden başlayıp bu bireyin kendisi gibi olanlarla kurduğu ilişkiyi, yani iki insanın yüz yüze baktığında ya da bir insan içindeki birçok kutba baktığında ortaya çıkan hikâyeyi dert etmeyi kafaya koydum. İnsan olmanın büyük meselelerinden bahsetmiyorum, ama hepimiz bu seslerle yaşıyoruz, bizim biz olmamızı sağlayan şey onlarca ayrı şey, ama bu onlarca şeyin birleşiminden bizim ne yaptığımız meselesi kıymetli bir mesele.

Fotoğraf: Emin Akpınar

 

Kimliğimizi sorgulamaktansa ne yaptığımızı sorgulayalım, hikâyeyi okurken, buna tanık olurken, bunu hayal dünyamızda metnin dinamikleriyle oluştururken, bunun bir son değil, aksine, ne yaptığımızın neleri tetikleyeceği, hangi hikâyelere değebileceği ve değdiği meselelerle bize tekrar neyi sorgulatacağına dair bir mesele vardı kafamda…

Roman kışlada geçiyor. Orada anlatılacak mesele belli, askerlikle mahpusluk aynı şey gibi. Peki bu kahraman gündelik hayatta nasıl bir yaşama çabası gösterir?

Çok benzer bir adam bence. Oraya giriş motivasyonu bunu gösteriyor. “Girerken bir karar alarak girdim, bu olacağım” diyor ve vaat edilmiş bir şeyden bahsediyor. Şunu ayırt etmekte fayda var: Bu bir askerlik hikâyesi. Askeri bir ortam içinde geçen bir hikâye. Ama hapishanede de, akıl hastanesinde, okulda ya da herhangi bir sokakta da geçebilirdi. Çünkü bir zorlamanın geldiği bir mekâna ihtiyacı vardı. Kitabın erkekliğini de orada fark ettim aslında. Erkekler için askerlik hikâyesi denen şey Dadaist bir deney gibi. Çok sabit hikâyeler var. Psikopat askerler vardı, şefkatli ya da deli bir komutan vardı, işlerden şöyle kaçıyorduk gibi şeyler. Bu cümlelerin yerlerini, şehirlerini keselim, hepsini bir torbaya atıp geri çekelim, tüm bu anlatılanlar kadar iyi, ama mekânı, yılı, karakterleri farklı bir anı çıkabilir. Bir kadın arkadaşım, “bu bahsettiğin tuhaf tipler askerlik hikâyelerindeki psikopatlar, değil mi?” diye sordu. Hayır, benim hikâyemde bu psikopatlar, iyi-kötü komutanlar, çok kafa adamlar, yani sözlü askerlik hikâyelerinin ana karakterlerinin tamamı yan karakter; onlar tam da yüzey, tam da beklenen, tam da orayı orası yapan planlı şey. O zor mekânın doğasında bu tipler muteber. Anlatıcımızın temas kurduğu insanlar ise bu satıhtan bir aşağıda olan, o askerlik hikâyelerine asla girmeyecek olan, birbirine benzeyen yığın içinde asla tespit edemediğin ya da ettiysen de deli olduğu için tespit ettiğin karakterler. Çökme bunların hepsi, satıhta bir oyuk. Ve önünde böylesi bir çukur varsa ya parmakla işaret edersin, ötekiliğini belirlersin ya da düşmemek için çukurun etrafından dolanırsın. Kampana’nın hikâyesi satıhta dolanmak değil, kuyuya girmek yönünde oldu.

Dert etmek dedin, bu önemli bir kavram. Kahramanın kışladaki insanları anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Bunun yegâne yolu onun içindeki “ben”leri dışarıya çıkarmak mıydı?

Dramatik olarak şöyle bir yarılmaya ihtiyaç vardı: Bir karakter var, ne olduğunu, hayatta ne iş yaptığını, kaç yaşında olduğunu bilmiyoruz. Çok düşünerek hareket ediyor ve düşüncelerini zihninde ayırt edebiliyor. Hızla gemileri yakan biri değil. Olağanüstü “ben”ler genel kurullarını topluyor zihninde. Sürekli belirlendiği ya da “böyle yapsam daha uyum içinde olurum” dediği şeyler yapıyor. Hayatta kalma mekanizması var. “Bunu yapacağım” diyor, sonra bir satıhta düzleniyor, ama gözünün önünde bunu yapmayan birileri var. “Nedeni deli olmaları olabilir” diyor ve gözlemeye başlıyor. Gözlemek kayıt altına almak, bir bellek oluşturmak ve bu bellekte ne yaptığın sorusuyla baş başa kalmak demek. Açılıştaki upuzun bellek anlatısı bu sorunun sorulmasına hizmet ediyor. Belleği fark ettiği için de, dert ettiği için de bölünüyor. Satıhta düzlenen “ben” ve kuyunun içine giren, karanlığının gözüne dalan “ben” olarak bir yarılma yaşıyor. Takip etmeye başlıyor, gözlüyor ve görüyor. Çünkü başka kimse görmüyor, onlar kuyudan uzak duruyor. Ya taşlıyorlar kuyuyu ya da etrafından geçiyorlar. Öteki ötekidir. Ya öteki’den uzak durursun, çünkü korkarsın ondan ya da ötekini sürekli taşlarsın, dövmeye çalışırsın. Bunun sebebi de korkudur.

Bütünlüklü bir kahraman olamaz ki. Kendimi biliyorum, bir sürü arkadaşımı, dostumu ve çok az tanıdığım insanı biliyorum. Kafalarımızın içinde her zaman onlarca ses var. Bunları bazen çok iyi kontrol edebiliyoruz. Gündelik işlerimizi yaparken arkamızda bir şey konuşuyor, bu duygu salınımlarıyla günler geçiriyoruz. Bu sağlıklı ve doğal bir şey. Bununla bir hastalık, bir öcü ilişkisi kurmaktansa hep beraber paylaştığımız toplumsal bir şey olduğunu fark etmeliyiz.

Kampana bir gözlem romanı. Senin bu birikimi elde etmeni ya da bunu kurgulamanı sağlayan ne? İnsanlara nasıl bakıyorsun?

Annem sürekli anlatan bir kadın. Ben de çok dinlediğim için çok anlatıyorum. Masal uydururdu anlatacak bir şey kalmayınca. Tuhaf, karanlık, beni çok geren, hatta ağlatan iki masalı var mesela. Ve gündelik hayatta da her şeyi meselleştiren bir kadın. “Mutfaktan çay getireyim” diye ayağa kalktığında, “çay getiriyorsun da, bak şimdi yıllar evvel köyün birinde…” diye başlar anlatmaya… Çok gündelik bir şey onun için anlatma hali. Birazcık nasıl büyüdüğümü anlatıyorum ister istemez. Bu ara geri dönüp bunu buldum. Babam da aksine detay insanıdır. Çocukken benimle bir oyun oynardı; bir yerde oturuyoruz, dışarıya bakıyor, “Seçkin bak” diyor ve senin onun oradaki resimde neyi görüp neye bak dediğini tahmin etmen gerekiyor. Bunu karşılıklı oynadığında bir süre sonra çok tuhaf bir zihin alışverişine dönüşüyor. Bak diyor, bakıyorsun, bir şeyler var, sokak var, inşaat var falan, tamamına bakıp bir şey bulman gerekiyor. Su deposu buluyorsun mesela, yok o değil. Tekrar, ne kadar zorlarsa seni. Sonra fark ediyorsun. Bakıp gördüğü şey aslında diğer tarafta birlikte paylaştığımız bir şeyden, mesela çay kaşığından zihnine takılan bir şey. Zihin akışı çok hızlı, çok zincirleme bir şey. Kimin zihninde neyin tetikleneceğini bilemezsin. Detaycılık dersen bunlar ufak ufak altyapıyı kurmuş galiba bende.

Çok ritmik bir metin Kampana. Dili çok iktisatlı kullanmışsın. Romanı yazarken kendi ritminle ilgili ne düşündün?

Bu benim ilk edebi düzyazı tecrübem. Ama yazmaya başladığımda fark ettim ki, ritm seviyorum. Çünkü yazarken ritm duyuyorum. Yazarken müzik dinleyemiyorum, yazmanın bir ritmi var, onu duymak istiyorum. Aklıma bir şey geliyor, yazıya dökeceğim, kalp atışım değişiyor. O bir ritm yaratıyor. Bu ritm gündelik olarak var zaten. Sürekli bunun içinde yaşıyoruz. Ve hikâyenin kırılma noktaları var, yükseldiği alçaldığı yerler var. Vuruş değişiyor, nota değişiyor. Müzikle ilişkim olduğu için değil, böyle hissederek yazdım romanı. Ritmli düzyazı beni çok meftûn eden bir şey. Bir tekerleme hali. Sadece bunu duyduğum için bunu yazdım.

Erkekler için askerlik hikâyesi denen şey Dadaist bir deney gibi. Çok sabit hikâyeler var. Psikopat askerler vardı, şefkatli ya da deli bir komutan vardı, işlerden şöyle kaçıyorduk gibi şeyler. Bu cümlelerin yerlerini, şehirlerini keselim, hepsini bir torbaya atıp geri çekelim, tüm bu anlatılanlar kadar iyi, ama mekânı, yılı, karakterleri farklı bir anı çıkabilir.

İnsanın 24 saat kendi kendisiyle kalması, kendini dinlemesi zor şey. Kahramanın bununla baş etmeye çalışıyor. Çünkü kafasında sürekli konuşan birileri var. Senin kafandaki sesle mücadelen nasıl, nasıl susturuyorsun o sesi? Ya da onunla yaşamayı nasıl öğrendin?

Ben susturamıyorum. Beni aşırı belirleyen bir şey o ne yazık ki. Belki de öykünüyorum hakikaten, susturabilmek mümkün mü diye. Yaşamayı birazcık uzlaşıyla öğrendim. Bir uyum, bir barışma haliyle sürekli. Barışma şöyle işliyor: Kafamdaki o ses, yani kaygı, panik, boşver kendini koru, ileri atıl, güvenli alanda kal, sevdiğin şeyi yap vesaire, bunların tamamının doğru ve bana dair olduğunu en temelde kabul ederek yaşıyorum. Bunların tamamı gerçekler. Tamamı içinde yaşadığım, yetiştiğim, üretmeye çalıştığım cemiyetin yarattığı kaygılar ya da kaygısızlıklar. Bunun yarattığı keyifler, panikler, bunlarla bir hikâyen oluyor. Onlarla sen, sen oluyorsun. Bırak kalsınlar. Gündelik hayatımı da öyle sürdürüyorum. Bunlar varsa, birine anlat, çünkü büyük ihtimalle karşındaki de benzer şeyler anlatacaktır. Anlatmak, konuşmak, yazmak çok sağaltıcı. Sadece sakinleşmek anlamında değil, öfkelenmek anlamında da sağaltıcı. Öfke de yaşam enerjisi veren bir his. Ama öfkeyle her zaman doğrudan eylem yapamazsın. Bazen yaparsın, çok da doğrudur, ama öfke hep oradaysa o öfkeyle başka neler yapabileceğini, mesela üretebileceğini de keşfetmen lâzım.

Galiba kahramanın da yalnız kalmayıp, etrafta bulduğu çökeltilerle sağlıyor bunu.

Hepimiz bunu yapıyoruz. İnsan olmanın “ne”liği çok tartışılır ama, insanın hikâye, rivayet, sosyallik, buluşma ve konuşma olduğu temel bir kabul. O yüzden diyorsun ya, kışla benim için hapishane gibi. Hapishane bir numaralı tecrit mekanizması. Tecrit ettiği müddetçe, zihnindeki hikâyeni, kaygı ve sevinçlerini, üretimini benzerinle paylaşamadığın müddetçe varlığın dağılıyor. Kampana’da tecrit yok, aksine bir genelleştirme var. Ama seni genelleştirdiği şey bir tecrit. O da bireyselliğini dağıtmak demek. O mekân da seni normale çekmeye çalışıyor. Akıl hastanesinin “senin zihinde olanların hepsi hastalık” demesi gibi.

 

Seçkin Erdi, Kampana, Everest Yayınları, 2018

^