SİYASET / 100. YILINDA 1921 ANAYASASI, ÖNCESİ VE SONRASI –I

Söyleşi: İrfan Aktan
20 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

1921 Anayasası’nın 100. yılındayız. Bu ilk anayasa 20 Ocak 1921’de, “Milli Mücadele”nin ilk Meclis’inde kabul edilmiş, üç yıl sonra, cumhuriyetin ilanının ertesinde, 20 Nisan’da yürürlükten kaldırılmış, yerine 1924 Anayasası getirilmişti. Bu iki “kurucu” anayasanın yapılma süreçlerini, aralarındaki temel farkları ve bugüne yansımalarını, iki bölüm halinde, anayasa hukukçusu Doç. Dr. Murat Sevinç’ten dinliyoruz.
Birinci Meclis’te 1921 Anayasası görüşmeleri

Dinçer Demirkent’le birlikte 1921 Anayasası’nı irdelediğiniz, TBMM tutanaklarını naklettiğiniz Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası adlı kitapta anayasa hukukçusu Ergun Özbudun’dan şu alıntıyı yapıyorsunuz: “Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde milli iradeyi lâyıkıyla temsil eden bir meclis tarafından yapılmış tek anayasa 1921 Anayasasıdır. 1876 Kanun-ı Esasi’si, padişah tarafından atanmış bir komisyonca hazırlanıp padişah tarafından ilan edilmiştir. 1924 Anayasası, tek parti egemenliğinin kurulmaya başlandığı ve örgütlü bir muhalefetin mevcut olmadığı bir meclisçe yapılmıştır. 1961 ve 1982 Anayasalarını hazırlayan Kurucu Meclisler de genel oya dayanan bir seçimle oluşmuş yasama organları değillerdir.” 1921 Anayasası hangi koşullarda, nasıl hazırlandı? Bu anayasanın milli iradeyi lâyıkıyla temsil edişinden kasıt nedir? 

Murat Sevinç: Ergun Özbudun’un iddiası, anayasa tarihi çalışanlar arasında yaygın bir kanı. 1921 Anayasası’nın milli iradeyi sonrakilere göre daha fazla yansıttığını hem metnin kendisine, hem o dönemki anayasa tartışmalarına, hem de Büyük Millet Meclisi (BMM) profiline bakarak görebiliriz. BMM’nin kurulduğu 23 Nisan 1920 ile anayasanın kabul edildiği 20 Ocak 1921 tarihleri arasındaki dönemde bir hükümet sistemi kurulmuş ve aslında 1921 Anayasası’nı da, bir ölçüde söz konusu sistemin kâğıda geçirilmiş hali gibi düşünmeli.

1921 Anayasası’nın genel olarak içeriği, yapısı, yaklaşımı nedir? 

Murat Sevinç

1921 Anayasası metni kısacık, 23 madde ve bir ek maddeden oluşuyor. İlk yarısı hükümet sistemine, ikinci yarısı yerel yönetimlere ayrılmıştır. Uygulama esnasında zaman zaman parlamenter sisteme yakınlaşsa da, “meclis hükümeti” sistemi kuran, yani yasama ve yürütme yetkilerini meclise veren bu 1921 Anayasası’nın ilk maddesi son derece devrimci ve adını koymasa da “cumhuriyeti” müjdeliyor aslında: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” İki anlamı var bu ilkenin: Egemenlik artık bir sülalenin değildir ve egemenliğin kaynağı artık gökyüzü değil, yeryüzüdür. Dolayısıyla, “laikleşme” konusunda atılmış devrimci bir adım bu. Birinci maddenin ikinci cümlesi de son derece heyecan verici: “İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Müthiş değil mi! Bu cümlenin ne anlama geldiği, Anayasa’nın ikinci yarısı okunduğunda anlaşılıyor. Muhtariyet meselesini de birazdan konuşuruz herhalde.

Anayasayı yapan I. Meclis’in milletvekilleri kimlerden, nasıl seçiliyor?

Birçok kanaldan geliyor üyeler. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı için Aralık 1919’da yapılan ve Ankara’daki meclis için yapılan genel seçimler. Yani İstanbul’dan, yeni seçimden ve bir de Malta’dan gelen üyeler var.[1] Milletvekilleri arasında din adamları da, hukukçular da, aşiret reisleri de, gazeteciler veya bürokratlar da var. Farklı meslek gruplarından ve dönem itibariyle erkeklerden oluşan bir parlamento söz konusu. Çoğu Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri ile ilişkili insanlar.

Milletvekili sayısı kaç?

Aslında milletvekili sayısının tam belirlendiğini söylemek zor. Örneğin, ilk oturumda 115 mebus var. Ayrıca, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan kapanınca, oradan da Ankara’ya gelen milletvekilleri oluyor. BMM ise hiçbir zaman tam sayıyla toplanamıyor. Cephede olanlar, farklı görevlerde olup valilik, kumandanlık yapanlar var. Sayı giderek artmış. Mesela Bülent Tanör’ün verdiği bilgiye göre, 18 Ağustos 1920 günü milletvekili sayısı 365’e kadar çıkmış. Sosyolojik bakımdan temsil gücü yüksek sayılır, ancak emekçilerin ve köylülerin bu sürece dahil edildiğini söylemek güç. Siyasal seçkinlerin temsili söz konusu. İlk meclis üyelerinin yüzde 28’i bürokrat ve öğretmen, yüzde 15’i asker, yüzde 13’ü hukukçu, yüzde 17’si din adamı, yüzde 12’si tüccar, yüzde 9’u serbest meslek sahibi, yüzde 6’sı da çiftçi. Yani milletvekillerinin yarıdan fazlası, yüzde 56’sı, II. Mahmut’la başlayan Osmanlı-Türk modernleşmesinin ürünü olan insanlar, mektepliler.

1921 Anayasası’nın ilk maddesi son derece devrimci aslında. Egemenlik artık bir sülalenin değildir ve egemenliğin kaynağı artık yeryüzüdür. Birinci maddenin ikinci cümlesi de son derece heyecan verici: “İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Müthiş değil mi!

Gayrimüslimler seçime katılamıyor ama, değil mi?

Hayır, mecliste gayrimüslim vekil yok. Dolayısıyla 1921 Anayasası’nı yapan meclisin çoğulculuğundan söz ederken bu eksikliği gözardı etmemeliyiz.

Mustafa Kemalin hazırladığı 17 Mart 1920 tarihli Seçim Bildirisi taslağında bir Kurucu Meclis talebi yer alıyor. Kitabınızda aktardığınıza göre, bu taslakta meclis seçimleri ve milletvekilliği için öngörülen ilkelerin bazıları şöyle: “Kurucu Meclis Ankarada toplanacak. Meclis üyeleri medeni cesaret, fikri kabiliyet, dini ve milli sağlamlık gibi vasıfları taşımakla birlikte, 25 yaşından küçük ve kötü şöhret sahibi olmamalı. Kurucu Meclis seçiminde livalar (büyük şehirler) esas alınacak. Gayrimüslim unsurların seçime katılmamaları sağlanacak.”  

1921 Anayasası’nın hazırlık aşamasında Kurucu Meclis meselesi de gündeme geliyor. “Meclisi Müessesan” deniyor ve Mustafa Kemal de bunun bir kurucu meclis olduğunu savunanlardan biri. Ama bu tanımı yapmaktan kaçınıyorlar.

Neden?

Çünkü ortada hâlâ hilâfet ve saltanat var ve pragmatist bir lider olan Mustafa Kemal “geçici” müttefikleri karşısına almak istemiyor. Meclise “salahiyet-i fevkalâdeyi haiz bir meclis” deniyor. Nitekim hilâfet ancak Mart 1924 tarihinde kaldırılacaktır. Dönemin yasalarına, Hıyanet-i Vataniye, Nisab-ı Müzakere kanunlarına bakılırsa, amaç hilâfetin, saltanatın, vatan ve milletin kurtarılması. Adım adım, koşulları göz önünde bulundurarak ilerliyorlar.

1921 Anayasası hangi unsurlara odaklıydı? Anayasayı dönemin hangi iç ve dış etkenleri belirledi? Anayasa tartışmalarının özü neye dayanıyordu?

1921 Anayasası’nın oluşum sürecinin birkaç temel gerekçesi olduğunu söylemek gerekiyor. 1987 ve 1998 yıllarında ortaya çıkarılan iki belge ise, 1921 Anayasası’nın Kürtlerle, Kürt meselesiyle ilgisini de ortaya koyuyor. Bunlardan biraz sonra bahsedeceğim. Öncelikle 1921 Anayasası üzerine araştırma yapmış, yazıp çizmiş hemen herkesin referans verdiği birkaç husus var. Biri, dönemin son derece güçlü halkçılık düşüncesi. Nitekim, Anayasa metninin ilk hali “Halkçılık Programı” olarak Meclis’e geliyor. Daha sonra o programın başındaki birkaç paragraf ayrılmış ve Meclis tarafından “Halkçılık Beyannamesi” olarak yayınlanmış.

Kâzım Karabekir (Mustafa Kemal’in solunda): “Artık susulacak devri geçtik. Memleketimizin efendisi kendimiz oluruz arkadaşlar, kardeşler, dünyanın esir milletlerinin tahliyesini bayraklara yazalım.”

Diğer kısmına ne olmuş?

Kalan kısım Meclis’in önüne konmuş, anayasa metni olarak görüşülmeye başlanmış. Bir diğer dayanak noktası ise, direniş sürecinde oluşmuş “yerel kongrelerin” etkisi. Bülent Tanör hoca bu konu üzerine çok değerli çalışmalar yapmıştı. Bilindiği gibi, Mondros Mütarekesi sonrası darmadağın bir manzara var ve Tanör’ün verdiği rakama göre, otuz civarında yerel kongre ülkenin çeşitli bölgelerinde faaliyet içinde. Bu kongrelerin askeri birlikleri var, üyelerini kendileri seçiyorlar ve ancak bir devletin alabileceği türden konularda, yerelde karar alabiliyorlar. İki büyük kongre, Erzurum ve Sivas kongreleri bilinir genellikle. Oysa Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktıktan sonra yaptığı şey, halihazırda var olan yerel örgütlenmeleri büyük beceriyle birleştirmek. Meclis, düzenli ordu, bu yerel örgütlenmelerden çıkıyor aslında.

Bu kongreler birleşmeden önce yerelde nasıl faaliyet gösteriliyordu?

Bunlar büyük ölçüde işgal tehdidine karşı kendini savunma gereksiniminden, devletin yetersizliğinden doğuyor. Yani halk kendi kaderine el koyuyor. “Devletçik” gibi faaliyet gösteriyorlar. Maliye, savunma, güvenlik gibi konularda karar alıyorlar. Özellikle Kars’taki kongre, resmi adıyla Cenub-i Garbi Kafkas Hükûmet-i Muvakkate-i Milliyesi (Güneybatı Kafkas Geçici Hükümeti) çok önemli. “Meclis-i Milli” adını taşıyan bir parlamentosu var ve Büyük Millet Meclisi’nden bir yıl önce, 1 Mart 1919’da faaliyete başlıyor. 25 Mart 1919’da da geçicilik sıfatına son vererek Kars’ta bağımsızlık ilan ediyor. Meclis-i Milli kararıyla da cumhuriyet ilan ediliyor! Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Kars Cumhuriyeti’nin bir model olduğu bile söylenebilir. Bu topraklarda ilk kez Ayan Meclisi’nin[2] olmadığı tek meclis Kars’ta kuruluyor. Meclis-i Milli’nin orada kurulması, güçler birliği, meclis hükümeti sistemine dayalı modelin ilk örneği olması, 18 maddelik bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul etmesi, cumhuriyet ilan edilmesi, vatandaşlık kavramından söz etmesi müthiş hakikaten. Öte yandan, Balıkesir’den Trakya’ya ve Karadeniz’e kadar her yerde yerel kongreler var. Çok etkileyici bir süreç bu.

Erzurum ve Sivas kongrelerinde Türk, Türkçülük geçmiyor. 1921 Anayasası’nda Türk kelimesine rastlamıyoruz. O safha asıl olarak 1923-24’ten itibaren başlıyor. 

Kars Cumhuriyetini kuran kadrolar kimlerdi? Osmanlı hâlâ varken neden böyle bir bağımsızlık ilanına yöneldiler?

Orta sınıf temsilcileri olduğunu söyleyebiliriz. Yerel seçkinler ve tabii İttihatçıların da önemli ve birleştirici rolü var bu örgütlenmede. İşgale karşı yerel direniş isteğinin oluşturduğu bir yapıdan söz ediyoruz. Birinci Dünya Savaşı sonucuna karşı yerel güçler direniyor ve Kars örneğinde olduğu gibi, işi “bağımsızlık ilanına” kadar götürenler var. Öte yandan, o dönemde Kurtuluş Savaşı’nı başlatanların, Doğu bölgesindeki direnişçilerin büyük şansı, 1917’de Bolşevikler’in çekilmesi. Zaten daha sonra direnişçilerle Bolşevikler arasında hem maddi hem de stratejik işbirliği gelişiyor.

Kâzım Karabekirin Büyük Millet Meclisi’ne gönderdiği 11 Mayıs 1920 tarihli mektup çok dikkat çekici. Sovyet Devriminden söz eden Karabekir, kitabınızda aktardığınıza göre şöyle diyor: “Şarkın taksimi için başlayan kanlı muharebelerin sonu gelmek üzeredir. Dünyanın bütün akvamını kendi boyundurukları altına alan İngiliz yağmacılarının kuvvetleri, seferberlikleri sükut etmektedir. Artık Rus inkılabı kebirinin darbeleri sayesinde dünyanın köle ve esaretin eski binaları yıkılıyor, hükümetler milletlerin eline geçecektir. Rusya alın teri ile ve kan vahabına çalışan bütün milletlerin dünyasının esir milletlerine hürriyet kazandırmak için şerefli bir sur akdedecektir. Rus Cumhuriyeti milleti Sovyetleri memleketimizin cebren işgalini red ile ilan eder ki, İstanbul Müslümanların elinde kalacaktır. Türkiyenin taksimine ve Türk arazisinden bir Ermenistan teşkiline dair olan muhade yırtılmış ve mahvolmuştur. Yine ilan ederiz ki, İran’ın imhasına dair yapılan muhale de yırtılmıştır. Yağmagerleri, memleketimizi boyunduruk altına alan zalimleri reddeyleyin, artık susulacak devri geçtik. Memleketimizin efendisi kendimiz oluruz arkadaşlar, kardeşler, dünyanın esir milletlerinin tahliyesini bayraklara yazalım.O dönemin hem yerel kongreleri hem de cumhuriyeti kuran kadroları üzerinde Bolşevik Devriminin nasıl bir etkisi oluyor?

Bolşevikliğin anayasa yapımında ya da dönemin ideolojisinde en belirleyici faktörlerden olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Ama etkilediği belli ve BMM’de Bolşevik sempatizanları var tabii. Başka solcular da var. Meclis’te bu konularda konuşmalar yapılıyor. Hatta anayasa teklifi görüşülürken “Bolşevikleri çok da taklit etmeyelim” diyenler de çıkıyor. 1921 Anayasası’nın yerel yönetim modelinde de şûra yönetimlerinin etkisini görmek mümkün. Mustafa Kemal’in Bolşeviklerle arası iyi, ittifak halindeler, ama onun ve kurucu kadronun Bolşevizmle ilişkisi son derece mesafeli. Mesela “Halkçılık Programı” sol bir dille kaleme alınmış olsa da Bolşevizme kapı açmıyor. Hatta içerideki muhalefeti de sakinleştirmek için Bolşevik olmadıklarını özellikle vurguluyor Mustafa Kemal. Nitekim, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde de yönün Batı kapitalizmi olduğu ilan ediliyor. Buna mukabil Büyük Taarruz’un planlanmasında bile Bolşevik etkisi olduğunu, Taksim Meydanı’ndaki meşhur anıtta Mustafa Kemal’in arkasında iki Bolşevik komutanının yer aldığını unutmayalım. Sonuçta Rusya’dan buraya altın, silah geliyor. Bolşevikler Kurtuluş Savaşı’nı anti-emperyalist bir devrim olarak destekliyor.

Mustafa Kemal’in istifaya zorladığı Tokat vekili, Halk İştirâkiyun Fırkası üyesi Nâzım Resmor 

Bolşevik milletvekilleri kimler?

Örneğin Tokat Mebusu Nâzım Bey böyle bir örgütlenme içinde. Halk İştirâkiyun Fırkası üyesi. O zaman vekiller mecliste tek tek seçiliyor ve Nâzım Bey de vekil olarak seçilen isimlerden biri. Fakat Mustafa Kemal onu istifaya zorluyor. Yani “milli irade” filan derken o kadar da değil! Akabinde de, İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun’da vekil seçimiyle ilgili bir değişiklik yapılıyor. Buna göre, bakanlar yine Meclis tarafından seçilecek, ama Meclis başkanının göstereceği isimler içinden ve mutlak çoğunlukla! Böylece Nâzım Bey’inkine benzer “kazaların” yaşanmaması sağlanmaya çalışılıyor. Bununla birlikte, BMM’de Mustafa Kemal’e muhalif olan hilâfet yanlısı muhafazakârlarla bu isimler arasında da yakınlık var tabii. İçeride de büyük mücadele, çekişme yaşanıyor. Yola hilâfet ve saltanatın kurtarılması iddiasıyla çıkılmış ve o yoldan sapılmaya başlanmış. Dolayısıyla ilk Meclis’te Mustafa Kemal ve arkadaşlarına ciddi bir muhalefet var.

Anayasa profesörü Cem Eroğul, “1921 Anayasasını ve Kurtuluş Savaşı’nı hakkıyla kavramak için mutlaka Rusça bilinmelidir” diyor. Rusça bilmek niçin gerekiyor?

Çünkü aynı döneme ilişkin Sovyetler Birliği’yle ilişkiler konusunda Rus arşivlerinde de çok fazla kaynak olmalı. Dolayısıyla, 1921 Anayasası’ndaki yaklaşımın, özellikle yerel yönetimlere dair perspektif konusunda Bolşevik/Sovyet etkisine bakmak anlamlı ve gerekli.

Daha sonraki süreçten anlaşılıyor ki, hem Sovyetler Birliği hem de Kürtler konusunda pragmatist, gizli bir ajanda var.

“Gizli ajanda” denilebilir belki, yanlış olmaz. Ancak ben daha çok “o ânın ihtiyaçlarına uygun” ifadesini tercih ederim. Herkesin herkesle mücadele ettiği ve yine tüm tarafların silahlı olduğu bir dönemde, koşulların gerektirdiği gibi davranıyorlar. O koşullar da sürekli değişiyor tabii. Ancak zihinlerinde, özellikle Mustafa Kemal’in zihninde, adım adım ortaya çıkardığı bir program var. Örneğin ilk dönemde her ne kadar dile getirilmese de cumhuriyeti kuran kadroların kafasında “Türklük” düşüncesi var tabii. Balkan Savaşları travması yaşamış bir kuşak bu. Malûm, Osmanlı olarak gidenlerin Türk olarak döndüğü bir savaş o. 1918-1922 yılları arasında bu tarz sözcükler neredeyse hiç kullanılmıyor ama. Erzurum ve Sivas kongrelerinde Türk, Türkçülük geçmiyor. 1921 Anayasası’nda Türk kelimesine rastlamıyoruz. O safha asıl olarak 1923-24’ten itibaren başlıyor.

Dönemi ve koşulları göz önünde bulundurma zorunluluğuyla, her ne yaşanırsa yaşansın söze “ama o dönemin koşulları” ifadesiyle başlamanın samimiyeti arasındaki çizgi çok bulanıklaşmamalı. Dönemin koşulları Kürtçenin yasaklanmasının, Dersim’de yapılanların gerekçesi olur mu?

Neden?

Çünkü artık Kurtuluş Savaşı kazanılmış, yeni bir anayasa yapılıyor (1924), yeni bir devlet sistemine geçiliyor. Dolayısıyla, Kürtlerle ittifaka da ihtiyaç kalmıyor belli ki. Sünni/Müslüman-Türk ideolojisine dayalı bir ulus-devlet ve idari bakımdan üniter yapı amaçlanıyor. Devir de ulus-devletler devri. Yavaş yavaş, zamana yayılmış bir süreç bu, ittifaklar kuruluyor, bozuluyor ve sonunda merkeziyetçi yaklaşımın hâkim olduğu 1924 Anayasası’na geliniyor.

20 Nisan 1924te yürürlüğe giren ikinci anayasaya yönelik tepkiler nasıl?

Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı, koşullarının daha uygun olduğu dönemde Sünni Kürtlerin bir kalkışması yok. 1924 Anayasası’ndan sonra Şeyh Said ayaklanması patlak veriyor. Ardından İstiklâl Mahkemeleri, idamlar, geniş tasfiye harekâtları geliyor.

Dolayısıyla, cumhuriyet dönemi Kürt sorununun 20 Nisan 1924te başladığını söylemek mümkün mü?

Böyle kesin bir tarih belirlenebilir mi, emin değilim. Ancak bir bakıma öyle. Çünkü ulus-devlete karar verilen dönem bu. Kurtuluş Savaşı’ndaki ittifak son buluyor. Sonrası, herkesin bildiği onyıllar sürecek bir hoşnutsuzluk ve baskı. Şeyh Said, Ağrı İsyanı, Dersim…

1921deki adem-i merkeziyetçi anlayış devam etseydi, belki de şu an bildiğimiz anlamda bir Kürt meselesi hiç olmayacaktı, öyle mi?

Belki, ancak tarihi böyle okuyamayız sanırım. Bugünkü şekliyle bir Kürt sorunu olmayacaktı belki ama, başka bir biçimde yine açmazlar yaşanabilirdi. Şu anki Kürt sorununun tarihsel kökenlerinde, sadece zamanında tercih edilen idari yapıyla açıklanamayacak çok unsur var. Yine de başlangıç aşamasında, o dönem için zorunlu gördükleri üniter devlet yapısı benimsendiği halde, diğer konularda farklı adımlar atılarak, örneğin en basitinden “yurttaşlık tanımında” etnik yapılar gözetilip sorunun kangren haline gelmemesi sağlanabilirdi. Ama dedim ya, ulus-devlet kararı böyle bir karar zaten.

“Kars’taki kongre, Güneybatı Kafkas Geçici Hükümeti çok önemli. ‘Meclis-i Milli’ adını taşıyan bir parlamentosu var ve Büyük Millet Meclisi’den bir yıl önce faaliyete başlıyor. 25 Mart 1919’da da geçicilik sıfatına son vererek Kars’ta bağımsızlık ilan ediyor. Meclis-i Milli kararıyla da Cumhuriyet ilan ediliyor! Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Kars Cumhuriyeti’nin bir model olduğu bile söylenebilir.”

Sizce o dönemin koşullarını bugünden nasıl okumalı?

Dönemi ve koşulları göz önünde bulundurma zorunluluğuyla, her ne yaşanırsa yaşansın söze “ama o dönemin koşulları” ifadesiyle başlamanın samimiyeti arasındaki çizgi çok bulanıklaşmamalı. Elbette gerek “Sünni Türklük”, gerekse “üniter yapı” gibi yaklaşımların hâkim kılınması, kurucu kadroların gözünden bakıldığında anlaşılabilir. Buna mukabil, koşulların ve verilen kararların anlaşılabilirliği, her bir tercihin meşrulaştırılmasına neden olmamalı. Bu her ülke ve devir için geçerli. Dönemin koşulları, Islahat Planları’nın, Kürtçenin yasaklanmasının, insanların yerinden yurdundan edilmesinin, Dersim’de yapılanların gerekçesi olur mu? 1930’lardan itibaren Türklük dayatmasının akıl alır bir tarafı olduğunu, çünkü ulus-devlet yaratma çabasının bunu gerektirdiğini varsayalım. Peki aklın her aldığı karar meşru ve vicdani midir?

1924 Anayasası yapıldıktan sonra söylemde de ciddi bir değişiklik yaşanıyor, değil mi?

Tabii. 1924 Anayasası’nda, 1937’de değişiklik yapıldı. CHP’nin ilkeleri anayasa hükmü haline getirildi. Değişiklik tartışılırken dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya aynen şöyle diyor: “İnsanlık tarihi Türklerle başlamıştır. Türk olmasaydı belki tarih olmazdı, muhakkak ki medeniyet de başlamazdı. Türksüz bir tarih ne kadar karanlık olurdu! Hele Türksüz kalacak beşeriyet ne kadar sefil ve süfli bir manzara gösterirdi, hepiniz tahmin ve tahayyül edebilirsiniz. Türkün olmadığı bir tarih karanlık ve kaotik olur.” Bu sözlerde de, Mahmut Esat Bozkurt’un 1930 yılındaki “Türk, bu memleketin yegâne efendisidir, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır: Hizmetçi olma, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve dağlar bu hakikati böyle bilsinler” açıklamasında da, bir arada yaşama ülküsünden çok, “bir” olarak yaşama zorunluluğu var. Bu tekçi yaklaşım ile bugünkü Kürt sorunu arasındaki bağı görmek çok mu güç?

1921 Anayasası idari bir özerk yapılanma getiriyor. Yerel idareyi denetleyecek Umumi Müfettişlikler getirilse de, ne daha önce olmuş ne de daha sonra olacak bir muhtariyet anlayışı söz konusu. 1921 Anayasası’nda yalnızca “idari” muhtariyet söz konusu olsa da, bugünkü bölgeli devletlere benzer, güçlü bir yerel yönetim anlayışı vardı.

1924 Anayasası’ndaki yurttaşlık tanımı neydi?

Anayasa’nın 88. maddesine göre tanım şöyle: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dahilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izale edilir.” Maddenin lafzına ırkçı denilemez, ancak o yıllarda her “Türk” dendiğinde “yurttaşların tümünün” kastedilmediği gönül rahatlığıyla söylenebilir. Kaldı ki, Şükrü Kaya’nın, Mahmut Esat Bozkurt’un konuşmalarına bakıldığında, Türklükten kasıtlarının yurttaşlık bağından çok belli bir etnik köken olduğu görülüyor. Böyle örnek de çok zaten.

1921 Anayasası’nın adem-i merkeziyetçi yaklaşımının bir tür yerel özerklik getirdiği söyleniyor. Ancak, bir de devletle yerel yönetimler arasındaki görev-yetki ilişkilerini denetleyecek Umumi Müfettişlikler kuruluyor.

Doğru, çünkü 1921 Anayasası idari bir özerk yapılanma getiriyor. Bununla birlikte her ne kadar yerel idareyi denetleyecek Umumi Müfettişlikler getirilse de, ne daha önce olmuş ne de daha sonra olacak bir muhtariyet anlayışı söz konusu. 1921 Anayasası’nda yalnızca “idari” muhtariyet söz konusu olsa da bugünkü bölgeli devletlere benzer, hayli güçlü bir yerel yönetim anlayışı vardı.

İkinci bölüm: Meclis’ten “Türkiyeli” sesleri yükseliyor

 

[1] 1919-1920 arasında Britanya tarafından, bir kısmı Ermeni Soykırımı’nın sorumluları olmakla suçlanarak Malta’ya sürülen, 1922’de serbest bırakılan 145 Osmanlı devlet adamı, asker ve bürokrat.
[2] 23 Aralık 1876 tarihli Kanun-ı Esasi’yle kurulan, üyeleri bakan, vali, ordu komutanı, elçi, hahambaşı, patrik vb. arasından, padişah tarafından seçilen “senato”.
 
^