1921 Anayasası’nın 100. yılında, 20 Nisan 1924’te TBMM’de kabul edilerek 1921 Anayasası’nın yerini alan “Cumhuriyet Anayasası”nın 97. yıldönümündeyiz. Bu iki “kurucu” anayasa arasındaki başlıca fark, 1921 Anayasası’nın ikinci cümlesinin, “Halkın mukadderatını bizzat ve fiilen idare etmesi” ilkesine içkin “özerklikler”den 1924’te vazgeçilmesi ve merkeziyetçiliğin benimsenmesiydi. Sonraki anayasaların da “ruhunu” büyük ölçüde belirleyen, başta Kürt sorunu olmak üzere, günümüz Türkiye’sinin temel sorunlarının kaynağı olan 1924 Anayasası’nın 1921 ve 1961 anayasalarıyla mukayesesi için, anayasa hukukçusu Doç. Dr. Murat Sevinç’le söyleşimizin ikinci bölümüne bağlanıyoruz.
Söyleşimizin ilk bölümünde, 1921 Anayasası’nın Kürtlerle, Kürt meselesiyle ne kadar ilgili olduğunu ortaya koyan iki belgeden bahsedeceğinizi söylemiştiniz. Neydi o belgeler?
Murat Sevinç: Mustafa Kemal’in İzmit’te basın mensuplarıyla yaptığı meşhur bir toplantının içeriği, daha önce kitapçık halinde yayınlanmıştı. Fakat orada bir kısmın eksik olduğu 1987’de ortaya çıktı. Bunu ortaya çıkaran da o zamanın 2000’e Doğru dergisi, yani Doğu Perinçek’in yayın organıydı. Böylece Mustafa Kemal’in söz konusu toplantıda, Ahmet Emin Yalman’ın Kürtlerle ilgili sorusuna verdiği yanıt 64 yıl sonra ortaya çıkmış oldu. Toplantı 1923’ün ocak ayında yapılıyor. Bu tarih çok önemli.
Neden?
Çünkü Lozan görüşmeleri başlamış ve henüz sona ermemiş. Dolayısıyla, Musul meselesi çözülmemiş. Henüz İzmir İktisat Kongresi de yapılmamış. Mustafa Kemal böyle bir dönemde Ahmet Emin Yalman’ın Kürtlerle ilgili sorusuna şu yanıtı veriyor: “Kürt meselesi, bizim, yani Türklerin menfaatine olarak da katiyyen mevzubahis olamaz. Çünkü, malûmu âliniz, bizim hudud-u milliyemiz dahilinde mevcut Kürt anasır, o surette tavattun etmiştir ki, pek mahdud yerlerde hali kesafettir. Fakat kesafetlerini kaybede ede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut hasıl olmuştur ki, Kürtlük namına bir hudut çizmek istesek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lâzımdır. Faraza, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir hudut aramak lâzımdır. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşaririni de nazar-ı dikkatten hariç tutmamak lâzım gelir. Binaenaleyh, başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir.”
“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. Hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. TBMM hem Kürtlerin hem de Türklerin vekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani bilirler ki, bu müşterek bir şeydir.” Atatürk’ün bu demeci inatla, ısrarla görmezden gelindi.
Yani, Mustafa Kemal 1921 Anayasası’nın Kürtlere muhtariyet tanıdığını söylüyor…
Tabii. Bu konuşmanın devamı da çarpıcı. “Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin sahib-i salahiyet vekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani bilirler ki, bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir hudut çizmeye kalkışmak doğru olmaz.” Türkiye’de çoğu araştırmacı Atatürk’ün 1987’de ortaya çıkan bu demecini inatla, ısrarla görmezden geldi ve bu tavrı hâlâ devam ettirenler var. Evet, 1921 Anayasası Kürtler için yapılmamıştır, ama Kürtler hiç düşünülmemiş de değil belli ki. Tarihin 16-17 Ocak 1923 olduğu da hesaba katılırsa, Kurtuluş Savaşı’nda Kürtlerle ittifaka ne kadar önem verildiği daha iyi anlaşılır. Kürtlerle ittifak yapmadan Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması mümkün değildi. Dolayısıyla, Mustafa Kemal’in İzmit’teki konuşması 1921 Anayasası’ndaki muhtariyet konusunun Kürt meselesi bağlamında kullanıldığını gösteriyor.
Bir de Mustafa Kemal’in 1921’deki özerklik anlayışını 1924 Anayasası’nın hazırlık sürecinde devam ettirdiğine, ama son anda bundan vazgeçildiğine dair 1998’de ortaya çıkan başka bir belge var galiba…
Evet, Mustafa Kemal’in 1924 Anayasası için hazırladığı ilk taslak, Kentbank tarafından 1998’de Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı olarak sınırlı sayıda basılana kadar bilinmiyordu. 1923’ün sonbaharına doğru, Mustafa Kemal’in Yunus Nadi, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi aydınlarla Ankara’daki İstasyon Binası’nda buluşarak anayasa çalışmaları yaptığı ise biliniyordu. Kâzım Karabekir’in anılarında da bu bilgi var. 1923 Temmuz’unda Lozan Konferansı sonuçlanıyor, bu kurucu anlaşma TBMM’de oylanacak. Ardından yeni anayasa yapılacak. Mustafa Kemal o sırada TBMM kâtibi olan Hasan Rıza Soyak’ı çağırıp ona bir anayasa taslağı veriyor ve temize çekmesini istiyor. “Bunları müsvedde halinden temize çekeceksin. Dikkat et, yazılar biraz karışıktır, okuyamadığın, anlayamadığın bir şey olursa beni çağırır sorarsın. Bunu şimdilik sen ve ben bileceğiz, amirlerine dahi bahsetmeye lüzum yok” diyor. Hasan Rıza Bey sonrasını şöyle anlatıyor: “Daha ilk satırında büyük bir heyecana kapıldım. Bunlar o zaman mevcut olan 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerini tadil mahiyetindeydi. Birinci maddeye ‘Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir’ cümlesi ilave edilmişti.” Mustafa Kemal’in 28 Ekim’i 29 Ekim’e bağlayan gece İsmet İnönü’yle birlikte üzerinde çalışıp son halini verdiği anayasa taslağı 114 maddeden oluşuyor. Ancak ertesi gün, yani 29 Ekim’de, yalnızca altı maddelik bir değişiklik yapıldı anayasada ve cumhuriyet kabul edildi.
Bu taslağa göre Mustafa Kemal nasıl bir yeni anayasa öngörüyordu?
Mustafa Kemal’in hazırladığı anayasa taslağının en ilginç tarafı, 1921 Anayasası’nın yerel yönetim anlayışını aynen koruyor olması! Yani merkeziyetçi 1924 Anayasası’nın ortaya çıkışından dört-beş ay öncesine kadar, Mustafa Kemal hâlâ adem-i merkeziyetçi anlayışla uyumlu bir taslak benimsemiş.
Ne oluyor da bundan bir anda vazgeçiliyor?
Bunu bugüne kadar anlayabilmiş değilim, anlayanı da görmedim! Nitekim Ergun Özbudun da 1921 Anayasası’ndaki yerel yönetim modelinin 1924’te tamamen terk edildiği halde Meclis’teki anayasa görüşmelerinde bunun neredeyse hiç tartışma konusu olmadığına dikkat çekiyor. 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan ediliyor, o aylarda Mustafa Kemal 1921’deki yerel yönetim anlayışını aynen koruyan bir taslağı benimsiyor, ama 20 Nisan 1924’te bu yerel yönetim anlayışının tamamen terk edildiği bir anayasa onaylanıp yürürlüğe giriyor! O birkaç aylık arada ne oldu, ne konuşuldu, bilemiyoruz, ama tahmin edebiliyoruz.
Mustafa Kemal’in hazırladığı anayasa taslağının en ilginç tarafı, 1921 Anayasası’nın yerel yönetim anlayışını aynen koruyor olması! 1924 Anayasası’nın ortaya çıkışından dört-beş ay öncesine kadar, adem-i merkeziyetçi anlayışla uyumlu bir taslak benimsemiş. Ama 20 Nisan 1924’te bu anlayışın tamamen terk edildiği bir anayasa yürürlüğe giriyor! O birkaç aylık arada ne oldu, bilemiyoruz.
Nedir tahmininiz?
Kurucu antlaşma olan Lozan tamamlandı, devlet kuruldu, yönetim şekli belirlendi ve Kürtlerle ittifaka artık ihtiyaç kalmadı. Sonuca bakarak nedeni varsayabiliriz. Ama bence yine de o birkaç ayda ne konuşulduğu, ne tür kararlar alındığı aydınlatılmaya, üzerinde çalışılmaya muhtaç.
Ergun Özbudun’un analizi de sizinkiyle örtüşüyor: “1921 yılında hayli radikal denilebilecek, yerinden yönetim ilkelerini coşkuyla kabul eden TBMM üç yıl sonra, aşırı merkeziyetçi bir yönetim sisteminin kurulmasını nasıl bu kadar sessiz ve itirazsız bir şekilde kabul etmiştir? Muhtemel bir açıklama, Atatürk ve çalışma arkadaşlarının baştan beri güçlü bir milli ve merkeziyetçi devlete taraftar oldukları, ancak Milli Mücadele’nin olağanüstü şartları içerisinde etnik bakımdan Türk olmayan unsurların, özellikle Kürtlerin Milli Mücadele doğrultusunda seferber edilmeleri için bu yolu tercih ettikleridir.”
Evet, bunlar tahmin, ama enteresan olan, bu birkaç aylık süreçte yapılmış ve durumu açıklayan herhangi bir konuşmaya, demece rastlamamış olmamız. “Bir taslağımız vardı ama, düşüncemizi değiştirdik” anlamına gelen herhangi bir metin yok veya bulabilmiş değiliz. Sonuç itibarıyla, 20 Nisan 1924’te kabul edilen anayasada, 1921’den tamamen farklı olarak, “Türklük” vurgusu öne çıkıyor, “muhtar” yerel yönetim ilkesi terk edilerek merkeziyetçi yönetim sistemi anlayışına geçiliyor.
Yani Kürtler kandırılıyor…
Aksini düşünmek pek mümkün değil. Mustafa Kemal’in zihninde başından itibaren “ulus-devlet”, “üniter devlet”, “cumhuriyet”, “laiklik” idealleri var ve adım adım yaşama geçiriyor. Yoksa, öyle herkes “cumhuriyet” hayal etmiyordu. Hilâfetin korunacağını düşünenler de çoktu. Bir devrim süreci başlayacaksa, bunun üniter bir idari yapıyla gerçekleşmesi kuşkusuz çok daha olası. Ancak, Mustafa Kemal nasıl oluyor da 1923 yılının sonunda hazırladığı taslakta bile adem-i merkeziyetçi yaklaşımı muhafaza ediyor? Bunu anlamak kolay değil.
Neden?
Çünkü pek kimseyi haberdar etmeden hazırladıkları anayasa taslağında idari yerel özerkliğe yer vermese, kim hesap soracak! Nitekim, daha sonra merkeziyetçi anlayışın hâkim olduğu öneri TBMM’ye geldiğinde, 1924 Anayasası görüşülürken güçlü bir itiraz olmuyor. Mustafa Kemal’in tüm bunları bildiği halde kendi taslağını neden 1921 Anayasası ruhuna göre hazırladığı ve çok kısa süre içinde bundan neden tamamen vazgeçildiği, bana kalırsa hâlâ anlamlı bir soru.
1924 Anayasası’nı kabul eden mebusların Mustafa Kemal’in süzgecinden geçirildiğini, ilk Meclis’teki muhaliflerin tasfiye edildiğini söylemiştiniz. 1924 Anayasası’nı görüşen ve kabul eden TBMM’de Kürt mebuslar var mı?
Kürt vekil var, ama 1921’deki gibi bir profilin olmadığı anlaşılıyor. Nitekim, yerel yönetim anlayışının tamamen terk edildiği 1924 Anayasası görüşmelerinde bu mesele neredeyse hiç tartışılmıyor. Yüzlerce sayfalık tutanakta bu bahis sadece iki-üç sayfa yer tutuyor. Halis Turgut Bey, Abdullah Azmi Şükrü gibi birkaç milletvekili yerel yönetim anlayışının terk edilmesine tepki gösteriyor. Fakat Anayasa Komisyonu Sözcüsü Celal Nuri Bey buna karşı son derece anlamsız bir açıklama yapıyor.
Ne diyor?
“İllere, şehirlere, köylere, kasabalara hükmü şahsiyet, yani tüzel kişilik tanıyoruz, bunlar zaten kendi kendilerini idare edecekler” diyor. Oysa bu yapılanmada herhangi bir muhtariyet söz konusu değil. Valiler, kaymakamlar merkezi iktidarın temsilcileri olarak oraları yönetecek. Bu artık yerel yönetim değil, merkezi yönetimin taşra teşkilatının kurulması. Sonra oylamaya geçiliyor, kabul ediliyor ve konu kapanıyor! Bir “muhtar” yerel yönetim sisteminin neredeyse hiç görüşülmeden, tartışılmadan, birkaç küçük eleştiriyle ve “tüzel kişilik tanıdık ya zaten, onlar kendi kendilerini yönetirler” denerek geçiştirilmiş olması hakikaten ilginç. 1921 Anayasası’nın vilayetlere ve nahiyelere muhtariyet tanıması az buz bir yetki değildi. Bayındırlık, eğitim, kültür, sağlık, sosyal yardımlaşma alanlarında kendi kararlarını alacaklarına dair yetki tanınmış olması çok önemli. Ama üç yıl yürürlükte kalan bir anayasanın bu yönünün hiç tartışılmadan, konuşulmadan terk edilmesi inanılmaz. Mustafa Kemal’in kendisi için istediği bazı yetkileri asla kabul etmeyen Meclis, bu hususu itirazsız kabul ediyor.
1924’te, 1921’den tamamen farklı olarak “Türklük” vurgusu öne çıkıyor, “muhtar” yerel yönetim ilkesi terk edilerek merkeziyetçi sistem anlayışına geçiliyor. Ancak, Mustafa Kemal nasıl oluyor da 1923 sonunda hazırladığı taslakta bile adem–i merkeziyetçi yaklaşımı muhafaza ediyor? Bunu anlamak kolay değil.
Mustafa Kemal için ne tür yetkiler isteniyordu?
Örneğin, Meclis’i fesih yetkisi, muhaliflerin büyük ölçüde tasfiye edildiği Meclis’te bile kabul edilmiyor. Başkomutanlık, reddediliyor. Güçleştirici veto yetkisi, kesinlikle kabul edilmiyor. Hatta vekiller bu konularda son derece sert tepki gösteriyor.
Türkiye Devleti kavramı hangi zaman aralığında kullanılıp ne zaman bundan vazgeçilerek Türk Devleti denmeye başlanıyor?
Mustafa Kemal kendi anayasa taslağında “Türkiye Devleti’nin yönetim biçimi Cumhuriyettir” diyor. Uzun süre metinlerde Türk, Türklük kelimeleri kullanılmamıştır. 1924 Anayasası görüşmeleri sırasında yurttaşlık tanımı gündeme geliyor. O zamana kadar farklı etnik kökenleri, milletleri kapsayan Osmanlılık var. Buna mukabil, 1924 Anayasa taslağı komisyondan ilk geldiğinde 88. maddede “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk denir” hükmü yer alıyordu. Bunun üzerine büyük tartışma çıkıyor. Hamdullah Suphi (Tanrıöver) gayrimüslim azınlıkları kastederek, onların Türk dili ve kültürünü benimsememiş olmaları nedeniyle Türk sayılamayacaklarını ileri sürüyor. “Ermenilere, asker kaçağı olanlara, bize ihanet edenlere, hepsine Türk diyecek miyiz?” Tepkiler bunlar. Hükmün lafzına bakınca “evet, Türklük bir yurttaşlık tanımı” denebilir, ama görüşmelere bakınca pek öyle olmadığı görülüyor.
Türklük aslında etnik bir vurgu…
Metinde değil, görüşmelerde öyle. “Mekteplerinizi kapatınız, Ermeniliği terk ediniz, Türk kültürünü kabul ediniz, ondan sonra size Türk deriz.” Meclis’te Hamdullah Suphi’nin söylediği söz bu. Komisyon Sözcüsü Celal Nuri Bey de, ne yapacağını pek bilmediği için, “peki, ne diyelim?” diye soruyor milletvekillerine.
Yanıt ne?
Meclis’ten “Türkiyeli…” sesleri yükseliyor. Bu daha sonra Konya vekili Nâim Hazım tarafından öneri haline getirilerek Meclis’e sunuluyor. “Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve fıkraların da buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim” diyor. Bu öneri kabul edilmiyor. Sonunda Hamdullah Suphi Bey bir değişiklik önergesi vererek “vatandaşlık itibarıyla” lafının eklenmesini sağlıyor. Böylece vatandaşlık tanımının yapıldığı 88. madde şöyle oluyor: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla (Türk) ıtlak olunur.” Maddenin devamı şöyle: “Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izale edilir.”
Yani bugünkü anayasanın vatandaşlık tanımı 1924’te şekillendiriliyor.
Evet ama, 1924 Anayasası’ndaki vatandaşlık tanımı bugünkü formülasyondan daha başarılı. Hiç olmazsa herkese Türk demiyor; onun yerine “vatandaşlık bakımından Türktür” diyor. Türklük terimini vatandaşlıkla bağlıyor. Bugünkü anayasada “vatandaşlık bakımından” değil, “vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” deniyor. Gerçi bugünkü anayasa şu halinden de kötü olabilirdi! Danışma Meclisi’nde çok vahim konuşmalar var. Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu ırkçı düşünceleri kısmen engelliyor, vatandaşlık bağı meselesine öncelik veriyorlar.
Peki, 1924 ve 1961 anayasaları arasında genel bir mukayese yapıldığında nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?
Adem-i merkeziyetçi anlayışı çöpe atmış olsa da 1924 Anayasası belli açılardan bugünkünden daha başarılıydı. 1924 Anayasası 27 Mayıs ihtilaliyle son bulduğunda Mümtaz Soysal “Suçsuz Anayasa” başlıklı bir yazı yazıyor Yeni Forum dergisine. 1924 Anayasası’nda bazı temel değişiklikler yapılarak İngiliz tipi bir parlamenter demokrasinin mümkün olabileceğini söylüyor. Bence de doğru. Tabii 1924 ile 1960 arasında dünyada ve Türkiye’de bir şeyler değişmişti, bazı düzenlemelerin yapılması gerekliydi. Örneğin, 1924 Anayasası’nda sosyal haklar yoktur. Sadece ilköğretimin devlet okullarında parasız yapılacağına dair bir hüküm yer alır. Onun dışında sosyal haklar tamamen 1961 Anayasası’nın hediyesi. 1924’te temel hak ve özgürlükler ve yargı bağımsızlığı konusunda pek çok meselenin “kanunla” düzenleneceği hükme bağlanmış, ama kanunla dahi “nelerin yapılamayacağı” belirtilmemişti. Daha sonra bu eksiklikten kaynaklanan sorunlar ortaya çıktı.
1924 Anayasası görüşmelerinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk denir” hükmü üzerine büyük tartışma çıkıyor. Hamdullah Suphi gayrimüslim azınlıkların Türk sayılamayacaklarını ileri sürüyor. “Türk kültürünü kabul ediniz, ondan sonra size Türk deriz.” Komisyon Sözcüsü Celal Nuri Bey, “peki, ne diyelim?” diye soruyor milletvekillerine. Meclis’ten “Türkiyeli…” sesleri yükseliyor.
Ne tür sorunlar?
Kanunla nelerin yapılamayacağını söylemediğinizde, bütün hak ve özgürlükler düzenini Meclis çoğunluğunun iki dudağı arasına bırakıyorsunuz. 1961 Anayasası’nın 11. maddesiyle ilk kez, kanunla sınırlamada “hakkın özüne” dokunulamayacağı hükmü getirildi. Yani temel hak ve özgürlükler konusunda yapılacak düzenlemelerde hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağı hükme bağlanmıştı. 1924 Anayasası’nda örneğin, Hakimler Savcılar Kurulu, Anayasa Mahkemesi yoktu. 1920’lerin koşullarına göre hazırlanmıştı. O dönemde hiç kimse zaten ulusun temsilcilerinin ulusun haklarına halel getireceğini düşünmüyordu.
Bu sorun ne zaman ortaya çıktı?
Çok partili hayata geçildikten sonra. 1950-1960 arasında kavga çıktı ve 1924 Anayasası’ndaki eksiklikler anlaşıldı. 1961 Anayasası aslında özerk kurumlarıyla, Anayasa Mahkemesi’yle, siyasi partiler güvencesiyle, sosyal haklarıyla, nelerin yapılamayacağını kanunla söyleyerek ve klasik parlamenter sistem kurarak, 1924 Anayasası’nın eksikliklerini giderdi. İki kanatlı parlamento gibi gereksiz işler de yaptı. Ama düzenlemelerin bir kısmı 1924 Anayasası döneminde yaşananlara tepki niteliğindeydi.
Bunu biraz açar mısınız?
1924 Anayasası parlamenter sistemle Meclis Hükümeti sisteminin karması bir yapı getirmiş, 1921 Anayasası’nın hükümet sistemi anlayışından tam olarak kopamamıştı. Malûm, 1921 Anayasası ise Meclis Hükümeti sistemi kurmuştu. Yani yasama ve yürütmenin aynı elde toplandığı, bir devlet başkanının olmadığı, onu fiilen meclis başkanının temsil ettiği, daha ziyade devrim/karmaşa dönemlerinde başvurulan bir hükümet sistemi. Bu konvansiyonel sistemi, devrim sonrasında, 1792-1795 arasında Fransızlar icat etmişti. Türk devrimcileri de savaş sırasında böyle bir yapı benimsedi.
Meclis Hükümeti nasıl bir sistem?
Yasama-yürütme aynı elde ve Meclis gerektiğinde yargı yetkisini de kullanabiliyor: Bakınız İstiklâl Mahkemeleri, bakınız Fransa’daki Konvansiyon’un yaptığı yargılamalar. Ama 1921’deki Meclis Hükümeti sisteminin uygulamada parlamenter sisteme yaklaştığını da söylemek gerekiyor.
Mustafa Kemal hangi sistemden yana?
Meclis Hükümeti sisteminden yana. Mustafa Kemal Rousseau’cu, “güçler birliği” yanlısı. Halk iradesine dayandığı için II. Meşrutiyet’i sever, ama I. Meşrutiyet’ten hazzetmez. 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı meşhur bir konuşması var. Orada nasıl bir hükümet sistemini benimsediğini uzunca anlatır. Konuşmasında Kartacalılara, Romalılara gidiyor, doğrudan demokrasi savunusu yapıyor. Ona göre, halkın yönetime gerçekten katılması, yani doğrudan demokrasi ancak güçler birliğiyle mümkündür. “Ama bugünkü devlet yapılarında artık doğrudan demokrasi mümkün olamadığı için, ona en yakın sistem Meclis Hükümeti sistemidir” diyor. Dediğim gibi, 1921 Anayasası’ndaki de bir Meclis Hükümeti sistemi ve 1924 Anayasası’nın müellifleri de Meclis Hükümeti – güçlü Meclis düşüncesinden tam olarak sıyrılamamıştır. Anayasanın ilk maddelerinde buna yönelik birtakım düzenlemeler var. Fakat nihai ve asıl olarak parlamenter sistemin kabul edildiğini söyleyebiliriz.
Parlamenter sistemin temel kuralı nedir?
Parlamenter sistemin iki temel kuralı var: İki başlı yürütme; biri sembolik devlet başkanı, diğeri bakanlar kurulu. İkinci özelliği, bakanlar kurulunun tek ve toplu olarak Meclis’e karşı sorumluluğu. Parlamentolu bir sistemi “parlamenter sistem” yapan bu niteliklerdir. 2017’de terk edilen nitelikler! 1924 Anayasası’nda parlamenter sistemin özellikleri ağır basıyor. Egemenliğin temsil edildiği tek organ Meclis olarak görülüyordu. Bu anlayış tek partili hayatta sorun çıkarmadı. 1950-60 arasında çıkan kavganın büyük nedeni şuydu: Demokrat Parti iki seçimde de büyük zafer elde etti, Meclis’te çoğunluğu kazandı ve hatta 1954 seçiminde CHP’yi neredeyse Meclis’ten tümüyle tasfiye etti. Daha sonra DP, 1924 Anayasası’nı özetle şöyle yorumladı: “Madem egemenlik Meclis’te temsil edilir ve ben de Meclis’teki çoğunluğa sahibim, o zaman canımın istediğini yaparım.” Bugünkü “yüzde 51’i alırsak istediğimizi yaparız” yaklaşımının geçmişi o döneme gidiyor. Daha sonra Celal Bayar bu anlayışı devam ettirdi. Ardından Süleyman Demirel, 1965’ten sonra hiç o oy oranını yakalayamasa da Türkiye sağı “milli irade bizi seçti, kayıt ve şart altına alınamayız” yaklaşımını çok sevdi.
Mustafa Kemal Rousseau’cu, “güçler birliği” yanlısı. 1921’de yaptığı meşhur konuşmada, doğrudan demokrasi savunusu yapıyor. Ona göre, halkın yönetime gerçekten katılması, yani doğrudan demokrasi ancak güçler birliğiyle mümkün. “Ama bugünkü devlet yapılarında artık doğrudan demokrasi mümkün olamadığı için, ona en yakın sistem Meclis Hükümeti sistemidir” diyor.
Bu biraz da 1924 Anayasası’nın çok partili hayata göre tasarlanmamış olmasından kaynaklanıyordu, değil mi?
Evet, zaten ilginç bir şey 1924 Anayasası’nın hem tek partili hem de çok partili dönemde uygulanabilmiş olması. Oysa çok partili hayata geçerken anayasada bazı değişiklikler yapılması iyi olabilirdi, bu yapılmadı. 1924 Anayasası’nı hazırlayanların zihninde tek partili hayat bir zorunluluk olmasa da, bu anayasa tek partili dönem için daha uygun. Anayasanın yapısı, demokrasinin gelişmediği bir ülkede, çok partili hayatta kavga çıkarmaya müsaitti ve öyle de oldu.
Yani CHP-DP arasındaki kavganın sebebi 1924 Anayasası mıydı?
Sınıfsal kavga, burjuvazinin iki kanadı arasındaydı. Asker-sivil bürokrasi ve büyük toprak sahipleri, ticaret burjuvazisi. Türkiye’de hiçbir anayasal kavganın nedeni yalnızca anayasa değildir, ama ne yazık ki kavgalar hep anayasalara havale edilmiştir. DP 1924 Anayasası’nın bu karma yapısına dayanarak “madem milli iradeyi temsil ediyorum, Meclis’te çoğunluk benim, o zaman kanunla her şeyi yaparım” demeye başladı. Özellikle 1954’ten sonra, hâkimleri azletmeye, seçim kanununda, ceza kanununda anti-demokratik değişiklikler yapmaya girişti. Çünkü anayasal sistemde bunları engelleyecek hukuksal mekanizmalar yoktu.
Bu anayasal yaklaşım Mustafa Kemal’in bir tür mirasıydı ama, değil mi?
Aslında, hem evet hem hayır. Mustafa Kemal güçler birliğinden yanaydı, ama 1924 Anayasası’nın parlamenter sistem niteliğini de kabullenmişti. 1920’lerin koşullarıyla 1950’ler çok farklı tabii. Çok partili hayata “solsuz” geçilmiş olsa da, her şeye rağmen daha demokratik bir atmosfer var. Savaşı klasik liberal demokrasiler kazanmıştı. 1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanının yetkileri sembolik sayılır. Nitekim Mustafa Kemal’in istediği birtakım yetkiler çok güçlü bir şekilde reddedilmişti. Mesela, Saruhan (Manisa) milletvekili Reşat Bey, 1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanının Meclis’i fesih yetkisi gündeme geldiğinde diyor ki: “Gazi Paşa hazretleri katiyen emin ve müsterih olsunlar ki, millet yine kendi tadil ve tavsiyeleri veçhile, hâkimiyetlerinden bir zerresini ismi ve makamı her ne olursa olsun ve kim olursa olsun hiçbir makama, hiçbir ferde tevdi ve teslim etmeyecektir. Kanaati katiyem şudur ki, farzı mahal olarak Allah reisicumhur olsa, kati arz ediyorum, haşa melâke-i kiram heyeti veçhile olsa, fesih salahiyetini verecek kimse yoktur.”
Yani “Allah bile olsan sana o yetkiyi vermeyiz” diyor…
Evet, ama biz bu yetkiyi 2017 yılında verdik! Akıl almaz bir şey. 1924’te her ne kadar muhalefet belli ölçüde tasfiye edilmiş olsa da, bu adamlar kurucu ve güçlerinin farkındalar. Ayrıca, Mustafa Kemal’in tek adam olmasından endişe duyanlar var tabii. Zaten bunların bir kısmı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurup Mustafa Kemal’le mücadeleye başlıyor. Ancak, anayasa kabul edilir edilmez, hemen arkasından Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı, İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. 1924 Anayasası’nı hazırlayanlardan birkaçı idam edildi o süreçte. Atatürk’e yönelik İzmir suikastı vs. derken, 1927 seçimlerinden sonra muhalefet tamamen tasfiye ediliyor, 1930’dan sonra da tek partili hayat bir zorunluluk olarak algılanmaya başlanıyor. Yinelemekte yarar var, Mustafa Kemal’in, ardından İnönü’nün ve daha sonra Celal Bayar’ın etkisi anayasa hükümlerinden kaynaklanmıyor.
Yani, Mustafa Kemal Meclis’teki gücünü Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış komutan olmaktan ve siyasi hamlelerinden alıyor, öyle mi?
Evet, anayasada her ne kadar cumhurbaşkanının tam tarafsızlığını sağlama yönünde bazı eksikler olsa da –ki bunlar 1961’de giderilecek– cumhurbaşkanının konumu klasik parlamenter sistemden pek farklı değil. Mustafa Kemal’in gücü Mustafa Kemal olmasından, “Atatürk” oluşundan kaynaklanıyor. Tek adamlığı ise asıl olarak muhalefetin tasfiyesinden sonra. 1928’de, anayasada yapılan değişiklikle bütün dini referanslar ve devletin dininin İslâm olduğu ifadesi çıkarılıyor örneğin. Çünkü Atatürk belli ki ancak o tarihten itibaren, kendisinin ve yeni rejimin bu değişiklikleri yapacak güçte olduğunu hissediyor. 1924’te “devletin dini İslâm’dır” ifadesi muhafazakârlara bir ödün olarak anayasaya konmuştu. Yeminlerde “vallahi” kelimesi vardı. Bunların tümü çıkarıldı 1928’de. Yani Mustafa Kemal’in laikliği ve bütün parti ilkelerini anayasaya hükmü haline getirmesi zaman içinde mümkün olabildi. Nutuk’ta ve söylevlerinde pek çok konunun zihninde yer aldığını ve bunları adım adım hayata geçirdiğini, zamanını beklediğini söylüyor zaten.
Birinci bölüm: Halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi