Siyaset toplumun içindeki çoğul ve değişen fikirleri, çıkarları, arzuları bir araya getirecekse, onların mimesisi olamaz. Olmaya çalıştığı an dağılır, bir grubu kuracak, ona şekil verecek gücü olamaz, grup üyelerinin duyabileceği bir söz söyleyemez. Onun yerine bütün bu çoğulluğa suni olarak bir biçim vermesi, bazı çelişkileri askıya alması, bazı arzuları dışarıda bırakması, fikir, irade ve çıkarları yeniden tarif edip uyarlaması gerekir. Düzleştiren değil, karmaşayı kavrayan ve ona şekil veren, yansıtan değil, yeniden tarif eden, sabit kalan değil, fikir değiştirebilen bir söz siyasi olma vasfını kazanabilir Latour’a göre.
“Eğer fikirler onları taşıyanlara değil açıkça ifade edenlere aitse, eğer iradeler yurttaşlara değil onları eyleme döken kolektivitelere aitse, eğer aidiyetler bugünün değil yarınınsa, eğer çıkarlar sabit değil onlara müdahale eden öğelere bağlıysa, ‘gerçeğe bağlı, otantik, doğal olan’ addedilenin siyasi konuşmanın kırılgan ekolojisi üzerinde yaratacağı katastrofik etkiyi anlayabiliriz.”
O halde siyasi söz partizanlığı gerektirir: Kamusal tartışmada itiraza açık tutulacak, ama belli bir yörüngede ilerleyen, bir değişim vaadi olan genelleştirilebilir fikirlerin bir şekle sokularak ifade edilmesi, ikna yoluyla temellendirilmesi ve hayata geçmesi için gösterilen adanmışlık olarak partizanlık.[2]
Siyasi cümlenin doğruluğu
G.R.R. Martin’in aynı isimli romanından uyarlanan Tahtların Oyunu başlıklı televizyon dizisinde büyük bir kriz sonrası parçalanmış, dağılmış, bağlılık yemini ettikleri Stark ailesinin çağrısına uymayarak yeni bir savaşa girmemiş Kuzeyli haneler, savaşın kazanılmasından sonra büyük bir toplantıda buluşurlar. Savaş öncesi Sansa Stark, Kuzeyli hanelerin çoğunun savaşa katılmaya çekineceğini söyleyen Sör Davos’a Kuzey geleneğinin farkını anlatan bir deyiş olan “Kuzey unutmaz”la yanıt vermiştir. Ama Davos haklı çıkmıştır.
Savaşa katılmayı seçmiş Kuzeyli Mormont hanesinin lideri toplantıda “Kuzey unutmaz” sözünü diğer hanelerin utançlarını kabul etmeleri, yaklaşmakta olan büyük tehlikeye karşı Kuzey’in yeni kralını tanımaları için bir fırsat olarak yineler. Haneler çağrıya bu kez olumlu yanıt verir. Söz Kuzey’i birleştirmek için yeni bir bağlamda telaffuz edildiğinde geçmiş ayrılıklar unutulur, ortak duygu suni olarak yeniden inşa edilir. Bu, ezeli düşman olarak bilinen, ancak önceki savaşta müttefik olan yabanıllarla ortaklığın da kabul edilmesi anlamına gelir.
Kuzeyli hanelerin olgusal doğruluğunu yansıtan bir cümlenin, hanelerin dar çıkarlarından, korkularından, unuttukları yeminlerden de söz etmesi gerekirdi. Kuzey unutmaz (Latourcu anlamda) siyasi açıdan doğru bir cümledir, olgusal açıdan değil. Kuzey unutmaz bütün hanelere şereflerini yeniden kazanabilecekleri bir şans verdiği, gelenekleri ve bugünleri arasında bir bağ kurmalarını sağladığı, Kuzeylinin Güneyliden farklı olabileceğini hatırlattığı için, parçalanmış haneleri “Kuzeyli” olarak yeniden kurduğu için siyaseten doğru bir cümledir. Gerçeklik yeniden tanzim edilirken çıkarlar da yeniden tarif edilmiştir: “Benim olmayan bir savaşa katılmak benim insanlarımın çıkarına aykırı” düşüncesinden, “ortak bir tehdide karşı birlikte savaş başlatmak hepimizin çıkarına” düşüncesine geçiş.
Ulusal-popüler irade
Gramsci’nin dil hakkında yazdıklarını, üstüne Latour’un ışığını düşürüp okursak ne olur?[3] Çağının önemli dilbilimcilerinin öğrencisi komünist bir militan olduğunda siyaseti aynı zamanda bir dil problemi olarak yeniden tarif etme ihtiyacı duymuş olmalı. Buradaki dil problemi, (Latourcu açıdan iptal edilmiş bir problem olan) “siyasetçilerin halka yakın olan dili kullanamıyor olmaları” problemi değildir. Zira, en başta, halkın tek bir dili yoktur. 20. yüzyılın başındaki İtalya’da pek çok lehçe konuşulur. Bir köylü şehre taşındığında kent yaşamının dilinden, bir işçi yanında çalıştığı burjuvanın dilinden, bir militan içine girdiği siyasi hareketin dilinden onlarca sözcük devralır. Sadece bu da değil. “Gündelik hayatta hepimiz birden fazla dil konuşuruz” diyecektir Mikhail Bakhtin, bir başka coğrafyada: “Köylü Slav kilisesinin dilinde dua eder; türkü söylediği, ailesiyle konuştuğu dil farklıdır; bir kâtip aracılığıyla yerel otoritelere dilekçe yazdırdığında evrak dili kullanır.”[4]
Bu tür bir çeşitlilikle, bu çeşitliliği içerip ona bir biçim veren dil arasındaki farkı tarif etmek için “kendiliğinden” ve “normatif” gramer kavramlarını kullanır Gramsci. Kendiliğinden gramerler gündelik hayat içindeki konuşmalarda insanların birbirlerini yanlış anlamalarını, düzeltmelerini, kullandıkları ifadelerin anlamlarını güçlendirip değiştirmelerini kapsar. Gramsci’nin politik hayali işçi sınıfını merkeze alan yeni bir normatif gramer yaratmaktı. Kendiliğinden gramerleri içerecek, farklı iradeleri, arzuları, çıkarları “siyasi bir tutku”nun içinde eritebilecek kuvvette bir dil: ulusal popüler irade.
Tüm tutunamayanlara hitap etmek isteyen siyasi söz onların sesini duyarak, içererek kurulabilir, ama salt tutunamayanların dili olarak kendini var edemez. Daha baştan kendini sakatlayan bir dildir çünkü bu. Onu mesafesizce kabullenen kişi kendine kolayca meşru bir zemin yaratabilir: Denemiş, ama yine yenilmiştir. Oysa bir sonraki yenilgisindeki haklılığını önceden garanti altına alıp kendini yüceltirken muhatabının gözündeki inandırıcılığını yitirir.
Ulusal-popüler irade, toplumsal gerçekliği birebir, olduğu gibi yansıtmaya çalışsaydı ne olurdu? Hepimiz, az ya da çok, kendi çevremizden ve gözlemlerimizden biliriz: Farklı etnik gruplar gündelik hayatta düşman olmasalar da, bir kriz ânında yaşadıkları sorunun kaynağını etnik kimliğe atfedip birbirine diş bileyebilir. Yüz yıl önce İngiltere’ye göç etmiş Afrikalılar Hintlilere, elli yıl önce göç etmiş Hintliler yeni gelen Polonyalılara “lanet göçmenler” diye diş gıcırdatabilir. Plazalardaki ofis yöneticileri ya da hastanelerdeki doktorlar kendilerini işçiden saymayıp aynı işyerinde çalışan taşeron işçilerden kendilerini üstün görebilir. İşyerinde duyarlılığıyla tanınan bir kişi meslektaşlarının ortaklaşa aldığı bir kararı ihlâl edip herkesi şaşırtabilir. Yoldaşları tarafından aldatıldığını düşünen direniş liderleri eylemden elini eteğini çekmeyi tercih edebilir. Kentsel dönüşüm mücadelesi verenler dar çıkarlarını gözetmekle eleştirdikleri mahalleliden, mahalleli sürekli ne yapması gerektiğini söyleyen kişilerden bunalabilir. Mahallemize sahip çıkarken içten içe oradan kurtulmak istediğimiz anlar olabilir. Ama bir yanıyla da, birbirimize ihtiyacımız olduğunu, birlikte yaptığımız işler başarıya ulaştığında kolektif kapasitemize inancımızın arttığını, bazen işin sadece iyi ve özenli yapılmış olmasından bile keyif aldığımızı da biliriz.
Bilir ve ona göre davranırız. İhtilaflarımızın ve şüphelerimizin hepsini bir defada çözmeyi beklemeden anlaşmayı ve birlikte iş yapmayı deneriz. Hayatın düşmanlık kadar dostluk tarafından da yönlendirildiğini sezeriz. Marcel Mauss Armağan’da insanların pek çok toplumda abartılmış cömertlikle korkuyla dolu düşmanlık arasında salındığını anlatır. Toplulukların kabile festivallerinde, törenlerde, pazaryerlerinde birbirleriyle karşılaştıkça ilişkilerini geliştirdiklerini, bozulup yeniden tamir edilen ittifaklar geliştirdiklerini söyler.[5] Yeni Gine’nin kuzeydoğusundaki Trobriand Adaları’nda yaptığı saha çalışmasında Bronislaw Malinowski, Malenezyalıların kolektif işlerinde kaytarmanın, yakınmanın, hoşnutsuzluğun eksik olmadığını fark etmiştir. Bunlara rağmen karşılıklılık ilişkilerini sürdüren şeyler vardır: kişisel çıkarlar (değiş tokuş ilişkisinde elde edilen ürünler), cömert görünme arzusu, yükümlülüğünü yerine getirmeyenin bütün bir topluluk nezdinde rezil olacağı korkusu.[6] O halde gündelik hayatta görünmez iplerle birbirine bağlanan (örneğin bir ölüm ânında cenaze işlerinin komşu, akraba ve bazen de tanıdıklarımızın tanıdıkları tarafından sessiz bir sözleşmeyle çözülüvermesi gibi) insanların benzer pratikleri siyasi alana da taşıyabileceklerine güvenmemiz için maddi nedenler var.
Ulusal-popüler irade çatışmaları, huzursuzlukları tek tek ele alsaydı, kurulamazdı. Siyasi söz bunları tanıyarak her grubun bir ucundan ilişkilenebileceği bir özne yaratır. Onun parçası olmak, olmamaktan yeğdir. Siyasi söz, herkesi kendi önceliklerinin bir kısmından ortaklaşılabilecek bir amaç için feragat etmeye davet eder.
Bu feragatin kolay olmadığını, olgusal gerçekliğin ideallerdeki sınıf mücadelesiyle örtüşmediğini görenler, olguların ideale uygun hale getirilmesi işini bir bilinç problemi olarak tarif edip bu işi sosyalist militanlara vermişlerdi:
“….bu mücadelenin niteliği stikiinyi’dir (kendiliğinden). Çoğu zaman sadece geçici ve özel çıkarlarının farkında olan işçiler işçi sınıfının bütününün çıkarlarına aykırı hareket eder. İşçilerin daha uzun mesaiye ve fabrika yasalarına uyulmamasına yönelik talepleri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Kaynayan bir öfkenin yabancılara karşı püskürtüldüğü zamanlar olmuştur ve olmaya devam edecektir. Bu mücadelenin rehberliğini kendi eline alarak sosyal demokrasi mücadeleyi genişletir ve ona ışık ve farkındalık getirir.”[7]
Aleksandr Martynov bu cümleleri 1902 Rusya’sında işçi sınıfının ekonomik mücadelelerine kendini endeksleyen ve onun ötesine gidemeyenlere yönelik bir eleştiri olarak kuruyordu. Martynov işçiler konusunda gerçekçi bir uyarıda bulunmuş olabilir, ama sosyalist militanlar da gündelik hayatta işçilerden daha az çelişkiyle dolu değildir. Sıklıkla madunlara atfedilen, ancak Gramsci’nin eleştirel olmayan tüm düşünce biçimlerinin doğal parçası olarak tarif ettiği, taş devri öğeleriyle ileri bilimin öğelerinden oluşan tuhaf alaşım hepimizde mevcuttur. Çelişkiler hayat deneyiminin kendisinden besleniyorsa, yine somut mücadeleler içinde keşfedilen doğrulara dönüşebilirler. Bilincin arızası da mutlak bir doğrunun temsil edildiği tek bir noktada giderilmez. Ulusal-popüler irade tereddütler, gelgitler, kararsızlıklarla dolu bir bilinci siyahtan beyaza döndürmez, tersine kararsızlığı, tereddüdü, gelgitleri bilerek, bunların içinden geçerek, bunlara rağmen oluşturduğu kararlı ve tok bir sese insanları çağırır. Siyaset, örneğin her tür etnik ayrımcılığın sınıfı bölmeye yönelik olduğuna dair bir inancın yerleşmesini beklese sözünü söyleyemez. Bu ayrımın şimdi ve burada tamamen giderilmese bile kenara bırakılabileceğini varsayarak sözünü söyleyebilir.
Çartizmin talepleri
Feragat etmeye değen vaat nedir? Ya da siyasi söz kendisini nasıl çekici kılar?
Britanya toplumsal tarihinin en önemli hareketlerinden biri olan Çartizmi analiz eden Gareth Stedman Jones, dikkatini hareketin katılımcılarından ziyade sözcük haznesine, kavramlarına, argümanlarına çeviriyor. Önkabulü Latourcu argümanı tarihselleştirir nitelikte: Çartizm basitçe katılımcılarının tüm çıkarlarının yansıması olan siyasi bir hareket değildir, hitap ettiği kişilerin hoşnutsuzluklarını kendi oluşturduğu siyasi dilin terimleriyle ifade etmeye davet etmiştir. Çartizm, Latourcu anlamda işçileri, kadınları, orta sınıfları “Çartist” olarak yeniden kurmuştur. Çartist, 17. ve 18. yüzyıl radikalizminin kavramlarını 19. yüzyılın problemlerine uyarlayan dili konuşan kişidir. Radikalizmin çekirdeğinde, halkın yaşadığı sorunların temelinde finansal spekülatörlerin çıkarına hareket eden yolsuzluğa batmış bir siyasi aygıt olduğu fikri yatar. Oy hakkı ve meclise seçilmek için mülkiyet koşulunun ortadan kaldırılması prensipleri savunulur, çünkü mecliste parazitler, aristokratlar, burjuvalar olduğu sürece yasaları onlar denetleyecek, halkın ve işçi sınıfının lehine yasalar çıkarılmayacaktır. Ekonomik sömürünün temel kaynağı siyasiyse çözümü de siyasi olmalıdır.
Siyasi söz tutunamayanların dili olarak kendini var edemez, çünkü mağduriyet ve ezilmişlik deneyimi insanı kolektif bir öfkeye yönlendirdiği kadar çaresizlik ve atalete de itebilir. Çünkü insan, kendi suretinden tiksindiği, kendi acizliğinden bunaldığı, kendi sesini tahammül edilemez bulduğu anlarda, değişime dair güçlü bir inancı, salt kendi suretini gördüğü bir dilde bulamaz.
Çartistlerin ekonomik ve sosyal taleplerdense siyasi talepleri öne çıkarması tuhaf gözükebilir. Oysa işyeri grevlerini örgütleyen sendikacıların çoğu zaten Çartistti. İşçi liderleri emek haklarının yasal güvenceye kavuşması konusunda üst sınıftan gelen yargıç ve siyasetçilere güvenmiyorlar, kendi verdikleri sınıf mücadelesiyle haklarını almakla ilgileniyorlardı. Çartistlerin zihinsel dünyasında işçileriyle çalışan işveren düşman değildi, ancak zamanla taviz vermeye yanaşmayan, dış ticarete yönelik üretim yapan, emek maliyetlerini düşük tutan bir patron figürü ortaya çıkmaya başlayınca çelişkiler sertleşti. Çartistlere göre, ortadan kaldırılması gereken mülkiyet değildi, emek de bir mülkiyet biçimi olarak görülüyordu. Önemli olan tüm mülkiyet haklarına saygı gösterilmesiydi. Zanaatkârın, ustanın, işçinin, işverenin, köylünün bir arada yaşayacağı, herkesin kapasitesine göre emeğinin doğal maddi karşılığını alacağı ve suni kârın ortadan kalkacağı bir toplum imgeleminin somut politika önerileri arasında şunlar yer alıyordu: çitlemeye karşı toprağın toplumsallaştırılması, para arzı üstündeki banker kontrolünün kısıtlanması, ulusal borcun tasfiyesi, iç piyasaya ve tüketime ağırlık verilmesi.
Stedman Jones, Çartizmin gücünü mecliste temsil edilmeyen halkı ortak bir amaç etrafında birleştirmesine bağlar. Ancak, 1842’de işçi sınıfı hâlâ temsil edilmese de Peel hükümetinin getirdiği birçok tedbir Çartistlerin talepleriyle uyuşacak, Çartizm devlete karşı getirdiği topyekûncu eleştiri nedeniyle kendi pozisyonunu yeni devlet politikaları ışığında yeniden gözden geçirecek kabiliyetten yoksun kalacaktır.
Çartizm strateji ve zamansallık ilişkisi sınavından geçememiş ya da miyadını doldurmuş olabilir, ama tarih sahnesinde bıraktığı iz birden fazladır: Öncelikle altı kararlı, net ve açık talep, hepsinin de görüş alanında tek bir yer, meclis var. Bugünkü emek, barış, demokrasi mitinglerinin önemli bir zaafından, fazlasıyla genel kavramlarla bezenmiş, ama belirgin ve net hedeflere sahip olmama zaafından azadeydi Çartist hareket. İkincisi, radikalizmin mirasıyla 19. yüzyılın ekonomi politik kuramlarını birleştiren, pratikle kuramsal tartışmaları hemhal etmiş, Bakhtinci anlamıyla “diyalojik” olabilmiş bir dil. Üçüncüsü, çitleme hareketlerinin göçe zorladığı köylüleri, değerleri azalan zanaatkârları, daha modern işyerlerinde çalışan işçileri, orta sınıfları formüle ettiği talepler etrafında birleştirebilme yetisi. Bu özellikleriyle Çartizm 19. yüzyıldan günümüz hareketlerine göz kırparak ilham vermeye devam ediyor.
Sözün sınanması
Çartizmin evrensel oy arzusunun herkesi cezbetmeyebileceğine ilginç bir örnek Mozambik’ti. Elli yıl boyunca Portekiz sömürgesi olarak kalan Mozambik’te 1975’te iktidara gelen sosyalist Frelimo 1994’te yapılacak seçimlerle birlikte demokrasiye geçişi de ilan ediyordu.
Seçimi düzenleyenler açısından seçimler, gizli oy prensibiyle o güne kadar Mozambik’te uygulanan irrasyonel, gizli, keyfi güç kullanımının yerine rasyonel, şeffaf, demokratik gücü geçirecektir. Ama tuhaf bir şey olur. Mozambik’te yaşayan Mueda yerlileri beklenen coşkuyu göstermez. Tersine, kendilerine dağıtılan fotoğraflı seçmen kartlarına karşı büyük şüphe duyarlar. Yaşlı Muedalılar için bu kartlar hayatları boyunca kendilerine dayatılan başka resmi belgelere benzemektedir: sömürge dönemindeki vergi ödeme fişleri ve zorunlu çalışma kartları, kilisenin verdiği Kutsal Meryem kartları, Frelimo partisinin zorunlu üye kartları gibi. Bu kartlar Muedalıları kontrol etmek, gözetlemek, kimi zaman da vahşice sömürmek isteyenlerin gücünün sembolüdür. Yeni seçmen kartlarının farklı olması için bir neden yoktur.[8]
Uzun yıllar Mueda’da saha çalışması yapan Harry West’e göre, Muedalılar seçim sürecini yanlış anlamış değildi, uzun yıllar maruz kaldıkları siyasi iktidar biçimlerini anlamlandırırken kullandıkları büyücülük söyleminin gözünden liberal demokrasiye bakmayı denemişlerdi. Birleşmiş Milletler’in kara ve hava araçlarıyla Mueda’yı baştan başa kateden seçim yetkililerine bakarken yerliler bu araçların saldırgan büyücülerin araçları olduğunu düşünmüşlerdi. Dünyayı görünür ve görünmez olarak ikiye ayıran, hem kötücül hem de sağaltıcı büyücülük pratiklerini birinci dünyaya etki eden ikinci dünyanın parçası olarak tarif eden Muedalılar, seçimlere de büyü karışacağı için oylarının gizli kalmayacağından emindiler.
Muedalılar için güç tekinsiz bir şeydi ve insanı bildiğin cin çarpmışa çevirebilirdi. Hayatın karmaşası, gücün ikircikli doğası, gerçekliğe nüfuz etmenin zorluğu onları hayli şüpheci yapmışken şeffaf seçimlerle oy kullananların ülkenin geleceğini değiştirebilme kapasitesi arasında doğrudan bağlantı kuran liberal demokrasiye koşulsuz güven göstermeleri tuhaf kaçardı. Liberal demokratik siyaset kaotik dünyayı fazlasıyla basitleştirirken büyücülük söylemi onu anlamlandırma konusunda daha zengin bir inanç sistemi sunuyordu. Liberal demokrasinin 1990’lar Mozambik’indeki taşıyıcıları heterojen, ikircikli ve karmaşık olanı fazlasıyla düzleştirmişlerdi. Siyasete katılım yolları yıllarca kısıtlanmış bir halkı oy aracılığıyla yurttaş olarak kurmaya çalışan siyasi söz hedefini ıskalamıştı.
Muedalıların oy kullanacağı yıldan 44 yıl önce, bir başka coğrafyada milyonlarca kişinin ilk defa oy kullanırken hissettikleri daha farklıydı. Tek parti döneminin içinden gelen tecrübeli siyasetçilerin kurduğu Demokrat Parti (DP) “Yeter! Söz Milletindir” sloganıyla ikinci çok partili seçimde oyların yüzde 53’ünü almakla kalmamış, farklı sosyal sınıflardan, özellikle kırsal kesimden binlerce üye de kazanmıştı. Türkiyeli köylülerin hafızasında da Muedalılar gibi yer etmiş olumsuz anılar vardı: artan vergi ödemeleri, satmak zorunda kalınan topraklar ve hayvanlar, zorunlu çalışma gibi. Bu hafıza onları Demokrat Parti’ye yöneltmişti. DP onları kaderlerini kendi eline alabilen, mücadele eden, haklarını arayabilen yurttaşlar olarak değil, ama oy vererek siyasi iktidarı cezalandırabilen ve bunun karşısında da belli teşvik ve çıkarlara sahip olabilen “millet”in iradesi olarak yeniden kurmuştu.
Ortak düşünce
Günümüzdeki sağ siyasetin devraldığı, ama adeta Muedalıların şüphelerini gerçek kılacak şekilde hiçe saymaktan çekinmediği “millet iradesi”nin başka türlü bir ortak duyuya dönüşme ihtimalinin parladığı zamanlar vardı.
24 Mayıs 1968 günü akşam saat sekizi beş geçe, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Zonguldak İl Başkanı, yirmi sekiz yıllık maden işçisi Hüsamettin Güven Türkiye radyolarından bir konuşma yapar. 2 Haziran 1968 seçimleri öncesinde yapılan bir seçim konuşmasıdır bu. “Yeraltında yüzlerce metre derinlikte güneşten, temiz havadan, temiz sudan mahrum en ağır şartlar altında sizlerle ömür çürüttüm. Bir Türkiye İşçi Partili olarak sizlere sesleniyorum” diye başladığı konuşmasında maden işçisinin uğradığı haksızlıklardan, iş kazalarından, Adalet Partisi (AP) iktidarının yarattığı eşitsizlikten, zenginlerin partisine karşı TİP çatısı altında birleşmekten söz eder Güven.[9] Bu konuşmayı can kulağıyla dinleyenlerden biri de Kastamonu Göğüs Hastanesi’nin mahkûm koğuşunda yatan, istemeyerek bir namus cinayeti işlediği için hapse girmiş, Kozlu maden ocaklarında yıllarca çalışmış ve ağır meslek hastalığına yakalanmış maden işçisi Şükrü Çakır’dır. Çakır hasta yatağından TİP Zonguldak İl Teşkilatı’nın çıkardığı Sömürücüye Yumruk gazetesine bir mektup yazar:[10]
“Sayın Bey, yürekten yaralı, ciğerden parçalıyım. 24/5/1968 günü akşamı saat 20.05’den 20.15’e kadar Türkiye İşçi Partisi adına radyo propaganda konuşmanızı can kulaklarımı radyo operlesine deydirerek dinledim. Zonguldak kömür maden ocaklarında bahsettiyinizde göz yaşlarım hastahane yataklarında beyaz çarşafları gözümün yaşları ile mosmor oldu. Hele şu Kozlu olaylarından bahsettiğiniz işçi kardeşlerimin cesetlerinin başında nöbetçi olarak bekledim.”
Mektubun devamında nasıl hastalandığından, hastaneye nakli için yapılan ayrıntılı bürokratik işlemlerden, çocuklarının köyde babasız ve aç kalmasından söz eder Çakır ve şöyle hitap eder Hüsamettin Güven’e:
“Bizler gibi alın teriyle kazandığımız ve hak ettiğimiz paramızı kazmamızın küreğimizin ucundan kazandığımız ve elimizin nasırları ile çalışıp çabaladığımız hakkımızı bizlere aldırmanızı işçi olarak sizler gibi babalarımıza güveniyoruz… Haklı isek de bizler gibi garipler haksız oluyor özür dileriz emme bizler gibi fakirlerin işi intihardan başka bir şey değil. Keride kalan genç yavrularımız ve dul kadınlarımız sizlere emanet… Biz sizlerin çocuklarıyız imdadımıza yetişin yemesinler kurtlar bizi.”
Şükrü Çakır’ın kendisi gibileri garip, fakir, muhtaç, çocuk, Hüsamettin Güven’i ve TİP’lileri de bir baba figürü olarak görmesinde şaşırılacak bir yan olmasa gerek. Yetimlik ve kollayıcı babalık imgeleri kültürel ve siyasi iklimimizin kurucu öğelerinden çünkü. Ama burada baba olarak hitap edilenin kendisinin de bir işçi olması önemli. İşçi olmasına karşın Türkiye radyosunda konuşma yapabilen, halkı AP’ye ve sömürüye karşı birlik olmaya çağıran bir sözün sahibi olabilmesi de öyle.
Aksiyomlar kadar net, anlaşılır taleplere ve onlara ulaşmamızı sağlayacak iyi düşünülmüş stratejilere ihtiyacımız var, çünkü ancak bu şekilde siyaset, kendisine vakfedilen ömürlerin asla göremeyeceği bir hikâyenin kırıklığı olmaktan çıkarak, “şimdi ve burada”nın pratiği haline gelebiliyor. Kaybetmeye yazgılı romantik bir muhalefete değil, somut ve görünür başarılar kaydetmeye ihtiyacımız var, çünkü ancak bu şekilde kendi sesimizi sahici kılıp başkasını da ikna edebiliyoruz.
Hüsamettin Güven partinin siyasi sözünü işçi gerçekliğine tercüme eden, o gerçekliği ortak duyunun parçası yapan bir rol üstlenmişti. Sömürücüye Yumruk gazetesindeki bir başka yazısında düşünce ve istekler, “halkın dilini” konuşması beklenen bir işçi açısından tuhaf gelecek ölçüde soyut ve genel düzeyde ifade edilir:
“İnsanın sosyal durumu ne olursa olsun büyük çoğunluğunun düşünce ve istekleri bir noktada toplanır. Dağınık düzen içinde olan insan bu düşüncelerini gerçekleştiremez. Her zaman bu düşüncelerin gerçekleşme isteği ile hayal kurmağa başlar… Ortak düşünceler genelde insanın mutluluğunu yansıtır.”[11]
Yazının devamında kapitalist sınıfa karşı savunmada olmak yerine Makyavelist olmayan, ama gerçekçi bir politikayla saldırıya geçilmesi gerektiğinden söz eder. Türkiye tarihinde ilk defa TİP “Halkın ortak düşünce ve isteklerini slogan haline getirmiş ve çözüm yollarını da göstermiştir”. Yazı buradan tekrar çok daha somut olana dönüş yapar: Halkın isteği elbette ev, iş, toprak sahibi olmak, ama daha önemlisi özgür olmaktır. Bunlar nasıl olacaktır? Sosyalistlerin parti programıyla: Toprak reformu, dış ticaretin, madenlerin, bankaların ve büyük üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla. Çartizmin diliyle bir akrabalık var burada; bireysel özgürlüğü ve ihtiyaçları siyasi iktidarın ve ekonomi politikaların değişmesine bağlayan bir akıl yürütme.
Hikâyesi Cumhuriyetin 75. Yılı Aile Albümleri Ansiklopedisi’ne konu olmuş[12] bir sosyalist işçi-lider olan Hüsamettin Güven, Bakhtinci anlamda birden fazla dil konuşuyor olmalıydı: Madendeki işçilerin gündelik hayat dili, partide yoldaşı olmuş üniversiteli gençler ve entelektüellerin dili, parti kongrelerinde dinlediği sendikacıların, akademisyenlerin dili, radyoda dinlediği siyasetçilerin dili, okuduğu sosyalizm kitaplarının dili kendi diline sızmamış olamazdı. Güven’i kendisine sınıf mücadelesini öğreten kişi olarak tanımlayan parti il yöneticisi Ahmet Hamdi Dinler, gazetenin çıktığı dönemin Zonguldak’ını şöyle hatırlıyor: “İşçi sınıfıyla birlikte mücadele ettiğimiz, ‘araştırma yoksa söz hakkı da yok’ şiarıyla köylerde araştırma yaptığımız, eylem yapmasını, parti teşkilatı idare etmesini, bildiri yazmasını öğrendiğimiz, Marksizmin yeni çevrilen kuramsal kaynaklarıyla tanışarak pratikle bütünleştirmeye çalıştığımız, sosyalist mücadelenin en öğretici ve canlı deneysel laboratuarı.”[13]
Hüsamettin Güven’in yazılarında sadeleştirici sınıf analizleriyle maden işçilerinin gündelik hayatının, sekter cümlelerle naif cümlelerin, siyasi düşmana karşı vurucu sözlerle somut siyaset önerilerinin buluşması biraz da bu dönemdeki deneyselliğin, çeşitliliğin, düşüncenin maruz kaldığı etkilerin ürünü olsa gerek. Radyo konuşmasında kullandığı sözcükler belli ki bir başka maden işçisini radyonun hoparlörüne kulağını yapıştıracak ve ağlatacak kadar onun iç dünyasına yakındı. Ama yazılarında kullandığı bazı ifadeler de gösteriyor ki, mevcut düzeni değiştirme vaadinin hangi politika araçlarıyla gerçekleşeceğini tarif edebilmek için o dünyanın çelişkili duygularına bir mesafe alması da gerekmişti. İşçileri, köylüleri, zanaatkârları ortak mutluluk ideali etrafında yeniden kurabilmesi için işçilikten çıkıp bir partili olması gerekmişti. Kurduğu cümlelerin sanki hazırda var olan bir ortak düşüncenin parti tarafından temsil edildiği fikrini verdiği doğru, ama soyut kavramlarla somut sorunlar arasında kimi zaman zayıf, kimi zamansa yaratıcı bağlar kurabilen yazılarının bizatihi ortak düşüncenin –Gramsci olsa ulusal-popüler irade diyecekti– inşasına katkı sağladığını söylemek daha yerinde olurdu.
Tutunamayanların dili
Fazlasıyla kitabi, buyurgan, bilinç taşıma iddiasındaki bazı sol söylemlerin yarattığı yorgunluğun, bizleri bugünün Şükrü Çakır’larının duygularına, gündelik sorunlarına duyarlı, mesafesiz bir dil kullanmanın daha doğru bir yöntem olduğuna, Latourcu önermenin tersine ikna ettiği zamanlar olabilir. Bir dönemin kitlesel tarım mitinglerinin, fabrika işgallerinin, işçiler, köylüler, gençler ve siyasi militanların birbirinden öğrendiği deneylerin eksikliğinde bu eğilim kısmen anlaşılabilir.
Yine de bunun bizi yerleştirdiği mayınlı alana işaret edebilmek için şunu sormayı deneyelim: Siyasi söz duygu durumlarına tamamen mesafesiz yaklaşsaydı, kuvvetini doğal olarak cereyan eden ne varsa ondan almaya çalışsaydı ne olurdu?
Nurdan Gürbilek dikkatimizi çekmişti: Tutunamayanlar’ın bir bölümünde Turgut ile Metin meyhanede içerken sarhoşların şarkısının şehri dolaşıp meyhaneye geri dönüşü anlatılır. Şarkılar tutunamayan aydının dünyasından çıkıp şoför Emrullah’a, Umum Müdürlüğü Kalemi’nden Niyazi Bey’e, Tombalacı Arif’e, elinde radyosu dolaşan işçiye uğrar.
“Tutunamayanlar baştan aşağı bu dille, bu kadar içeriden, bu kadar içten bir dille, ironik olmadan yazılsaydı nasıl bir roman olurdu? Ya da, hayat bize neden bu kadar zor geliyor sorusunun bütün tutunamayanlar için ortak bir cevabı; Selim Işık’ı, Turgut Özben’i, Şoför Emrullah’ı, Umum Müdürlüğü Kaleminden Niyazi Bey’i, Tombalacı Arif’i, elinde radyosu dolaşan işçiyi, şehrin fakir mahallelerini buluşturan bir tutunamayanlar dili var mıdır? Ya da bu dil kendini ciddiye aldığında, kendini bir öneriye dönüştürdüğünde, kırık ve ıstırap dolu bir tangodan ne farkı olabilir?”[14]
Bu topraklara özgü bir politik imgelemin şiirsel sorusu. Peki o imgelemin ihtiyacına Oğuz Atay’ın önemi, diyor Gürbilek, tutunamamış aydının yaşantısını içeriden ve mesafesiz bir dille anlatabilmiş olmasıydı. Ama aynı zamanda bu yaşantının tutunabileceği, pozitif bir hakikate dönüşebileceği bir yer olmadığını, bunun ancak karşı çıkılan doğrularla birlikte var olabilecek bir negatiflik ânı olduğunu da göstermesindeydi. Bu yüzden duygusal bağ kurduğu an, özdeşliği mizahla kırıyordu Atay. Romanları sadece otoritenin değil, her tür kişisel dilin de parodisiydi: Yeşilçam melodramlarının, duygulu ölüm ilanlarının, içli alaturka şarkıların, yaralı gönül muhabbetlerinin parodisi.
Atay’ın romanlarında azgelişmiş ülkenin insanlarını –kendisi de dahil olmak üzere– anlama, onların çocuksu hakikatini koruma, ezilmişliği ütopik hüküm günlerinde giderme çabasının bir sefalet edebiyatına, samimiyet buhranından ibaret bir duygusallığa dönüşmemesinde kendi gerçekliğine çoktan bulaşmış zalimlikleri, utancı ve kötülüğü de tanıması yatıyordu Gürbilek’e göre.[15] Atay’a referansla, “‘Karanlık, çarpık, taşlı yolların kirli meyhanelerinde’ iyi yarınlardan söz etmek güçtür”; “gecekondu denen yer ‘dıştan bakınca kan-sefalet-şehvet-hırs-cinayet, içten bakınca can sıkıntısı’”dır. O yüzden ütopik imkâna kendini kapatmayan, ama yine de nasılını bilemeyen, adeta çözümsüzlüğün, sancılı bir açmazın dilidir tutunamayanlarınki.
Tüm tutunamayanlara hitap etmek isteyen siyasi söz onların sesini duyarak, içererek kurulabilir, ama salt tutunamayanların dili olarak kendini var edemez. Daha baştan kendini sakatlayan bir dildir çünkü bu. Onu mesafesizce kabullenen kişi kendine kolayca meşru bir zemin yaratabilir: Denemiş, ama yine yenilmiştir. Bu sefer de başkası kazanmıştır, ama en azından kendisi haklıdır. Zaten eşitsiz olan oyunun kendisi değil midir? Zaten arkasından gelecekler onu yalnız bırakmamış mıdır? Oysa bir sonraki yenilgisindeki haklılığını önceden garanti altına alıp kendini yüceltirken muhatabının gözündeki inandırıcılığını yitirir.
Siyasi söz tutunamayanların dili olarak kendini var edemez, çünkü yenilse de haklı olduğunu söyleyen, yenilmiş olmayı yücelten kişi, Tehlikeli Oyunlar’da adalet talep ederken kendindeki kötülüğü de cezalandırmak isteyen Hikmet gibi, [16]Veciz Sözler’de[17] sevdiği kıza kendi “ruh hallerini boca edip” onu hırpalayan, onun üstünde hak iddia eden Hasan gibi, Erken Kaybedenler’de[18] açgözlü sevgi ve görülme ihtiyacının hıncını kendisini görmeyen sensörlü lambadan da, kendisine çok benzeyen bir başka erkekten de çıkarabilen tüpçünün oğlu gibi, içten içe, adını koyamasa bile kendi açmazlarını sezer: Anlaşılamamıştır, ama kendisi de anlamaya çalışmamıştır; çok sevmiş gibi görünmüş, ama sevilme ihtiyacı karşılanmadığında sevgisini unutmuş, istediğini alamadığında alınganlık yapıp küsmeyi tercih etmiş, niye alamadığı üzerine kafa yormamıştır. Kendi düşüncesini biricik ve eşsiz görmüş, başkasından pek bir farkı olmadığını anladığında bozulmuştur; işler iyi gitmediyse niye gitmediği üzerine düşünüp konum almak yerine “önümüzdeki maçlara bakalım” demeyi ve aynı hataları tekrarlamayı tercih etmiştir. Bir taraftan fırsat verilse ne kadar büyük şeyler yapacağını gizli gizli hayal ederken, diğer yandan kendi beceriksizliğinin farkına varıp “benden bir halt olmaz” demiştir.
En ufak bir kıpırtıdan ya da toplumsal eylemden büyük umutlar çıkarmış, sonrasında Kazancakis’in Kardeş Kavgası’nın[19] açılış sahnesindeki Kastello köyüne bakar gibi, aslında kendisinin de ait olduğu bir dünyaya, “gövdeleri, ruhları, taşların rengine bürünmüş”, onların “katılığını alıvermiş” insanlara, evlendiklerinde “birbirlerine söyleyecek tatlı söz bulamayan” ve “kaba yünden battaniyenin altında sessizce birleşiveren” çiftlere, “taşları, dağları ve açlığı devredecek” çocukların tohumlarını attılar mı kaçıp gidiveren erkeklere, arkalarında “yalnızlık içinde kuruyan ve pörsüyen” kadınlara sanki ilk defa görüyormuşçasına şaşkınlıkla bakarak umutsuzluğa kapılmıştır. O, dünyayı değiştirmek istemiştir, ama sesini duyacak kimse yoktur. Şimdi artık kendisi gibi “bu halktan da bir şey çıkmayacak”tır. Oyunda göğüslemesi gereken problemlerden hoşlanmamış bir çocuk gibi “ben oynamıyorum o zaman” demiş, inandırıcı ve sorumluluk alabilen siyasi bir sözün koşulunun biraz da öfkeli ve alıngan bir ergenlik halinden yetişkinliğe terfi etmekle ilgili olduğunu düşünmemiştir. Ya da düşünmüş, ama bunun güçlüğünün altında ezilmiştir. Birçoğumuzun kendi deneyiminden ya da tanıklığından bildiği duygular bunlar.
Bir başkası olma vaadi
Siyasi söz tutunamayanların dili olarak kendini var edemez, çünkü mağduriyet ve ezilmişlik deneyimi insanı kolektif bir öfkeye yönlendirdiği kadar çaresizlik ve atalete de itebilir. Çünkü insan, kendi suretinden tiksindiği, kendi acizliğinden bunaldığı, kendi sesini tahammül edilemez bulduğu anlarda, değişime dair güçlü bir inancı, salt kendi suretini gördüğü bir dilde bulamaz. Bir kez daha, siyasetin sözü toplumsalın mimesisi olamaz. Siyasi olarak kurulan grubun üyesi bir başkası olma vaadine yüzünü dönmüştür, kendi acısının ve çaresizliğinin icrasına değil. Şükrü Çakır, maden işçisi olan Hüsamettin Güven’den çok, radyo konuşması yapan Hüsamettin Güven’e kulak vermiştir. Güven’in maden işçisinin yazgısını paylaşarak ciğerlerini ve nefesini kaybedeceği güne kadar hissettirdiği de budur belki: Sosyalizmin sadece iş, ekmek, toprak değil, ülkenin bütün radyolarında bütün işçilerin konuşabileceği bir özgürlüğü ve özgüveni getirebileceğine dair gerçekçi bir imkân sunması.
Yine de söz siyasete bürünürken o kırık ve ıstırap dolu tangonun dönüp ona hatırlattığı şeyler vardır: İçinden çıktığı, üstünde çalışması gereken malzemeye dikbaşlı alınganlıklar, köpük köpük taşan öfkeler, zincirinden boşalırmışçasına akan talepkârlıklar, öbek öbek çoğalan zalimlikler, gözü hep bir başkasının mutluluğuna kayan kıskançlıklar, sinsi küçük hesaplar kendini saklamaya çalışmadan, gözle görülür şekilde eklenmiştir. İyi örgütleyicilerin bu duygulara direnç göstererek değil, onları kavrayıp duyguların da farklı bir şekilde örgütlenebileceğini gösterenlerden çıkması boşuna olmasa gerek.
Romantik yenilgiler yerine
Ezilenlerin bütününe hitap edecek bir siyasi sözün, daha önceki bir yazıda eleştirdiğim vicdan ilkesine değil, diğerkâmlık gibi duyguların yokluğunda da işlemeyi sürdürecek, hayatın her alanında kendini gösterebilen kapasitelere dayanması gerekir: Rekabet kadar işbirliğine olan yatkınlığımız, sadece kolektif ideallerin değil, bizatihi bireysel çıkarlarımızın yarattığı, karşılıklılık ilkesini hayata geçirebilme yetisi.
Bozulup esnetilseler dahi normatif ilkelere ihtiyacımız var, çünkü onlar sayesinde kendimizi Çartist, halk, direnişçi, Kuzeyli, partili olarak yeniden kurabiliyor, değişimin imkânına yakınlaşabiliyoruz. Serinkanlı ittifaklara ihtiyacımız var, çünkü siyasi söz kendisini bir başkasının çıkarına, arzusuna, özlemine tercüme edip rıza aldığı ölçüde genişleyebiliyor. Aksiyomlar kadar net, anlaşılır taleplere ve onlara ulaşmamızı sağlayacak iyi düşünülmüş stratejilere ihtiyacımız var, çünkü ancak bu şekilde siyaset, kendisine vakfedilen ömürlerin asla göremeyeceği bir hikâyenin kırıklığı olmaktan çıkarak, “şimdi ve burada”nın pratiği haline gelebiliyor. Kaybetmeye yazgılı romantik bir muhalefete değil, somut ve görünür başarılar kaydetmeye ihtiyacımız var, çünkü ancak bu şekilde kendi sesimizi sahici kılıp başkasını da ikna edebiliyoruz.
Son söz, bu ikna çabasını veren, yeni partili olmuş bir köylü/işçiye ait olsun:
“Hani insanlarımız eşit haklara sahiptiler. Anayasamız böyle söylüyor ama kasaba efendileri ile aramızda dağlar var… Politika bizim de ekmek kavgamız olsun… Fakirden işçiden yana olan parti kurulmuştur. Partinin saflarında birleşerek meclise biz de girelim. İçimizden köylü ve işçi kardeşlerimizi milletvekili yapalım. O zaman ne olacak demeyin. İlk önce insan olduğumuzu anlayıp insan ihtiyaçlarının neler olduğunu göreceğiz. Köylerimize yol, su, okul her ne isteğimiz varsa kararını kendimiz vereceğiz. Horlanıp ezilmeyeceğiz. Ben dün çoban, bugün bir kömür işçisi olarak uyanmışım ve Türkiye İşçi Partisi saflarına katılmışım.”[20]
Express, sayı 152, Mayıs 2017
[1] Bruno Latour (2003) “What if We Talked Politics a Little?”, Contemporary Political Theory, 2: 143-164.
[2] Jonathan White ve Lea Ypi (2016) The Meaning of Partisanship, Oxford University Press.
[3] Buradaki Gramsci analizleri şu çalışmalara dayanıyor: Peter Ives (2004) Language and Hegemony in Gramsci, Londra: Pluto Press; Peter Ives and Rocco Laccartes (der.) (2010) Gramsci, Language and Translation, Lexington Books.
[4] Mikhail Bakhtin (2011) “Romanda Söylem”, Karnavaldan Romana, Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar içinde, çev. Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı, s. 74.
[5] Marcel Mauss (2002) The Gift, The Form and Reason for Exchange in Archaic Societies, tr. W. D. Halls, Londra: Routledge.
[6] Bronislaw Malinowski (2016) Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: İthaki.
[7] Martynov, 1902’den aktaran Lars T. Lih (2008) Lenin Rediscovered, What is to be Done in Context, Chicago: Haymarket Books, s. 394-395, çeviri bana ait.
[8] Harry West (2007) Ethnographic Sorcery, The University of Chicago Press, s. 65-70.
[9] Sömürücüye Yumruk, 30 Mayıs 1968, Sayı 12.
[10] Sömürücüye Yumruk, 26 Temmuz 1968, Sayı 13.
[11] Sömürücüye Yumruk, 2 Temmuz 1968, Sayı 8.
[12] Cumhuriyetin Aile Albümleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998.
[13] Ahmet Hamdi Dinler, “Bir 12 Mart Tanıklığı”, Bianet, 16 Mart 2013
[14] Nurdan Gürbilek (2010a) “Kemalizmin Delisi Oğuz Atay”, Yer Değiştiren Gölge içinde, 3. Basım, İstanbul: Metis, s. 41.
[15] Nurdan Gürbilek (2010b) “Oyun ve Adalet”, Ev Ödevi içinde, 4. Basım, İstanbul: Metis, s. 21.
[16] Oğuz Atay (2004) Tehlikeli Oyunlar, İstanbul: İletişim.
[17] Barış Bıçakçı (2015) Veciz Sözler, 7. Basım, İstanbul: İletişim
[18] Emrah Serbes (2015) Erken Kaybedenler, 19. Basım, İstanbul: İletişim.
[19] Nikos Kazancakis, Kardeş Kavgası, çev. Aydın Emeç, 3. Basım, İstanbul: Can.
[20] Sömürücüye Yumruk, 14 Mayıs 1968, Sayı 11.