EDUARDO GALEANO’NUN GÖZÜYLE KÜRESELLEŞME

13 Nisan 2022
SATIRBAŞLARI

Küreselleşme bugünün gözde sözcüğü. Ama 1971’de yazmış olduğunuz Latin Amerikanın Kesik Damarları kitabınızda, daha “küreselleşme” sözcüğü yokken çizdiğiniz bir küreselleşme portresi var…

Eduardo Galeano: Küreselleşme, iletişim ve ulaşım araçlarındaki baş döndürücü gelişmelerle uluslararası sermaye yoğunlaşmasının sonucu olarak, son yıllarda en öne çıkan kavram oldu. Aslında yeni bir olgu değil. Ve insanlığın temel koşullarındaki, duygularımız, endişe ve korkularımız, ihtiyaçlarımız, düşlerimizdeki evrenselliğin bilgisi olan “enternasyonalizm”le de karıştırılmamalı. İnsanın özgürlüğü başka bir şeydir, paranın özgürlüğü ya da serbest dolaşımı başka ve ona zıt bir şey. Meksika – Amerika sınırında bütün açıklığıyla görebiliyoruz bunu: Para ve mallar söz konusu olduğunda, pratik olarak ortadan kalkmış, silinmiş bir sınır o, ama insanların hareket, dolaşma özgürlüğü söz konusu olduğunda Berlin Duvarı’na dönüşüyor! Geçenlerdeki, Haiti’den Amerika’ya köhnemiş bir tekneyle geçmeyi denerken boğulup ölen 60 Haitili olayı da, gelişmiş ülkelerin riyakârlığının benzer bir ifadesi. O insanlar çok naif bir biçimde, Amerika tarafından açık kucakla karşılanacaklarını sanıyorlardı. Tıpkı politik nedenlerle Amerika’ya giden Kübalılara yaptığı gibi. O Haitililerin 60’ı da pirinç üreticisiydi. IMF, Haiti’de pirinç üreticilerine devlet desteğini yasaklamış ve üreticilerin ekonomik durumlarını mahvetmişti. Amerika kendi pirinç üretiminde devlet desteğini sürdürdüğü –Haiti devletinin yaptığından tamamen başka bir kapsamda!– ve o yüzden Haiti gibi ülkelere ucuz pirinç satabildiği için.

Küresel planda egemen olan bir üst iktidar var: Tek tek ülkelerin ekonomi politikalarını, ücret düzeylerini, döviz oranlarını, dolayısıyla kamusal bütçeleri ve, evet, yağmurun düzenliliği ya da azlık/çokluğunu, sivrisineklerin uçuş hızını bile belirleyen, dikte eden organizmalar…

Bu söylediklerinizden, IMF ve Dünya Bankasına, onlan yeni liberalleştirme politikalarına karşı Seattle, Montreal ve Prag’da yapılan gösterileri desteklediğinizi çıkarabilir miyiz?

Elbette. Aksi olabilir mi? Dünya Bankası’nın eski başkan yardımcısı Joseph Stiglitz’in söylediklerini biliyorsunuzdur: “O sözde kötü Sovyet döneminin son yıllarında, oradaki insanların sadece yüzde 2’si yoksulluk düzeyinin altında yaşıyordu. Ama yapılan liberal reformlar bu oranı yüzde 50’ye çıkardı. Bugün Rus çocuklarının neredeyse yarısının asgari ihtiyaçları bile karşılanamıyor.” Yardımcısı böyle söylerken, Dünya Bankası Başkanı James Wolfelsohn’un, yoksullar için yaptıklarını başka hiçbir kurum ve gücün yapmadığı teranesini sürdürmesi de var tabii. Dünya Bankası’nın yoksullara olan sevgisi, onların sayısını artırmakla ifadesini buluyor!

Latin Amerika’nın durumunu nasıl görüyorsunuz?

Biz sadece ortak çözümler bulabilirsek var kalabiliriz. Başta müthiş dış borçlarımız için geçerli bu. Ortada bir bankalar hükümranlığı, yerkürenin neredeyse bütününe hükmeden çokuluslu sermaye iktida­rı olduğuna göre, tek çözüm, gırtlağına kadar borçlu ülkelerin borçlarını ödeme koşullarını görüşmek ve değiştirmek üzere bir araya gelmeleri. O zaman, en azından boynumuzdaki halkayı biraz genişletmiş, rahatlatmış olabiliriz. Atılması gereken ilk adım bu. Ve aslında basit. Ama o doğrultuda değiliz. Kuzey ülkelerinin karikatürü olmaya mahkûm olduğumuza inanmıyorum ben. Ama yazık ki kötü örnekleri taklit peşindeyiz. Her kopyada orijinalin iyi yanları kaybo­lup eksikler katlanır. Ulaşım sistemimizi ele alalım örneğin. Amsterdam-modeli yerine gidip Los Angeles-modelini seçtik biz. Tek bir bisiklet göremezsin burada, yakında herhalde tek tren de kalmayacak. Kamusal ulaşım araçları küçümseniyor; sayıları habire azaltılıyor ya da hurdalaştırılıyorlar. Ve ülkede insanlar arasındaki gelir uçurumu da sürekli büyüyor; çoğunluk çok küçük bir azınlığın israfını karşılamak için çalışıyor.

Meksika’daki borçlu köylülerin hareketi için ne düşünüyorsunuz?

Kendiliğinden, küçük hareketler halinde başlayıp bugün o sultani bankaları bile faizlerini azaltmaya zorlayan bir hareket haline dönüştü. Aşağıdan gelen, ama yukarıda yankı uyandıran, çok yaratıcı bir enerji o. Halka hâlâ koyun muamelesi yapılıyor. Bu, büyük planda, bugün dünyada politikacıların belirleme ve karar kapasitelerinin çok azaltılmış olması dolayısıyla böyle olabiliyor. Tabii, bu durumda, günümüz dünyasının ne kadar demokratik olduğu sorulabilir. Küresel planda egemen olan bir üst iktidar var: Tek tek ülkelerin ekonomi politikalarını, ücret düzeylerini, döviz oranlarını, dolayısıyla kamusal bütçeleri ve, evet, yağmurun düzenliliği ya da azlık/çokluğunu, sivrisineklerin uçuş hızını bile belirleyen, dikte eden organizmalar…

Dünyanın en iyi yanını, içerdiği dünyalar oluşturuyor. Kültürel çeşitlilik, insanlığın mirasının önemli bir bölümü. Ne ve nasıl yediğimizle de ifadesini buluyor bu. Tıpkı düşünme, duyma, konuşma, dansetme ve düşleme biçimlerimiz gibi. McDonaldlaştırma, dünyanın dört bucağını plastik yemeklere zorluyor.

Bu organizmalar beş ülke tarafından yönetilen IMF, yedi ülke tarafın­dan yönetilen Dünya Bankası ve sadece beş ülkenin veto hakkı olduğu, yani kararları belirlediği bir Birleşmiş Milletler. Küreselleşmenin başarısının en mükemmel sembolü McDonald’s. Dünyanın çok farklı yerlerinde her gün beş yeni restoran açıyor McDonald’s.

1989’da Kızıl Meydan’da açılan McDonald’s önündeki kuyruk, ne kadar kolay çökmüş olduğuna bakıldığında harcı püreden karılmış oduğu görülen Demir Perde’nin kaldırılmasından çok daha anlamlıydı. Burger zincirinin süksesi, insan haklarının en önemlilerinden birinin ihlaline yol açıyor: Yiyeceğini kendi seçme hakkına. Mide ruhun bir mahallesidir, ağız onun kapısı! Yemek, kültürel kimliğin çok önemli bir öğesidir. Bu bağıntıda söz konusu olan, insanın ne kadar çok yediği değildir. Çok az yiyen ya da neredeyse yiyecek şey bulamayan yoksul halklar bile, az yemek ya da hiç yememekten oluşan o minimal eylemi bir törene dönüştürme geleneklerini sıklıkla korumuşlardır. Dünyanın en iyi yanını, içerdiği dünyalar oluşturuyor. Kültürel çeşitlilik, insanlığın mirasının önemli bir bölümü. Ne ve nasıl yediğimizle de ifadesini buluyor bu. Tıpkı düşünme, duyma, konuşma, dansetme ve düşleme biçimlerimiz gibi. McDonaldlaştırma, dünyanın dört bucağını plastik yemeklere zorluyor. Ayrıca, başka bir temel insan hakkını da ihlâl ediyor: Bir sendikaya üye olma hakkını. McDonald’larda çalışanların bir sendikaya üye olmaması gerek. 200 yıllık sınıf savaşı pencereden atılıyor! McDonald’s, insanları daha fazla tektipliğe zorlarken, giderek daha az eşit imkân veren bir dünyanın mükemmel bir örneği.

Sözünü ettiğiniz tektipleştirme eğilimine hangi karşı bir direniş var mı?

Birleşmiş Milletler’in kültür, eğitim ve bilim kuruluşu UNESCO’nun dünyadaki bağımsız iletişimi güçlendirme doğrultusunda çok olumlu bir projesi vardı. Yazık ki, ABD ile İngiltere’nin muhalefeti karşısında battı. Medya dünyasındaki bağımsızlığın olanakları giderek daha azalıyor. Belirleyici medyalar bizi sadece manipüle edilmiş ve tahrifata uğramış enformasyona zorlamıyorlar, giderek egemenleşen, belli bir dünya kavrayışına da mecbur bırakıyorlar. Bir diktatörlük altında yaşıyormuşcasına, dünyanın sadece bir görünüşü, tek düşünme biçimi sunuluyor bize. Özellikle, aynı şeyin 500 seçilme modelini sunan televizyonda.

İnsanları pasifleştirmek televizyonun doğasında mı var?

Televizyon insanların düşünsel, ruhsal açılımları için mükemmel bir araç da olabilir. Latin Amerika’daki sorun, ABD’deki ticari televizyon modellerinin seçilmiş oluşu. Televizyon, Hollanda, Almanya, Danimarka gibi birçok Avrupa ülkesinde, kamusal mülkiyetisayesinde, eskiye oranla kapsamı daralsa bile, çok önemli ve verimli kültürel işlevler görüyor.

İnternet o alanda farklı imkânlar sunan bir unsur mu sizce?

Beklenmedik, umut vaat eden, devasa bir unsur. Daha önce küçücük bir yayılma şansı olmayan sesler curcunasının vücut bulduğu bir ağ haline geldi. Ticari manipülasyona da elverişli. Ama, televizyon ve basın içinde çok sınırlı imkânları olan bağımsız iletişim için çok önemli bir özgür alan açtı.

Bugünün çevrecileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Doğa yüzyıllar boyunca bir ucube olarak görülen, düzeltilmesi, hizaya getirilmesi, zapturapt altına alınması gereken bir şeydi. Son yıllarda –eylemde değil ama lafta, hepimizin yeşil olduğunu iddia eden reklamlarda– korunması gereken bir şeye dönüştü. Daha iyi ve daha uzun süre yararlanma amacıyla korunması gereken bir şey. Yani hâlâ bizden ayrı, karşımızda. Özellikle bunlardan da dolayı, yerlilerin aidiyet, ortaklık duygusunu anlamak, yeniden keşfetmek önemli. Doğa, bir manzara değildir. İçimizde o, bizimle birlikte yaşıyor. Ona karşı işlenen her suç, bir intihar oluyor. Bunu şehirlerde görüyoruz. Büyük Latin Amerika şehirleri, dünyanın gelişmiş ülkelerindeki şehirlerin kötü kopyaları. Yürümek ve nefes almak neredeyse olanaksız. Bunlar insanların temel haklar olmasına rağmen: Yürümek, nefes almak hakkı. Biz bugün, sürekli olarak daha zehirlenen bir hava, su ve toprakta yaşıyoruz. Her şeyden önce, ruhun da zehirlendiği bir dünya bu. Arzum, bizi kendimize getirecek o arı enerjileri tekrar bulabilmemiz!

Çeviren: Süleyman Bilgi

Postexpress, sayı 3, Temmuz 2001

Uzun yaşamın ilk günü

Para terörizmi yürüten dünya bankacıları, krallardan ve mareşallerden daha güçlüdür. Roma’daki Papadan bile daha güçlü. Onlar ellerini asla kirletmezler. Kimseyi öldürmezler; yalnızca gösteriye alkış tutmakla yetinirler. Onların görevlisi olan uluslararası teknokratlar, ülkelerimizi yönetmektedir: Ne başkandırlar ne de bakan, seçilmiş değildirler, gene de maaş katsayılarını, kamu harcamalarını, yatırımlarla satışları, fiyatlarla vergileri, faiz ve destekleme oranlarını, güneşin ne zaman doğacağını, yağmurun kaç zamanda bir yağacağını onlar saptar. Onlar hapishane ve işkence odalarıyla, toplama kampları ve ölüm merkezleriyle ilgilenmezler, oysa bu yerler onların eylemlerinin kaçınılmaz sonuçlarıyla doludur. Teknokratlar sorumsuzluğun ayrıcalığına sığınırlar. “Biz tarafsızız” derler.

Sanatın işlevi: Diego, denizi hiç görmemişti. Babası, Santiago Kovadloff, onu denizi görmeye götürdü. Güneye gittiler. Deniz, yüksek kum tepelerinin ardında uzanmış, beklemekteydi. Çocukla babası uzun bir yürüyüşten sonra kum tepelerine ulaştıklarında deniz, gözlerinin önünde patlayıverdi. Parıltı öylesine uçsuz bucaksızdı ki, bu güzellik karşısında çocuğun dili tutuldu. En sonunda, titreyerek, kekeleyerek, konuşmayı başarabildiği zaman babasına yalvardı: “Yardım et de göreyim!”

• Uluorta sömürgecilik, bizi, hiç mazeret öne sürmeden sakatlar: Konuşmamızı yasaklar, eylem yapmamızı yasaklar, varolmamızı yasaklar. Görünmeyen sömürgecilikse bizi, köleliğin yazgımız, çaresizliğinse huyumuz olduğuna inandırır; konuşmanın mümkün olmadığına inandırır bizi; eyleme geçmenin mümkün olmadığına, varolmanın mümkün olmadığına.

Bir kadının kıyısında uyuyorum. Bir uçurum kıyısında uyuyorum.

Düzen: Bir eliyle verdiğini öbür eliyle alır. Kurbanları: Ödeme yaptıkça borçlu çıkarlar. Aldıkça yoksullaşırlar. Ne kadar çok satarlarsa, o kadar az kazanırlar.

• İspanya Savaşı biteli daha birkaç yıl olmuştu; cumhuriyetin yıkıntıları üstünde Haç ve Kılıç’ın egemenliği sürüyordu. Yenilmişlerden biri, hapisten yeni çıkmış bir anarşist işçi, iş aramaktaydı. Çalmadık kapı bırakmıyordu, ama boşuna. Hiç kimse bir Kızıla iş vermiyordu. Herkes ters ters bakıp omuz silkerek işçiye sırt çeviriyordu. Ona fırsat tanımaya, kulak asmaya yanaşan kimse yoktu. Elinde kalan tek dostu şaraptı. Adamcağız geceleyin, sofradaki boş tabakların karşısında pazar ayinini hiç kaçırmayan sofu karısının sitemlerine sessizce katlanırken, küçük oğlu da karşısına geçip Kutsal Kitaptan bölümler okuyordu… Bu öyküyü bana yıllar sonra, bahtsız işçinin oğlu Josep Verdura anlattı. Sürgün olarak geldiğim Barcelona’da anlattı bunları bana. Çocukluğunda babasını sonsuza dek lanetlenmekten kurtarmayı deli gibi istermiş, ama her zaman tanrıtanımaz ve inatçı olan baba başının dikine gidermiş. “Ama babacığım” denmiş Josep ağlayarak, “Tanrı yoksa dünyayı kim yarattı?” Babası, bir sır verecekmiş gibi başını eğerek, “dangalak” dermiş ona, “biz yarattık dünyayı, biz, tuğla işçileri”.

• Acaba kaç kez diktatör oldum ben? Kaç kez bir engizisyon yargıcı, bir sansürcü ya da bir gardiyan? Kaç kez, en sevdiğim insanlara konuş­mayı ve özgürlüğü yasak ettim? Kaç kişinin sahibi hissettim kendimi? Bana benzememe suçundan kaç kişiyi mahkûm ettim? İnsanların özel mülkiyeti, eşya mülkiyetinden daha iğrenç değil mi? Kendimi tüketim toplumunun dışında sanan ben, kaç insanı birden kullandım acaba? Başarıda kendini bulan ben, başkalarını çökmesini gizlice kutlamadım ya da istemedim mi? Bu dünyada kim başarının peşinde koşmuyor sanki? Kim öz kardeşiyle rakibini, ya da sevdiği kadınla kendi gölgesini karıştırmıyor?

• Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım adım, kendi bedenlerimiz dışında hiçbir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor. Jesse Jackson, yenilgisinden kısa süre sonra yaptığı bir konuşmada, düş kurma hakkını savunmuştu: “Bu hakkı savunalım” diyordu, “kimsenin bu hakkı elimizden almasına izin vermeyelim”. Ve bugün, düş kurmak her zamankinden daha fazla gerekli. Birlikte düş kurmak, başka bir şairin dediği ve dilediği gibi, kendi uyanışını görmek, ölümlü maddede yeniden vücut bulmaktır. Benim en iyi dostlarım bu hak uğruna dövüşerek yaşıyorlar ve bazıları bu uğurda canlarını verdiler.

Bu benim tanıklığım. Bir dinozorun itirafı mı? Belki de. Ama ne olursa olsun, insanlık durumunun bencilliğe ve iğrenç biçimde para peşinde koşturmaya mahkûm olmadığına, sosyalizmin ölmediğine, çünkü henüz görünmediğine –bugünün, onun önünde uzanan uzun yaşamın ilk günü olduğuna– inanan birinin iddiasıdır bu.

Postexpress, sayı 4, Ağustos 2001

^