HAYVANLAR, TÜRCÜLÜK VE SOSYALİZM

Foti Benlisoy
10 Aralık 2022
Marksizm ve Hayvan Sorunu kolaj
SATIRBAŞLARI

Karl Marx köpeklere düşkündü ve belirli bir cinsten olmayan -aslında pek çok türün bir kırması olan- üç küçük hayvan, Marx’ların evinin vazgeçilmez üyelerini oluşturuyordu. Birinin adı Toddy, diğerinin adı Whisky’ydi –üçüncüsünün adını unuttum, ama sanırım o da alkolikti.[1] Üçü de her zaman hoplayıp zıplamaya hazır ve çok sevecen, girişken küçük yaratıklardı.” Eleanor Marx’ın yakın arkadaşı, Marx ailesinin evini sıklıkla ziyaret eden Marian Comyn, Karl Marx’ın vefatından yıllar sonra bunları hatırlıyor.

Bir gün, altı haftalık bir aradan sonra Eleanor’u görmeye gittim ve onu babasıyla oturma odasında Whisky ile oynarken buldum. Whisky hemen dikkatini bana yöneltti, beni coşkulu bir samimiyetle selamladı, ama neredeyse hemen sonra kapıya koştu ve kapının onun için açılması için sızlandı. Eleanor, ‘ona kısa bir süre önce yavrular veren Toddy’nin yanına gitti’ dedi. Sözlerini daha yeni bitirmişti ki holdeki fayansın üzerinde tırmalama ve itişip kakışma sesleri duyuldu. Whisky sıçrayıp Toddy’yle, ona adeta çobanlık ederek içeri geldi. Küçük anne doğruca bana yöneldi, dostça bir tavırla yakınlık gösterdi ve sonra aceleyle ailesinin yanına döndü. Bu arada Whisky halının üzerinde durmuş, gururla halinden memnun kuyruğunu sallıyor ve ‘doğru şeyi nasıl yapacağımı ne kadar iyi bildiğimi görün’ dercesine odadakilere bakıyordu.”

Comyn, Karl Marx’ın Whisky’nin bu gösterisini nasıl yorumladığını yıllar sonra dahi şöyle anımsar: “Dr. Marx köpek zekâsının bu sergilenme şeklinden çok etkilenmişti. Köpeğin küçük dostuna eski bir arkadaşının geldiğini ve gecikmeden gelip saygılarını sunmasının onun zorunlu görevi olduğunu söylemek için aşağı indiği yorumunda bulundu.[2]

Dağanın Diyalektiği ve Türlerin Kökeni

Friedrich Engels Marx’la başka birçok şey yanında köpeklerin zihinsel yeteneklerine olan hayranlığını da paylaşıyordu. Marx’la olan yazışmalarında, siyah beyaz renkli olduğu anlaşılan Dido adlı köpeğine zaman zaman atıfta bulunur.[3] Dahası Doğanın Diyalektiği adlı eserinde insan dışı hayvanların zihinsel kapasitlerini tartışırken Dido’ya beklenmedik bir atıfta bulunur:

Bütün zihinsel etkinliğimiz hayvanlarla ortaktır: tümevarım, tümdengelim ve dolayısıyla soyutlama (Dido’nun türsel kavramları: dörtayaklılar ve ikiayaklılar), bilinmeyen nesnelerin tahlili (bir fındığın kırılması bir tahlilin başlangıcıdır), sentez (hayvan kurnazlıklarında) ve her ikisinin birleştirilmesi olan deney (yani engeller karşısında ve yabancı durumlarda). Bütün bu işlem biçimleri –dolayısıyla sıradan mantığın kabul ettiği bütün bilimsel inceleme araçları– özlerinde, insanlarda ve gelişmiş hayvanlarda tamamen aynıdır. Ancak derece (her olaydaki yöntemin gelişme derecesi) bakımından farklıdır. Yöntemin temel özellikleri aynıdır, insanda ve hayvanda, her ikisi de yalnızca bu ilkel yöntemlerle çalıştıkları ve yetindikleri sürece, aynı sonuca götürürler.”[4]  

Darwin İnsanın Türeyişi’nde şu saptamayı yapar: “İnsanın ve yukarı hayvanların zihinleri arasındaki fark nitel değil, kesinlikle nicel bir farktır. İnsanın övündüğü çeşitli yetilerin, duygu ve sezgilerin, daha aşağı hayvanlarda, başlangıç halinde ve bazen iyi gelişmiş olarak bile bulunabildiğini gördük.”

İnsan dışı hayvanlarla bir vesileyle gündelik ilişki içinde bulunan hemen her insan hayvanların duygusal ve zihinsel yeteneklerine dair Marx ve Engels’inkine benzer gözlemlerde bulunabilir elbette. Ancak, aynı zamanda birer Darwin tilmizi de olan tarihsel materyalizmin banilerinin yukarıda aktarılan yorumları hiç de genelgeçer gözlemler sayılamaz.

Malûm, Marx da Engels de Darwin’in çalışmasının hayranıydı. Marx ailesinin Londra’daki evinin mutat ziyaretçilerinden Wilhelm Liebknecht, Darwin’in çalışmasını yayımlamasının ardından, aylar boyunca Marx’la Darwin’in eseri ve onun bilimsel önemi üzerine konuştuklarını aktarır. Marx Türlerin Kökeni’ni “görüşlerimizin doğa tarihindeki temellerini içeren kitap” olarak nitelemişti.[5]

Freud’a göre, Darwin’in kuramı insanı varoluşun sebebi, merkezi ve zirvesi addeden insan kibrini alaşağı eden üç bilimsel devrimden biriydi (diğer ikisi ise Kopernik’e ve hiç de mütevazı olmayan bir biçimde Freud’un bizzat kendisine aitti).[6] İnsanı canlı yaşamın zirvesine yerleştiren yaklaşımın aksine, Darwin’e göre, insan dışı hayvanlarla insan denen hayvan arasında bir kopuş değil, bir süreklilik söz konusuydu. Darwin İnsanın Türeyişi adlı çalışmasında şu saptamayı yapar:

İnsanın ve yukarı hayvanların zihinleri arasındaki fark ne kadar büyük olursa olsun, nitel değil, kesinlikle nicel bir farktır. Sevgi, bellek, dikkat, merak, benzeme, zekâ, vb. gibi insanın övündüğü çeşitli heyecanların ve yetilerin, duygu ve sezgilerin, daha aşağı hayvanlarda, başlangıç halinde ve bazen iyi gelişmiş olarak bile bulunabildiğini gördük.[7]

Bu hususta Darwin ile Marx ve Engels arasında tam bir uyum vardır. Örneğin, Engels Marx’a 1858’de, Darwin’in çalışmalarını kamuoyuyla paylaşmasından birkaç hafta sonra, şöyle yazar:

Şu kadarı kesin: Karşılaştırmalı fizyoloji, insanı öteki hayvanlar karşısında idealistçe yüceltenlere horgözle bakıyor. İnsanın geri kalan memelilerle tam bir benzeşim içinde olduğunu, kişi her adımda kabul etmek zoruna kalıyor; bu benzeşim, temel özelliklerinde bütün omurgalıları ve hatta –daha az belirgin biçimde– böcekleri, eklembacaklıları, tenyaları vb. de kapsıyor.”[8]

Engels yine Doğanın Diyalektiği’nde şöyle der: “Söylemeye gerek yok ki, hayvanların yöntemli, önceden tasarlanmış biçimde hareket etme yeteneğini tartışmak bizim için söz konusu değildir. (…) Hayvanlarda bilinçli ve yöntemli eylem yeteneği, sinir sisteminin gelişmesi oranında gelişir ve memeli hayvanlarda yüksek bir düzeye erişir.”[9]

Marx da benzer bir biçimde, hayvanların ihtiyaçlarına ilişkin her şeyi “teorik olarak” ayırt edebildiğini öne sürüyordu (“insanlar da hayvanlar gibi ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden dışsal şeyleri diğerlerinden ayırmayı ‘teorik olarak’ öğrenirler”).[10]

Metafizik türcülük karşıtlığı

Hal böyleyken Marx da Engels de düşüncelerinin antroposantrizm (insan merkezcilik) ve “türcülükle”, yani insandan “aşağı” addedilen hayvanların insanın ihtiyaçlarına hizmet etmek için var olduğu yargısıyla malûl olduğu ithamıyla karşılaşmıştır. Marx’ın özellikle erken eserlerinde, daha sonra da asla tamamen aşamayacağı bir “türcü kibir” sergilediği belirtilmiştir. Onun Batı felsefi geleneğinin izinde giderek insanlarla insan olmayan hayvanlar arasında keskin bir düalizm sergilediği, birer otomat olarak tahayyül edilen hayvanlarla insanı birbirinden mutlak olarak tefrik eden Kartezyen geleneğin bir takipçisi olduğu iddia edilmiştir.[11]

1970’lerin ikinci yarısından itibaren neşet eden türcülük karşıtı “hayvan özgürlüğü” ya da “hayvan hakları” hareketlerinde Marx’ın düşüncesini türcülüğün bir biçimi olduğuna dair yargı genel bir kabul görmüştür. Örneğin, hayvan özgürlüğü hareketinin radikal temsilcilerinden Steven Best, “Darwinizm Marx ve onu takip eden radikal düşünceler üzerinde önemli bir etki yaratmıştı, ama hiç kimse Darwin’in hayvan hayatının zekâsına yaptığı vurguyu önemsemedi, bütün türler arasındaki temel eşitliği ve hayvanlardan insanlara doğru giden evrimin sürekliliğini önemsemedi” demekte hiç beis görmemektedir.[12]

Sue Coe, Muesling

Bu hor görme biçimi asla tek taraflı değildir. Hayvanların ezilmişliği, birkaç istisna dışında, Marksist literatürün ilgisine pek de mazhar olmamıştır. Hatta Marx ve Engels, daha Komünist Manifesto’da, “muhafazakâr” veya “burjuva sosyalist” olarak adlandırdıkları eğilimi, “burjuvazinin bir kesimi, burjuva toplumunun bekasını emniyete almak için, toplumsal bozuklukları düzeltmeyi ister” diyerek eleştirirken “hayvanlara eziyet edilmesine mani olmak isteyenleri” de bu grubun arasında saymışlardır.[13]

Marx ve Engels’in eleştirisi bu satırları yazdıkları sırada hâkim olan burjuva hayvan korumacılığı eğilimine dair olsa da onların küçümseyici tutumunun bir benzeri bugün dahi sosyalistler arasında hâkim eğilimi teşkil eder. Sosyalistler (hatta ekososyalistler) açısından türcülük karşıtı hareketler bugün dahi bazen açıkça horgörülür, çoğu zaman da ilgisizlikle karşılanır.       

Maurizi’nin “metafizik türcülük karşıtlığı” olarak adlandırdığı hâkim eğilim, türcülüğü hayvanlara dönük şiddetin ve hayvan sömürüsünün nedeni olarak görür. Türcülük ahlâki önyargılarda, felsefi kabullerde temellenen bir ayrımcılık biçimi olarak ele alınır. Hayvan sömürüsünün hangi tarihsel ve toplumsal süreçlerin ürünü olduğu es geçilir.

Son yıllardaysa hayvan özgürlüğü mücadelesinin karşı karşıya kaldığı açmazlara bir yanıt olarak tarihsel materyalist eleştirinin devreye sokulmasının gereğine işaret eden, hayvanların ezilmişliğine karşı eleştirinin tarihsel materyalizmi de zenginleştireceğini öne süren bir eğilim şekillenmeye başladı. Türcülük karşıtı mücadelenin hâkim toplumsal üretim ilişkilerine karşı yürütülen mücadelelerle birarada düşünülmesi gerektiğini vurgulayan bu eğilim, Marksizmle hayvan özgürlüğü arasındaki tarihsel ayrılığı bertaraf edebilecek köprüler oluşturmaya girişti.

Aslında bu yaklaşım Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki eleştirel tutumunu günümüze uyarlar ve hayvanların gördüğü eziyete hâkim toplumsal üretim ilişkilerini sorgulamadan karşı çıkmanın sınırlarına işaret eder. Gerçekten de günümüzde türcülük karşıtı eleştiriye ilişkin akademide ve kamusal söylemde hâkim olan yaklaşımlar, hayvan ezilmişliği ve sömürüsünün tarihsel kökeni ve toplumsal işlevinin açıklanmasına bir katkı sağlayamaz. Bu konuyu çoğu zaman kapitalist toplumun işleyişinden yalıtılmış bireysel önyargı ve pratiklere indirger.

Marksizm ve hayvan özgürleşmesi

Marco Maurizi’nin “metafizik türcülük karşıtlığı” olarak adlandırdığı bu hâkim eğilim, türcülüğü hayvanlara dönük şiddetin ve hayvan sömürüsünün nedeni olarak görür. Bu çerçeve dahilinde türcülük maddi bir toplumsal tahakküm yapısından ziyade, esas itibarıyla ahlâki önyargılarda ya da felsefi önkabullerde temellenen bir ayrımcılık biçimi olarak ele alınır. Hayvan sömürüsünün hangi tarihsel ve toplumsal süreçlerin ürünü olduğu sorusu böylece büyük ölçüde es geçilir. Dolayısıyla da bu hâkim yaklaşım, yani metafizik türcülük karşıtlığı, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde hayvanların neden, kimin çıkarına ve nasıl sömürüldükleri sorularına yanıt veremez.[14]

Bu teorik araz politik pratikle ilgili ciddi açmazlara yol açar. “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Birliği” (Büdnis für Marxismus und Tierbefreiung) adlı kolektifin ifadesiyle, hâkim yaklaşım biçimleri, “sadece türcü aklın iç işleyişi ile ilgilenir. Buna binaen, hayvan sömürüsünün her biçimi onlara türcü bilincin bir sonucu gibi görünür. Onlar için hayvanları özgürleştirmeye yönelmiş siyasal faaliyet de öncelikle doğru düşünüş, ahlâki davranış ve hukuk normları sorunudur. (…) Burada toplumsal praksis, her şeyin ötesinde bir toplumsal bilinç meselesidir. Toplumsal bilinç de ayrı ayrı bireylerin bilincinin toplamı olarak algılanır. Hayvan sömürüsü ve hayvan özgürlüğü felsefi, epistemolojik ve en iyi ihtimalle hukuk teorisine dair bir soruna indirgenir. Ahlâk felsefecileri, hukuk teorisyenleri ve anti-otoriter türcülük karşıtları ne hayvan sömürüsünden kâr elde edenlerin mevcut hayvan sömürü biçimlerini devam ettirmekteki kuvvetli çıkarlarını gerçekten açıklarlar ne de neden böyle çıkarlara sahip olduklarını.”[15]

Bu durum hayvan ezilmişliğini içinde gerçekleştiği maddi tahakküm ve sömürü ilişkileri bağlamından soyutlayan ve esas itibariyle ahlâki seçimlere ya da kişisel yaşam tarzı tercihlerine odaklanan bir politik yaklaşımın hâkim olmasına yol açar. Türcülük esas itibarıyla bir ahlâki önyargı olarak ele alınınca bireylerin tahayyüllerini dönüştürmek temel politik öncelik haline gelir. Oysa hayvan özgürlüğü hareketi, Maurizi’nin ifadesiyle, “bireylerin kafasındaki fikirlerle mücadele etmektense bizzat bu fikirlerin teşekkül etmesine yol açan toplumun maddi yapısını hedef almalıdır.[16]

Metafizik türcülük karşıtlığı tarihdışı ve soyut bir insan ve hayvan karşıtlığına yaslanır. Oysa türcülük, insan toplumlarının spesifik örgütlenme biçimlerinin bir sonucu olarak ele alınmalıdır. Maurizi’nin ifadesiyle, “hayvanları bizden aşağı gördüğümüz için sömürmeyiz, tersine hayvanları sömürdüğümüz için onları aşağı görürüz.[17]

Türcülük, yani insanın tüm diğer hayvanlardan bambaşka ve onlardan üstün bir canlı olduğuna dair anlayış hayvanların ezilmişliğinin nedeni değildir. Tam tersine türcülüğün ve hayvanların ezilmişliğin nedenlerini, insan toplumlarının somut örgütlenme biçimlerinde aramak gereklidir. “Bir yanda toplumun öte yandan hayvanların ve doğanın olduğu çelişki basitçe insanların kafasında gelişip ortaya çıkmaz; kapitalizm, toplumsal emeğin örgütlenmesinin belirli bir tarihsel biçimi olarak, sürekli bu çelişkiyi yeniden üretir. Kapitalist üretim süreci içerisinde, hayvanlar ve doğa, hiç abartısız, sadece sömürülecek bir kaynak haline gelirler.[18]

Kapitalizm ve türcülük

Aslında Marx da hayvanlara ilişkin önyargı ve kabullerin insan toplumlarının örgütlenme biçimiyle doğrudan doğruya ilişkili olduğunu, hayvan ile insan arasındaki metafizik ikiliğin ideolojik bir inşa olduğunu ortaya koymuştu. Marx, “Hayvanları düpedüz makine olarak tanımlayan Descartes, hayvanı (…) insanın yardımcısı olarak gören Orta Çağdan farklı olarak, manifaktür dönemine özgü bir gözle görür” derken tam da bu noktayı vurgular.[19]

Marx’a göre, emeğin farklı toplumsal örgütlenme biçimleri insan ve hayvanlar arasındaki ilişkilerin karakterini belirler. Marx üretim ilişkilerinin hayvanlara dönük tutumları nasıl belirlediği üzerine tartışırken “köle emeği üzerine kurulmuş üretim” örneğini verir: “Eskilerin uygun düşen deyimleriyle ifade edecek olursak, burada, işçinin, instrumentum semivocale (yarı konuşan alet) olarak hayvandan ve instrumentum mutum (sessiz alet) olarak emek aracından tek farkı, instrumentum vocale (konuşan alet) olmasıdır. Ama işçi, hayvanlara ve aletlere, onların dengi değil, insan olduğunu hissettirir. Onlara insafsızca davranarak ve con amore (zevkle) zarar vererek, kendisini onlardan farklı hissetmeyi başarır.

Marx metafizik türcülük karşıtlığının kurduğu soyut ve tarihdışı karşıtlık yerine insan ile hayvan arasındaki ilişkiyi tarihselleştirir. Hayvanlar üzerindeki tahakkümü belirli üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ele alır. Hayvan özgürlüğüne Marksist bir perspektifle bakanlar bu yaklaşımı derinleştirmeye girişirler.  

Marx daha sonra Frederick Law Olmsted’in A Journey in the Seaboard Slave States adlı çalışmasına atıfta bulunarak, köleci Güney’de hayvanlara dönük eziyeti köleci üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ele alır.[20]

Dolayısıyla, Marx metafizik türcülük karşıtlığının insan ve hayvan arasında kurduğu soyut ve tarihdışı karşıtlık yerine insan ile hayvan arasındaki ilişkiyi tarihselleştirir. Hayvanlar üzerindeki tahakkümü belirli üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ele alır. Hayvan özgürlüğüne Marksist bir perspektifle bakanlar Marx’ın çalışmalarında nüve halinde bulunan bu yaklaşımı derinleştirmeye girişirler.   

İnsan dışı hayvanların sömürülmesi ve katlinin tarihi elbette kapitalizmden çok daha eskidir. Hayvanlar üzerindeki tahakküm sistemi olarak türcülük sınıflı toplumların ve devletin ortaya çıkmasıyla şekillenmiştir. Ne var ki, bu sömürü ilişkisi ancak kapitalizmle birlikte adeta “totaliter” bir mahiyet kazanarak zirvesine ulaşmıştır.

Senede ortalama 50 milyar hayvanın et endüstrisinin elinde katledilmesi ya da gezegendeki biyoçeşitliliğin “altıncı büyük yok oluş” olarak adlandırılan bir süreçte radikal bir biçimde azalması, ancak kapitalist üretim ilişkilerinin doğa üzerindeki mutlak tahakkümü bağlamında mümkün olabilmiştir.

Türcülüğün en yüksek aşaması

Genelleşmiş meta üretimi olarak kapitalizmin doğayı ve hayvanları metaya dönüştürmesi, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin geçimlik karakterine has sınırları berhava etmesi ve insanla doğa arasında mutlak bir yabancılaşmayı dayatmasıyla hayvanların ezilmişliği “total” bir karaktere bürünmüştür.

Canlı yaşamı birer metaya indirgeyen, doğayı sınırsız sermaye birikiminin bir nesnesine indirgeyen kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması dünya üzerindeki canlı yaşamın tümüne düşman olan küresel bir üretim sisteminin oluşmasına neden olmuştur. John Sanbonmatsu’nun ifadesiyle: “Çağlar boyunca pek çok yıkıcı insan kültürü ve medeniyeti olmuştur, ancak yalnızca kapitalizm insan dışı tüm hayvan yaşamına her yerde düşman olduğunu göstererek gerçekten bir bütün olarak kıyıcı (omnicidal) olduğunu kanıtladı. Basitçe söylemek gerekirse, kapitalizm mantıken çok çeşitli biçimler alabilecek türcülüğün en yüksek aşamasıdır, onun ‘ideal’ ya da tamamen tecessüm etmiş, dolayısıyla da en yıkıcı halidir.[21]

Kapitalizm türcülüğü yaratmamışsa da geçmişte hayvanların ezilmişliğine belli sınırlar dayatan ideolojik, kültürel ve teknik tüm engelleri ortadan kaldırmıştır. “Kapitalizm doğası gereği diğer türlere karşı sürekli bir savaş gerektirir”.[22]

Bob Torres’in belirttiği üzere, “Hayvanların sömürüsü kapitalizm olmadan da muhakkak söz konusu olsa da çağdaş sermayenin yapısı ve doğası, hayvanlar ve doğa üzerindeki tahakkümü derinleştirmiş, yaygınlaştırmış ve daha da beter hale getirmiştir.”[23] Kapitalist üretim ilişkileri insan dışı hayvanların yaşam araçlarının elinden alınması, yaşam koşulları üzerindeki denetimlerini bütün olarak kaybetmeleri sonucunu doğurmuştur. Marx, hayvanların doğal çevreleriyle olan metabolik ilişkilerinin bu tasfiye ediliş sürecini daha Alman İdeolojisi’nde şöyle özetler:

Tatlı su balıklarının ‘özü’ bir nehrin suyudur. Ancak bu ırmak sanayiye hizmet etmeye başlar başlamaz, boyalar ve diğer atık maddelerle kirlenip üzerinde buharlı gemiler yüzmeye başlar başlamaz veya suyu, basit bir drenajın balığı yaşam ortamından mahrum bırakabileceği kanallara yönlendirilir yönlendirilmez bu nehir balığın ‘özü’ olmaktan ve uygun bir yaşam aracı olmaktan çıkar.[24]

Kapitalizm türcülüğün en yüksek aşamasıdır, onun ‘ideal’ ya da tamamen tecessüm etmiş, dolayısıyla da en yıkıcı halidir.” Kapitalizm türcülüğü yaratmamışsa da geçmişte hayvanların ezilmişliğine belli sınırlar dayatan ideolojik, kültürel ve teknik tüm engelleri ortadan kaldırmıştır.

Hayvan sömürüsü çalışmalarının merkezinde yer almasa da, Marx kapitalist üretim ilişkilerinin hayvanların yaşam koşulları üzerinde neden olduğu sarsıcı dönüşümü gözlemlemişti. Tarımda kapitalist ilişkilerin gelişiminin hayvanlar açısından ne gibi sonuçlar yarattığı üzerine gözlemlerde bulunmuş, endüstriyel hayvancılığın başlangıç aşamasına tanıklık etmişti. Kârın realizasyonunu hızlandırmak için hayvanların fiziksel ve biyolojik karakteristiklerine bilim ve teknoloji aracılığıyla yapılan müdahaleleri takip etmişti.

Örneğin, tarımbilimci Robert Bakewell’in koyun yetiştiriciliğine getirdiği yenilikler hakkında şunları yazıyordu Marx: “Beş yılı dolmadan beş yaşında bir hayvanınız olamaz, doğal olarak. Ama bakım tarzını değiştirerek, hayvanları daha kısa zamanda yetiştirilme amaçlarına uygun duruma getirmek, belirli sınırlar içinde olanaklıdır. Bakewell’in başardığı tam da buydu. Eskiden, İngiliz koyunları, Fransız koyunları için 1855’te bile geçerli olduğu üzere, dört ya da beş yaşlarını doldurmadan kesime hazır duruma gelmezdi. Bakewell’in sistemi uygulandığında artık bir yaşındaki bir koyun semirtilebilir ve her durumda ikinci yıl dolmadan büyüyebileceği kadar büyümüş olur. Dishley Grange’li bir çiftçi olan Bakewell, titiz bir seçmeyle, koyun iskeletini, onun varlığı için zorunlu olan asgari düzeye kadar küçülttü.[25]

Marx aynı yerde Fransız tarımbilimci Léonce de Lavergne’nin The Rural Economy of England, Scotland, and Ireland (İngiltere, İskoçya ve İrlanda’nın Kırsal Ekonomisi) adlı eserine de atıf yapar: “Eskiden birini hazır etmesi için geçen zamanda yetiştirici şimdi piyasaya üç koyun sürebiliyor ve bunların en fazla et veren kısımları daha geniş, daha yuvarlak ve daha büyük olacak şekilde gelişmiştir. Neredeyse tüm ağırlıkları saf etten oluşur.[26]

Şüphesiz, Marx’ın aktardıkları endüstriyel hayvancılığın gelişiminin daha ilk adımlarıydı. Ancak, endüstriyel hayvancılık sisteminin tekamülü neticesinde ulaşılacak teknolojik canavarlığın mantığı bu gözlemlerde mevcuttur. Marx Lavergne üzerine yazdığı eleştirel notlarda hayvanların bedensel eziyetini kâr maksimizasyonu adına artıran bu canavarca mantığı eleştirir. Daha fazla et ve daha kısa üretim süresi adına hayvanların bedenlerinin yapay bir biçimde modifiye edilmesine dayanan bu “ilerleme” hakkında şöyle yazar: “Erken gelişme (prekosite) ile karakterize edilen, tamamen hastalık, kemik eksikliği, çok fazla yağ ve et gelişimi vs. Bütün bunlar yapay ürünler. Mide bulandırıcı!

“Hücre hapis sistemi”

Marx Wilhelm Hamm’ın İngiltere’deki entansif tarım ve hayvancılık pratiklerini övdüğü çalışmasına dair aldığı notlardaysa hayvanların kapalı alanlarda beslenmesini “hücre hapsi sistemi” olarak anar:

Hayvanlar bu hapishanelerde doğar ve öldürülene dek orada kalırlar. Soru, daha evvel (1848 öncesinde) hayvanlar açık havada mümkün mertebe daha çok kaldıkları için aktif olurken, sadece bir et ve yağ kitlesine dönüştürmek için onlardaki kemik gelişimini engelleyip onları anormal bir şekilde büyüten bu yetiştirme sisteminin onların yaşam gücünde ciddi bir gerilemeye yol açıp açmayacağıdır.[27]

Endüstride ‘bilimsel’ işletmeciliği, ‘Taylorizm’i geliştiren F.W. Taylor’a göre, çalışma o kadar aptalca ve tekdüze bir çaba gerektirmelidir ki, işçi ‘zihinsel bakımdan türler arasında en çok öküze benzesin’. Toplumsal koşullamayla ilgili modern tekniklerin neredeyse hepsi hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle geliştirilmiştir.

Kohei Saito’nun deyimiyle, “Marx’ın bu sözleri, onu teknolojik gelişmenin naif insanmerkezci bir övücüsü olarak kınayanlar için şaşırtıcı olmalı. Onun not defterleri, hayvanların refahı pahasına gerçekleşen kapitalist gelişmeye karşı dürüst tepkisini belgeler.[28]

Foster ve Clark, Marx’ın kapitalist gelişmenin neden olduğu hayvan sömürüsüne ilişkin değerlendirmesini, “yabancılaşmış türcülük eleştirisi” olarak adlandırır ve onu Marx’ın daha genel ekolojik eleştirisinin bir parçası olarak değerlendirir:

Bu analiz aracılığıyla Marx, kapitalist gelişmenin insanlarla doğa, bu durumda insan olmayan hayvan türleri arasında nasıl yabancılaşmış bir dolayım yarattığını detaylandırdı. Bu yabancılaşmış türcülük, hayvanları fabrika çiftliklerindeki makinelere indirger ve dünyanın her yerindeki hayvanlar, habitat tahribatı, iklim değişikliği ve okyanus asitlenmesi nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır –tüm bunlar, kapitalizmin çağdaş dönemde söz konusu olan işleyiş biçimiyle alâkalıdır.[29]

Smithsonian Ulusal Hayvanat Bahçesi’ndeki orangutanlar artık meşgul olmak için iPad uygulamalarını kullanıyor. iPad’ler, aralarında Houston, Atlanta, Toronto, Utah ve Milwaukee’nin de bulunduğu diğer 12 hayvanat bahçesindeki ve kutsal alandaki akıllı primatlar için tablet cihazlar sağlayan koruma kuruluşu Orangutan Outreach’in bir girişimi olan Apps for Apes aracılığıyla kullanıma sunuluyor (Ocak, 2013) Foto: Tom Pandi

İşçiler ve hayvanlar

Hayvanların kapitalist üretim ilişkileri içerisinde karşı karşıya kaldığı sömürü ve tahakkümün nasıl tanımlanması gerektiğine dair literatürde farklı görüşler mevcut. Hayvanları işçi sınıfının bir parçası olarak tanımlayan bir yaklaşım olduğu gibi, hayvanları köle emeğine benzeten ya da hayvanların birer meta olduğunu savunan ya da hayvanların sömürüsünün Marx’ın doğanın sömürüsü diye tabir ettiği ilişkiye tekabül ettiğini öne sürenler var.

Hayvanlar, tarihsel olarak özgül sermaye-hayvan ilişkisi nedeniyle kapitalist üretim tarzı içinde sömürülür. Hayvanlar kimi zaman emek araçları olarak kullanılır, kimi zamansa onlara emek nesneleri olarak el konur. Christian Stache’ye göre, bu, “despotik bir süper sömürü” ilişkisidir. Hayvanlara, “doğa tarafından kapitalistlere bedelsizce verilen ve üretim araçları olarak kullanılan özel mülkiyet muamelesi yapılır. Aşırı sömürülen varlıklar olarak hayvanlar, sermayenin yararına ücretsiz olarak çalışır ve ürünler üretir.[30]

Hayvanları sömüren insan türünün tamamı değildir. Tersine, hayvanların ve emekçilerin sömürüsü kapitalist sınıf çıkarları doğrultusunda ve hâkimiyeti altında gerçekleşir. Stache, Andreas Malm’in “fosil sermaye” tanımından hareketle, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde hayvanları kendi çıkar ve kârları için aşırı sömürüye tabi tutan sermaye fraksiyonunu “hayvan sermayesi” (animal capital) olarak adlandırır.

Marx sermayenin işçileri bedensel ve ruhsal olarak kötürümleştirmesini hayvanların ezilmişliğiyle kıyaslar: “Manifaktür, işçinin üretken içgüdü ve eğilimini baskı altında tutma yoluyla onu bir hilkat garibesi haline sokar; tıpkı La Plata devletlerinde kürk veya yağını almak için koca bir hayvanın boğazlanması gibi.

Christian Stache’ye göre, “hayvan sermayesi” kavramı, üretim süreçleri ücretli işçilerin sömürüsüne olduğu kadar, aynı zamanda hayvanların da aşırı sömürüsüne dayanan kapitalistler, yani “hayvan temelli metalar üretmek ve artı değer elde etmek için yaşayan hayvanları ya da hayvan temelli ürün ve metaları üretim aracı olarak kullanan kapitalistler” için kullanılmalıdır.[31]  

İşçilerin ve hayvanların sömürüsü tarihsel gelişimleri bakımından niteliksel farklar sergiler ve günümüzde her iki sömürünün de üretim araçlarıyla olan ilişkileri de birbirinden farklıdır elbette. Ancak “bütün bu farklılıklara rağmen, işçi sınıfı ve hayvanların, yönetici sınıfın karşısında aşağılanan, ezilen, yüzüstü bırakılan özneler olarak ortak bir tarihi vardır: Bu ortak tarih içinde biri (işçi sınıfı) kurtuluşun öznesi iken, diğeri (hayvanlar) onun nesnesi olurlar.[32]

John Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız? adlı çalışmasında bu ortak sömürü ve ezilme tarihine dair şöyle yazar: “Hayvanın, kuramsal ve ekonomik tarihi olan böyle bir duruma indirgenmesi insanların da aynı yalıtılmış üretim ve tüketim birimlerine indirgenmeleri sürecinin bir parçasıdır. Gerçekten de, bu dönemde hayvanlara karşı böyle bir yaklaşım çoğu zaman insanlara yaklaşımın da bir habercisiydi. Hayvanların çalışma gücüyle ilgili mekanik görüş daha sonra işçilere uygulandı. Zaman ve iş etkinliği incelemelerini ve endüstride ‘bilimsel’ işletmeciliği ‘Taylorizm’ başlığı altında geliştiren F. W. Taylor’a göre, çalışma o kadar aptalca ve tekdüze bir çaba gerektirmelidir ki, işçi ‘zihinsel bakımdan türler arasında en çok öküze benzesin.’ Toplumsal koşullamayla ilgili modern tekniklerin neredeyse hepsi hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle geliştirilmiştir. Sözüm ona zekâ testleri yöntemleri için de bu böyledir.[33]

Marx’ın çalışmalarında kapitalist üretim ilişkileri altında işçilerin ve hayvanların sömürüsünü birlikte ele almaya olanak veren kimi kısımlar dikkat çeker. Bazı pasajlarda hayvanlar emekçilerin karşı karşıya kaldığı olumsuz koşulları betimlemeye yardımcı olan bir retorik öğeden ibarettir. Örneğin, ipek sektöründe çocukların sömürüsünden bahsederken, “çocuklar, narin parmakları yüzünden, güney Rusya’da derileri ve yağları için boğazlanan boynuzlu hayvanlar gibi boğazlandı” der.[34]

Başka kimi pasajlardaysa hayvanların acısıyla işçilerin ıstırabı arasında bunların bir arada düşünülmesini olanaklı kılabilecek paralellikler kurar. Örneğin, sermayenin işçileri bedensel ve ruhsal olarak kötürümleştirmesini hayvanların ezilmişliğiyle kıyaslar:

Lovis Corinth

Manifaktür, işçinin bir yığın üretken içgüdü ve eğilimini baskı altında tutma yoluyla tek bir parça işteki hünerini seradaki gibi geliştirerek, onu bir hilkat garibesi haline sokar; tıpkı La Plata devletlerinde kürk veya yağını almak için koca bir hayvanın boğazlanması gibi.[35]

Bir başka yerde, gerek hayvanların gerekse insanların bedenlerinin sermaye birikimi sürecinde değersizleştirilmesini vurgulamak adına, “işçiler, anatomi uzmanlarının deneylerinde kurbağaları kullanmaları gibi, experimenta in corpore vili (üzerlerinde deneyler yapılan değersiz bedenler) haline getirilmişlerdi” diye yazar.[36]

Bu pasajlarda öne çıkan, sermayenin hem insanın hem de hayvanların beden ve zihinlerinde neden olduğu acının ortaklığıdır. Hayvan özgürleşmesini aslında tam da bu ortak acıdan hareketle düşünmek mümkün. Ancak, “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Birliği”nin bilhassa vurguladığı üzere, söz konusu “acı çekme idealist değil, tarihsel materyalist bir kategoridir. Diş ağrısı veya aşk acısı türünden bir acı değil, toplumun örgütlenişinden ve üretim ilişkilerinden kaynaklanan bir acıdır; dolayısıyla hafifletilebilir ve hatta topyekûn ortadan kaldırılabilir. Bunu ortadan kaldırma iradesi sınıf mücadelesinin ve dayanışmanın itici gücüdür –tarihsel materyalizmin kıvılcımının bir parçasıdır. Marksist kuram içerisinde acının görmezden gelinmesi, kendi temelinde yatan önemli bir unsurun yadsınması anlamına gelir.”[37]

Hatıratında “Bir hayvanın kalbi insanın kalbi gibidir, beyni insan beyni gibi. Hisseder ve anlar” diyen Louise Michel, hayvanların ezilmesiyle insanların ezilmesini birbiriyle bağlantılı süreçler olarak görür: “Bir insan hayvanlara karşı ne kadar acımasızsa onun üzerinde egemenlik kurmuş insanlar karşısında o kadar siner.”

ABD’li sosyalist yazar Upton Sinclair’in kaleme aldığı ve bizde Şikago Mezbahaları olarak bilinen The Jungle (1906) adlı romanda tam da böyle bir ortaklık temasıyla karşı kaşıya geliriz. Et endüstrisinin öğüttüğü hayvanların çektiği acıyla dev mezbahalarda çalışan işçilerin “çalışma acısının” iç içe geçişine tanık oluruz. Aynı kapitalist üretim süreci proleterlerin bedenlerini ve hayatlarını tarumar ederken hayvanları da hapseder, sakatlar ve nihayet katleder. Hayvanları ıskartaya çıkartan endüstriyel cinayet sistemi farklı yollar ve biçimlerle de olsa işçileri de ıskartaya çıkartır. Hayvanlar gibi onları da hem ruhen hem bedenen sakatlar, kötürümleştirir, ölüme sürükler. “Jurgis Packingtown’a ilk geldiğinde gidip domuzların nasıl öldürüldüğünü izleyişini, bunun ne kadar acımasız ve vahşice bir şey olduğunu düşünüşünü, domuz olmadığına şükredişini hatırlıyordu; şimdiyse yeni dostu ona bal gibi domuz olduğunu göstermişti; şirketlerin domuzlarından biri de oydu.[38]    

Ortak ıstırap, ortak acı

Tüm çoğulluğuyla sosyalist hareketin içinde hayvanların acısını dikkate alan, insanın hâkimiyet altına alınışıyla hayvanların hâkimiyet altına alınışı arasındaki karşılıklı bağlantılar üzerine düşünen isimler ne yazık ki az. Bunlar arasında Paris Komünü’nün simgelerinden anarşist Louise Michel öne çıkar. “Hatırlayabildiğim kadarıyla muktedirlere karşı isyanımın kaynağı hayvanlara yapılan işkenceler karşısında duyduğum dehşetti. Hayvanların intikam almasını, köpeğin onu acımasızca döven insanı ısırabilmesini, kamçı altında kan döken atın ona zulmeden adamı üzerinden atabilmesini dilerdim” diye yazar Michel anılarında.  “Acı çeken her şey karşısında duyduğum üzüntü –belki insandan çok dilsiz hayvan için– giderek arttı ve toplumsal eşitsizliklere karşı isyanım daha da büyüdü.”

Michel hatıratında “Sık sık hayvanlara insanlardan daha fazla ilgi göstermekle suçlandım” diye sitem de eder. Paris Komünü sırasında bir ara Neuilly semtindeki barikattan çıkıp zor durumdaki bir kediyi kurtarmaya koştuğu için eleştirildiğini yazar. Sonra da “rasyonel varlıklar bu kadar mutsuzken hayvanlar için neden üzülmeliyim ki?” diye kendi kendine sorar.

Michel’in cevabı açıktır: “Yanıt her şeyin, yumurtaları parçalanan kuştan savaşta yuvası mahvolan insana birbiriyle bağlantılı olmasıdır. Hayvan deliğinde açlıktan ölür, insansa evinden uzakta. Bir hayvanın kalbi insanın kalbi gibidir, beyni insan beyni gibi. Hisseder ve anlar.” Michel, hayvanların ezilmesiyle insanların ezilmesini birbiriyle bağlantılı süreçler olarak görür: “Bir insan hayvanlara karşı ne kadar acımasızsa onun üzerinde egemenlik kurmuş insanlar karşısında o kadar siner.”[39]

Hayvanların çektiği ıstırabın dindirilmesi insanın ıstırabının dindirilmesinin bir gereği. İnsan da türcülüğün kurbanıdır ve türcülüğe son verilmesi sadece hayvanlar için değil, “hayvan olduğunu unutan tek hayvan” olan insan için de zorunludur. Hayvan özgürleşmesi insan hayvanının da özgürleşmesidir.

Rosa Luxemburg da tıpkı Louise Michel gibi tüm canlıları dert edinen, onların acısını içinde hisseden, hayvanların gördüğü eziyet karşısında kendini sorumlu hisseden bir devrimcidir. Birinci Dünya Savaşı sırasında, hapisten Sonia Liebknecht’e yazdığı bir mektupta, avluda acımasızca kırbaçlanan bir mandanın gördüğü eziyet karşısında hissettiklerini şöyle aktarır:

Tam onun önündeydim. Hayvan bana bakıyordu, gözlerimden yaşlar boşanıyordu, bunlar onun gözyaşlarıydı. Çok sevilen bir kardeşin acısı karşısında insan nasıl daha beter bir acıyla hıçkırıklara boğulamazsa, ben de bu suskun acı karşısında işte böyle çaresizlik içindeydim. Romanya’nın otlaklan artık ulaşılması olanaksız, temelli yitirilmiş o yemyeşil ve özgür otlaklar ne kadar uzaklarda kalmıştı. Oralarda her şey, her şey ne kadar da farklıydı. Güneşin doğuşu, kuşların o güzelim ötüşü, çobanların kulağa hoş gelen kaval çalışları… Burada ise bu yabancı, korkunç kent, boğucu ahır, çürük samanla karıştırılmış iğrenç ve küflü kuru ot, dayak, açık yaradan oluk oluk akan kan… Ah benim zavallı mandam, benim gözbebeğim, zavallı kardeşim, ikimiz de burada aynı biçimde çaresiz, çektiğimiz acıdan ötürü birbirimizden beter şaşkına dönmüş durumdayız. Çaresizliğimiz, geçmişe duyduğumuz özlem bizi tek ve aynı varlık durumuna getiriyor.[40]

Hayvanları “kardeşi” addeden, onları acıda ve yoksullukta yoldaşı sayan Luxemburg bir başka mektubundaysa şöyle yazar:

Yeryüzündeki bütün tepeli çayırkuşlarından sorumlu olmadığımı, her gün ağır mı ağır arabaları çekerek bizim avluya gelen ve kıyasıya dövülen mandalar gibi pataklanan mandalar için gözyaşı dökmenin gereksiz olduğunu düşünmem bir işe yaramıyor. Böyle şeyler görünce, sözün en gerçek anlamıyla hastalanıyorum. Bütün gün penceremin yakınlarında oynayıp bıktırasıya öten sığırcık birkaç gün sustu mu tamam, rahatım kaçıyor, başına bir şey gelmiş olması korkusuyla, o boş gevezeliğine başlayana dek içim içimi yiyor. Sizin anlayacağınız, hücremden, görünmeyen bağlarla büyüklü küçüklü binlerce varlığa bağlıyım, başlarına gelecekler için kaygılanıyor, acı çekiyor, kendimi suçluyorum.[41]

Louise Michel de Rosa Luxemburg da hayvanların çektiği ıstırabın dindirilmesinin insanın ıstırabının dindirilmesinin bir gereği olduğunun bilincindeydi. Asla unutmayalım, insan da türcülüğün kurbanıdır ve türcülüğe son verilmesi sadece hayvanlar için değil, “hayvan olduğunu unutan tek hayvan” olan insan için de zorunludur.

Türcülük sınıflı toplumların oluşması ile doğmuştur ve bu anlamda da insan türcülüğün belki de ilk kurbanı olmuştur. Maurizi’nin ifadesiyle, “insanlar hayvandır ve hayvan zulmünden kurtulacak özneler olarak hayvan özgürlüğünün bizi neden ilgilendirmemesi gerektiği açık değildir. Hayvan özgürlüğü ve insan özgürlüğü tam da bu anlamda örtüşebilir: İnsanlar, insan olmayan doğaya boyun eğdiren aynı medeniyet tarafından baskı altına alınan ve sömürülen hayvanlardır.[42]

Dolayısıyla, hayvan özgürleşmesi, insan hayvanının da özgürleşmesidir. Marx’ın daha gençlik yıllarında yazdığı gibi, “özel mülkiyet ve paranın egemenliği altında ulaşılan doğa anlayışı, (…) doğanın gerçek bir horgörülüşü ve pratik aşağılanışıdır. Bu anlamındadır ki, Thomas Münzer bunu hoşgörülmez buluyor: ‘Tüm yaratıklar mülkiyete dönüştürülmüş, sudaki balıklar, havadaki kuşlar, yerdeki bitkiler… –yaratıklar da özgürleşmek zorunda.’”[43]


[1] “Toddy” bir tür sıcak ve şekerli içkidir. Comyn, Marx’ların üçüncü köpeğinin de bir içki adına sahip olduğunu ima ediyor.

[2] Marian Comyn, “My Recollections of Karl Marx”, https://www.marxists.org/subject/women/authors/comyn/marx.htm

[3] Örneğin: “Engels’ten Marx’a 16 Nisan 1865”, https://marxists.architexturez.net/archive/marx/works/1865/letters/65_04_16.htm . “Engels’ten Marx’a 10 Ağustos 1866”,  https://marxists.architexturez.net/archive/marx/works/1866/letters/66_08_10.htm 

[4] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, Ankara, 2010, s. 243-4.

[5] Aktaran Ian Angus, “Marx and Engels… and Darwin?”, https://isreview.org/issue/65/marx-and-engelsand-darwin/index.html

[6] Aslında Freud’un, Kopernik ve Darwin’in çalışmalarını antroposentrik dünya görüşüne vurulmuş iki darbe olarak ele almaya dair yorumu, Alman fizyolog Emil du Bois-Reymond’dan ödünç aldığı belirtilmiştir. Bkz. John Horgan, “Copernicus, Darwin and Freud: A Tale of Science and Narcissism”, https://blogs.scientificamerican.com/cross-check/copernicus-darwin-and-freud-a-tale-of-science-and-narcissism/ 

[7] Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, çev. Öner Ünalan, Onur Yayınları, Ankara, 1975, s. 173.

[8] Karl Marx – Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar 1 (1844-1869), çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, 1995, s. 124.

[9] Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 195-6.

[10] Aktaran John Bellamy Foster ve Brett Clark, “Marx and Alienated Speciesism”,  https://monthlyreview.org/2018/12/01/marx-and-alienated-speciesism/

[11] Marx’ın türcülükle yaftalanmasına ilişkin kapsamlı bir eleştiri için bkz. Foster ve Clark, “Marx and Alienated Speciesism”. Ayrıca bkz. Christian Stache, “On the Origins of Animalist Marxism”, https://monthlyreview.org/2018/12/01/on-the-origins-of-animalist-marxism/

[12] Steven Best, “Devrimi Yeniden Düşünmek: Hayvan Özgürlüğü, İnsan Özgürlüğü ve Solun Geleceği”, https://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/01/10/devrimi-yeniden-dusunmek-hayvan-ozgurlugu-insan-ozgurlugu-ve-solun-gelecegi-2/

[13] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 85

[14] Marco Maurizi, “Nine Theses on Speciesism”, http://apesfromutopia.blogspot.com/2011/03/nine-theses-on-speciesism.html

[15] “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez”, http://marksizmvehayvanozgurlesmesi.com/18-tez/

[16] Marco Maurizi, Beyond Nature Animal Liberation, Marxism, and Critical Theory, Brill, Leiden, 2021, s. 57.

[17] Maurizi, age, s. 32.

[18] “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez”

[19] Karl Marx, Kapital Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt 1, çev. Mehmet Selik – Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2010 s. 374.

[20] Marx, Kapital Cilt 1, s. 198.

[21] John Sanbonmatsu, “Capitalism and Speciesism”, Animal Oppression and Capitalism Vol. 2 içinde (ed. David Nibert), Praeger, Santa Barbara, 2017, s. 3.

[22] Sanbonmatsu, agm, s. 17.

[23] Bob Torres, Making A Killing: The Political Economy of Animal Rights, AK Press, Oakland, 2007, s. 11.

[24] Karl Marx ve Friedrich Engels, The German Ideology, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/ch01b.htm

[25] Karl Marx, Kapital Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt II, Yordam Kitap, İstanbul, 2012, s. 230-1.

[26] Marx, Kapital Cilt II, s. 231.

[27] Aktaran Kohei Saito, Karl Marx’s Ecosocialism Capitalism, Nature, and the Unfinished Critique of Political Economy, Monthly Review Press, New York, 2017, s. 208-9.

[28] Saito, age, s. 210.

[29] Foster ve Clark, “Marx and Alienated Speciesism”.

[30] Christian Stache, “Conceptualising animal exploitation in capitalism: Getting terminology straight”, Capital & Class, 2020, vol. 44 (3), s. 418.

[31] Christian Stache, “It’s not humans, it’s animal capital!”, The Capitalist Commodification of Animals (ed. Brett Clark, Tamar Diana Wilson) içinde, Research in Political Economy vol. 35, 2021, s. 24-5. 

[32] “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez”.

[33] John Berger, Hayvanlara Niçin Bakarız?, çev. Cevat Çapan, Tudem Yayın, İzmir, 2009, s. 34.

[34] Marx, Kapital Cilt I, s. 285.

[35] Marx, Kapital Cilt I, s. 348.

[36] Marx, Kapital Cilt I, s. 437.

[37] “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez”.

[38] Upton Sinclair, Şikago Mezbahaları, çev. Kıvanç Güney, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2021, s. 365.  

[39] Louise Michel, The Red Virgin Memoirs of Louise Michel, The University of Alabama Press, Alabama, 1981, s. 24-30.

[40] Gilbert Badia, Bir Mektup Ustası Rosa Luxemburg, çev. Ülkü Erdoğdu, Pencere Yayınları, İstanbul, 1999, s. 173.

[41] “Rosa Luxemburg ve Hayvanları Öz Kardeş Gibi Görebilmek!”, https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2017/01/15/rosa-luxemburg-ve-hayvanlari-oz-kardes-gibi-gorebilmek/

[42] Maurizi, age, s. 37.

[43] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Sol Yayınları, Ankara, 1997, s. 48-9.

^