Uygarlıkla baş etmeye çalışırken ilksel olana, beden hafızasına, dile değil sese, iç sese, atların, balinaların, kurtların sesine, ulumasına güvenen, zamanı akışkan bir döngüsellikte yaşayan bir şiir… Asuman Susam’la Everest’ten çıkan yeni kitabı “Plasenta” ve vardığı şiir dili, biçimi, içeriği üzerine konuştuk.
DUYUŞ: SES VE SÖZCÜK
Kökünü arayarak, armonisiz bir müziğe doğru akarak, anlamları eksiksiz okumanın yorgunluğu, yılgınlığıyla başlıyor şiiriniz. Daha ilk dizeden şiir, anlamın ötesine geçip köklerden kurtulmanın yollarını arayacağını belli ediyor. “Karnaval olup katılmak akışa”nın imkânını da kelimelerden ziyade ses’te, yani ulumalarda, mırıldanmalarda, cadı çığlıklarında, böğürtülerde buluyor. Sizin de kitap sonunda esinlendiğinizi söylediğiniz Sesin Cinsiyeti’nde şöyle diyor Anne Carson: “Çıkardığımız her ses otobiyografik bir parçadır. Tamamen özel bir içselliği vardır, ama yörüngesi toplumsaldır.” Bu noktada şiirin ya da şiirinizin, yapı ve konum gereği, nereye düştüğünü söyleyebilirsiniz?
Asuman Susam: Sorunuza vermeye çalışacağım yanıt, şiirimin nereye düştüğünü söylemekten kaçınacaktır. Bunu şiir söylemiştir, okuyan işaretlemiştir. Yazanın buna dair cümlesi onun niyeti olarak okunabilir yalnızca.
Kitabın ilk şiiri, alıntıladığınız “ses” şiiriydi. Bu kitabın sesten bedene açılacağı ya da sesin bedenle açılacağı bende bir karar ve niyet olarak bu şiirle oluştu. Herkesin dünya ağrısına dair çapa attığı, kendini kanırttığı, ayak dirediği bir yer vardır. Bende bu Dil Mağarası’ndan sonra iyice belirginleşti. Canhıraş boğuştuğum, aşmaya çalıştığım, yendiğim ve yenildiğim, beni hapseden ya da firar etmemin olanaklarına beni kışkırtan bu şey dil’di. Sonra yanına başka bir sınırlılığı ve olanağı işaret eden beden geldi.
Ötekine yaklaşmak aslında ötekinin de bana yaklaşmasına izin vermekti. Geriye doğru ilerlemek ve gelecek nostaljisi arasındaki o ara bölgeden, tuhaf yerden baktım yeryüzüne, eşyaya ve bize.
Aracınız şiirse gitmek hep vardır ama varış yoktur. Dilin şeffaf, sert duvarına vura vura yok olabilirsiniz. Dilin dışarı doğru işleyişi ben’in bireysel ya da toplumsal temsiliyeti demek. Buranın varacağı yer özünden uzaklaşma, yabancılaşmadır. Dil, sözcükleriyle, yasasıyla, kurallarıyla sizi bir çemberin içinde tutar. Anlaşma bu uzlaşı sınırları içinde gerçekleşir. Dil sizi kat kat giydirerek aradığınız gerçekle ilişkinizin arasına bariyerler koyar. Dili bu anlamda bir perde, engel gibi hissettiğim bir yerde çaresizce ve kaçınılmaz olarak bir tesbihböceği gibi içime kıvrıldım. İçimi dinledim. Orada ses vardı, ama dil yoktu. Çok acı, travma, sarsıntı yaşadığınızda konuşamazsınız. Dil araç olmaktan çıkar, beden konuşur. Bedenden taşan ses dışarı yükselir; toplumsalın, verili düzenin içinden anlamlar arasanız da düzenli, dizgeli bir şey bulamazsınız orada. Ben o som ve somut acının bendeki, bedenimdeki bilgisiyle ötekini anlamaya çalıştım. Ötekine yaklaşmak aslında ötekinin de bana yaklaşmasına izin vermekti. Geriye doğru ilerlemek ve gelecek nostaljisi arasındaki o ara bölgeden, tuhaf yerden baktım yeryüzüne, eşyaya ve bize.
Kitabın ilk bölümünde yer alan ses şiirindeki “hadsizliği denemek arzum/ dünyayı okumak bir şey / yazmak…/ kes yapıştır zorlu montaj / SENin dilinden ne varsa atıyorum dışarı/ elimde kalan ses” dizelerinde “zorlu montaj” kısmını, oluş halindeki şiirin, şiir personasının kaçamadığı, görmezden gelemediği bir zorunluluk (hem metinsel/edebi açıdan –epigraflar, kurucu metinlere, Derrida’nın Khora’sına göndermeler– hem de doğa’nın, evrenin sesleri açısından) olarak mı, yoksa metni çokseslileştiren bir araç olarak mı görüyor şiiriniz? Demek istediğim, “SENin dilinden ne varsa” atmak/atabilmek mi gerekir ve bunun tersi, şiirinizde bir zorluk ya da engel midir?
Dünya bir “kök kitap” ve söylemeye çalıştığım hadsizlik, aşırılık modernin tüm giysilerinden kurtulup ona varmak. İmkânsız bir arzu da olsa Plasenta’nın ses yükselsin göğe, anlam insin en dibe deyişindeki arzu. Buradaki SEN, büyük öteki babanın yasası, toplumsal düzen, erkin sesi. Dizgeli dil, bir had bildirme yeri. İnsanı sınırları içinde tutma gücü. Bir sınır aşımı deneyimi baştan çıkmak kadar dilden çıkmayı da gerektirir. Yasanın dilindekileri atarak, tükürerek, onu kusarak ondan çıkılır, evet, oradan sese çıkılır. Khora’ya. Dilin ehlileştirdiği ışıklı yerden alacakaranlığa, ara bölgeye. Modernden önceye, vahşi izlerimize.
Zorlu montaj ve yazı kavramlarıyla ilgili saptadığınız her şey saçılmış bir çokseslilik olarak okunabilir bu şiirde. SEN’in dilinden toptan kurtulmanın imkânsızlığının öfke taşımları var Plasenta’da aslında. Evet, apaçık bir engele de dönüşebilen dili dilliğinden çıkarmanın zoru aynı zamanda şiir benim için. Ve bu söylediğim salt biçimci bir yerden söylenen bir dert değil. Tam da burada ve anda “insan” dediğimizin trajik gelişimi, dönüşümü ve insanlık hallerinin çıkışsızlığını da ima ediyor. Buna çalışmış bir şiir en azından.
OLUŞ: SINIR, HAFIZA VE BEDEN
Şiirinizde BENin yavaş yavaş silinmesi, çok sık karşımıza çıkan kapılar, sınırlar, kesikler, çatlaklar, yarıklar, gediklerle gerçekleşiyor. “iç ses diyor (…) köksüzlüğü aramak olsun gayretin”. Anılar “kusurlu, kesin, eksik”ken hafıza, “kesikten, dikişten, lekeden”. Hal böyleyken şiire kalan yegâne evin ve bağlanabileceği kökün beden olduğu görülüyor, söyleniyor. Bu noktada sormak istediğim, ilk bölümlerdeki oluş halinin, bence öfkeyle karışan, gediklerini görmüş, çatlakların arkasına bakmış, ama yıkamamış şiir sizce –özellikle de plasenta ve dolanık bölümlerinde– bu oluşu gerçekleştirebiliyor mu? Yani aslında şiirin bütününü “plasenta” olarak, bir “geçici organ, sonradan atık” gibi, gramerini silen, “seslerden başka icat kur”an bir yapı olarak görmek mümkün mü? Dolayısıyla ilk şiirde aradığımız kökü, plasantaII’de, “köke tutun/suya gerisin geri”de bulabilir miyiz?
Kemik İnadı’nda ilk kendini saçarak açık etmeye çalışan öfke, burada sanırım beden ve dil sınırına dayandığından aynı zamanda ilkel bir yırtıcılığı da çağırdı sık sık. Bir düş, arzu, bir keşke olarak. Her yazma süreci ağrımızdan, acımızdan ve en önemlisi hakikatliliğimizden yola çıkarak bizi bir açıklığa çıkarıyor. Oluş dediğimiz şey, nedir ki? Benin, bedenin sınırlarının silinmesi. Sabitliğinden, tanımlılığından, kafesinden insanın kurtulması. Yola bakıp, yolla, kendiliğindenliğin içinden yeniden özünü bulması ve ben’ini yapması. Elbette bu yol alışta kendi gramerini de icat ediş var. SEN’in dilindeki imge ve metaforları siliş. Verili, sabit anlamları bozuş. Başka ve içerinin sesleriyle bir ritim oluşturma.
Böyle bir çağda maruz kaldıklarıyla insanın sahiciliğini böyle bir toplumsallığın içinde kurması, koruması, soyunup yeniden ele geçirmesi mümkün mü? İstediğimizin imkansızlığıyla kalakalmış özneleriz biz. Bu trajikliği fark eden konuşamaz ulur, kekeler, inler, çığlık atar. Dile öfke saçar.
Dünyada oluş, dile mahkum kılınış insanı kurtuluşsuz, özgürlüksüz bırakıyor. Çıkışyok bir kapan burası. Hakikati dille ele geçirmek mümkün mü? Dil ötesi bir yer arzusu buradan doğuyor. Böyle bir çağda maruz kaldıklarıyla insanın sahiciliğini böyle bir toplumsallığın içinde kurması, koruması, soyunup yeniden ele geçirmesi mümkün mü? İstediğimizin imkansızlığıyla kalakalmış özneleriz biz. Bu trajikliği fark eden konuşamaz ulur, kekeler, inler, çığlık atar. Dile öfke saçar. İçin serinlemesi biraz o suya gerisin geri, isteğinde saklı. Bir bilinç, bir yönelim olarak hiç değilse. Düz bir çizgide, burnunun dikine, ileriye değil, helezonik bir yürüyüşle, döngüsel, dolanık bir içeriye… Bu şiir bunları, sorduklarınız bağlamıyla yapabilmiş mi? Bunu ben bilemem. Size bunları sordurduysa hiç değilse yapmayı denemiş, diyebilirim.
Şiirinizde hafızanın genel hatlarıyla kolektif olduğunu, kişisel olanınsa beden ve bedende yazılı olanlar olduğunu söyleyebilir miyiz? Böyleyse insan olanın dışına çıkmak, bildiğimiz ve tanımladığımız anlamda bu kolektif hafızanın dışına çıkmak, reddetmek ve yalnız, hayvanlar gibi, bedenin hafızasında yaşamak mıdır? Yani şiir sizce, yersiz-yurtsuzlaşırken (“nereye gideyim bilmiyorum/bilmiyorum yerim neresi/ büyük adımlarla kendimden çıkıp dünyanın olmak/ kayıp bir dilin izinde”) hafızayı nerede konumlandırmalı?
Tekildir, kolektif hatırlamaz hafıza, diyorum bir yerde. Toplumsal hafıza dediğimiz şey öznelerin tek tek hatıralarının yeniden yapılandırılması, yazılması ve anlatıya dönüşmesini içerir. Bunları ayrıştıramayız. Hatıralar bedende, hipokampuste saklanır, depolanır. İnsanın kendinden dışarı, kendinin dışarısına çıkması bizi ne güzel ki hayvana yaklaştırır. Lakin akıl, bilinç, irade, dil ve karmaşık bir hafıza sistemine sahip olmak bizi yalnızca onlara yaklaştırır, o yapmaz. Sorunuzu toplumsal olanın, toplumla kuşatılmış olan insanın reddi olarak anlarsak, evet, bu şiirde arzulanan bütünüyle bir mühendislik, bir inşa olan bireylikten ve toplumsallıktan kaçış, onu sorgulayarak reddediş. Böyle bir cüret, böyle bir yeltenme kişiyi ve yazdıklarını nereye götürür? Bilmiyorum. Bilsem yanıtı şiirde de olurdu. Ama yersiz-yurtsuzluk hafızasızlığı gerektirmez sanırım. Şiir zaten kendi olarak bir hafıza mekânı. Orada seyrü seferdeki personalar tanık oluşlarının bilgisiyle salt kendi yaşantı parçalarını bedenlerine anı olarak nakşetmez. Toplumsal olanın acısuyu… o bedende o su bazen zehir bazen şifa olarak dolaşır.
AKIŞ: ÖLÜM, ZAMAN VE ARZU
Şiirinizde çoğunlukla kan ve suyla kurulan, yukarıda bahsettiğimiz delikler, çatlaklar, gediklerden geçen çok belirgin bir akışkanlık var. Fakat bu akışkanlık, bu hareket tek yönlü değil, kimi zaman yukarıdan aşağıya, kimi zaman tersi, bazen yatay düzlemde gerçekleşiyor. Bu da yine şiirde sık karşılaştığımız “katyerlerini” getiriyor akla, “dertop” oluşu. Bu hareketin en çok göze çarptığı bölümler şiirin, ölümle, ölüyle, mezarla ilişkilendiği anlar. Bu noktada, “akışa katılma”, “akışkanlaşankatı”lığı, “kendini zamana adayan”, “katların içine sızıp yıkayacak nehir”i, şiirin ölümle/ölümlülükle kurduğu ilişki temelinde nasıl okuyabiliriz?
Kan ve su… Çünkü hayata doğruluk. Plasenta aslında bütün zoruna, zorluğuna rağmen hayatı evetleme kitabı. Burada ve şimdide kalmanın kararının verildiği ara bölge. Akmanın değişmesiz bir katılığa karşıcılığı. Ölüm, hayat karşısındaki en büyük katılık. Ölü, salt kemik kalana kadar da sonrasında da bir katılık. İnsanı bütün özellikleriyle birlikte yeryüzündeki yerini ve anlamını bulmaya iten şey işte bu. Ölüm katılığı. İnsanı kafesteki histerik çılgına dönüştüren bu aşamadığı ölüm gerçeği. Bu hakikatle karşılaşma biçimi türlü türlü insan modeli yaratırken, nevrozlar, psikozlarıyla da uygarlıklar oluşturmuş. Yaşayarak ölüyor insan. Tek hakikat bu. Bu sert bilgiyi olduğu gibi kabul etmek, ve bu bilgiyle devam etmek. Her sabah güneşe uyanırken içeride bir alacakaranlık, bir ara bölge hissi taşımak. Bu devam, ancak yeryüzünde varlıklar içinde bir varlık olarak insanın bu sert hakikate kendini bırakmasıyla mümkün. Kökü hatırlamasıyla. Bu hatıra bedende. Uygarlık giysileri, maskeleri bunu unutturmuş. Hatırayı hatırlamak biraz yaşama da, ölüme de buradan bakmakla ilgili. En azından benim için.
Yukarıdaki akışkanlığa, hareketliliğe ek olarak bir de belirgin bir dönüşüm var şiirinizde. Tüm hayvanların kılığına giriyor (balina, kurt, at vb.) onların seslerini ödünç alıyor, sesini kendi sesi belliyor. Fakat bu dönüşümün başka bir ayağı da zaman boyutunda gerçekleşiyor sanki. Geçmiş değil, gelecek değil, yalnız an hedefleniyor, an’da kalmak, tıpkı hayvanlar gibi. Fakat tüm yukarıda konuştuklarımız ışığında, oluş halinde şiirin aslında bir zamansallığı var, örneğin “sen burada yokken o zaman/ başedilmez bir bedenle kalakaldıydım” ya da “sen havalandığına/ burayakadarmıştaydım” dizelerindeki gibi bir önce/sonra ya da benzeri bir ilişki mevcut. Siz şiirinizdeki zamanı nasıl açıklıyorsunuz ya da zamanı, ölümün (ve elbet doğumun) da olduğu bir şiirde nerede konumlandırıyorsunuz?
Geçmiş zamanı hikâye ediş, şimdiye gelerek bitirir o şiiri. Şimdi ve geleceği geçmişle, hafızayla, hatırayla kurar aslında insan. Şimdiki zamandan çok üç zaman diliminin üst üste bindiği mekanı, bedeni, şiirin sathını düz bir uzamdan topografyaya, engebeli, çizikli kesikli, çatlaklı, oyuklu, oylumlu bir yere dönüştüren kristalleşmiş bir an, zaman… bunu şiirden söyleyebilmek derdim. Sinemada, sinemayla yapılabileni şiirin imkanlarıyla yapmaya çalışmak. Plasenta’nın zamanla ilişkisinin bir bu boyutu var.
“Plasenta” aslında bütün zoruna, zorluğuna rağmen hayatı evetleme kitabı. Burada ve şimdide kalmanın kararının verildiği ara bölge. Akmanın değişmesiz bir katılığa karşıcılığı.
Bir de tabii temel sorusunu uygarlık merkezinde duran uygar insana yöneltiyor bu toplam. Elbette uygarlığı, gelişmeyi, tarihselliği içindeki insanı tümden reddediş değil bu. Onun bir parçasıyken bu sahici olmaz en başta. Ama tüm bunlara dair soruları, eleştirelliği ve itirazları var Plasenta’nın. Bu itirazları çoğaltırken de çıkış noktası kök, köken, ilksel olan. Daha önce de dediğim gibi hatırayı hatırlamak. İnsan burayı başka bir biçimde düşünmeye başladığında yeryüzüyle de, eşyayla da, insan ve toplumla da ilişkisi değişiyor ister istemez. Uygar insanın bütün bütün unuttuğu bir şeyi kendime hatırlatarak, onu çağırarak, duymaya başlayarak burada zamanla ilişkimi kurdum. Elbette toplumla tarihsel bir zamanın şekillendirdiği bir hayatı yaşıyoruz. Ama onla birlikte ve ondan başka akan bir iç zamanımız da var bizim. Döngüsel, tarihdışı… hepimiz bu zamanı hissedip duyabiliriz. Buraya kulak verip bunu duymayı yeniden hatırlayınca insan, her şeyle ilişkisi değişiyor. Acıyla, ölümle, aşkla, devam etmekle, karanlıkla… her şeyle. Zaman o nedenle bende konumlandırılan bir şey değil. Benim akmamı sağlayan, akışkanlığı mümkün kılan, aynı zamanda beni mekânsal bir açıklığa, anda kalma olanağına çıkaran bir eşlikçi.