WIM WENDERS’İN MÜZİK KUTUSU

Wim Wenders
13 Nisan 2024
"Perfect Days"de Kōji Yakusho ve Arisa Nakano
SATIRBAŞLARI

Bir film yapımcısının aynı zamanda başka işleri de vardır: Bir psikiyatrdır, organizatördür, deftere kayıt düşer, avukattır, kafilenin başıdır, promosyoncudur, mimardır, bir “manipülatör”, bir reklam uzmanıdır, hikâye anlatıcıdır, köle avcısıdır, yazardır ve öyle pek de göz alıcı ve yaratıcı görünmeyen daha pek çok şeydir. Samimi olmak gerekirse, hiçbiri gerçek meslek değildir, hepsi sadece yaldız ve süsten ibarettir. Benim esasında sadece iki işte parmağım var, gezginlikte ve hayalcilikte… İkisi de birbirinden ayrılamaz. Filmler her zaman bir yolculuktur, iç ya da dış… Daha önce hayal kurmamış biriyseniz, yola düşmüş bir gezgin olamazsınız. Ya da tam tersi… Yola çıkılmazsa, hayaller sönüp gider ya da toprağa gömülürler.

Bu iki baş uğraşıma ilham ve enerji sağlayan ortak bir kaynağım var. O da, müzik. Eğer müzik olmasaydı, ne bir gezgin ne bir hayalperest olabilirdim ve elbette ki ne de bir film yapımcısı.

Eğer Beatles, Van Morrison, Kinks, Troggs, The Pretty Things, Stones ve hepsinden önce Bob Dylan olmasaydı, okulu bir tarafa bırakıp kişisel yaratıcılığım gibi bilinmeyen topraklara gidemezdim. Bu müzik bulaşıcıydı. Ama “ben de yaparım” değil, tamamıyla “şimdi hiç hayal kurmayacaksam ne zaman kuracağım” mantığıyla…

Eğer Jacques Brel, Barbara, Edith Piaf, Françoise Hardy, Serge Gainsbourg ve Jacques Dutronc olmasaydı, Fransızca öğrenmek ve Paris’e gitmek için o yakıcı arzuyu hiç duymayacaktım. (Esasen ressam olmak içindi, ama Cinémathèque bütün hesapların üzerine bir çizik attı ve beni film tarihine ve sinemaya yönlendirdi.)

Eğer Bob Dylan, Van Morrison, Johnny Cash veya Bono bu kadar tavizsiz olmasalar, inançlarının ardında böyle dimdik durmasalar, bunu yapmak benim için de çok zor olurdu.

John Mayall ve Bluesbreaker’ları olmasaydı, blues’un değerini hiç farkedemeyecektim ve en sev­diğim şarkıcı J.B. Lenoir’dan haberim olmayacaktı: “A car has killed a friend in Chicago a thousand miles away / When I read the news, night came early in my day / J.B. Lenoir is dead and hit me like a hammer blow…” (Bin mil ötede bir araba bir dostumu öldürdü / Haberleri okudum, günüme gece erkenden çöktü / J.B. Lenoir’ın ölümü bir çekiç gibi indi kafama…)

Ton Scherben (ve Rio Reiser) olmasaydı (Bizi becerenleri becer) ihtimal dahilindeki her şeyin beni becermesine izin verirdim.

Beach Boys, Byrds ve Creedence Clearwater Revival olmasaydı, Amerika’nın batı yakası bana asla cennet gibi görünmezdi. (Ve tabii hayatımın birçok yılını da orada geçirmezdim.)

Madredeus’un müziği olmasaydı, Lizbon’da geçen bir hikâye asla anlatmazdım.

Ry Cooder’ın gitarı olmadan Amerika’nın batısına yapacağım yolculuk havada kalırdı ve Paris’le Teksas birbirini zihnimde bu kadar tamamlamazdı. Berlinli büyük besteci Jürgen Knieper olmasaydı, ilk filmim havada kalırdı ve Berlin Üzerinde Gökyüzü de sesini bulamamış olurdu.

Eğer Bob Dylan, Van Morrison, Johnny Cash veya Bono bu kadar tavizsiz olmasalar, inançlarının ardında böyle dimdik durmasalar, bunu yapmak benim için de çok zor olurdu.

Elvis’siz, Everly Brothers’sız, Gene Vincent’sız, Buddy Holly’siz ve Chuck Berry’siz olsaydım, veletken dondurmacı dükkânlarındaki jukebox’larla saatlerimi geçirmezdim. Ya da geceler boyunca kafamı yastığa koyup, kulağımı transistörlü radyoya yapıştırıp orta dalganın hışırtıları arasında müziği duymaya çalışmazdım, ki bu özlemlerle dolu ergenlik dönemime katlanmamı sağlamıştı.

Lou Reed ve Velvet Underground olmasaydı New York’un şehirlerin şehri olduğunu asla fark etmeyecektim. “Her life was saved by rocknroll (Hayatını rock’n’roll kurtardı) lafını Lou’nun bir şarkısından alıntıladım ve kendime göre çevirdim: “My life was saved by rock’n’roll.” (Hayatımı rock’n’roll kurtardı.)

Lou Reed, Sam Shepard ve Wim Wenders, 90’ların ortaları

John Coltrane ve Jimmy Giuffre olmasaydı, klarinet ve saksofon çalmaya başlamayacaktım. İlk çıkan akıllara zarar tonları duyunca oradaki yaratıcılığı sezemeyecektim. 35 milimetre olarak çektiğim ilk filmimin adı, benim için “20. yüzyılın ilahisi” olan Coltrane’in aynı adlı parçasından geliyordu: Alabama. Filmim Mannheim Festivali’nde ilk kez gösterildiğinde (kalabalığa gösterilen ilk filmimdi) film hakkındaki tanıtıcı özet cümle şöyleydi: “ ‘All Along The Watchtower’ ilk kez Bob Dylan ve ardından Jimi Hendrix tarafından söylenince neler değişti?” Birçok insan bu soruyu çok yüksek perdeden bulmuştu, ama ben sadece filmin hareket noktasını mümkün olduğunca vermek istemiştim.

İlk filmim Summer in The City, Lovin’ Spoonful’un şarkısından mülhemdi. Ki film kışın çekildiğinde bu başlık onu daha da maksadına uygun yapıyordu. Film Kinks’e ithaf olunmuştu. Onların mükemmel parçası “Days” televizörden görünüyordu. Yirmi yıl sonra Elvis Costello şarkıyı Dünyanın Sonuna Kadar için tekrar yorumladı. “Thank you for the days, those endless days, those sacred days you gave me…” (Teşekkür ederim bana verdiğin o günler için, o ebedi günler, o kutsal günler için…)

Creedence Clearwater Revival olmasaydı, bazı depresyonlar daha uzun sürerdi. (Bu elbette ki birçok başka müzikler için de geçerli, ama hiçbiri CCR kadar tokat gibi gelmez!)

BAP’ın müziği olmasaydı, uzak Amerika’daki ilk yıllarımda Almanya’dan mesaj getiren hiçbir şeyim olmayacaktı.

Eğer Ry Cooder bana bir gece Küba’da kaydettiği mikslenmemiş bir kasedi parçaları dinlemem için vermese Küba’ya gitmezdim ve Compay Segundo, Ruben Gonzales ya da İbrahim Ferrer’le hiçbir zaman tanışmazdım.

Johann Sebastian Bach’ın müziği olmasaydı, Alman müzik tarihiyle bir bağ kuramazdım ve müziğin duygusunun yanısıra ulaşılabilir yaptığı analitik, yapısal ve tabiri caizse “soyut” hazları hiç keşfedemezdim.

Skip James, Blind Willie Johnson, John Lee Hooker, Son House, Fred McDowell ve diğerleri olmasaydı, kafamda çok tek taraflı bir Amerika resmi olurdu: “Hard times here and everywhere you go, times are harder than ever been before… And the people are drifting from door to door, can’t find no heaven I don’t care where they go…” (Zor zamanlar, burda da orda da / Zor bu zamanlar zor her zamankinden de fazla / İnsanlar sürükleniyor o kapıdan bu kapıya / Bulamıyorum cenneti, umurumda değil nereye gittiğim…)

Blues, bütün o muhteşemliğiyle madalyonun diğer yüzüne aittir.

Golden Gate Quarters’ın spiritüelleri olmasaydı, lisede müzik derslerine yazılmazdım! Rolling Stones ve Beatles olmasaydı, sonradan 60’lardaki her yaz şimdiki zamanmış gibi gelmezdi. “Satisfaction” yılı! “Paperback Writer” yılı! “Two Thousand Light Years From Home” senesi!

Creedence Clearwater Revival olmasaydı, bazı depresyonlar daha uzun sürerdi. (Bu elbette ki birçok başka müzikler için de geçerli, ama hiçbiri CCR kadar tokat gibi gelmez!)

Nick Cave olmasaydı, 80’lerin Berlin’i, en azından bana, şu duyguyu veremezdi: Bu ada şehir, aynı zamanda bazen dünyanın merkeziydi. Bu mezar kaçkını Avustralyalı ve gitarist arkadaşı Blixa Bargeld orada öyle bir müzik yaptılar ki, ait oldukları zamanı hiçbir yerde olmadığı kadar ifade ediyordu.

Nürnberg’li grup Improved Sound Limited olmasaydı, Zamanın Koşusunda filmimde Almanya’nın içlerinde sınır bölgelerini Amerika’nın sapa bölgeleri gibi gösteremezdim. (Ve üstelik bir Alman country ve rock’n’roll grubuna sanki Eagles’mışlar gibi çaldıramazdım.)

Bob Dylan’ın şarkıları olmasaydı, film yapma cesaretini ya da megalomanisini gösteremezdim. “Then you better start swimming, or you’ll sink like a stone, for the times they are achancin’.” (Yüzmeyi öğrensen iyi olur, yoksa taş gibi batacaksın dibe / Zamanlar değişiyor çünkü…)

Roy Orbison olmasaydı… (Buna sözcükler yetmiyor.) Gene Clark olmasaydı! Van Morrison olmasaydı! Ve bir kez daha: Bono olmasaydı! Müzik yoksa hayaller de yok. Hayaller yoksa cesaret de yok. Cesaret yoksa yaratı da yok.

Express, sayı 30, Ekim 2003

^