1956 ayaklanmasını gözünüzün önüne getirdiğinizde beliren ilk görüntü ne?
András Bíró: Sokaktayım, Peşte’nin büyük bulvarındayım, devrimin dördüncü ya da beşinci günü…
27 Ekim ya da 28…
İkisinden biri, tam olarak hatırlamıyorum. Bir ekmek kamyonu yavaşlıyor, bir ara sokağa sapıyor. Genç bir adam kamyonun kasasına çıkıyor ve ekmekleri sokaktaki insanlara atmaya başlıyor. İnsanlar kamyonu durduruyor ve aralarından biri o gence bir tokat aşkediyor: “Burası Rusya değil, ekmekleri geri koy.” Gözümün önüne gelen ilk görüntü bu. O genç adam bir dayanışma jesti yapıyordu, iyi niyetli olduğu aşikârdı. Ekmeği sokağa atmıyor, insanlarla paylaşmak istiyordu. Ekmek bulmanın zor olduğu günlerdi, fırınların önünde kuyruklar eksik olmazdı. Buna rağmen kendilerine ekmek atan genci durdurdular, azarladılar. “Burası Rusya değil, biz de beleşçi değiliz.”
Bir haysiyet ayaklanması…
Tastamam öyle! İki görüntü daha anlatayım. Budapeşte’nin merkezinde küçük bir çukur açılmıştı –belediye bir sebeple açmış, sonra öyle kalmıştı. O çukurun önüne bir yazı konmuştu. “Hayatını kaybeden kahramanların aileleri için ne kadar verebiliyorsanız o kadar verin –Macaristan Yazarlar Sendikası.” Çukur banknot doluydu –madeni para değil. Ve çukur çevresinde hiç kimse yoktu, kimse paralara yan gözle bile bakmıyordu. Üçüncü görüntü: Bir dükkân vitrini. Çatışmalarda camı çerçevesi kırılmış. Vitrine asılan bir bezin üzerinde şu yazıyordu: “On adet kolye, şu kadar yüzük, vs. bekçiye teslim edilmiştir.” Bir kuyumcunun vitriniydi. İki milyon kişinin yaşadığı bir başkentte, otobüse ya da tramvaya binmek için insanların birbirini itip kaktığı, ayağına bastığı bir şehirde, genel ahlâki standart 24 saat içinde zirveye çıkmıştı. 1956’nın benim gözümde temsil ettiği budur –hissiyat anlamında. Anlattığım bu küçük hadiseler muazzam bir enerjinin ortaya çıktığı atmosferi karakterize ediyor. Daha iyi ücret, daha yüksek yaşam standardı; böyle bir gündem yoktu. Bu arada, yaşam standardı –Stalin’in 1953’teki ölümünden itibaren komünist rejimlerin sert ekonomik kemer sıkma politikasında yumuşamaya gitmeleriyle– zaten birkaç yıldır yükselmişti, daha çok emtiaya erişmek mümkün olmuştu. Dolayısıyla, o kaba materyalist açıklama, yani insanların daha iyi maddi şartlar, daha müreffeh bir hayat için ayaklandıkları tamamen yanlış bence. Çünkü temel motivasyon etik, ahlâk, haysiyet. Devrim bir haysiyet ânı, bir kitlesel haysiyet ânı.
O kaba materyalist açıklama, yani insanların daha iyi maddi şartlar, daha müreffeh bir hayat istedikleri için ayaklandıkları tamamen yanlış. Çünkü temel motivasyon etik, ahlâk, haysiyet. Devrim bir haysiyet ânı, bir kitlesel haysiyet ânı.
O günlerde ne iş yapıyordunuz, mesleğiniz neydi?
Gazeteciydim, sendikanın gazetesinde çalışıyordum. Uluslararası Politika bölümündeydim –bildiğim yabancı diller nedeniyle. Ayaklanma başladığında, gazetede bir “devrim konseyi” seçimi yaptık, ben de seçilenler arasındaydım. Ve devrim konseyi olarak gazetenin ismini değiştirdik. Sebep şuydu: 75 yıllık mazisi olan bu gazete, vaktiyle Sosyal Demokrat Parti’nin yayın organıydı ve komünist rejim döneminde sendikaya geçmişti. Sosyal Demokrat Parti yeniden kurulmuştu, dolayısıyla gazetenin ismini partiye iade etmek durumundaydık. Ama matbaa elimizin altındaydı, kadromuz hazırdı, yeni bir gazete çıkarmaya karar verdik, adını Halkın Umudu koyduk.
Sizi o günlerde en çok heyecanlandıran, mutlu eden neydi?
En heyecan veren, mutlu eden hadise İşçi Konseyleri’nin kurulmasıydı. Bu bir “cephe” durumuydu. Çünkü 24 Ekim gecesinde ilk Sovyet işgalini yaşamıştık. Çatışmalar olmuştu, fakat öyle çok dramatik bir boyutta değildi.
Çatışmalar kimler arasındaydı?
Sokaklarda silahlanmış insanlar vardı. Kendiliğinden bir araya gelmiş gruplardı bunlar. Bir kısmı silahlanmış devrimcilerdi, bir kısmı hükümeti destekleyen, polisin rolünü üstlenip düzeni sağlamayı, rejimi korumayı görev edinmiş gruplardı. Onlar bize göre karşı devrimciydi, biz de onlara göre karşı devrimciydik. Hapishaneler boşaltılmıştı, siyasi mahkûmlar serbest kalmıştı. Kentlerde, köylerde Devrimci Konseyler, fabrikalarda İşçi Konseyleri mantar gibi bitiyor, yeni siyasi partiler kuruluyordu. Beni en çok heyecanlandıran, ilgilendiren İşçi Konseyleri’ydi.
İşçi Konseyleri sizi niye o kadar heyecanlandırmıştı?
1956’nın bir devrim olduğunun kanıtı İşçi Konseyleri’ydi çünkü. Yaratıcılık tavan yapmıştı. Fabrikalardaki İşçi Konseyleri kendiliğinden demokratik seçimle kuruluyordu. Önemli bir nokta şuydu: Bu konseylerde kaçınılmaz olarak bir mühendis ve bir yönetici de yer alıyordu. Çünkü işçiler kendilerini fabrikaların sahipleri olarak görüyordu, dolayısıyla fabrikayı işletecek profesyonel know-how’a ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla sadece romantik, duygusal bir durum değil, gerçekçi bir yaklaşımdı. Yeni bir işletmecilik anlayışı hayata geçiriliyordu. O güne kadar bilenen yegâne örnek Tito Yugoslavya’sındaki konseylerdi. Fakat arada çok önemli bir fark vardı: Oradaki konseyler yukardan aşağıya, parti vasıtasıyla şekillenmişti. Burada ise aşağıdan yukarıya şekilleniyordu. Yerel konseyler Budapeşte’deki diğer konseylerle eşgüdüm içindeydi. Ve bu konseyler direnişin yürütme organı oldular. Budapeşte Merkezi İşçi Konseyi bütün konseylerin çatısıydı. Bir devrim aynı zamanda sembolik bir hadisedir. Birçok sembolik olay vuku bulur, gerçek şeylerin yanısıra. Örneğin, Stalin’in şehrin kuzeyindeki Városliget parkındaki devasa heykeli –yüksekliği 25 metre– dizlerine kadar kesilmiş ve paramparça edilmişti. İnsanlar heykelin parçalarını almıştı. Heykelin başı bizim büronun önüne getirilmişti, beş-altı kilometre taşınarak. (gülüyor)
Kentlerde, köylerde Devrimci Konseyler, fabrikalarda İşçi Konseyleri mantar gibi bitiyor, yeni siyasi partiler kuruluyordu. Beni en çok heyecanlandıran, ilgilendiren İşçi Konseyleri’ydi. 1956’nın bir devrim olduğunun kanıtı İşçi Konseyleri’ydi çünkü.
Ayaklanmanın başlangıç ânına dair neler hatırlıyorsunuz?
23 Ekim’in ikindi vaktinde ilk büyük gösteri başladı. Aslında yasal bir gösteriydi, Ernö Gerö (1898-1960) hükümeti önce izin vermişti, sonra içişleri bakanı geri adım attı, yasakladı. Ama yasağı kimse dinlemedi. Yüz binlerce kişi Petöfi Meydanı’ndan parlamentoya doğru yürüyüşe geçti. İlk sembolik işaret, Macar bayrağının ortasındaki kızıl yıldızlı armanın kesilip çıkarılmasıydı. 200 bin kişi mi, 300 bin mi, parlamentonun önünde toplandık. Unutmadığım bir andır: Tam Imre Nagy’nin (1896-1958) çıkıp konuşacağı balkonun önündeydim. Meclisin tepesindeki kızıl yıldızın ışığı yanıyordu. İşçi mahallesi olan Csepel’den gelen gençler yanımda slogan atmaya başladı: “Yıldızın ışığını kapat, yıldızın ışığını kapat…” Onlara dönüp dedim ki, “yıldızın nesi var?” Cevapları şuydu: “Onu Ruslar getirdi buraya.” “Peki” dedim, “o yıldızın neyin sembolü olduğunu biliyor musunuz? Uluslararası işçi sınıfının, beş kıtanın işçilerinin sembolü.” Kızıl yıldız hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. On dakika sonra, yıldızın ışığı kapatıldı. Csepelli işçi çocuklar benimle dalga geçme başladı, “e, ne diyorsun amca şimdi?” (gülüyor) Az sonra Imre Nagy parlamentonun önündeki yüz binlere hitap etmek üzere balkona çıktı. “Sizleri selamlıyorum yoldaşlar” diye başladı söze. “Yoldaş” kelimesi ağzından çıktığı anda ıslıklar başladı. Artık yoldaş yoktu. O güne kadar sokakta herkes birbirini yoldaş diye selamlardı, herkes yoldaştı. O 200-300 bin kişinin birkaç saat sonra devrimin başlayacağına dair en ufak bir öngörüleri, tahayyülleri yoktu.
Birkaç saat sonra ne oldu?
Nagy parlamento önünde toplanan kalabalığa konuşma yaparken, radyoda parti genel sekreteri Gerö’nün göstericileri karşı-devrimci olarak yaftalayan beyanatının yayınlandığı haberi geldi. Bunun üzerine kitlenin bir kısmı radyoevi binasına doğru yürüyüşe geçti. Radyoevi binasının önündeki gösteride öğrenciler –öğrenci komiteleri, başını Teknik Üniversite öğrencilerinin komitesi çekiyordu– 12 maddelik taleplerini okudular.
Neydi o talepler?
Parlamentoya yapılan yürüyüş öncesinde Petöfi Meydanı’nda okunan taleplerdi. Sovyet ordusunun Macaristan’dan çekilmesi, Imre Nagy’nin yeniden hükümet başına geçirilmesi, katılımcı bir yönetim, işçilerin fabrikalarda daha fazla söz sahibi olması, ücretlerin ve toplumsal refahın yükseltilmesi, Rusça eğitime son verilmesi… İşte o anda siyasi polis öğrencilere ateş açtı. Ve bu provokasyon bir iç savaşın başlamasına yol açtı. İsyancılar da silahlanmaya başladı. Silahlar iki kaynaktan geliyordu: Csepel ve Ujpest’teki silah fabrikalarındaki işçilerden ve kışladaki askerlerden. Ayrıca, Csepel ve Ujpest’teki silah fabrikalarındaki işçiler de silahlanarak göstericilerin yanında yer aldı. Ayaklanma Budapeşte’nin her tarafına yayıldı, Miskolc, Gyor, Szolnoc, Pecs, Debrecen gibi sanayi kentlerine de sirayet etti.
Petöfi Meydanı’na dönelim, 12 maddelik talep listesinin okunduğu âna. Öğrencilerden biri elinde Macar bayrağıyla şair Petöfi’nin heykeline tırmanıyor…
Biliyorum, oradaydım. (gülüyor) Ve meclise doğru yürümeye başladık. O yürüyüş esnasında, daha önce bahsettiğim gibi, bayraktan rejimi temsil eden simgeler kesiliyordu. Saat 15’ten 18’e kadar parlamentonun önündeydik.
Imre Nagy parlamentonun önündeki yüz binlere hitap etmek üzere balkona çıktı. “Sizleri selamlıyorum yoldaşlar” diye başladı söze. “Yoldaş” kelimesi ağzından çıktığı anda ıslıklar başladı. O güne kadar sokakta herkes birbirini yoldaş diye selamlardı. O 200-300 bin kişinin birkaç saat sonra devrimin başlayacağına dair en ufak bir öngörüleri, tahayyülleri yoktu.
Devrimin işaret fişeği Petöfi Meydanı’ndaki o sahne miydi?
Evet, fiziksel olarak öyle. Ama o ânın hazırlığı başka bir şey. Toplum için için kaynıyordu. Genel bir hareketlenme vardı, özellikle üniversitelerde. Petöfi meydanı bir buluşma yeriydi. Ayrıca, adını 1848 devriminin önde gelen simalarından şair Sándor Petöfi’den (1823-1849) alan Petöfi Çevresi diye bir oluşum vardı. Nisan 1956’da üniversite öğrencileri, entelektüeller, yazarlar, gazeteciler tarafından kurulmuştu, Yazarlar Sendikası’nın desteklediği, partinin resmî organı Genç Komünistler’in de içinde yer aldığı bir çevreydi. Çok kısa bir zaman içinde, Petöfi Çevresi’nin düzenlediği toplantılara binlerce insan katılmaya başladı. Bu toplantılarda rejim sert biçimde eleştiriliyor, başka türlü bir sosyalizm için ne yapılması gerektiği tartışılıyordu. Çok canlı, dinamik bir ortamdı. Sadece orada değil, çeşitli üniversitelerde tartışma kamusaldı ve kitleseldi. Hazırlanan 12 maddelik talep listesinin esin kaynağı 1848 devrimindeki 12 maddelik talep listesiydi. 1956 devrimi bir süreçti, ani bir patlama değildi. ‘56 yazında başlayıp büyüyen ve yoğunlaşan bir muhalefet dalgasıydı. Bütün bunların Stalin’in 1953’teki ölümünden sonra Sovyetler’deki ve onun uzantısı olarak Varşova Paktı ülkelerindeki vidaları gevşetme yaklaşımının sağladığı görece serbestlik ortamında olduğunu unutmayalım. 1956’ya giden yolda 1953 çok önemli bir dönüm noktası. Stalin’in ölümünden sonra, Macar Komünist Partisi’nin liderliğine “insan yüzlü sosyalizm” diyebileceğimiz bir çizgide olan Imre Nagy getirilmişti. Fakat çok geçmeden Stalinist Mátyás Rákosi (1892-1971) iktidarı aldı. Gevşeyen vidaları sıkmaya başladı. Ve bir “beyaz ayaklanma” vuku bulduğu takdirde ezileceğini ilan etti.
Ne zaman oldu bu?
‘56 Temmuz’unda. Çünkü bir şeylerin kaynadığını hissediyorlardı. 1953’te siyasi mahkûmlar serbest bırakılmıştı. Birçoğu komünistti. Artık kral çıplaktı. İnsanlar Stalin döneminin yargılamalarının ne olduğunu öğrenmişti. Arkadaşlarımızdan biri partinin resmi toplantılarının birinde, ‘56 Mayıs’ında, Rákosi’ye, “yoldaş Rákosi, istifa etmelisiniz” demişti. Böyle bir şey o güne kadar görülmüş, duyulmuş değildi. O arkadaşımız tutuklanmadı bile. Ama Rákosi ‘56 Temmuz’unda istifa etmek zorunda kaldı. Yerine gelen Ernö Gerö reformcu çizgiye taviz verilmeyeceğini ilan ederek işbaşı yaptı. Bütün bunlar giderek büyüyen muhalefet dalgasını simgeliyor. Ve 23 Ekim’deki o gösteriye yol açan havayı…
Aynı günlerde Polonya da kaynıyordu, Poznan’da, Gdansk’ta işçiler greve gitmişti.
Zaten 23 Ekim’deki gösteri Polonya’daki muhalefetle dayanışma amacıyla düzenlenmişti. Yürüyüşün ilk durağı Josef Bém heykeliydi –Bém, 1848 devriminde Macarlarla birlikte Avusturya monarşisine karşı savaşan ünlü bir Polonyalı general.
23 Ekim gecesine, Radyoevi’nin önüne dönelim. 12 maddelik talep listesini okuyan öğrencilere ateş açılmasından sonra neler oldu?
Gösteriler bir iç savaşa, rejime karşı silahlı bir ayaklanmaya dönüştü 23 Ekim gecesinde. Haber olağanüstü bir hızla yayıldı. Herkes her şeyi biliyordu. Ve daha o gece biz gazetemizin bürosunda devrimci konseyi kurmuştuk. Her şey çok hızlı cereyan etti, devrimci bir süreçte doğal olarak olacağı gibi. 24 Ekim sabahı Radyoevi devrimciler tarafından işgal edilmişti. Aynı gün Imre Nagy iktidara geldi. Parti taviz vermek zorunda kalmıştı. Bir önceki yılın nisan ayında tasfiye ettikleri adama, 18 ay sonra partiyi ve iktidarı teslim etmişlerdi. Unutmayın, her şey on gün içinde olup bitti. Hadiseler büyük bir hızla akıyordu. Nagy halkın silahları bırakması için çağrı yaptı, ama bir etkisi olmadı. Ertesi gün, 25 Ekim’de parlamentonun önünde büyük bir gösteri düzenlendi. Ve kalabalığa civardaki binalardan ateş açıldı. Hâlâ kimin yaptığı bilinmiyor. Onlarca insan hayatını kaybetti. Rejim bir direnç gösterdi, ancak genel olarak çökmüştü. Bu durum Sovyet ordusunun ikinci müdahalesini motive etti. O günlerin atmosferinin bir başka boyutunu imleyen dehşet verici bir örnek var. Partinin merkez komite binasının önünde insanlar toplanmıştı. Bazı devrimcilerin binada tutulduğuna dair söylenti yayıldı. Ve binaya saldırıldı, birçok insan öldürüldü, hemen orada asıldı. Onaylamak anlamında söylemiyorum elbette, böyle şeyler kaçınılmaz. Denetlenemeyen bir süreçte nefret dolu patolojik gruplar böyle noktalara gelebiliyor.
1956’ya giden yolda 1953 çok önemli bir dönüm noktası. Stalin’in ölümünden sonra, Macar Komünist Partisi’nin liderliğine “insan yüzlü sosyalizm” diyebileceğimiz bir çizgide olan Imre Nagy getirilmişti. Fakat çok geçmeden Stalinist Mátyás Rákosi iktidarı aldı. Gevşeyen vidaları sıkmaya başladı.
Kimdi o asılanlar?
Parti yetkilileri… Karmaşık bir durum aslında: Asılanlar rejimin icraatlarından sorumlu tutulabilecek düzeyde, unvanda, rütbede kişiler değildi. Muhtemelen masum insanlardı. Fakat üzerlerinde siyasi polis üniforması vardı. Birçoğu çarçabuk üniformalarını çıkarıp attı, ama o kadar hızlı davranamayanlar da vardı. Siyasi polis mensupları ordudaki askerler gibi mecburî hizmet yapan insanlardı. Orada olmayı seçmemişlerdi, oraya gönderilmişlerdi. Bazı durumlarda üniforma ve üniforma işaretleri cinayetleri motive etti. Sosyal infilak anlarında insanlar böyle davranabiliyor.
İki Sovyet müdahalesinden söz ettiniz. Aralarında nasıl bir fark vardı?
İlki 25 Ekim’deydi. Budapeşte civarındaki birlikler harekete geçti. İnsanlar tankların önünde durdular, üstüne oturdular. Sovyet askerleri tankların içindeydi. Budapeşte başta olmak üzere, birçok şehirde işçiler ve öğrenciler tren vagonlarından ve varillerden barikatlar kurmuştu. Sovyet tanklarının müdahalesi ayaklanmayı bastıramadı. Nagy hükümeti Sovyetler’le bir anlaşma yaptı, Sovyet ordusu başkentten çekilecekti. Nitekim öyle oldu. Budapeşte’yi terk ettiler. 2 Kasım itibarıyla Sovyetler’den özgürleşmiş olmaktan ötürü mutluyduk. Sonra haber aldık ki, sınırdan yeni birlikler geliyor. Macaristan’daki birlikler Sovyet yöneticilerinin gözünde güvenilmez unsurlardı. Hükümet heyeti Sovyetler’le masaya oturup Sovyet birliklerinin nihai çekilmesi üzerine müzakere etmeye gittiklerinde tutuklandı. Ve 4 Kasım’da ikinci müdahale başladı. Sabaha karşı…
Adını “Kasırga operasyonu” koymuşlar. Varşova Paktı ülkelerinin askerlerinden oluşan bir karma ordu, 80 bin asker…
İkinci müdahale gerçek bir savaştı. İlkinde, gençler molotof kokteyli atıyordu tanklara, tanklar da ateş ederek karşılık veriyordu. Fakat sokaklarda asker yoktu, tanklar vardı esasen. Bir şişeye benzin ve bez koyup ateşleyip tanklara fırlatılıyordu. Ya da sokaklara ip geriliyor, ipin üstüne benzin dolu şişeler asılıyordu. Tanklar gelirken o şişelere ateş ediliyordu. Böyle bir sürü teknik vardı. Ve bunların birçoğunu insanlar Sovyetler’in partizan direnişleri filmlerinde görüp öğrenmişti. (gülüyor) Askerlik zorunluydu ve üç yıldı. Dolayısıyla askeri eğitim almış insanlardık. (gülüyor) Tabii bütün bunların bumerang gibi kendilerine döneceğini düşünmemişlerdi. İkinci müdahale basbayağı bir savaştı. Ve tabii ki yine direniş oldu.
“Direniş kahramanca olmuş” diyor Gabriel Garcia Marquez Doğu Avrupa’ya Yolculuk kitabında. “Gençler tankların üstüne tırmanıp alevler içindeki benzin şişelerini içeri atıyorlarmış.”
Evet, direniş kahramancaydı, ama o askerî güce karşı yapabilecek pek bir şey yoktu. Önce tanklar iki koldan girdiler şehre, arkasından zırhlı birlikler. Top ve tank atışlarıyla inliyordu ortalık. Havadan bombalar cabası…
Nagy hükümeti Sovyetler’le bir anlaşma yaptı, Sovyet ordusu Budapeşte’yi terk etti. 2 Kasım itibarıyla Sovyetler’den özgürleşmiş olmaktan ötürü mutluyduk. Sonra haber aldık ki, sınırdan yeni birlikler geliyor. Hükümet heyeti Sovyetler’le masaya oturup Sovyet birliklerinin nihai çekilmesi üzerine müzakere etmeye gittiklerinde tutuklandı.
Marquez şöyle diyor: “5 Kasım sabahı şafak vakti yerle bir edilmiş bir şehirle karşılaşılmış.” Ve rakamlar veriyor: “Beş bin ölü, 20 bin yaralı.” Ardından ekliyor: “Tahribatın boyutları kurbanların sayısının çok daha yüksek olduğunu akla getiriyordu. Sovyetler Birliği kendi kayıplarının sayısını vermemişti…” Çeşitli kaynaklar o sayının 700 civarında olduğunu belirtiyor.
Rakamları bilemiyorum, farkı kaynaklar farklı rakamlar telaffuz ediyor. Her halükârda büyük bir katliam söz konusu. “Şehrin yerle bir edilmesi” çok doğru bir ifade, mecaz değil. Hiç ayırım yapılmadan bütün binalar top ateşine tutuldu. 4 Kasım sabahı, saat 8’e doğru direniş neredeyse tamamen kırılmıştı. Neredeyse diyorum, çünkü bazı bölgelerde direniş çok zayıflamış da olsa sürdürüldü. 10 Kasım’a, direnişin son kalesi Csepel teslim bayrağını çekene kadar. Bir rakam da ben vereyim. İnsanlar Avusturya sınırına akın etti, 150-200 bin kişi bir hafta içinde ülkeyi terketti. Bu, yakın tarihin en büyük iltica dalgalarından biri. Enteresan bir anekdot nakledeyim: İkinci müdahale için gelen askerler Süveyş’te, Mısır’da –o günlerde Süveyş Kanalı krizi vardı– ya da Berlin’de olduklarını sanıyorlardı. Anlaşılan onlara –en azından bir kısmına– öyle söylenmiş. (gülüyor)
Marquez’den devam edelim. Ayaklanmadan 10 ay sonra gittiği Macaristan’da korku içinde, suskunluğa gömülmüş bir toplumla karşılaştığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: “İnsanlar sustukları zaman ne düşündüklerini anlamak için tuvaletlere girmek gerekir. Aradığımı orada buldum. Pornografik çizimlerin arasındaki protesto yazıları Macaristan’daki durum hakkında değerli bir tanıklık oluşturuyor: ‘Halk katili Kádár’, ‘Hain Kádár’, ‘Rusların av köpeği Kádár’.” Kádár ‘56’da ve sonrasında nasıl bir rol oynadı?
Janós Kádár (1912-1989) Nagy hükümetinin bakanıydı. Ayaklanma başladığında ortadan kayboldu. Ya Sovyet elçiliğine kaçırıldı ya kendisi gitti, hâlâ bilinmiyor. Ve akabinde Moskova’ya götürüldü. Bir alternatif olarak geri döndü! Kádár Stalinist Rákosi döneminde hapisteydi, bu bakımdan ideal bir alternatifti. 1950’lerin başında bir dizi klasik “Moskova duruşmaları” oldu. Bu mahkemeler Macaristan’daki Sovyet danışmanlar ve Macar siyasi polisi tarafından dizayn edildi. O dönemde Rákosi iktidarda. Ve Kádár hain olarak damgalanıp hapsi boyluyor. Rákosi hükümetinde bir dönem İçişleri Bakanı’ydı. “Tito’cu casus” olarak yaftalanan Lázló Rajk (1909-1949, 1946-48 arasında İçişleri Bakanı, 1948-49 arasında Dışişleri Bakanı) Kádár’ın İçişleri Bakanı olduğu dönemde infaz edildi. Kádár’ın Rajk’ı casusluk yaptığını kabullenmesi için ikna etmeye çalıştığı görüşmenin ses kaydı var. Rajk casusluk suçlamasını reddediyor, böylece ölüm hükmünü imzalıyor. Ve çok acı bir ironi: Son nefesini vermeden önce “Yaşasın Sovyet Komünist Partisi” diye slogan atıyor. Yani Kádár, Rajk’a yapılan Sovyet manipülasyonunun parçasıydı. Sonra aynı tuzağa kendisi düştü. Çünkü Rákosi bütün yerli komünist liderleri elimine etmek istiyor, sadece Moskova yanlılarını güvenilir buluyordu. Kádár, tıpkı Rajk gibi, kurmaca dosyalarla suçlu ilan edildi, hapse kondu, işkenceye uğradı. Fakat 1953’ten sonra, bütün bu mahkemeler revize edildi, “karşı devrim işbirlikçisi” olarak damgalananların itibarları iade edildi. Ve Kádár partiye geri döndü. Rákosi ise ihraç edildi. Gerö, İspanya savaşında anarşistleri katleden Gerö, partinin liderliğine getirildi. Bunlar Moskova tarafından alınan kararlardı. Kádár ‘56 devrimi öncesinde bir tür kült figürdü, Stalinizmin, ‘53 öncesinin mağduru, demokratik sosyalizm yanlısı! Ve Nagy hükümetinde bakan oldu. ‘56 ayaklanmasında ortadan kayboldu, soluğu Mokova’da aldı ve 10 Kasım’da Macaristan’a döndü. Ayağının tozuyla bir radyo konuşması yaptı, artık iplerin kendisinde olduğunu ilan etti. Sonra yaptıklarını, nasıl bir rol oynadığını Marquez’in naklettiği grafitiler özetliyor.
Imre Nagy nasıl biriydi size göre?
Çok ilginç bir kişilikti. Genç bir köylü, sonra işçileşiyor. 1915’te, Rusya’ya savaş esiri. Komünist oluyor, Kızıl Ordu’ya katılıyor. II. Dünya Savaşı sırasında Macaristan’a yapılan radyo yayınının editörü. 1945’te tarım bakanı oluyor, çok radikal bir toprak reformuna öncülük ediyor. Yoksul köylüler onun döneminde toprak sahibi oluyor. 1953-1955 döneminde başkanlığa getiriyor. Bir yandan çok Moskovacı, ama söylemiyle –ve şivesiyle– kültürel bir Macar kimliği var. 1953’te yaptığı bir konuşmada, eğitim üzerine konuşurken öğrencilerden “küçük Macarlar” diye söz etmesi herkesi şaşırtıyor ve o ifadesi iz bırakıyor.
‘56 ayaklanmasının talepleri arasında özel mülkiyet rejimiyle, piyasa ekonomisiyle ilgili tek bir madde yoktu. ‘56 ayaklanması ‘68 Prag Baharı’nın sloganı olan “insan yüzlü sosyalizm” talebiydi. Ve bu yukarıdan aşağıya bahşedilecek bir sosyalizm değil, aşağıdan yukarıya kurulacak bir sosyalizmdi. İşçi Konseyleri’nin mantar gibi bitmesi bu yüzdendi.
Ulusal kimliğin altını çizdiği için mi?
Evet. Ayrıca, “Yeni Yol” adını verdiği politika nedeniyle şimşekleri üzerine çekti ve neticede yerini Rákosi’ye bırakmak zorunda kaldı, partideki bütün ünvanları elinden alınarak tasfiye edildi. ‘56 devrimi esnasında kamuoyunun baskısı nedeniyle parti tarafından göreve çağrıldı, 24 Ekim’de başkanlığı üstlendi.
23 Ekim’deki konuşmasında ne demişti, “yoldaşlar” diye hitap ettiği için ıslıklandığı konuşmasında?
Yasallığı geri getireceğini, saf bir sosyalizmi kuracağını, bürokratik yozlaşmaya son vereceğini söyledi. Ve alternatif bir sosyalizm sözü verdi. Çok partili bir siyasal sisteme yöneldi. Geçmişteki siyasi partiler canlanarak iktidara ortak oldu ve Nagy esasen bir koalisyon hükümeti kurdu. 1 Kasım’da, Macaristan’ın Varşova Paktı’ndan ayrılacağını ilan etti. BM’ye başvurarak büyük devletlerin Macaristan’ı korumasını ve bağımsız bir devlet olarak tanımasını istedi. Üç gün sonra, ikinci Sovyet müdahalesinde, Yugoslavya büyükelçiliğine sığındı. Kádár’ın kendisine güvence vermesi üzerine, 22 Kasım’da büyükelçiliği terk ederken tutuklandı ve Romanya’ya sürgün edildi. 1958’de Macaristan’a iade edildi, “vatana ihanet” suçuyla yargılandı. Mahkemede kahramanca bir tavır sergiledi. Özeleştiri yapması teklifini reddetti. Ölüm cezasına çarptırıldı ve asıldı. Macaristan’ın komünizm tarihindeki en trajik öykülerden biridir Nagy’ninki.
‘56 öncesinde ve sonrasında ve yargılanırken de hep Marksist olduğunu, Stalinizmin dogmatizmine karşı olduğunu, Marksizmin “statik kalamayacak bir bilim” olduğunu söylediği biliniyor.
Nagy’nin pozisyonunun özeti “alternatif sosyalizm”di. Sovyetler’de Lenin döneminde başlayan, Stalin tarafından son verilen NEP politikalarına yakın bir ekonomi anlayışı vardı. Küçük toprak sahiplerine özel mülkiyet hakkı tanınmasından yanaydı. Siyasal olarak da çoğulculuk taraftarıydı.
Bugün, 1956’nın 60. yıldönümünde, o 12 günlük devrimin bıraktığı miras ne?
Liberallere sorarsanız özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi! Evet, bugünlerde 60. yıldönümü dolayısıyla ‘56’ya övgüler düzülüyor, bugünkü “özgürlüğü” ‘56’ya borçlu olduğumuz büyük bir koro tarafından söyleniyor. Ama ‘56 ayaklanmasının talepleri arasında özel mülkiyet rejimiyle, piyasa ekonomisiyle ilgili tek bir madde yoktu. ’56 ayaklanması ‘68 Prag Baharı’nın sloganı olan “insan yüzlü sosyalizm” talebiydi. Ve bu yukarıdan aşağıya bahşedilecek bir sosyalizm değil, aşağıdan yukarıya kurulacak bir sosyalizmdi. İşçi Konseyleri’nin mantar gibi bitmesi bu yüzdendi. Bugün tabii 60. yıldönümü anmalarında ne sosyalizmin adı anılıyor ne de İşçi Konseyleri’nin. Ve başımızda Orban var, sizin Erdoğan’ın ikizi. (gülüyor)
Express, sayı 146, Kasım 2016