KORONA GÜNLERİNDE İŞÇİLER VE SENDİKALAR

Söyleşi: Bekir Avcı
12 Nisan 2020
SATIRBAŞLARI

“İşçi çıkarmak üç ay yasaklanıyor.” Yeni torba yasa böyle parlatılıyor. Halbuki aslı astarı bambaşka. Ücretsiz iznin önünü açıyor, işvereni koruyup kolluyor, işçiye aba altından sopa gösteriyor. Peki, sendikalar bu kritik süreçte nasıl bir tutum alıyor, işçilerin seçenekleri neler? Umut-Sen örgütlenme koordinatörü Başaran Aksu’ya bağlanıyoruz.

 

Medyada “İşçi çıkarmak yasaklanıyor” diye haberleştirilen torba yasa teklifini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başaran Aksu: Daha önceki arabuluculuk yasası, işsizlik fonunun işverenlere aktarılması ve zorunlu bireysel emekliliğin ikinci bir emeklilik gibi sunulmasına benzer biçimde, ideolojik bir propaganda devrede. Bu yöntemle bir kamuoyu hazırlama gayreti var. Sanki işçi sınıfının, emekçilerin çıkarına bir şey yapılıyormuş gibi bir algı oluşturuyorlar. Bu, propaganda tekniğiyle yukarıdan aşağıya doğru yürütülen bir süreç.
Altmış küsur yasa teklifinin yer aldığı taslakta iki madde [4. ve 5. maddeler] bu konuları kapsıyor. İşverenlere “Kısa çalışmaya başvurmak zorunda değilsin” deniyor. Oysa zaten kısa çalışma ödeneğinden yararlanan işveren, bu ödenek üzerinden ücretini ödediği işçiyi işten atamıyor. O da günlük 39 lira 24 kuruştan ayda 1170 lira ediyor. Burada yaptıkları şey, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) uzun süredir zorladığı ücretsiz izin konusunu bunun içine yerleştirmiş olmaları.
Aslında işverenlere işçiyi ücretsiz izne çıkarmayı teklif eden bir düzenleme ortaya kondu. Bunu da “İşten çıkarmalar yasaklanıyor” propagandasıyla yapıyorlar. İlkin, 8 Nisan’daki yayınında Fox TV’de gazeteci Fatih Portakal “İşçi çıkarmak yasak” diyerek, “DİSK’in, Arzu Çerkezoğlu’nun yoğun çabalarıyla yasak geldi” diyerek haberi duyurdu. DİSK yöneticileri de Portakal’ın bu sunuşunun üzerine atladı. “Aa, bizim sayemizde böyle bir kazanım oldu” gibi bir yanılgının içine düştüler. Ertesi gün bunu toparlamaya çalıştılar. 

İşten çıkarma kesinlikle yasaklanmıyor. Yasa teklifinde 25/2 korunuyor. “İşten çıkarmalar yasaklandı” diyen herkes, doğrudan, bu yasayı hazırlayan iktidarın yaratmak istediği tabloya bir fırça da kendisi atıyor. 25/2’nin içeriği çok açık. Zaten normalde de işverenler işçileri bu maddeden işten atıyor. Atılan her beş işçinin dördü bu maddeden atılıyor.

Torba yasa teklifi işçiyi nasıl bir baskı altına alıyor, işverene hangi imkânları sunuyor?

Kanunda eskiden işçinin oluru da alınmak zorundaydı. Şimdi bu zorunluluk kalkıyor. Yani, işveren işçiye, “Sizi ücretsiz izne çıkarıyorum” dediğinde işçi buna uymakla mükellef hale getiriliyor. İşçinin varlığı ve fonksiyonu önemsizleştiriliyor. İkinci bir nokta da şu: İşten çıkarma kesinlikle yasaklanmıyor. Olağanüstü Hal (OHAL) kanunundan da biliyoruz. Kanunun 11. maddesinin “n” bendi, “İşten çıkarmayı yasaklıyoruz” diyor. Fakat o da İş Kanunu’nun 25/2 maddesine kendisini bağlıyor. Buna göre, işçi kıdem ve ihbar tazminatı verilmeden, işsizlik maaşından yararlanamayacak bir şekilde işten atılabiliyordu. O dönemde yüzbinlerce işçi 25/2’den atıldı. Bu işçiler hiçbir haklarını alamadılar. Bu yasa teklifinde de 25/2 korunuyor. Dolayısıyla, “İşten çıkarmalar yasaklandı” diyen herkes doğrudan, bu yasayı hazırlayan iktidarın yaratmak istediği tabloya bir fırça da kendisi atıyor. Bu da işçilerin, işçi sınıfının aleyhine bir tutum alındığı anlamına geliyor.
Dediğim gibi, kesinlikle işten çıkarma yasaklanmış değil. 25/2’nin içeriği çok açık. Zaten normalde de işverenler işçileri bu maddeden işten atıyor. Atılan her beş işçinin dördü bu maddeden atılıyor. Sendikal örgütlenme mi yapıyor işçi, iş sağlığı ve iş güvenliği kurallarının uygulanmasını mı talep ediyor, arkadaşına iş yerinde yapılan haksızlığa mı itiraz ediyor, mesleği olmayan işlere yönlendirilmesine mi karşı çıkıyor; bu durumlarda işçiyi “iyi niyet ve ahlâk kurallarına aykırı davranmak, çalışma barışını bozmak ve kargaşa yaratmak”tan, yani 25/2’nin içerdiği maddelerden işten atmak mümkün oluyor. Özetle, teklifte işverenlerin çıkarına olan şeyler var, ama işçilerin lehine hiçbir şey yok.

Ayrıca, söz konusu düzenleme yasalaştığı andan itibaren geçerli olacak. Bu da önden patrona, “Yürürlükten önce işçiyi at” mı demek?

İşveren 25/2’yi öncesinde de kullandı. “Evde kal” çağrılarının başladığı 11 Mart’tan bugüne kadar işten çıkarılan işçi sayısı yüzbinleri aştı. Üretimi durduran işletmelerin yarıdan fazlası işçileri tatil hakları olan senelik izinlerini kullandırmak üzere izne çıkardılar. Sadece yüzde 10’luk bölümü idari izinle, yani işverenin karşıladığı izinle işçilerin işe gelmemelerini talep etti. Toplam çalışan işçi sayısının yüzde 20’lerine tekabül eder evde kalanlar, yüzde 80’i çalışmaya devam ettirildi.

Evde kal” çağrılarının başladığı 11 Mart’tan bugüne, işten çıkarılan işçi sayısı yüzbinleri aştı. Üretimi durduran işletmelerin yarıdan fazlası, işçileri tatil hakları olan senelik izinlerini kullandırmak üzere izne çıkardı. Toplam işçi sayısının yüzde 20’lerine tekabül eder evde kalanlar, yüzde 80’i çalışmaya devam ettirildi.

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) ve Memur Sendikaları Konfederasyonu’nun (Memur-Sen) içinde olduğu, aralarında sermayedar derneklerinin de bulunduğu mekanizmalar devreye girip yaptıkları ortak açıklama ve çağrılarla işveren örgütlerine seslendiler. Bu çağrıda üretimi durduran ya da azaltan firmalara, “Biz hallettik, iktidarla bu meseleyi çözdük, mutlaka hepiniz başvurun, kısa çalışmadan yararlanın. Üretimi durduranlar üretime başlasın, azaltanlar normale dönsün” dendi. Erdoğan’ın deyişiyle “çarkların döndürülmesini” istediler. Ve bunu sağladılar.

Yani torba yasa “üretimin ve ihracatın devamı en önemli önceliğimiz” diyen Erdoğan’ın talimatı ve arzusuna da uygun mu bu haliyle?

Tabii ki. Türkiye emperyal üretim zincirinin önemli bir parçası. Az önce bahsettiğim çağrıcı 33 sendika ve sermaye kuruluşu arasında yabancı sermayedarların dernekleri de var. İçeriden “millici” bir ton da katarak “Eğer bu dönem üretime devam edersek, salgın sonrası yeni bir dünya kurulacak, o dünya içinde biz daha inisiyatifli bir hale gelebiliriz” gibi bir algıyı canlı tutmak istiyorlar. Bunu da Osmanlıcılık düsturuyla yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Suriye’den, Irak’tan, Somali’den, Makedonya, Balkanlar ya da Kafkasya’daki arayışlarından görebiliyoruz. Sermayenin yayılma arzularından bunu anlayabiliyoruz. İster yardım, ister yatırım olsun, bu arayışın temel motivasyonu yine küresel, emperyal zincirin talepleri doğrultusunda.


Teklifin 5. maddesinde, eğer tedavi edilemeyecek bir hastalığa yakalanmışsa ve işyerinde çalışmasında sakınca varsa, işçinin işten çıkarılabileceği yer alıyor. Korona günlerinde bu maddenin korunmuş olmasına ne diyorsunuz?

Hukukçular şimdilerde tartışıyor. “Buradaki her ölüm, her hastalık iş kazası niteliğindedir. Dolayısıyla, bunun maliyetini işveren üstlenmelidir” diyenler var. TİSK’e, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne (TOBB) ait bir metin olmasının anlamı bu zaten. Burada işverenlere maliyet yükleyecek her unsurun tırpanlanmasına dönük bir çaba var. Ama işçi konfederasyonları da bunun halkla ilişkiler, propaganda, ikna faaliyeti görevini üstlendi. Tıpkı arabuluculuk ve diğer işçi aleyhine yasalar döneminde olduğu gibi, sanki işçi için olumlu bir şey yapılıyormuşçasına bir algı oluşturarak işverenlerin gelecekteki olası maliyetlerini ortadan kaldıracak bir yaklaşım söz konusu.

Lütfen işçi çıkarmayın” diyen Türk-İş’ten “çalışmama hakkını kullanmak”tan bahseden DİSK’e, sendikal tutumu nasıl yorumluyorsunuz?

Türkiye’deki sendikalar sendikal emperyalizmin birer parçası. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) zincirinin halkalarılar. Bu nedenle Hak-İş ve Türk-İş yukarıdan gelen tembihlerle ortak pratikler sergiliyor, ortak açıklamalar yapıyor, ortak eylem ve davranışlar sergiliyor. Tabii bu, kafaya silah dayayarak değil motivasyonla oluyor. Sendikal bürokrasi eğitimden geçirilerek, onlara şirket ideolojisi benimsetilerek yapılıyor bütün bunlar.

Solun ve işçilerin beklentisi işçi konfederasyonlarının genel grev demesi, üretimi durdurması ya da çalışmama hakkını kullanmadır. Evet, bunu demeye çalışana bedel ödetirler. Ama bedel ödemeyi göze alacak bir önderlik ve yapılanma da sendikal konfederasyonlar içinde ne yazık ki yok.

Dikkat edilirse, DİSK’in yakınması da Saray’da yapılan ve sonra işverene kalkan paketi olarak açıklanan o program içinde “biz niye yokuz” diyeydi. Sonra Türk-İş ve Hak-İş’le beraber üçlü bir danışma kurulu önerildi. DİSK “Biz de önemli bir toplumsal fonksiyon yerine getiriyoruz, ama bize gereken özen gösterilmiyor” serzenişiyle buralarda olmak istiyor.
Üç konfederasyonun, yukarıdan aşağı tembihler ve ödünlerle yürüttüğü bu süreç sermayenin tavrının dışında, bağımsız bir davranışa sahip değil ne yazık ki. İşçi sınıfının bağımsız davranışını bu üç konfederasyondan görmüyoruz. Zaten Hak-İş ve Türk-İş’ten böyle bir şey beklemek mümkün değil. Ama DİSK’in de devletten bağımsız bir davranış sergilemesi zor.
DİSK  İş Kanunu ve İş Güvenliği Kanunu’nun 13. maddesindeki çalışmama hakkına atıfla “48 saat uyarı” dedi, evet. Bunu da basın bütün gün paylaştı. DİSK’in sosyal medya hesapları da bu algının toplumda oluşmasına yönelik paylaşımlarda bulundu. Sonraysa ses çıkmadı. Ve daha sonra, “Biz aslında öyle demedik. Devlete, ‘48 saat salgının yayılmasını önlemekte önemli, üretimi durdur’ dedik” diye açıklama yaparak milletin aklıyla dalga geçtiler. E, siz kendi hesaplarınızdan paylaştınız bunu. “Biz aslında öyle demedik” demek ne demek? Dolayısıyla, bu da DİSK’in işçilerde oluşturmuş olduğu kanaati aşındıran bir sonuç biriktirmiş oluyor.
Solun ve işçilerin beklentisi işçi konfederasyonlarının genel grev demesi, üretimi durdurması ya da çalışmama hakkını kullanmadır. Evet, bunu demeye çalışana bedel ödetirler. Ama bedel ödemeyi göze alacak bir önderlik ve yapılanma da sendikal konfederasyonlar içinde ne yazık ki yok. DİSK’te bağımsız davranan üç-dört, Türk-İş’te ise iki-üç sendika var. Birkaç bağımsız sendika daha mevcut, ama onlar da zayıf. Henüz gündemi belirleyebilecek bir özelliğe sahip değiller.
Bu olağanüstü dönemde zaten İş Kanunu ve İş Güvenliği Kanunu’nun 13. maddesinde olan fiziken çalışmama hakkını bile kullanamayacak çaresizlik içindeyken, işçi sınıfının tarihinden gelen işgal, grev ve direnişe işaret edemezsin. DİSK şunu diyebilirdi: “Ey işçiler, biz buradayız. DİSK olarak bütün olanaklarımız, paramız, pulumuz, varlığımızla buradayız. Ölümle burun burunasınız, çalışmayın. Hangi gerekçeyle durdurursanız durdurun, ama üretimi durdurun. Türkiye’nin neresinde üretimi durdurursanız yanınızda olacağız, fiziken de hukuken de sizi koruyacağız. Boynunuzun bükülmesine, çıkarlarınızın zedelenmesine asla müsaade etmeyeceğiz.” Ama DİSK bu çağrıyı yapma kudretine ve bağımsızlığına ne yazık ki sahip değil. O yüzden bu yapıların güçlendirilmesi değil, uzun vadede yeniden kurulması ya da dağıtılması lâzım.

Ne zaman fiili olarak yerel düzeyde üretim durdurma pratikleri inşa olur, o zaman genel grev de ülke düzeyinde somut bir gerçeklik halini alır. Bu sendikaların çağrısıyla genel grev yapılamaz. Birtakım talep listeleriyle de bu işin karşısında durmak mümkün değil. Ancak ve ancak işçilerin üretimi durdurmayı tartışmasıyla mümkün olur.

Bu, sendikal konfederasyonların suçu değil; solun giderek daha çok orta sınıf bir hüviyete sahip çıkması ve bu hüviyetle barışması, onun kültürel kodlarıyla davranmasıyla ilgili. Sınıfsal olarak bu konfederasyonlar artık “mavi yakalı”nın kaygılarını dile getiren ya da bununla ilgili mücadele eden zeminler olmaktan çıkarılmış durumda. Bunu, biri siyasal ve ideolojik içerimler, bir diğeri de mali içerimler olmak üzere iki nedenle yapıyorlar. Mesela DİSK Genel-İş, “Üretimi durduruyorum” dese, Genel-İş yönetimini toptan görevden alırlar. Onlar da 25’er bin lira maaş ve bir sürü mali olanaktan olur. Bunu yaparlar mı, yapmazlar. Hak-İş ve Türk-İş’te daha korkunç rakam ve çıkarlar söz konusu. Onlar da o koltuklara sahip oldukları için koltuklarını korumanın yollarını arıyorlar. Bu tablo değişmez.

Tablonun değişmesinin koşulu ne? Böylesi ölümcül bir salgın döneminde dahi genel grev örgütlemek bu denli zorsa, ne yapmalı?

Bu tablonun değişmesi işçilerin eylemine, onların havza düzeyindeki eylemleriyle birbirlerini etkileyebilecekleri süreçlere bağlı. Ne zaman fiili olarak yerel düzeyde üretim durdurma pratikleri inşa olur, o zaman genel grev de ülke düzeyinde somut bir gerçeklik halini alır. Bu sendikaların çağrısıyla genel grev yapılamaz. Birtakım talep listeleriyle de bu işin karşısında durmak mümkün değil. Ancak ve ancak işçilerin üretimi durdurmayı tartışmasıyla mümkün olur.

İşçiler bunu nasıl bir örgütlülükle yapacak?

İşçiler arasında bağlar, ilişkiler, ağlar var. Eğer bir havzadaysa işçiler, bu bölgede toplu üretimi durdurmayı tartışmaları lâzım. İster İş Kanunu’nun maddelerine dayandırarak, ister dayandırmayarak –bu kritik bir şey değil, çünkü olağanüstü bir dönemde olağan yasalara vurgu yaparak bir eylem mümkün değil. İşgal, grev ve direniş işçi sınıfının tarihinden geliyor. Bu dönemde mevcut yasalara atıfta bulunmak yerine yeni yasalar dayatmak gerekiyor. Çünkü burjuva sınıfı öyle davranıyor, işçi sınıfına yeni yasalar dayatıyor. Olağanüstü dönemde olağan davranış ve olağan yasa önerileri değil, olağanüstü davranış ve yasa yaratacak eylemlilikler lâzım. Bizim maden ve enerji havzalarına, Kütahya’ya da Antep’e de, Urfa’ya da Edirne’ye de önerdiğimiz şey bu. “Başka çareniz yok, öleceksiniz” diyoruz.

Bu dönemde mevcut yasalara atıfta bulunmak yerine yeni yasalar dayatmak gerekiyor. Çünkü burjuva sınıfı öyle davranıyor, işçi sınıfına yeni yasalar dayatıyor. Olağanüstü dönemde olağan davranış ve olağan yasa önerileri değil, olağanüstü davranış ve yasa yaratacak eylemlilikler lâzım.

Devlet otuz-kırk kişiyi bastırmaya çalışır, ama iki bin kişinin üretimi durdurduğu yerde onu tanımak zorunda kalır ve yargılayamaz. Bunlar büyük rakamlardır, yerelin tüm toplumsal dokusunu da kendi içinde taşır. O iki bin kişinin bölgede hegemonyası vardır. Devlet de herkese davrandığı gibi davranamaz, onun karşısında durmaktan çekinir. Devletin davranışı tipik bir sınıf davranışıdır. Burjuvaların çıkarlarını alenen seslendirme, dillendirme davranışıdır. Ama eğer işçinin gücü devreye girerse devlet tarafsız davranmak zorunda kalacaktır.
Ayrıca bir not: Sermaye sınıfı, burjuva karşıtlığı söylemi solda yaygınlaşıyor, ama sanki sermaye ve burjuva sınıfı dediğimiz şeyin kendisi devlet aygıtından bağımsızmış gibi konuşuluyor. Grev yasağı sırasında Hacı Sabancı’yı karşında göremezsin. O evinde spor yapacaktır. Dolayısıyla, sermaye devletine karşı bir mücadeleden insanları kaçırmaya çalışan çıplak bir burjuva söylemi sakıncalıdır, tehlikelidir. Bu sınıflar devletle, siyasal partiler ve uzmanların yardımıyla, güncel pratiklerini ortaya koyar. Mücadele, bunların hepsine karşı nitelikli bir mücadele olarak gündeme getirilmek zorundadır. Bu kısım önemli, çünkü bu, solun bağımsızlığını ya da eksenini kaybetmiş kesimi tarafından bilinçli olarak yaygınlaştırılıyor.
Bu salgının bedeli, bütün maliyeti bu holdinglerden tahsil edilmelidir. Onlardan alınarak halka aktarılmalıdır. Bunun ötesi, şu an yasa teklifiyle yapılan şeydir: işçilerin ve halkın birikimlerini tekrardan patrona aktarmak. Kırk yıldır işleyen mekanizmayı yeniden çalıştıran ve bunu seçenekmiş gibi sunan bir yaklaşım var.

Korona dönemi sonrası için nasıl bir deneyim birikiyor?

İlginç, özgün ve olağanüstü bir deneyim oluyor. Sendikaların hali, siyasi partilerin durumu açıktan tartışılıyor. Burada topu AKP’ye atmak da bir şey değil. Evet, AKP yönetemiyor; sorumsuz, kabiliyetsiz ve ciddiyetsiz. Ama muhalefet de çaresizlik içinde bir görünüm ortaya koyuyor. İşçiler, halk tüm bunları deneyimliyor. Tabii ki bunun özgün sonuçları olacaktır. Bütün dünya açısından bu böyle. Keynesçilik tartışılıyor, kamuculuk tartışması var, sosyal devlet gibi ara yol arayışları sürüyor. Bir yandan, bu dönemin daha devrimci imkânları da gündemde, bu düzenden kurtuluşun imkânları da tartışılıyor.

^