Öznenin çoğul, akışkan ve farklı rollere büründüğü, içinde birden çok ben’i barındıran işleriyle tanınan İz Öztat, Askıda sergisi ile baskı altında yaşamanın koşullarını, itaat ve rıza mekanizmalarını, tahakkümle baş etme yöntemlerini araştırıyor. 6 Eylül’de Pi ArtWorks İstanbul’da açılan sergi 2 Kasım’a kadar görülebilir, 1 Kasım’da da galeride bir söyleşi düzenlenecek. Sanatçının alteregosu Zişan’ı da konuk eden Askıda’yı İz Öztat’tan dinliyoruz, Express’in Güz 2019 sayısından naklen…
Askıda için paylaşılan metinde kamusal alandaki baskıyı tartışmaya açmak istediğini söylüyorsun. Tartışmayı başlatma ihtiyacını hissettiğin ilk an neydi?
İz Öztat: 2016’da Maçka Sanat Galerisi’nin arşivinde çalışarak bir sergi yapmak için davet edildim. Arşivdeki belgeler arasında, 1974’ten beri yapılan, genç sanatçıların bir önceki kuşak tarafından neredeyse sorguya çekildiği hissini uyandıran konuşmaların ses kayıtları da vardı. Bir yandan arkadaşlarımın da sorgulandığı bir zamandı. Maçka Sanat Galerisi’ne en az 45 dakika süreyle kendi istedikleri şekilde beni sorgulamaları için aralarında sanatçı, eleştirmen, küratör, ustalarım, hocalarım ve arkadaşlarımın olduğu yirmi kişiyi davet ettim ve bu sorgulamaların ses kaydını aldık. Soruları soran kişilerin anonim olduğu ses kayıtları Maçka Sanat Galerisi’nde sergilendi. Yöneltilen sorulardan biri “Direnebilen bir beden şiddete maruz kalmayı göze almış bir beden midir?” idi. O dönemde, şiddete maruz kalınca direnemeyen bir beden olduğumu kabul etmem gerekmişti. Dolayısıyla, şu sorulara vardım: Kamusal alandaki ifade özgürlüğünün engellendiği bir ortamda, bu durumu müzakere etmek için farklı alanlar açabilir miyiz? İtaat edeceğim ve şiddeti müzakere edeceğim kişileri kendim seçtiğimde, bu deneyim rızaya ve diyaloğa dayalı bir süreçle kurgulandığında güçlendirici bir pozisyon bulabilir miyim? Her zaman bedende de hissedilen şiddet ve acı karşısında çaresiz kaldığım anlarla başa çıkmak için, ıstırap ve hazla uğraşan bir dil kurabilir miyim? Bu sorulardan hareketle, bilinçdışı arzularla şekillenen fantezilerle çalışmaya başladım. Bunlardan biri Cumartesi Anneleri’nin 700. Haftası’ndaki eylemin engellenmesinden sonra belirdi. Galatasaray Meydanı’nda bir bedenin bağlandığı ve askıya alındığı bir sahne arzuladım. Askıda videosuna evrilen süreç, bu fanteziyle başladı.
Askıda bir “bondaj”[1] videosu. Sana yöntemi uygulayan queer aktivist-sanatçı Ann Antidote. Onunla yolunuz nasıl kesişti?
Ann bir performans ve atölye çalışması için İstanbul’a geldiğinde, onun yaptığı işle ilişkisinden çok etkilendim. Yaptığı işte usta, iplerle nasıl çalışacağını çok iyi biliyor, katı ve dogmatik değil. Herkesin kendi yöntemlerini, yollarını, arzularını bu pratik aracılığıyla araştırmasına alan tanıyacak şekilde sürece aracılık ediyor. Bondaj güç müzakeresiyle ilişkili; itaat etme, hükmetme ve teslimiyet dinamiklerini yaşatan, bu rollerin birbirine geçtiği ve değişebildiği bir pratik. Ann bu gücün neye tekabül ettiğine, nasıl kullanıldığına, nasıl rızayla müzakere edildiğine dair çok net, deneyimli ve bilinçli. Aynı zamanda queer aktivist pozisyonu ve kolektif pratikleri olan, ortak bir dil konuştuğumuzu hissettiğim biri.
Gözetleyen rolünü üstlenen sanatçı Ali Taptık video sürecine nasıl dahil oldu?
Üç kenarı da bıçak olan, tutan ve kullananın kendisini de kesmek zorunda kalacağı bir nesne arzuladım. Brack Knives markasıyla el yapımı bıçaklar üreten Burak’la tanışmıştım. Onun sayesinde Bıçak Üçgen’im oldu. Ali Taptık, Bıçak Üçgen’i Operation Room’daki Pozitif Alan sergisinde gördüğünde işe sahip olmak istedi ve önce iş takası yapalım dedik. Size biraz evvel anlattığım fanteziden Ali’ye bahsettiğimde “videoyu çekebilirim” dedi. Ali’nin emeğini Bıçak Üçgen’le takas etmeyi önermesiyle heyecanlandım, hemen Ann’e yazdım. Ann Portekizli, Berlin’de yaşıyor. Onun da Portekiz’deki kolonyal ve patriarkal anıtlardan, mekânlardan bedenler sarkıtmayı arzuladığı bir projesi varmış. Böylece hepimiz için iş, kendi arzularımızı ve fantezilerimizi müzakere edebileceğimiz bir alan oluşturdu.
Haz ve acı arasındaki düğümle oynadım. Arzuyu da çağırıp bir üçgen oluşturdular. Varolan ve dayatılanların ötesindeki haz hazır gelmiyor, icat etmemiz gerekiyor. Arzunun hakikatle, kayıpla ve ölümle iç içeliği de var.
Toplumsal boyutu hayli kuvvetli olan bu fantezinin realize olmasının ve bir deneyime dönüşmesinin sende sağaltıcı etkisi oldu mu?
Bu işe, kamusal alanın yitirildiğini kabullenen bir soruyla başladım. Kamusal alandaki ifade alanımızın bu kadar daraldığı bir zamanda, bu durumu özel alanda yaratılan deneyimlerle sağaltmak, müzakere etmek mümkün mü? BDSM’nin[2] politik potansiyelini mümkün olduğunca kamusal alanda da araştırmış, bu pratiklerini sanatsal ifadeyle kesiştirmiş bireylerle karşılaşmak, bu sürecin en sağaltıcı yanı oldu.
Toplumsal hayat daralırken özel alanın da daraldığından bahsettin. Kendi özel alanındaki hazzı bir yandan kamusal alana açıyorsun. Bu senin için ne ifade ediyor?
Haz ve acı arasındaki düğümle oynadım. Arzuyu da çağırıp bir üçgen oluşturdular. Var olan ve dayatılanların ötesindeki haz hazır gelmiyor, onu icat etmemiz gerekiyor. Bu dönemde, hazzı içeren bir araştırmaya girmek güçlendirici oldu. Birçok canlının rızası olmayan bedensel deneyimlere maruz kaldığı bir ortamda hazzı aramakla ve bunun oluşması için gereken pratikleri icat etmekle uğraşmak istedim. Arzunun hakikatle, kayıpla ve ölümle iç içeliği de var.
Bondaj tarihinden bahseder misin? Bir cezalandırma yöntemi olarak ortaya çıkıyor, ama fetiş âlemine girişiyle birlikte queer bir bakış açısı da kazanıyor…
İp ve bağlamanın erotik hazza yönelik kullanımı Batı düşüncesinde 20. yüzyılda yaygınlaşıyor ve Japonya’daki pratiklerden ilham alıyor. Japonya’da ipin kutsal seremonilerde ve gündelik hayattaki kullanımı çok eskiye dayanıyor; insanlarla yüce olan arasında bağları da temsil ettiği söyleniyor. 15. yüzyıldan itibaren geliştirilen tekniklerle rehin alma, sorgulama ve işkence esnasında kullanılan bir araca dönüşüyor. İpin benim üretim sürecime dahil olması, bondaj pratiğinden başka bağlantılar da içeriyor, insan ruhuna denk gelen ve birçok durumla konuşan bir malzeme olarak görüyorum. Mesela, D.W. Winnicott Oyun ve Gerçeklik kitabında geçiş nesnelerini kavramsallaştırırken kayıp duygusuyla başa çıkmak için geçiş nesnesi ip olan bir çocuktan bahsediyor. Obsesif bir şekilde iplerle oynayan, dağılan gerçekliğini bir arada tutmaya çalışan çocuğun bağlama eyleminde, ipin işlevinin ayrılığın inkârına dönüştüğü yorumunu yapıyor. Bilge Karasu, Troya’da Ölüm Vardı kitabında iki erkeğin yaşadığı duygusal ve erotik gerilimi sağlamlaşan düğümler ve kayan, çekilen, sıkışan iple dile getiriyor. Gündelik hayattaki kullanımlarıyla da ilişkilenmek mümkün. Tılsımlarda ipler ve düğümler kullanılıyor, bir arkadaşım katıra yük bağladığı için iplerle becerikli olduğunu söylüyor…
Askıda’yı izleyenler bir kontratla karşılaşıyor. Bu kontrat nasıl ortaya çıktı?
Kendi adıma konuşursam, işteki en önemli dinamik, itaat etmenin rızaya dayalı bir seçim olması. Gündelik hayatta tahakküme maruz kaldığımızda buna rızamız olmuyor. Güç dinamiğini rızaya dayalı bir şekilde, herkesin ihtiyacını dile getirdiği bir diyaloğun sonucunda oluşturmak çok kıymetli bir deneyim oldu. Bu diyalogları ve belirlenen koşulları mümkün olduğunca görünür kılmak önemliydi. Askıda adlı videoyu izleyenlerin görmediği, ama sahneyi izleyerek ve kaydederek sürece dahil olan “gözetleyen” rolüne, sahnenin aslında ikiden fazla kişi arasında müzakere edildiğine de dikkat çekiyor. İlişkilerin kontratlara dayalı olmasının geleneği zaten var, mesela mazoşizme adını veren Leopold von Sacher Masoch’un Wanda ile imzaladığı kontrat veya Lamar Van Dyke’ın oluşturduğu ve herkesin ihtiyacına göre kişiselleştirmesini önerdiği örnekler gibi.
Güce maruz kalan öznenin konumunu nasıl değerlendiriyorsun? Bu özne sürekli güce maruz kalan edilgen bir tarafta mıdır?
Gündelik hayatta hissettiğim bir duyguya karşılık geliyor. İradesi olmayan bir özneymişim gibi hissediyorum. Hiçbir tepkimi kamusal alanda ortaya koyamıyorum. Otosansür ve sansür mekanizmaları çok yoğun bir şekilde devrede. Yine de kendime sanatın içinden ve dostlarımla yan yana durarak eyleyebileceğim pozisyonlar yaratmaya çalışıyorum. Bir de, sadece güce maruz kaldığımız değil, gücün kullanımına tanık olduğumuz olayları düşünelim. Bunun getirdiği suçlulukla başa çıkmaya çalışırken kendimi cezalandırma dinamiği de giriyor işin içine. Hiç işe yaramayan bir duygu olan suçluluk maalesef kendini ifade edememeyle birlikte geliyor. Korkunç şeylere tanık oluyoruz ve bu tanıklıklarla ne yapıyoruz? Getirdiği suçluluğu, paralize olmadan nasıl dönüştürüyoruz?
Askıda videosunda hükmeden konumunda olsaydın neler hissederdin?
Ann’in uyguladığı iple askıya alma yöntemini uygulayabilecek bilgiye sahip değilim. Hükmeden rolünde olan, karşısındakinin ihtiyacına cevap veren biri oluyor. Bir de, hükmeden rolünü değerlendirirken, kullanılan nesnelerin iradesini de işin içine katmak istiyorum. İpler ve parşömen de kendi maddeselliklerini dayatarak videodaki her hareketi belirlerken hükmeden rolünü paylaşıyor mu? Arkadaşlarımızla kurduğumuz alternatif gerçeklikle bir oyun alanı oluşuyor. Hangi pozisyonda olursak olalım bu deneyimi önemsiyorum ve bir dayanışma biçimi olduğunu düşünüyorum. Kırılganlığı, acıyı ve hazzı bu şekilde sahiplenmeye çalışmak belki de son üç yılın etkisidir.
Maalesef içinden geçtiğimiz bu zamanda, otosansür de işleri şekillendiren yöntemlerden biri haline geliyor. Bu yüzden yaşadığım deneyime özgürleştirici demeye dilim varmıyor. Ama bu zamanın kendimce kaydını tutup hissettiğim duyguyu dışsallaştırabildim.
Videonun koreografisine nasıl karar verdin?
Bir malzeme olarak parşömenle çalışacağım belliydi. 2017’de Fransız Kültür Merkezi’nde yer alan Aylaklar başlıklı sergide yaptığım Tö isimli yerleştirmede de parşömeni kullanmıştım. O işte parşömen hayaletleri çağırıyordu; hacmini kaybederek sadece bir yüzeyden ibaret olan, iradesizleşen canlılara dönüşümüzün bir ifadesiydi. Parşömen bir hayvanın yüzülmüş derisi olduğundan acıyı da çağrıştırıyor. Eskiden kâğıt olarak kullanıldığından kayıt tutmakla ilgili de referansları var. Bu iş içinde parşömenin kefeni, kundağı, dolayısıyla ölümü ve şefkati çağrıştıracağını umuyordum, bir yandan da tabii sansür, kapatma çağrışımları geliyor. Ann’e tüm ağırlığımı ona teslim ederek, hiç tepki vermeden sürece katılacağımı söyledim. Birlikte oynayarak, deneyerek ve konuşarak ihtimalleri araştırdık. Asılmanın fetus pozisyonunda olmasına karar verdik. Fetus pozisyonunun herkesin hayatında duygusunu hemen çağırabileceği hem çaresizlik hem korunmuşluk ve kendini korumaya alma gibi çok güçlü bir hafızası var.
Videoyu çektiğiniz gün neler yaşandı?
Ann beş günlüğüne İstanbul’a geldi. O sürede, birbirimizin dostlarıyla tanıştık. Acı ve hazza dair konuşuldu. Herkesin alter egoları çıktı ortaya. Video askıya alma ile bitiyor, ama sahnenin bir de çözülme kısmı var. En beklemediğim duyguyu da çözülürken yaşadım. Ritüelin bu kısmı, yeniden doğmak gibiydi. Bir de Ann’le daha önce bondaj atölyesinde bulunmuştum, ama onun aldığı duygusal sorumluluğu nasıl taşıdığına dair deneyimim sınırlıydı. Onun psikolojik ve fiziksel olarak varoluşunu hissettirme şekillerini, güven duygusunun pratikteki deneyimini önceden kestirmek mümkün değil.
Bunun özgürleştirici bir deneyim olduğunu söyleyebilir misin?
Bu çok iddialı olur. Çok ihtiyacımız olan bir duygu, özgürlük hissini nereden bulsak ufak ufak devşirmeye çalışıyoruz. Özgürleştirici olabilmesi için bu işleri otosansürsüz tamamlayabilmek isterdim. Maalesef içinden geçtiğimiz bu zamanda, otosansür de işleri şekillendiren yöntemlerden biri haline geliyor. Ama bu zamanın kendimce kaydını tutup hissettiğim duyguyu dışsallaştırabildim, bu da bana iyi geldi.
Yaşadığımız zamanla başa çıkacak anları, durumları oluşturan çok farklı üretimler var bu sergide. Hepsi kolektif üretimle kurulan dayanışmayla şekilleniyor.
Mekâna giren biri ilk olarak Eşik isimli bir yerleştirmeyle, içi boş polis bariyerlerinin içinden geçerek sergiye dahil olacak. Sergi kurgusunu yaparken Askıda’ya eşlik eden diğer işlere nasıl karar verdin?
Askıda adlı videoya evrilen deneyim özel alanda vuku buldu. Bu özel alana ait deneyimin benim için çıkış noktasını oluşturan fantaziyle bağını kurmam ve sergide kamusal alanı da müzakere etmem gerekiyordu. Eşik, özel ve kamusal alan arasındaki geçişliliğe izin veren bir iş olarak ortaya çıktı. İçi boşaltılmış “güvenlik bariyerlerinin” içinden geçmek, neredeyse bir takın altından geçme hissi uyandırıyor. Sergide, deriyle hissedilebilen ve deriyi de bir sınır olarak hissettiren işler var. Mekânı ikiye bölen Eşik ile bedenin fiziksel sınırını belirleyen, dışarıdan gelen tehditlerin muhatabı olan deri arasında da bir bağlantı var sanırım. Bariyerlerle bölünen mekânın bir duvarına bantlarla yerleşen omuz omuza vermiş üçgenler var. Bu üçgenlerin arasına yerleşen imgeler ve nesneler var: Kapitone Üçgen, Bıçak Üçgen, Kuşlama, Felaket, Haz /Cız…
Serginin duvarlarında gördüğümüz üçgenlerin hikâyesi nedir?
Geometrik soyutlamayla uzun süredir çalışıyorum. Farklı zamanlarda ve coğrafyalarda karşımıza çıkan bir dil. Herkeste farklı çağrışımlar yaratabilecek bir soyutlama bu. Ama sergideki geometrik soyutlamaları yorumlamak için önermelerde bulunan imgeler de var. Bu zamanda geometrik soyutlamayı kullanmayı tercih etmem birazcık konuşamama, söyleyememe sonucunda kodlanmış bir dil icat etmek zorunluluğunu da işaret ediyor. Bu üçgenler psikanalitik bir yerden de okunabilir. Sergideki yan yanalıklarıyla omuz omuza duran bir kalabalık hissi de var.
Üçgenlerin içindeki siyah karelerin işlevi ne?
O kare aslında Zişan’ın 1923’te yaptığı Felaket adlı işinden geliyor. O iş de sergide var. Zişan kareyi felaket olarak tanımladığı için izleyici için de karelerin ifadesi felaket olarak belirmiş oluyor. Zişan’ın o dönemde bu işi ne düşünerek yaptığını bilmiyorum, ama neticede 1915 sonrası Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmış birisinin Berlin’de yaptığı bir iş.
Alter egon, hayaletin Zişan, bu sergide sadece “felaket” olarak mı belirecek?
Zişan’ın sadece Felaket işi var. Zişan’la işbirliğimiz benim için şu anlama geliyor: Türkiye’de bastırılmış geçmişin geri dönüşü, inkâr politikaları, gerektirdikleri yapılmayan ve dilenmeyen özürler ve bunların devlet politikasına içkin oluşu. Zişan’ın hikâyesini kendi bakış açısından anlatmak, resmi anlatıları sorgulamak için ısrarla geri dönüşü, ortak üretim sürecimizin bir parçası. Dolayısıyla yine bastırılmış bir geçmişi konuşulur kılmak için Zişan burada. Ama Zişan dışında da işbirlikleri içine girdiğim kişiler var. Ann ile işbirliğimiz var, bir de teksir makinesiyle çalışan BAÇOY KOOP’un (Basma, Çoğaltma, Yayma Kooperatifi) Kuşlama işi var sergide. Teksir teknolojisi 70’lerde sol propaganda üretmek için kullanılıyor ve bağımsız yayıncılığa imkân veriyor. Bu zamanda da bağımsız yayıncılık ve kolektif içerik üretme üzerine düşünmeyi sağlayan bir araç haline gelebiliyor. Kuşlama, teksir makinesiyle basılmış imgelerden oluşuyor. Yaşadığımız zamanla başa çıkacak anları, durumları oluşturan çok farklı üretimler var bu sergide. Hepsi kolektif üretimle kurulan dayanışmayla şekilleniyor. Buna rağmen sergi, benim kişisel sergim olarak konumlanıyor. Ben ve pratiğim güncel sanat alanının düzeninden ve çelişkilerinden muaf değiliz. Ben de bu serginin dominatriksiyim.[3]
2016’nın senin için spesifik bir ânı var mı? 2016’da yaşanan tüm toplumsal olayları kapsıyor mu?
2016’da savaş yaşandı. Bunu yaşarken sonrası olmayacak gibi geliyordu bana. Bundan sonra ortak anlam üretmemizin imkânsız olacağını hissettiğim bir zamandı. Geometrik soyutlamayı kullanmamın bir sebebi de bu. Yaşanan travmalarla ortak bir anlam dünyası kurma ihtimalini yitiren, olguların çarpıtılarak kurmaca anlamlarla yüklendiği bir toplumda yaşıyoruz. Beyaz bir tülbent kime, ne hatırlatıyor? Kırmızı bir üçgen?
Sergide çok yumuşak şeylerin yanında sert nesneler de göze çarpıyor. Bu dili nasıl kuruyorsun?
Dili malzemeyle kuruyorum. Burada bağlayan, bir arada tutan, sıkıştıran, boğan, sert, kesen, soğuk, emen, yumuşak, sıcak, gıdıklayan malzemeleri bir arada görüyoruz. Deri üzerine ve deri ile düşünme yöntemleri oluştururken, Didier Anzieu’nun Deri-Ben kitabı önemli oldu. Anzieu, farklı duyuları kapsayan deriyi kuramının merkezine alarak “ruhsal içeriklere ilişkin fantezilerin incelenmesinin, ruhsal içerenlerle ilgili fantezilerin incelenmesiyle tamamlanmasını” öneriyor. Sergideki işler deriyle düşünerek şekillendi, bu düşünceyle gelen kırılganlığı taşıdıklarını umuyorum. Gelenlerin de deriyle hissedeceğini umuyorum.
Vegan eleştiriye hazır mısın?
Fatma Belkıs ile yaptığımız Suyu Kim Taşır adlı işte, HES karşıtı mücadelelerin verildiği vadilerde şekillenen kültürden yola çıkmıştık. Suyun özgür akma hakkından bahsederken elektrik kullanmadan ve mümkün olduğunca geri dönüştürülen malzemelerle üretmeye çalışmıştık. O işten sonra, kullandığım malzemeler, işlerin nakliyesi için kullanılan kaynaklarla ilgili bir bilinç oluşturdu. Kendime sınırlar koymuştum. Sonra şiddeti çağıran bazı malzemeler bu sınırları ihlâl etmeme sebep oldu. Etik olarak barışamasam da bu sergide deri var. Kadim ayinlerde, mitolojide, sanatsal temsillerde yüzyıllardır yeri var. Derinin yüzülmesi veya ikinci bir deri edinme fantazilerine farklı zaman ve coğrafyalarda rastlamak mümkün. Ve bazılarımız için bir fetiş maalesef! Aynı parşömenleri tekrar tekrar kullandığımı söyleyerek kendimi avutmaya çalışabilirim, vegan eleştiriyi savuştursmaya çalışmam. Metal kullandığım için de hoşnut değilim.
Express, sayı 170, Güz 2019