Türkiye A Grubu’nda, zorlu rakiplerle karşı karşıya: İtalya, Galler, İsviçre. Hayaller 2002’deki gibi hem başarılı hem sempatik olmak, gerçekler iliklere işlemiş şovenizm, milliyetçilik, ırkçılık yumağının hazırolda beklemesi. Şenol Güneş’in öğrencilerine ve rakiplere yakın plan…
A Grubu’na göz atınca akla gelen ilk şey, bu dört ülkenin Avrupa’yla ilişkilerindeki ince, ama önemli farklılıklar. Türkiye, söz konusu Avrupa olunca, İtalyan filozof Giorgio Agamben’in tabiriyle, bir “gri alanda” – yani ne içeride ne dışarıda, ama aynı zamanda da hem içeride hem de dışarıda.
Bu kıyıdalığa en yakın ülke Galler, zira onların Avrupalılığı sorgulanmasa da, hırçın ağabeyleri İngiltere yüzünden kendilerini birliğin dışında buluverdiler Brexit sonrası. İsviçre’nin Avrupalılığı da su götürmez, ancak onlar da kendi istek ve arzuları doğrultusunda birliğin dışında kalarak, araya mesafe koymayı tercih ediyorlar. İtalya’nın Avrupalılığı ise adeta taşa kazınmış durumda.
İtalya eleme gruplarının en çok sükse yapan takımlarındandı. Oynadıkları 10 maçın tamamını kazanırken, 37 gol atıp sadece 4 gol yediler. Türkiye de beklenenin üstünde bir performans sergiledi ve grubunu Fransa’nın ardından ikinci sırada tamamlayarak turnuvaya katılmaya hak kazandı. Galler elemelerin en kısır takımlarından biriydi ve oynadığı 8 maçta sadece 10 gol kaydedebildi. İsviçre ise, neredeyse her büyük turnuva elemesinde olduğu istikrarlı bir performans sergiledi ve grubunu Danimarka ve İrlanda Cumhuriyeti’nin önünde lider olarak tamamladı.
EURO 2016’daki bir İzlanda maçında, TRT spikeri, tribünlerin bu “küçücük ülkenin” takımını ayakta alkışladığını görünce, “Bizim de artık böyle sempatik bir takım olmaya çalışmamız gerekiyor” minvalinde bir cümle söylemişti. Bu milli takımın elinde bu şans var. Ancak, şovenizm, milliyetçilik, ırkçılık çirkin yüzünü göstermeye hazır bekliyor.
“Utanç gecesi”nden “sempatik takım”a mı?
Türkiye’yle ve bu aralar çok duyduğumuz bir klişeyle başlayalım: “Asıl amacımız Dünya Kupası.” Doğru olabilir, ancak bu hedef aslında milli takımın turnuvaya hayli güçlü bir kadroyla katıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Kadroyu böylesine güçlü yapansa “lejyoner”lerin çokluğu. Hakan Çalhanoğlu (Milan), Merih Demiral (Juventus), Çağlar Soyüncü (Leicester City), Yusuf Yazıcı (Lille) gibi isimler, Süper Lig’den çok daha üst seviyelerde mücadele ederek kendilerini geliştirdi. Şenol Güneş gibi, oyuncularından olağanüstü verim almayı daima başarabilmiş biriyle çalışmaktan da memnunlar.
Turnuva sonunda bu lejyonerlerin sayıları artabilir, zira şimdiden birçok Avrupa kulübünün Uğurcan Çakır, Abdülkadir Ömür ve Ozan Tufan gibi isimleri takip ettikleri biliniyor. Bu hem oyuncular hem milli takım hem de şiddetle finansal kaynak yaratma ihtiyacı duyan kulüpler için iyi bir gelişme olur, ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Burada pazarlanan sadece futbolcuların yetenekleri ve atletik özellikleri değil, aynı zamanda hayata bakış açıları.
EURO 2016’daki bir İzlanda maçının sonrasında, TRT spikeri, bütün tribünlerin bu “küçücük ülkenin” takımını ayakta alkışladığını görünce, “Belki bizim de artık böyle sempatik, herkesin sevdiği bir takım olmaya çalışmamız gerekiyor” minvalinde bir cümle söylemişti.
2005’teki İsviçre maçında, Türkiye futbol tarihinde eşi benzeri yaşanmamış olan “utanç gecesinde”, oyuncularına bir başkumandan edasıyla nereye saldıracaklarını gösteren imparatorun, geçmişten ders almamakta ısrar eden futbol otoritelerince yine, yeniden başına geçirildiği milli takım 2016 Avrupa Şampiyonası’nda rezalet bir futbol sergilemiş, turnuvaya prim tartışmaları, takım içi kavgalar ve Terim’in aldığı maaş konusu damga vurmuştu.
“Başka bir milli takım” görme arzusunu yaşayan tek futbolsever de bahsi geçen TRT spikeri değildi tabii ki. Ve ülkenin önünde bir örnek de vardı aslında: 2002 Dünya Kupası’na katılan Türkiye, futbolun en güçlü kalemlerinden Eduardo Galeano’nun tabiriyle, “hem oyunu hem sempatikliğiyle dünyanın dört bir yanından taraftar kazanmıştı.”
Şimdi de yapılması gereken bu. Sadece iyi mücadele eden, iyi oynayan bir takım olmak değil amaç. Aynı zamanda herkesin sempati duyabileceği, çok-kültürlülüğü benimseyen, farklılığın değerini anlayan oyunculardan oluşan bir takım olabilmek.
Bu milli takımın elinde bu şans var, zira birçok genç oyuncu şimdiden Avrupa’da mücadele ediyor. Ancak şovenizm, milliyetçilik, ırkçılık, farklılığa duyulan öfke, erkek egemenliği öyle işlemiş ki ülke kültürüne, her an hortlayıp çirkin yüzünü göstermeye hazır bekliyor. Ki, Fransa ve Arnavutluk maçlarındaki asker selamı şovuyla ne kadar ince bir çizgide yürüdüğünü ve göz açıp kapayıncaya kadar, o çizgiyi geçip kendisini kollarına atmaya amade olduğunu gösterdi bu takım.
Grubun favorisi Mancitalya. Mancini’nin göreve gelmesiyle İtalya’nın futbolunda Rönesans başladı. Milli takımın teknik direktörünün adıyla anılmasının nedeni de bu: Mancitalya kendisinden öncekilere benzemeyen, estetik futbol oynayan, teknik kapasitesi yüksek bir takım.
Umalım ki, sahada alınan sonuç her ne olursa olsun ileride, o “utanç gecesinde” başrol oynayan bazı figürler gibi utanç duyacakları olaylara imza atmazlar. (Olmaz olmaz demeyin, hayatında kırmızı kart görmeyen Şifo Mehmet’in neler yapabildiğini gördük o meşum gece.)
Son bir not da milli takımın iki maçının oynanacağı Bakü için düşelim. Ahlâki prensiplerini bir kenara itmek istemeyen birçok futbolsever, UEFA’nın insan hakları karnesi dünyanın en zayıf ülkelerinden Azerbaycan’da maç oynatıyor olmasına tepkili. Statlarda ya da maç önü veya sonrasında protesto gösterileriyle karşılaşmak sürpriz olmaz.
Mancitalya
Grubun tartışmasız favorisi İtalya, ya da son yıllarda ifade edildiği şekliyle, Mancitalya. İtalya, 2018 Dünya Kupası’na katılma şansını kaybettikten sonra (1958’den sonra ilk defa yaşanan bu hüsranı 17 Kasım 2017 günü çıkan Gazzetta Dello Sport “Kıyamet” başlığıyla duyurdu) bir ruh arayışına girdi. Mancini’nin göreve gelmesiyle birlikte de İtalya’nın futbolunda Rönesans Dönemi başladı.
Milli takımın teknik direktörünün adıyla anılmaya başlamasının nedeni de bu: Mancitalya kendisinden öncekilere benzemeyen, müthiş hücum yapabilen, estetik futbol oynayan, teknik kapasitesi yüksek bir takım. Ve bu takımda yer alan birçok oyuncu kendi kulüplerinde beklentileri karşılayamazken, Mancitalya formasıyla çok başarılı performans sergiliyorlar. (Örneğin, Juventus forması giyen Federico Bernardeschi ve Chelsea’den Emerson Palmieri.)
Marco Verratti (PSG), Jorginho (Chelsea), Andrea Bellotti (Torino), ve Ciro Immobile (Lazio) gibi tecrübeli isimlerle Moise Kean (Everton), Sandro Tonali (Brescia), Nicoló Zaniolo (Roma), ve Federico Chiesa (Fiorentina) gibi gençler arasında müthiş bir uyum yakalayan Mancini de tıpkı Şenol Güneş gibi, asıl hedeflerinin Dünya Kupası olduğunu ve Avrupa Şampiyonası’nın bunun için iyi bir prova olacağını söylüyor.
Yalnız şunu da ekleyelim, İtalya için bu kupanın bir önemi daha var. Ülke futbolu yıllardır ırkçılık sorununa bir çözüm bulamıyor. Mancini ve takımın en tecrübeli iki ismi olan ve Juventus savunmasının da belkemiğini oluşturan Giorgio Chiellini ile Leonardo Bonucci, bu turnuvanın bir dönüm noktası olması gerektiğini ve milli takımın dayanışma içinde, turnuva boyunca taraftarlara bu konuda mesaj ileterek bu konuda önemli bir adım atabileceğini öne sürüyor.
Irkçılık gibi yapısal bir sorunu tek başına oyuncuların çözmesi beklenemez, ancak Mancitalya’nın çabaları diğer takımlara örnek olursa futboldaki ırkçılık-karşıtlığının güçleneceğine şüphe yok.
Mucizenin peşinde
2021 Galler için sportif anlamda daha iyi başlayamazdı. Ülke kültüründe futbolun yeri büyük, ancak ragbinin halkın kalbindeki yeri apayrı. Ragbi Birliği kurallarının geçerli olduğu en önemli turnuvalardan biri olan 6 Nations (turnuva adını katılımcı altı ülkeden –İngiltere, Galler, İskoçya, İrlanda Cumhuriyeti, Fransa ve İtalya– alıyor) bu yılın şubat ve mart aylarında oynandı. Galler ezeli rakipleri İngiltere, İskoçya ve İrlanda’yı yenip, sadece Fransa’ya kaybederek kupayı kazanan takım oldu.
Şampiyonaya bu zaferin moraliyle katılacak olan Galler turnuva öncesi Ryan Giggs skandalıyla sarsıldı. İki kadına şiddet uygulamakla suçlanan Giggs turnuvada takımın başında yer almayacak ve yerine Robert Page bakacak. İtham edildiği suçun korkunç doğası ve Giggs’in bir teknik direktörden çok daha fazlası, ülkenin futbol ilahlarından biri olması, Galler’in bu zorunlu değişimin etkilerini biraz derinden yaşamasına yol açacak.
Biraz heyecan, biraz dram, biraz trajedi, biraz dissensus yaşanmalı bir takımda. İsviçre ise birbiriyle müthiş ahenk içinde çalışan, aldığı sonuçlardan bağımsız, en ufak bir “aile faciası” dahi yaşamayan bir topluluk.
Saha içine gelirsek, Galler’in oyununun merkezinde iki isim var: Real Madrid’den eski kulübü Tottenham’a kiralanan, ancak turnuva sonrasında kendisini nelerin beklediğini kimsenin bilmediği Gareth Bale ve Juventus’un gözden çıkardığı söylenen Aaron Ramsey. İkisi de formlarının zirvesinde olmaktan uzak. Galler’in gruptan çıkması mucize olur, ama özellikle genç oyuncular Neco Williams (Liverpool), Ethan Ampadu (Chelsea) ve Ben Woodburn’ü (Liverpool) izleme şansı yakalarsanız kaçırmayın derim.
Galler’den bahsedip ülkenin medar-ı iftiharı Manic Street Preachers, ya da kısaca Manics’e selam etmemek olmaz. This Is My Truth Tell Me Yours albümde yer alan, İspanya İç Savaşı’nda Franco faşizmi karşıtlarının safında savaşmak için Uluslararası Tugaylar’a katılan Galli solculardan esinlenen “If You Tolerate This Your Children Will Be Next.”in 2001’de, Havana’daki Karl Marx Tiyatro Salonu’nda, dinleyiciler arasında Fidel Castro’nun da olduğu konserdeki versiyonu ayrı bir güzeldir açıkçası.
Kozmopolit ve ahenkli
İsviçre teknik kadrosundan futbolcularına, baştan aşağıya kozmopolit olmayı başaran, sırf bu yüzden de olsa sempati duymayı hak eden bir takım. Bosnalı teknik direktör Vladimir Petković’in yardımcılığını İtalyan Antonio Manicone yapıyor. Kaleci antrenörü ise İsviçreli Patrick Foletti. Takımdaki oyuncular arasında da Nijerya, Bask, Kongo, İspanya, Arnavutluk ve Türkiye (Basel forması giyen 23 yaşındaki savunma oyuncusu Eray Cömert) kökenli isimler var.
Fakat bu biraz fazla uyumlu bir birliktelik olduğundan biraz sıkıcı bir takım görüntüsü çizebiliyor. Biraz heyecan, biraz dram, biraz trajedi, biraz dissensus yaşanmalı bir takımda. İsviçre ise birbiriyle müthiş ahenk içinde çalışan, aldığı sonuçlardan bağımsız, en ufak bir “aile faciası” yaşamayan bir ekip. (Bir de Domenech Fransa’sının yaşadığı yaprak dökümünü düşünsenize!) Futbolları da aynı şekilde: Ne oynayacaklarını, neler başarabileceklerini aşağı yukarı biliyorsunuz ve bu da doğrusu pek heyecan vermiyor izleyiciye. Yine de maçlarında gözlerimizi açık tutmak lâzım, zira Xherdan Shaqiri her an fizik kurallarını hiçe sayan akrobatik bir gol denemesinde bulunabilir.
Tahmin: İtalya finali görebilir. Türkiye ise ikinci turda karşılaşacağı Danimarka’yı geçebilirse – ki bu hiç de kolay bir iş değil – yarı finale çıkabilir, zira çeyrek finalde karşısına çıkma olasılığı en yüksek ekip Hollanda ve son zamanlarda turunculara karşı şansı tutuyor ay-yıldızlıların.