12 bin yıllık tarih, 24 medeniyete ev sahibi olmuş bir bölge, 199 yerleşim alanı sular altında. Ilısu barajının ve üç HES’in katlettiği sadece bunlar değil. Dicle’nin kolları ve ekosistem de yok ediliyor. Sırada 13 baraj daha var. Hal böyleyken Hasankeyf kıyımı gündemin ancak kıyısında, köşesinde yer buluyordu. Ama birkaç gündür öne çıktı, zira New York Times’ın Ilısu barajının (yeni adı Veysel Eroğlu) sularına gömülen Hasankeyf için hazırladığı kapsamlı haber dosyasının hemen ardından Anadolu Ajansı, “Hasankeyf yeni yüzüyle misafirlerini bekliyor” haberini servis etti. Sonrası sosyal medyada karşılaştırmalı Hasankeyf kareleri, öfke ve ağıt… Peki, bu kareler ne anlatıyor, yakılan gecikmiş bir ağıt mı, barajın tarumar ettiği diğer yerleşim yerleri ve Dicle havzasının ekosistemi için yapılacak bir şey kalmadı mı? Sıradaki 13 barajın çaldığı alarm zilleri duymazlıktan gelinebilir mi? Ve tabii akla gelen ilk soru: Ilısu ve planlanan diğer barajlar niçin yapılıyor, bunca tarih, doğa ve toplumsal kıyımın göze alınmasının sebebi ne? 2010’dan beri Hasankeyf kıyımını yakından izleyen, tanıklığını yaptığı haberlere döken, “Siya Avê” (Suyun Gölgesi) adlı bir belgesel çeken Mezopotamya Ajansı muhabiri Metin Yoksu’yu dinliyoruz.
Hasankeyf’te olup biteni uzun zamandır yakından takip eden bir gazetecisiniz. Dünden bugüne nasıl geldik?
Metin Yoksu: Annemin köyü Çeltikbaşı, Kürtçe adı Ewtê, Dicle ve Botan vadilerinin birleştiği noktaya yaklaşık üç kilometre uzakta. Babamın köyü ise Çeltikbaşı’nın bir mezrası olan Ergüven, yani Belêk. Birbirlerine uzaklıkları yaklaşık beş kilometre kadar. Resmiyette ikisi bir köy gibi görünse de aslında iki ayrı köy. Babamın köyü Ilısu Barajı nedeniyle taşınan köylerden ilki. Ailem ve akrabalarım mağara evlerde, Dicle nehrinin hemen yanı başında ikâmet ediyorlardı. Ancak, 1970’li yıllarda Hasankeyfliler kaleden aşağı yerleşkeye taşınılan dönemlerde, baraj meselesi yüzünden Dicle kenarından daha yukarı bir tepeye çıkmak zorunda kalıyor.
Ben 1987 doğumluyum. Baraja tanıklığım çocukluğumdan bu yana. Üniversiteden mezun olduğumda İstanbul’daydım. Gazeteciliğe başlamam ve kendime ilk kez fotoğraf makinesi almamla beraber 2009’da soluğu Hasankeyf’te aldım. Tarihi kenti gazeteci gözüyle ilk kez izlemeye başlamam o dönemdi. 2010’dan sonra ise sistematik bir biçimde Hasankeyf mücadelesini hem gazeteci olarak takip etmeye başladım hem de mücadeleye aktif destek vermeye çalıştım. Çünkü kendi coğrafyamın hikâyesinin su altında kalmasına tahammül edemiyorum.
Hasankeyf Koordinasyonu üyesi, yönetmen Ali Ergül’ün Suyun Ölüm Tarihi belgeselinden sonra Hasankeyf mücadelesi farklı bir seyir izlemeye başladı diyebilirim. Bir kavşaktı mücadele açısından. Belgeselde Hasankeyflilerle, Hasankeyf mücadelesini yürütenlerle yapılmış söyleşiler yer alıyor. Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nden çekilen görüntülere bu insanların sesleri eşlik ediyor. Kimsenin silueti yok, konuşmalar anonim.
Ilısu barajının hikâyesinin 1930’lara dek uzanması Şark Islahat Planı’nın bu barajla devam ettirildiğini gösteriyor. Tabii yıllar içinde bu plana başka şeyler eklendi, plan devletin çıkarlarına göre dönüştürüldü, ama hikâye devam ediyor.
Bu belgeselden sonra Hasankeyf’te yaşanan yıkım gündeme gelmeye başladı. O günlerde İstanbul’daydık. Tarihi kentte yaşanan ilk yıkımın görüntüleri elimize geçtiğinde, ben ve gazeteci Hayri Tunç bunları paylaştık. Konu epey gündem oldu. Yıkım gözler önüne serildi. O gün Batman Valiliği, Hasankeyf’te herhangi bir patlatma ya da yıkım olmadığını iddia eden bir açıklama yaptı. “Patlatma yok, kaya ittirmesi var” dendi. Firma yetkilileri de “organik patlatma” açıklaması yaptı. Oysa dinamit ya da benzer bir şeyle düpedüz patlatma vardı. Elimizdeki görüntüler bunun kanıtıydı. Patlatmaları haber yaptıktan sonra işin peşini hiç bırakmadım. Şunu söylemem gerekiyor, Türkiye’de ve dünyada birçok gazeteci, bugün dahi burada yaşananlardan bihaber. Hâlâ Hasankeyf’te olanlar tam olarak kavranılmış değil. Yapılan haberler hep eksik oldu.
En temel eksiklik ne sizce?
Hasankeyf’i de yok eden barajın neden yapıldığına, resmin bütününe odaklanılmadı hiç.
Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi ve Hasankeyf Koordinasyonu raporlarında barajın Irak’a ve Suriye’ye karşı su konusunda bir silah olarak kullanıldığı, ayrıca güvenlik politikaları gözetilerek inşa edildiği söyleniyor. Resmin bütününden kastınız bunlar mı?
Evet, esas sebepler bunlar, ama fazlası da var. Ilısu barajının hikâyesi 1960’lara kadar gidiyor. Hatta, eldeki resmi veriler hikâyenin 1930’lara dek uzandığını gösteriyor. Zaten Devlet Su İşleri’nin (DSİ) barajın hikâyesini anlattığı tanıtım filminde de bu hatırlatılıyor. Bu filmde projenin ilk olarak 1930’larda düşünüldüğü beyan ediliyor. Ilısu barajının hikâyesinin 1930’lara dek uzanması ise Şark Islahat Planı’nın bu barajla devam ettirildiğini gösteriyor. Tabii yıllar içinde bu plana başka şeyler eklendi, plan devletin çıkarlarına göre dönüştürüldü, ama hikâye devam ediyor.
Bugün Ilısu barajı Ortadoğu’daki su krizinin temel araçlarından biri haline geldi. Çünkü baraj sadece Mezopotamya coğrafyasının yukarı tarafını etkilemiyor, aşağıya da muazzam biçimde etkisi var. Örneğin, Irak’ın su politikası, dolayısıyla tarımı etkileniyor. Son yıllarda merkezi Irak hükümeti su krizini ciddi biçimde tartışıyor. Konu Türkiye basınında işlenmiyor, ama böyle. Önceki yıllarda Irak’taki su kriziyle ilgili Irak vatandaşları merkezi hükümeti suçluyordu. Fakat 10 yıldır Türkiye hükümetini suçluyorlar. Ilısu Barajı –ismi de değiştirildi gerçi, Veysel Eroğlu Barajı oldu, ama biz Ilısu demeyi sürdürelim– Irak’ta ana gündem maddelerinden.
Konunun “güvenlik” ayağına gelince, 1990’larda yakılıp, yıkılan köyler çıkıyor karşımıza. ‘90’larda yakılan köyler bugün baraj suları altında. Bir örnek vereceğim. Mardin’de Dargeçit’e bağlı Çelik köyü var. ‘90’larda bu köy yakıldı. O dönem yedi köylü PKK üyesi denerek öldürüldü. Konuyla ilgili başlatılan soruşturmada geçtiğimiz günlerde takipsizlik kararı çıktı. Takipsizlik nedenlerinden biri de köyün artık sular altında kalması. Gerekçede “olay yeri su altında kalmıştır” deniyor. Peki, ‘90’larda yakılıp yıkılan bu köylerle ilgili hukuki mücadele nasıl yürütülecek? Artık deliller de baraj sularının altında…
Toplamda 199 yerleşim alanı su altında kaldı. Ama baraj sadece buraları sulara gömmedi. Başur, Kezer, Yanarsu ve Botan Çayı başta olmak üzere, Dicle’nin birçok kolunu yok ediyor. Ilısu’nun Botan’daki alanının bittiği yerde karşımıza üç ayrı HES çıktığını unutmayalım. Bunlarla birlikte 13 baraj daha var. Botan barajları tıpkı Ilısu gibi birer “güvenlik barajı”dır.
Ilısu Barajı Hasankeyf’le beraber kaç yerleşim yerini sular altında bıraktı?
Hasankeyf Koordinasyonu’nun raporuna göre, mezralar, köyler ve Hasankeyf’le beraber toplamda 199 yerleşim alanı su altında kaldı. Resmi verilere baktığımızda ise bir ilçe, 108 köy, 42 mezradan bahsediliyor. Barajla birlikte herkes Hasankeyf’ten, Dicle’den bahsediyor, ama baraj sadece buraları sulara gömmedi. Başur, Kezer, Yanarsu ve Botan Çayı başta olmak üzere, Dicle nehrinin birçok kolunu da yok ediyor baraj. Evet, Botan’ı suya gömdü, ama Ilısu’nun Botan’daki alanının bittiği yerde bu sefer karşımıza üç ayrı HES çıktığını unutmayalım. Önce küçük bir HES barajı, ardından Limak Holding’in yapmakta olduğu devasa baraj, ilerisinde de Çetin barajıyla karşılaşıyoruz. Ve bunlarla birlikte, yapımı devam eden 13 baraj daha var. Botan barajları tıpkı Ilısu gibi birer “güvenlik barajı”. Çünkü Botan Vadisi derin kanyonları olan ve bir dönem savaşın üst düzeyde yaşandığı bir coğrafya. Öte yandan, Ilısu’nun altında Cizre barajının hazırlıkları sürüyor. Ilısu için Türkiye’nin enerjisine yapacağı katkı üzerinden bir propaganda yürütülüyor. Ancak Cizre Barajı meselesi bir soru işareti olarak ortada duruyor. Çünkü Cizre Barajı bir sulama barajı olarak karşımıza çıkıyor ve yapılan propagandaya baktığımızda, bu anlamıyla Ilısu’nun da bir sulama barajı olduğu verisine ulaşıyoruz. Sulama barajı dediğimizde ise GAP’a bakıp, oradaki fiyaskoyu hatırlamak kâfi. Ayrıca bahsettiğimiz bu barajların güvenlik barajı olduğu verisi Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları, resmi devlet yetkililerinin açıklamalarıyla da ortada.
Hasankeyf’in eski ve yeni halini karşılaştıran fotoğraf kareleri son günlerde sosyal medyanın gündeminde. Bir ağıt niteliğindeki bu eski-yeni karşılaştırmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
New York Times gazetesi 5 Temmuz’da bir Hasankeyf manşeti attı. Haber beş-altı kadının Hasankeyf’in hemen karşısında bulunan Kesmeköprü Köyü’nü ziyareti sırasında çekilmiş bir fotoğrafla verildi. Fotoğrafın çekildiği dönemi biliyorum, yeni değil eski bir fotoğraf. New York Times’ın bu haberinin hemen üzerine Anadolu Ajansı (AA), “Hasankeyf yeni yüzüyle misafirlerini bekliyor” haberini servis etti. AA’nın iddia ettiği gibi, o fotoğraftaki yer Hasankeyf’in yeni yüzü falan değil. Gördüğümüz yer yeni yapılan bir yerleşke. 12 bin yıllık tarihe sahip Hasankeyf’teki anıt eserlerin de getirildiği yer. Bildiğimiz Hasankeyf ise suyun diğer tarafında. O fotoğrafta bir köprü görüyoruz. Çoğu kişi bunu yanlış yorumladı. “Hasankeyf’in restore edilmiş hali” dendi. Oysa fotoğrafta gördüğümüz köprü de tarihi köprü değil. Tarihi köprü şu anda suyun altında, fotoğrafta gördüğümüzse onun sadece kaba bir temsili.
Hasankeyf’in önemli anıt eserleri arasında bulunan Zeynelbey Türbesi, Artuklu Hamamı, İmam Abdullah Zaviyesi, Orta Kapı, Kızlar (Eyyubi) Camii doğu ve batı bloku, Kızlar Camii kuzey ve güney duvarı, Süleyman Han Camii külliyesi, Taç Kapı ve çeşme, Süleyman Han Camii Külliyesi ve minaresi yerlerinden sökülüp tarihi alana üç kilometre uzakta Arkeopark alanına taşındı.
AA’nın iddia ettiği gibi, o fotoğraftaki yer Hasankeyf’in yeni yüzü değil. Gördüğümüz yer yeni yapılan bir yerleşke. Hasankeyf suyun diğer tarafında. O fotoğrafta gördüğümüz köprü tarihi köprü değil. Tarihi köprü suyun altında, fotoğrafta gördüğümüz onun sadece kaba bir temsili.
Cumhurbaşkanı “Barajın inşası konusunda en çok istismar edilen Hasankeyf başta olmak üzere, tüm tarihi ve kültürel varlıklar özenle korunmuştur” diyor.?
Peki ya su altında kalanlar? Çok daha fazlası orada; tarihi mağaralar, tarihi çarşı, bunların hepsi sular altında kaldı. Hasankeyf dediğimiz alan sadece sekiz tarihi anıt eserden veya yukarı kaleden ibaret değil. Su altında kalan kanyonlara ne diyeceğiz? Tarihi İpek Yolu Saha Vadisi betona gömüldü, bu alanda yüzlerce mağara vardı. DSİ’nin verilerine göre, mağara sayısı 4 bin 500. Bu mağaraların “korunarak”, beton ile kaplandığını, suya gömüldüğünü resmi makamlar söylüyor. Hem Süryanilere ait kiliselere ne oldu? Hasankeyf’in tarihi 12 bin yıla uzanıyor. Hatta tam tarihi halen net olarak bilinmiyor. Hasankeyf’in yüzde kaçı kazıldı ki! Buralar SİT alanları, kazılması gerektiğini uzmanlar dile getiriyor. Medeniyetin ilk izlerine rastladığımız Hasankeyf, tek bir yer değil, birbiri ile bağlantılı alanlardan oluşuyor. Su altında kalan bölgelerde, yani tüm baraj sahası için söylüyorum, 24 medeniyete ev sahipliği yapmış bir kentten bahsediyoruz. Moğol istilasında dahi buralar ayakta kaldı. Ama şimdi hem Moğol istilası hem de Nuh tufanı bir arada yaşanıyor. Hasankeyf her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışıyor, tek başına direniyor. Biz ise maalesef buna sessiz kaldık.
Hasankeyf’in yıkımı göz göre göre geldi. Hasankeyf’i bu hale sadece AKP iktidarı getirmedi. 1930’lardan beri devam eden sürece AKP noktayı koydu. Önceki hükümetler de en az AKP kadar sorumlu Hasankeyf’in yıkımından. AKP OHAL’i fırsata çevirdi, OHAL’de yıkımlar hız kazandı. “Dün böyleydi, bugün böyle” fotoğrafını koyanların bir kısmı da işin “ekmeğini yiyor” açıkçası. Aralarında devletten destek alarak gidip belgesel çekeni var. Hasankeyf’i bugün bir fotoğraf çekip, karşılaştırmalı görselle anlatmak isteyenlere soruyorum: Hasankeyf su altında kalmaya başladığında neredeydiniz? Neden bir şey yapmadınız? Neden bir şey yapmadık? Herkes AA’nın haberini eleştirdi ama kimse “mücadele yürütemedik, bu yüzden bunlar geldi başımıza” demedi. Sorun burada. Bu, bir tür günah çıkarma. Elbette uğraşıp didinenler, ama elinden bir şey gelmeyenler de oldu. Onları tenzih ediyorum. Onların durumu kabullenemediği için, bir özeleştiri olarak da fotoğraflarla bu mukayeseyi yaptıklarını biliyorum. Ama yine de bizlerin suçu var, bunu kabul etmemiz lâzım. AKP kendisinden bekleneni yaptı. Peki, mücadele etmesi gereken bizler ne yaptık? Orası su altında kaldıysa, bugün bu hale geldiyse suçu kendimizde de aramamız gerekiyor. Şunu da söylemek gerekiyor, Hasankeyf popüler olandı. Orada 199 yerleşim yeri su altında kaldı. Burada yaşayanların anıları, insanların mezarları sulara gömüldü. Buraların hikâyesinden kimin haberi var? Neden köylere gidip insanların sorunları dinlenmedi. Bugün köylüler ne halde? Bilen, duyan var mı? İktidara yakın medyanın “göl manzaralı evler” haberlerini okuyoruz! Oysa köylüler o “göl manzarasına” baktıklarında su altında kalan evlerini, yitip giden hafızalarını ve binlerce mezarı gördüğünü dile getiriyor.
Hasankeyf sadece sekiz tarihi anıt eserden ibaret değil. Su altında kalan kanyonlara ne diyeceğiz? Süryanilere ait kiliselere ne oldu? Hasankeyf’in tarihi 12 bin yıla uzanıyor. 24 medeniyete ev sahipliği yapmış bir kent. Moğol istilasında dahi buralar ayakta kaldı. Ama şimdi hem Moğol istilası hem de Nuh tufanı bir arada yaşanıyor.
Bölgede en etkili siyasetin, HDP’nin yaptığı yanlışlar da var. Bir dönem birçok köyden insanlar Hasankeyf’e gelerek mücadele yürüttü, ama kimse bu köylülerin derdini dinlemedi. Su altında kalacak köylerle ilgili bir örgütlenme çalışması, hafıza çalışması yapılmadı. Devlet diyor ki, “zorla almadık, herkese parasını verdik.” Rızayla almak başka bir şey, zorunlu kamulaştırma başka bir şey. Devlet “ben burayı satın aldım, ister sat ister satma” diyor, mecbur bırakıyor satmaya. Adı da zorunlu kamulaştırma. Köylü, en iyi ihtimalle, devlete dava açıp toprağının bedelinin daha fazla olduğunu söyleme konumuna itiliyor. Ayrıca, zorunlu kamulaştırmalarda bir toprak ağası ile sıradan bir köylünün aldığı para arasında uçurumlar oldu. Yani mülksüzleştirme yapıldı. Köylülerin nerede yaşayacağı, nereye yerleştirileceği bile söylenmedi. Barajın su tutmasına bir ay kala, köylülere “hazır olun, su geliyor” dendi. Az önce söylediğim gibi, zorunlu kamulaştırma ile rıza farklı şeyler. Kimse toprağını satmadı burada, devlet zorunlu kamulaştırma yaptı. Birçok insanın banka hesabında devletin yatırdığı para hâlâ duruyor. İnsanlar bu paralara dokunmuyor. Devam eden davalar var, bekliyorlar.
Siya Avê (Suyun Gölgesi) isimli bir belgesel çektiniz. Kamerayı Hasankeyf dışındaki köylere de çevirerek Hasankeyf’in yıkımını anlatıyorsunuz.
Köylüleri olabildiğince gündeme getirmeye çalıştım. Beni arayanlar oluyor, “keşke bizim köyü de haber yapsaydın” diyorlar. Çünkü kimse buralara gelip haber yapmadı, kimse buralarla ilgilenmedi. Batman’dan Hasankeyf’e giderken üç köy vardı: Su Çeken (Şikefta), Urganlı (Zaxora) ve Kılıç (Zeriye) köyleri. Bu köylerden sonra Hasankeyf’e gelinirdi. Hasankeyf’e onca gazeteci geldi, ama çoğu bu köylere uğramadı. Hepsi sular altında şimdi. Son yıllarda gündem olmaya başlayınca birkaç haber oldu o köyler, hepsi o kadar. Peki, diyelim ki bu köyler göz ardı edildi. Ya Ilısu barajının dibindekiler? Kimse kamerasını buralara çevirmediği için önümdeki bir hikâyeyi, çekmek istemediğim halde, çektim. Çünkü ben gazeteciyim, haberlerimle konuyu gündeme getirmeye çalışıyorum. Ayrıca, buraya hep proje gözüyle bakıldı, devlet de bazı belgeselci ve gazeteciler de proje gözüyle baktı. Bu yüzden, bir taraf gündem olurken diğer taraf hiç gözükmedi. Bu barajın gerçek yapılış nedenini ancak ve ancak Hasankeyf’in biraz aşağısına inerek görebilirdim. Belgeselde de bunu yaptım ve olan biteni anlatmaya çalıştım.
İktidara yakın medyanın “göl manzaralı evler” haberlerini okuyoruz! Oysa köylüler o “göl manzarasına” baktıklarında su altında kalan evlerini, yitip giden hafızalarını gördüklerini dile getiriyor. Devlet diyor ki, “zorla almadık, herkese parasını verdik.” Rızayla almak başka, zorunlu kamulaştırma başka bir şey. Devlet “ben burayı satın aldım, ister sat ister satma” diyor, mecbur bırakıyor satmaya.
Belgesel annem Firyaz Yoksu’nun köyüne su gelmesiyle yaktığı ağıtın ses kaydının bana ulaşması sonrası başladı. Aynı dönemde annemin çocukluk arkadaşı Habibe Saçık da bir ağıt yakıyor. O Batman’da yaşıyor, annem İstanbul’da. Suyun yutacağı köyünü annem son kez ziyaret etmek istiyor. Annem ve arkadaşı kendi aralarında konuşuyorlar. Tabii benim bunlardan çok sonra haberim oldu. Ben de bu ziyareti çekmek istedim. İki kadının yıllar sonra buluşmasını ve köylerini ziyaretini haber yapmayı düşündüm önce, sonra bunun kalıcı bir şey olması açısından belgelemek istedim. Tabii bu ziyaret sırasında büyük bir kaos ve yıkımla karşı karşıya kaldık. Annem hiç beklemediğim şekilde konuşmaya başladı. Yıllar boyunca yaşadığı tanıklıkları anlatmaya başladı. Oysa kamera kapalıyken “bana o dönemi hiç sorma” demişti. Ama gördüğü yıkım karşısında hakikati anlatmaktan geri duramadı; 1990’lı yıllarda yaşanan tüm gerçekliği, göçün getirdiği sonuçları, köylülerin zorunlu göçle başlarına gelenleri… Anlatılanlar dünün ve bugünün bir tekrardan ibaret olduğunu gözler önüne seriyordu. Kurguda her şeyi yerli yerine oturttuğumuzda baktık ki, Habibe Saçık yaktığı ağıtla annem Firyaz Yoksu da anlatısı ve tanıklığıyla barajın gerçek yapılış hikâyesini anlatıyor. Hikâye annemin ve köyün hikâyesi olmasına rağmen, aslında tüm coğrafyanın hikâyesi. Annemin ağıtını belgesele koymadım. O bende ve her dinlediğimde hafıza canlanıyor, çocukluğumuzdaki köy yakmalarından şimdi sular altında kalan köylere kadar…
Karşılaştırmalı fotoğraflara bakınca her şey olup bitmiş, yapılacak pek bir şey kalmamış gibi görünüyor. Yapılan yorumlar da bu iş işten geçmişliğe işaret ediyor. Sizce de öyle mi?
Salgından önce Batman’da belgesel için gala yaptık. Hasankeyf Koordinasyonu’ndan arkadaşlar da vardı. Gala öncesinde aramızda salonun dolup dolmayacağını konuşuyorduk. Nihayetinde 500 kişilik salona 600’ün üzerinde insan geldi. Herkes kendi köyünü izlemeye gelmişti. Köyleri su altında kalan insanlar, “belki köyümü görebilirim” umudundaydı. Çünkü fragmanda 10’a yakın köyün adı geçiyor. Bu durum aslında köylülerin kaybedilen hafızanın korunmasına yönelik talebini de gözler önüne seriyordu. Orada, “Bugün bu baraj su tutmuş olabilir, ama mücadele sürüyor. Benim umudum halen var. Ve bunu propaganda olsun diye söylemiyorum” demiştim. Bugün de aynı düşüncedeyim, benim umudum halen var. Çünkü mücadelenin zayıf düştüğü bir dönemi, OHAL’i fırsat bilen iktidar bütün gücüyle yüklendi ve Hasankeyf’i bitirdi. Fotoğraflarda gördüğümüz şey, mücadele gerilediğinde karşımıza nasıl bir manzaranın çıktığı, çıkacağı aslında. İnsanların bugün karşılaştırmalı fotoğraflarda gördüğü o distopik manzara üç yıldır var. Geçenlerde 900 yıllık Küçük Saray’ın sular altında kaldığı haberini yaptım mesela. Oysa bunun böyle olacağını defalarca haberlerimde dile getirmiştim. Hasankeyf’te daha su tutulmadan önce büyük bir bent inşa edildi. Koruma adı altında yapıldı bu duvar. Küçük Saray bu betona gömüldü.
Baraj sadece Hasankeyf’i değil Mezopotamya’nın ilk liman kenti Tel-Fafan’ı, Kürtçe adı Tile-Navro olan Çattepe’yi de sular altında bıraktı. Yüzlerce temiz su kaynağı da bu barajın altında kaldı. Botan’dan Dicle Vadisi’ne kadar yok olmaya devam eden bir ekosistem var. Bu ekosistemi tüm canlılar adına kurtarmamak için, mücadelenin sürmemesi için bir neden var mı?
2017’de, yıkım başlatıldığında “her şey bitti” denmişti. Bugün de su altındaki manzarayı görenler her şeyin bittiğini söylüyor. Hayır, bitmedi. Hikâye devam ediyor. Karşılaştığımız yıkım sadece Hasankeyf değil, daha büyük bir yıkımdan bahsediyoruz. Buradaki ekosistem adım adım yok oluyor. Bunu kurtarmamız lâzım. Bu kadar canlı var, endemik tür var. DSİ, bilim insanlarından özel bir araştırma ekibi oluşturdu ve hiçbir barajda yapmadığı bir çalışmayı burada yaptı. Daha önce Botan’da yaşandığından bihaber olduğumuz yeni endemik türlere rastlandı. Bunun üzerine bilim insanları hükümete buranın Milli Park olması görüşünü ilettiler. Cumhurbaşkanı da buna imza attı. Ama baraj su tuttuktan, bölge sular altında kalmaya başladıktan sonra orası Milli Park ilan edildi. Milli Park ilan edilen yeri nasıl su altında bırakıyorsunuz? Siirt, Batman ve Mardin barolarının da üzerlerine düşen hukuki sorumluluğu yerine getirmediğini söylemem gerekiyor.
Artık mücadele baraj kapaklarının açılması yönünde olmalı. Bu barajın kapakları ne kadar erken açılırsa o kadar iyi. Yaşanabilecek su krizlerinin önüne geçilmiş olur; su tüm canlılarındır, kimsenin tekeline girmemeli. Diyelim ki bu barajın ömrü 50-60 yıl sonra bitti, o kapaklar açıldığında karşımıza büyük, çorak bir arazi çıkmasın. Bu yüzden mücadeleden asla vazgeçilmemeli. Hasankeyf ne sadece Kürtlerin ne de Arapların coğrafyası, Hasankeyf tüm insanlığın ortak mirası. Baraj sadece Hasankeyf’i değil, Mezopotamya’nın ilk liman kenti Tel-Fafan’ı, Kürtçe adı Tile-Navro olan Çattepe’yi de sular altında bıraktı. Yüzlerce temiz su kaynağı da bu barajın altında kaldı. Botan’dan Dicle Vadisi’ne kadar yok olmaya devam eden bir ekosistem var. Bu ekosistemi tüm canlılar adına kurtarmamak için, mücadelenin sürmemesi için bir neden var mı?