Son yıllarda dünyanın dört yanı için Almanya acı vatan. AB ülkeleri arasında kitlesel olarak mülteci akınına uğrayan tek ülke Almanya. Televizyon, gazete haberlerinde “mülteci” olmak dışında bir kimliği olmayan bu insanlardan biri de, Beyoğlu’nun gece hayatındaki kült mekânlarından birinin gelenleri kucaklayarak karşılayan sahibi. “Ne olur ne olmaz” günlerinden geçtiğimiz için isimler anonim, hikâye ise sahici ve yakıcı. Almanya’nın ufak bir kasabasındaki mülteci kampının 14 metrekarelik 41 numaralı ahşap konteynerinin sakinine bağlandık, bir mülteci hikâyesi dinlemeye oturduk, 1990’ların Konya’sından girip Beyoğlu sokaklarının çöküş hikâyesine uzanan kişisel bir hikâyeye dalmış bulduk kendimizi.
Hayatın ironik bir çember sayılabilir. Türkiye’den Almanya’ya göçmüş bir ailenin Almanya’dan Türkiye’ye göçmüş bir çocuğu olarak şu anda Türkiye’den Almanya’ya mülteci statüsünde göçmüş durumdasın. Çemberin şu anki noktasına gelmek için geriye sarmamız lâzım sanki. Ailenden başlayalım. Nasıl göçmüşler Almanya’ya?
Eh, doğru. Hayatımın özeti göç, göç, göç. Annem babamı görmeden fotoğraftan tanımış. Ve evlenmişler. Bu evlilikten bir halt çıkmayacağı oradan belliymiş zaten. Annem babamlara göre daha kentli, daha eğitimli. Eniştemler ve teyzemler o zaman Almanya’dalar zaten. Önce annem gidiyor 1973 yılında ve arkadan biz gidiyoruz. Yolu açan annem yani. Almanya’da ötekiydik, Türkiye’ye gelince de öteki olduk. Şimdi ise ötekinin ötekisi durumundayız. Almanya’ya gittiğimde ben çok küçüktüm. Tipik bir gasterbeiter hikâyesi bizimki. Babam demir döküm fabrikasında, annem televizyon fabrikasında çalışıyor. Bizim abimle üzerimizden kilitlenerek evin içinde kendi başımıza büyüdüğümüz bir dönem. Okul çağına kadar… Ev benim için sevimli bir şey değil. Hâlâ da evi sevebilmiş değilim zaten. Göç eden birinci kuşağın en büyük sorunu, Türk inkılâp tarihi okumuş ve Türk gazıyla doldurulmuş olmaları. Kendilerini ayrıcalıklı zannediyorlar ve çok fena tosluyorlar. Burada itibar göreceklerini sanıyorlar, ama öyle olmuyor. Büyük şehir görmeden Almanya’ya geliyor çoğu. Asimile olma korkusu denen şeyle biçimleniyorlar. Entegre olmakla asimile olmayı birbirine karıştırıyorlar. Almanlar “siz değişmezsiniz” derken bunlar da “biz değişmeyeceğiz” diyerek, birbirine paralel şeyler söyleyerek gettolaşıyorlar. Aslına bakarsan Alibeyköy’den çok da farklı değil. Erzurumlular bir tarafta, Sivaslılar bir tarafta. Türkler zaten ağırlıklı ağır sanayide çalıştıkları için Türklerin yoğun olduğu yerler oluşuyor. Almancaya da çok ihtiyaç olmuyor. İlk kuşağın hikâyesi bundan ibaret. Benim anlamadığım, burada doğup büyüyenlerin de hâlâ Almanca konuşamaması. Mesela bu aksan mevzuu. Ben 1984’te döndüm Türkiye’ye. Yıl 2018 ve buradaki Türklerin ağır aksanları var. Oysa bizim aksanımız yoktu o zamanlar. Aksan, altkültürün bir parçası olarak ortaya çıkmış sanki. Bile isteye aksanlı konuşuyorlar artık. Aksanlı konuşmak onları bir aileye dahil hissettiriyor. Kimliğin bir parçası. Mein besirk (mahallem) kafası.
Kaç yaşındaydın Türkiye’ye döndüğünüzde?
13-14 yaşlarındaydım. 7. sınıfı bitirmiştim. Ailelerin en büyük kaygısı orada it kopuk olma ihtimalimizdi. Türkiye’de eğitim görelim istiyorlardı. Almanya da 1984-1985 yılında iyi gazladı bunu. 20-30 bin Mark vererek bu ailelerin topluca geri dönmesini sağladı. Hatırlıyorum, normalde bir Almanca, üç-dört İngilizce sınıfı olurdu okullarda. Biz geldiğimiz sene sekiz Almanca sınıfı açıldı. Gelenlerin bir kısmı geri döndü, bir kısmı kaldı.
Geri dönerken sen ne hissetmiştin, hatırlıyor musun?
Aslında sevinerek geldik. Türkiye’ye sadece tatillerde geliyorduk ve köye gidiyorduk. Atın, eşeği, tavuğun olduğu, bir çocuk olarak yalınayak dolaşabildiğin büyük bir özgürlük alanıydı. Hep öyle olacak zannettik, ama öyle olmadı. Yeni yeni kız arkadaş yapmaya başlamışsın falan, Kiss dinliyoruz, Nena dinliyoruz, pin’ler takıyoruz sağımıza solumuza ve birden Konya’ya geliyorsun. Alaburus tıraşlı, güneşte kavrulmuş, hazırola geçirilmiş bir çocuğa dönüşüveriyorsun. Küçük Emrahların, Küçük Cüneytlerin arasına düşüp onları da dinlemeye başlıyorsun.
Ve tutunma noktası futbol oluyor senin için…
Mahallede çocuklarla toplandığımız ilk günleri hatırlıyorum. Bir anda herkes kayboldu, ben yalnız kaldım. Meğer hepsi Cuma’ya gitmiş. Hayatım boyunca beni bir kere camiye götürebildiler. Onda da önümdeki yaşlı bir adamı taklit ediyordum, ama onun bir rekat önce başladığını fark etmedim tabii. Adam bir de ağır hareketlerle kılıyor. Herkes namazı bitirdi, ben hâlâ amcayla birlikte devam ediyorum, üstelik bir rekat eksik tamamladım turu. Çok dalga geçtiler benle. Bende ne var? Futbol var. 14 yaşıma kadar 300’den fazla resmi maça çıkmıştım. Zaten babam beni “Konyaspor’da oynayacaksın” diye gazladı. Hesapta vaktinde o da oynamış Konyaspor’da. Doğru mu, değil mi, bilmem. Ama dayım falan Konyaspor’un ünlü futbolcularındanmış zamanında. Konyaspor da o zaman 2. Lig’de şampiyonluğa oynuyor. Geldik Konyaspor’a yazıldık, ama bizim yaş grubunda lig yok. Konyaspor’un maçlarından önce Yetiştirme Yurdu’yla falan 30 bin kişinin önünde hazırlık maçı yapıyoruz. Açılış grubu gibiyiz yani. Elimiz ayağımız titriyor. Ama kısa sürede soğudum. Antrenmana gitmek için binebileceğin otobüs yok. Okuldan çıkıp koşa koşa gidiyorsun, geç geldin diye dayak yiyorsun. Okulda dayak yiyorsun. Kız arkadaşınla sohbet ediyorsun diye dayak yiyorsun. Dayak yemeye gelmedik, futbol oynamaya geldik deyip kendimi mahalle maçlarına verdim.
Yeni duruma entegre oldun yani…
Ne yapsan da onlara göre kentlisin. İlk önce kendini kabul ettiriyorsun, sonra yavaş yavaş sana saygı duymaya başlıyorlar. Bir süre sonra tüm mahallelerin tanıdığı bir adam oldum. Beni seyretmeye geliyorlardı. Eh, bunu da önce futbolla yapıyorsun, sonra halinle tavrınla. Bir şekilde mahalle gençlerini organize eden bir adama dönüştüm. Mahallede futbol oynamayı amatör ligde oynamaktan daha çok sevdim. Konya’dan ayrılıncaya kadar Konyaspor’daydım, ama günlerim mahalle maçlarında geçti. Konyaspor’dan sonra amatör takımlarda her seviyede oynadım. Almanya’da o Schalke’nin olduğu Gelsenkirchen bölgesi misafir işçi sınıfının ilk geldiği bölgedir. Madenler, ağır sanayi bu bölgede çünkü. Bütün Türk futbolcuların yüzde yetmişi de hâlâ bu bölgeden çıkıyor. Konya tabii Sakarya gibi bir futbol kenti sayılmaz. İzmit falan sanayi şehri oysa. Oradan, işçi sınıfı çocuklarından beslenir futbol. Konya’da benim Adidas ayakkabılarım var tabii. Yivi bozuldu. Hoca, “ben yaptırırım” dedi. Ayakkabı yok oldu. “Kayboldu” dedi bana. Sonra bir arkadaşımdan çıktı ayakkabı. Yakasına yapıştım çocuğun, “hoca sattı bana” dedi. Düşün gerisini.
Sendeki organizasyon ruhu mahalle maçlarından geliyor yani.
Bir şekilde toplayıcı bir tarafım var. Mahalleyi de bir arada tutan adamdım, taraftar grubunda da öncülük yapardım. Serserilik çok yaptım, ama itlik yapmadım. Öyle bir fark var benim için. Etrafımdaki insanları da böyle bir arada tutmaya çalıştım. Sen olduğun için itlik yapmaktan çekinir oldu millet. Ama benim için dönüm noktası Konya’da bir bilgisayar dükkânı açmamdır. Amiga’nın açma kapama düğmesinden esinlenerek On/Off koydum adını. O dönemde akciğer zarlarım yırtılmıştı. Futbola uzun bir süre ara verdim. Sigara içilen ortamda oturamıyorum falan. Ne yapayım, ne edeyim derken pasajda bir dükkân kiraladım. Oyun çeken, satan falan bir yer. Ama bu mekânı bir fikir kulübüne çevirdim. Asla bir araya gelmeyecek adamlar burada buluşurdu, sohbetler edilir, tartışılırdı. Alt katı şark köşesi gibi döşedik. Üniversite hocası da geliyordu, taraftar grupları, mahalle arkadaşlarım da… Psikopatı, tinercisi de geliyordu. Ben dükkânı kapadığımda üniversitede “On/Off’un hayatımızdaki yeri” başlıklı tartışma falan yapılmış. Bir boşluğu doldurmuştu Konya’nın gençleri için. Bir tür freezone idi On/Off.
Ve Konya gibi bir yerde solcu olmak da var.
1993 yılları. Gözaltında ölenler, yargısız infazlar, beyaz toros zamanları. O zamanlar Saraylı Mehmet diye bütün Konya’nın bildiği ağır bir abi DEP/HADEP sürecinde il başkanı oldu. Parti, Saraylı Mehmet’in şehirdeki nüfuzu sayesinde seçim propagandası yapabiliyor. Öyle bir ortam. Benim solcu olmamda iki büyük etken vardır. Bunlardan biri Saraylı Mehmet’tir. Ama önce ilkini söyleyeyim. Annem cins bir kadındı. Babam bir noktada Kanada’ya çekti gitti, oradan da cenazesi geldi zaten. Annemse sosyal bir çevrenin içindeydi. O dönemde Konya gibi bir yerde SODEP çevresindeydi. SODEP, gençlerin çevresinde örgütlendiği, örgütlenebildiği tek partiydi. Dolayısıyla bizim evde annem çok solcu genç doyurdu. Onun çevresi, mesela bugün hapiste olan Naciye (Demir) ablayı ben o zamanlardan tanırım. Bu ortamın solcu olmamda tabii ki büyük etkisi vardı. Diğer yanda Saraylı Mehmet… Birlikte gezerken Kürt arkadaşımın gördüğü muameleden tut, her gün öldürülen, işkenceden geçen Kürtlerin durumu beni vicdanen çok rahatsız ediyor, öfkelendiriyordu. Konu hakkında kafa patlatmaya başladım kendi çapımda. Daha çok bilgiye, daha çok konuşmaya ihtiyacım vardı. Bu konuda ne yapabilirim arayışları içerisindeyken gençliğimizin efsanesi, eski devrimci kabadayı abimiz, dostumuz Saraylı Mehmet’in DEP-HADEP sürecinde il yönetimine girdiğini öğrendim ve hemen fırlayıp gittim, partiye üye oldum. Bir akşam elinde sazıyla geldi Saraylı Mehmet. Büyük bir kalabalık etrafına toplanmış. Çaldı söyledi. Ama altı türkü biliyor, yedincisi yok. Sonra sohbete geçiliyor. Sonraları sordum kendisine bunu. “Daha fazlasını öğrenirsem herkes istek parçası ister, ben istediğim türküleri çalıyorum sadece, daha fazlasının içinden çıkamam” demişti. O yüzden fazlasını öğrenmemiş. Bana üç kitap önermişti. Eduardo Galeano’nun hayatımdaki yeri buradan başlar: Latin Amerika’nın Kesik Damarları. Diğer iki kitap ise İnsan Nasıl İnsan Oldu? ve Düşünce Tarihi. “Önce bunları oku” dedi. Benim “Oku dönemim” böyle başladı. Ama tabii Saraylı Mehmet büyük bir hayal kırıklığıdır benim için. Bundan belki on yıl önce Sedat Peker’le ortak iş yaptığına dair bir habere denk geldim. Senin bugün olduğun adam olmanda etkili olan birinin bu yolları bırakıp başka yollara sapması koyuyor adama. Cezaevinde de öldü gitti… Genel olarak Konya’da yaşadıklarım benim Konya’dan da çıkmamı sağladı. Bana daha büyük bir dünyanın varolduğunu gösterdi. Konya’ya sığmamamın sebebi Konya’da yaşadıklarımdır. Bir de Aziz Nesin hikâyem vardır benim.
St. Pauli bayrağının her gittiğim yere taşınmasının çok özel anlamı var benim için. Bir defa, mottosu net bir şekilde ırkçılığa, ayrımcılığa, seksizme ve homofobiye karşı. Bunun en önemli sebebi de St. Pauli bölgesinin çok-kültürlülüğü, birlikte yaşama sanatı. St. Pauli, sanatçıların, anarşistlerin, sosyalistlerin, fahişelerin, eşcinsellerin, “marjinallerin”, göçmenlerin, itilmişlerin, kakılmışların bir arada yaşayıp birbirleriyle geçindiği, birbirlerini koruyup kolladığı bir yer.
Nedir o hikâye?
Sivas katliamından iki yıl sonraydı. Ezgi Kitabevi diye İşçi Partililerin bir kitapçısı var. Küçük yerlerde o parti bu parti pek fark etmez. Herkes iç içedir ve dayanışma vardır. İmza günü için Aziz Nesin’i davet ettiler. Konya karıştı. Tehditler vesaire gırla gidiyor. Afiş bastıracak yer bile bulamıyorlar. Bana geldiler bilgisayarcıyız diye. “Afiş yapsana bize” dediler. Yaptık bastık, dükkâna astık, asabildiğimiz her yere astık. Bir gün mafya yamağı bir tayfa geldi benim dükkâna. Konya’nın büyük bir mafyası var o zamanlar. Bunlar da orada tetikçi olmayı hayal eden tipler. “Biz Aziz Nesin’i vuracağız” dediler. “Niye vuracaksınız?” “O allahsız!” diyorlar. “Ee, ben de allahsızım, beni de vurun o zaman” diyorum. “Sen başkasın” diyorlar. Böyle bir kafa. Vurursun vuramazsın, laf anlatmaya çalıştık, sonra gitti bunlar. Aziz Nesin geldi nihayet. Ben de gittim, kitap imzalattım falan, ama bütün gün yanından ayrılmadım. Tanıdığım, çetecilik yapmaya hevesli birileri gelirse caydırma niyetiyle bekledim bütün gün. Etkisi oldu olmadı, bilemem. Dükkâna gelen bu tipler bir hafta sonra abi dedikleri bir adamı delik deşik ettikleri için hapse girdiler. Sonuçta baktığın zaman tabansızız, lumpen, meşhur olmaya çalışan tipler her zaman var.
Peki Konya’dan İstanbul’a gelişin nasıl oldu?
Hep istiyordum İstanbul’a gelmeyi, ama 1998 devalüasyonu vesile oldu. Aile bir şirket kurmuştu. Bu, Almancıların anlaşılmaz hallerinden biridir. Almanya’da kart basıp fabrikaya işçi girenler Türkiye’ye dönünce ticarete soyunur. En akıllıları taksi plakası alanlardır. Şirket borç harç içinde kaldı. Ailenin batmak üzere olduğunu fark edince bir boğaz eksilsin dedim. Yeni de evlenmiştik. “Biz İstanbul’da tutunuruz” dedik, kalktık geldik. Konya’da ÖDP’nin kuruluşunda da çalışmıştım. Can Yücel’i milletvekili yapabilir miyiz heyecanıyla çalışmıştık. İstanbul’da uluslararası bir sigorta şirketinin üst düzey bir yöneticisi meğer ÖDP MYK üyesiymiş. Yoldaş kadrosundan beni işe alıverdi. Dört yıl sigorta şirketinde çalıştım. Bizim departmana tüm anarşistleri, Kürt hareketinden insanları toplamış. İş keyifsiz, ama ekip çok keyifliydi. Sonrasında beni işe alan kişi ve başka arkadaşlarla Kızılcık diye bir dergi de çıkardık hatta. Ben bir süre sonra zaman ayırmakta zorlandığım için yayın kurulundan ayrıldım. Dergi ara ara hâlâ çıkıyor gördüğüm kadarıyla… 2003’te askere gittim geldim. Oradayken Dr. İlhan’la “bir şeyler yapalım” diye konuşmaya başladık ve dönüşte Stage Doctors’ı kurduk.
Ne yapıyordu Stage Doctors?
“Event medical management” dediğimiz hikâye. O dönem arka arkaya büyük festivallerin yapıldığı dönem. Ama birine bir şey olduğunda festival yöneticileri panik halinde oradan oraya koşturuyorlardı, bir organizasyon bozukluğu vardı. Festivallerin medikal tarafını profesyonelleştirmeyi, festival yöneticilerinin üzerinden yük almayı planladık. İnsanların üzerinde çok düşünmedikleri, kadere bıraktıkları, biraz da yasak savdıkları bir konuydu. Kapıda ambülans içinde oturmaktan çıkardık olayı. “Indoor” konserinde, “outdoor” konserinde, rock konserinde vs. karşımıza çıkabilecek sorunları puantaja çevirdik. Neredeyse bütün festivallere girdik, çok güzel işler yaptık. Turnelerde, festivallerde dolaşmaktan evimizin yolunu unuttuk. Stage Doctors tişörtlü yüzlerce kişi dolaşıyordu sahada. Türkiye’nin en iyi profesörleri, genç doktorları bizimle çalışıyordu. Bir yandan çalışıyor, bir yandan eğleniyorduk. Yurtdışındaki festivallere danışmanlık vermeye başladık. İstanbul uluslararası festivallerin yapıldığı bir şehre dönüşürken arka arkaya alkol yasakları, sponsorların geri çekilmesi gibi bir sürece girildi ve sektör ucubeleşip her şeyin el yordamıyla yapıldığı hale geri dönüldü. Biz de yavaş yavaş küçüldük. Resmi olarak 2008’de Stage Doctors’tan ayrıldım.
Ve mekâncılık dönemi başladı.
Benim gönlümde her zaman bir mekân açma fikri vardı. St. Pauli ruhunu yaşatabileceğimiz bir yer. Bir arkadaş bir mekân buldu. Gittik baktık, anlaştık derken o arkadaş birden devreden çıktı, mekân bize kalıverdi. Üst katı meyhane olan bir mekândı. Kendi çevremizi topladık, işe giriştik. İyi kötü bir çevremiz de oluşmuştu gece hayatında. Mekâncılara laf anlatmak zor iş. Basit formüllerle yürüyor mekâncılık. Hâlâ öyle. Rock mı çalsın, pop mu çalsın’dan ibaret. 2010 yılında başladık.
Neredeydi?
Uğur Mumcu’nun bir lafı var o sokakla ilgili. “Beyoğlu’ndan Tünel’e yürürken sağdaki karanlık sokak” der oraya. Karşımızda otopark mafyası, sağda solda pavyonlar. Arada biz. Gerçekten karanlık bir sokaktı. Biz bir buçuk yıl orada kaldık ve orayı aydınlattık. Müdavimlerimiz sokağa yayıldı. Bulunduğumuz bina satıldı, otel yapılmak üzere boşaltıldı, derken yakındaki tarihi bir pasajın üst katında bir yer bulduk. Handikaplı gözüküyordu, ama beni çok heyecanlandırdı. Biraz saklı, bilenin gelebileceği bir yerdi. Oraya geçtik, orada bir atmosfer yarattık. Hep ortaklarım oldu tabii, ama kendi adıma konuşursam yapmaya çalıştığım şey şuydu: Mekânlar müşterilerini hep sınıfsal olarak ayırır. Onlar gelsin, bunlar gelmesin şeklinde. Ben sınıfsız, ama tavırlı bir ortam yaratmak istedim. Kavgasız ve dövüşsüz bir yer yarattık. Solcusunun, reklamcısının, Kürdün, hipster’ın gelip gittiği ve müzik etrafında dönen bir hikâye yarattık. İnsanların müziği kovalamasını istedik. Aidiyet duygusu geliştirebileceğin, içerideki herkesin birbiriyle selamlaştığı keyifli bir düzenek oluştu.
Her mekâna astığın St. Pauli bayrağını konuşalım. St. Pauli son yıllarda İstanbul sokaklarında bir aidiyet sembolüne dönüştü. St. Pauli ne ifade ediyor senin için?
Ben St. Pauli ile tavır olarak 1993’te tanıştım. Almanya’da yaşayan yabancıların entegrasyon sorunlarıyla ilgili konferans ve workshop’lar için Hamburg’a gitmiştim. Sokaklarında, mekânlarında takıldım, hem de St. Pauli – Celtic maçına gidebilme şerefine nail oldum. Uzun yıllar bu toplantılar için gittim geldim Hamburg’a, St. Pauli’ye ve tribünlerine… Kulüple ve tribünleriyle dostluğum var yani. St. Pauli bayrağının her gittiğim yere taşınmasının çok özel anlamı var benim için. Birincisi, mottosunun net bir şekilde ırkçılığa, ayrımcılığa, seksizme ve homofobiye karşı oluşu. Bunun en önemli sebebi de St. Pauli bölgesinin çok-kültürlülüğü, orada yaşayanların birbirlerine olan toleransı ve birlikte yaşama sanatı. St. Pauli, sanatçıların, anarşistlerin, sosyalistlerin, fahişelerin, eşcinsellerin, “marjinallerin”, göçmenlerin, itilmişlerin, kakılmışların bir arada yaşayıp birbirleriyle geçindiği, birbirlerini koruyup kolladığı bir yer. Müziği, sanatı, kültürü, eğlencesi, mekânları da bu harmandan dolayı kendine has. Aslında Beyoğlu’na benzer tarafları da çok. Bir tarafı Tarlabaşı, bir tarafı Cihangir, İstiklâl, Galata kulesi… Türkiye soluna, tarihine, mücadelesine ve ödediği bedellere çok büyük bir saygım var, ancak müzikle ilişkisini güdük bulurum biraz. Çok içine kapanıktır. Neden-sonuç ilişkisine bakacak olursak anlaşılır bir şeydir de… O yüzden klasik solcu bar modelinden pek hazzetmem doğrusu. Ayrıca mekânlar müşterilerini ister istemez vizyonlarına ve beklentilerine göre sınıflara ayırırlar, farkında olarak ya da farkında olmadan. Ben bundan da hazzetmem pek. St. Pauli mottosu ve bayrağı altında insanları sınıflara ayırmadan, bu tavırda, prensipte mutabık, detayda farklı olabilecek yapıları bir araya getirmek, iyi müzik eşliğinde kimsenin kimseyi ötelemediği, yargılamadığı, ayıplamadığı bir atmosferi harmanlamak, gecenin güzel insanlarla ayine dönüşmesini hayal etmek diyebiliriz bayrak taşıma gerekçesini. “Güzel insanları karıştır ve tanıştır” da diyebiliriz. Gezi’yi Gezi yapan da bu harman değil mi zaten? Hem direnişin hem estetiğin hem de mizahın harmanıdır Gezi ve o yüzden ayrışır. St. Pauli tribünlerinde kocaman “faşiste futbol yok” pankartının ve stadında dalgalanan gökkuşağı bayrağının altında bir sağcının aidiyet duygusu geliştirip orada oturması zor. St. Pauli tribünleri, kendi özel harmanının yarattığı homojen bir topluluk. Benim yaratmaya çalıştığım da bu aslında. Sağcının merak edip de gelip huzur bulamadığı, içeri girdiğinde cayır cayır müzikte havada uçan ecnebiyi, paçalı donlarıyla dans eden sakallı herifleri, kimsenin yadırgamadığı acayip figürlerde özgürce dans eden kadınları, erkekleri, gökkuşağı bayrağını, gamalı haça yumruk atan bayrağı gördüğünde “burası bana göre değil” deyip kendiliğinden kaçacakları bir Grosse Freiheit, kültürel bir getto… St. Pauli budur benim için.
Gezi günlerinde ne âlemdeydi mekân?
İlk günlerde kapayıp Gezi’ye gidiyorduk zaten. Dünyanın en naif topluluğuna böyle bir saldırı yapılmasını kimse beklemiyordu herhalde. Ben de beklemiyordum. Sabah namaza giden hacı amca da, alışverişe giden teyze de oradaki haksızlığı gördü. Kimseye bir şey anlatmaya çalışmak zorunda kalmadık. Olayın samimiyeti herkese sirayet etti. Gezi pirüpaktır, kimse kusura bakmasın. Sonuçta Gezi dediğimiz şey bizdik, Beyoğlu’yduk, herkesti.
Sonraki haftalardaki toplanmalarda, gazlamalarda da sizin mekân bir sığınma, buluşma, yeniden toplanma mekânı, insanların birbirlerini bulmak için uğradıkları bir yer, tabir yerindeyse bir üs haline geldi.
Bizim avantajımız gözden ırak, hanın üst katında olmamızdı. Sokaklardaki yarı baygın dilencileri, tinercileri, selpak satan teyzeleri de sokaktan çektik, sakladık. Doktorlar geldi, gitti. Dört tarafımız baskın yemişken sabahlara kadar onlarca kişi mahsur kaldık içeride…
Bugün “Beyoğlu’nun çöküşü” denen dönem Gezi’yle başladı denebilir mi?
Evet, mekânların iş yapamaz noktaya geldiği bir noktaydı. Ama o günlerde Beyoğlu’nun mekâncılarıyla yapılmış bir soruşturmada gazetelere en net ifadeyi biz verdik sanırım: “Bedeli neyse öderiz.” Ama Gezi’den sonra memleket de durmadı. Ben bu mekânı bir geleneğin devamı olarak görmek istedim. Kemancı Zeki’lerden tut da Gizli Bahçe Nilgün’ler, Karga’lar falan. Bir bayrak yarışıydı benim için, bir altkültür mekânı olarak yaşatmaya çalıştık. Memleket öyle bir hale geldi ki… IŞİD bombaları, darbe saçmalığı falan derken acayip bir süreç içinde gücümüz yetmedi yaşamaya. Bizi yaşatmak için uğraşan çok insan oldu. Mesela buradan hipster vicdanına da bir selam yollamak gerektiğini düşünüyorum. Bunu herkesin kabul etmesi gerekiyor. Bu insanlar eğitimli insanlar ve tanımadıkları, çok da anlamadıkları, saldırı altındaki bizimki gibi mekânların yaşaması için çok destek verdiler. Benim tahmin ettiğimden çok daha fazla… Onlardan çok destek gördük. Ama sonunda mini bir Susurluk kazasının içinde buldum kendimi. Bu durumu insanlara anlatmam o kadar zor ki.
Yine de bir dene. Gezi sonrası başlayan Beyoğlu’nun ateşini söndürme süreci senin durduğun yerden nasıl yaşandı?
Beyoğlu’na yapılan saldırılara karşı net bir tavır koyduk kendimizce, ne olursa olsun mekânı başka bir bölgeye kaçırmayacağız, Beyoğlu’nu savunmak için sonuna kadar direneceğiz dedik. Sonuna kadar da mücadele ettik. İnsanlar hem kendilerini yürekten kucaklayan mekânlarını, arkadaşlarını hem de gettolarını kaybetmemek için çok destek verdiler. Ancak mülk sahipleri Gezi’de olduğundan daha farklı bir tutum sergilediler. Gezi’nin yaratmış olduğu dalganın etkisiyle uzun süre iş yapamamış kiracılarla dayanışma göstermiş, daha esnek davranmışlardı. Geriye dönük baktığımızda teşhirden, karşı tavırdan tedirgin olmuş olabilirler diyorum, çünkü sonrasında Beyoğlu’nun altkültürü yok edilirken, Beyoğlu’yla duygusal, siyasi, kültürel bağı olan mekânlar zorla boşaltılırken, yıkılırken, cezalarla yıldırılırken bundan nemalanmayı seçtiler. Yıllarca birlikte iş yaptıkları kiracıların yerine daha fazla para veren herhangi bir yapı da gelebilirdi artık. Birçok mekân gibi bizi de zora soktu bu durum. Sonra bir verip üç alırızcı fırsatçılar özlü sözlerle yanaşıp zor durumumuzdan, sorumluluklarımızdan, siyasetimizden tutun da verdiğimiz röportajlara kadar tehditler, şantajlar ve baskılarla üzerimize çöktüler. Durum dayanılmaz bir hal alınca da, Çiftlikbank tosuncuğu gibi değil, simit parası olmadan çıktık memleketten.
Beyoğlu’nun altkültürü yok edilirken, Beyoğlu’yla duygusal, siyasi, kültürel bağı olan mekânlar zorla boşaltılırken, yıkılırken, cezalarla yıldırılırken mülk sahipleri bundan nemalanmayı seçtiler. Yıllarca birlikte iş yaptıkları kiracıların yerine daha fazla para veren herhangi bir yapı da gelebilirdi artık. Sonra bir verip üç alırızcı tehditler, şantajlar ve baskılarla üzerimize çöktüler. Durum dayanılmaz bir hal alınca da, Çiftlikbank tosuncuğu gibi değil, simit parası olmadan çıktık memleketten.
Ve durak Almanya.
Evet, karım ve çocuğumla Almanya’ya geldik, iltica başvurusunda bulunduk. Ya hep beraber ya hiçbirimiz dedik. Akademisyen, gazeteci arkadaşlar falan mülteci olmadan burada kalmanın yollarını buluyorlardı, ama aile bu kapsama dahil olmuyor. Aile olarak kalmanın tek yolu buydu. Kolay bir hayat olmadığını biliyorduk mülteciliğin, ama başka seçeneğimiz yoktu. Almanya dilini konuşabildiğimiz, akrabalarımızın olduğu, yolunu bildiğimiz bir yerdi. Her yolu araştırdık ve vizemizin son günü iltica başvurusunda bulunduk.
İltica sürecini anlatsana biraz.
İlk başvuruyu yaptığımızda bir kampa alındık. Yoğunluğa göre insanları Almanya’nın farklı yerlerine dağıtıyorlarmış. Geldiğimiz şehirde ya da yakınlarında kalabileceğimizi düşünüyorduk, ama öyle olmuyormuş. Orada iki gün kaldık. Evrak sırası, aşılar, sağlık kontrolleri, yemek sırası… Oradan başka bir kampa nakledildik. Orada üç gün kaldık. Geçiş kampı olan bir yer. Orası en sıkıntılı yerdi herhalde. Emniyetli bir yer değildi. Oradan başka yerlere dağılıyorsun. Kapılarda kilit yok. 500 kişilik falan bir kamp. Oradakilerin çoğu geri gönderilmeyi bekleyen insanlarla dolu. Bizdeki acemi birliği gibi bir yer hayal et. Başı kesik tavuklar gibi dolaşıyorsun. Söylentinin bini bir para. Uyumadan, odada nöbet tutarak geçirdik. Oradan başka bir şehre nakledildik.
Peki süreçle ilgili bilgilendirilmiyor musunuz? Üç gün burada kalacaksınız, sonra şuraya gideceksiniz gibi bir bilgi veriyorlar mı?
Hayır. “Sabah gidiyorsunuz, hazırlanın” deniyor. Sabah otobüslere doluşuyorsun. Otobüste bir sonraki istikameti söylüyorlar sana. En büyük endişemiz Doğu Almanya’ya gönderilmekti. Rostok, Leipzig falan sıkıntılı yerler. Irkçılığın yoğun, çünkü işsizliğin yüksek olduğu yerler. Bu sorunlar yüzünden yabancıların, göçmenlerin hedef olarak göründüğü yerler. AfD’nin güçlü olduğu yerler. En azından oraya gitmeliyim istiyorduk. Böyle böyle kamp kamp dolaştık. Heidelberg’de 4000-4500 kişinin kaldığı büyük bir kampa geçtik. Küçük bir oda, üç sandalye, üç döşek. Tuvalet, banyo ortak. Binbir insanın olduğu bir ortam.
Hangi coğrafyadan gelenler yoğunlukta?
Elbette Suriye’den gelenlerin bir ağırlığı var. Ezidiler, Kürtler, Araplar… Gambiyalılar var sonra. Göze batacak kadar yoğun bir grup Gambiyalılar. Bulgaristan, Romanya gibi teknik olarak mülteci statüsüne kabul edilmeleri imkânsız yerlerden gelenler var. Gürcistan, Makedonya ve Sırbistan’dan gelenler de var. Kaçınılmaz olarak ekonomik göç var tabii. Çok uzun yollar yapmış insanlar. Sudan, Somali, Nijerya… Ağırlık Müslüman ülkelerden gelenler ama.
Peki Türkler?
(gülüyor) Var tabii. Büyük bir kamp olduğu için herkesi göremiyorsun, ama kamptan şehir merkezine giden otobüsler var, onlarda karşılaşıyorsun daha çok. Yarı açık bir cezaevi gibi düşün. Şehre inip geri gelebiliyorsun. Orası eski bir Amerikan üssüymüş, Benjamin Franklin üssü. Kampların birçoğu eski Amerikan üssü zaten. Bir keresinde Benjamin Franklin diyeceğime Walter Benjamin demiştim sorgucuya, afallamıştı adam. Türkiye’den Kürtler var tabii. Bir de Fethullahçılar var. Başka model adam görmedim. Muhtemelen Kürtler beni Fettullahçı zannediyordur, Fethullahçılar ise bir boka benzetemiyordur. Ama Fethullahçıları hemen anlıyorsun. Tuvalete plastik ibrikle gidenler Fethullahçılar. Bu kadar net.
Aranızda bir diyalog oluştu mu?
Dört-beş ay boyunca muhatap olmadım diyebilirim. Memlekette öfke duyduğumuz insanlar arasında bunlar baş sırada. Hatta bir keresinde onların duyabileceği kadar yüksek sesle “hiçbir Fethullahçı benimle muhabbete gelmesin” demişliğim var. Onlar da uzak durdular benden. Ama nereye gidersek gidelim, onlar da var. Şu anda kaldığımız kampta da varlar.
Peki sorgu süreci nasıl?
Buraya gelmeden önceki kampta iki ay kaldık. İltica başvurumuzla ilgili tüm sorgu orada yapıldı.
Ne anlattın?
Ne anlattığımdan ziyade, neyi anlatamadığımı söyleyeyim. Sorguculara Beyoğlu’nu anlatmaya çalıştım, ama adam algılayamıyor. Adamların yaşadığı kentler 100-150 bin kişilik yerler. Beyoğlu dediğin ekosistem adamların yaşadıkları kentlerden kat be kat büyük. Burada yaşanan kent mücadelesini anlatmaya çalışıyorsun, anlatamıyorsun. Ama dilimin döndüğünce Osman Kavala’nın durumuna kadar memlekette yaşananları kayda geçirdim. Aramızda bir statü farkı var elbette, ama Kavala’nın başına gelenle benim ya da benim gibi birinin başına gelebilecekler aynı. Kimin başına neyin geleceğinin ve niye geleceğinin bilinmediği bir ortamı anlatıyorsun. Ortada ne idüğü belirsiz listeler dolaşıyor. Bu listeye nasıl dahil olduğun belli değil. Bir gece o listeye girebiliyorsun tak diye.
Kampta gündelik hayat nasıl geçiyor? Birbirinin dilini bilmeyen farklı coğrafyalardan insanlarla aynı yemek sırasına giriyorsun, aynı mekânı paylaşıyorsun.
İlk etaplarda sana para verilmiyor. Üç öğün yemek var. Kahvaltıda küçük ekmeklerin arasına kaşar falan. Herkes Müslüman olduğu için domuz eti göremiyorsun. Bayılırım oysa. Öğle yemeğinde sıcak bir şeyler çıkıyor. Akşam yemeği yine kahvaltı düzeni. İnsanların toleransının ne kadar farklı olduğunu görüyorsun. Çayını doldururken seni ittirip kendi bardağını dayıyor falan. Her tür insan var. Katiller de var, düşkünler de var, savaşta çok acı çekmişler de var. Balkanlardan gelenler farklı. Şanslarını deniyorlar. Ne kadar kalabilirlerse kâr sayıyorlar. Sen kamptan kampa dolaştıkça hakların da gelişiyor, dolaşma hakkın oluyor. Son noktada izinli çalışma hakkını da alıyorsun. Bu bürokrasi içinde şansını deneyen çok insan var. Biz anladığımız kadarıyla son level’dayız.
Neredesiniz şu anda?
Bir büyük şehre yakın küçük bir kasaba. Hali vakti yerinde, refah düzeyi yüksek bir kasabanın kıyısındaki bir kamptayız. İlk geldiğimizde afalladık. Öbür kamplar iyi kötü şehir içindeydi. Burada etrafta gördüğün tek şey tamirciler, sanayi siteleri falan. “Yandık” dedik, başta ama alışıyorsun. 14 metrekare ahşap bir konteynerde yaşıyoruz. Ortak mutfak, tuvalet. Elli odalı bir yer. Odaya eşya ekleyemiyorsun. Yere halı seremiyorsun, koltuk koyamıyorsun. Anlamsız gibi gelebilir, ama kalanların çoğu genç, tek erkekler. Hijyen hak getire, ama bir şekilde bunu sağlamaya çalışıyorlar. Yine de milletin odasına bir giriyorsun, çöpten toplama deri koltuklar falan. Her ay kontrol yapılıyor, bu eşyalar atılıyor. Tekrar topluyorlar. En minimal, en kalender oda bizimki herhalde. Mutfakta yemek yapmak mümkün değil, pislikten geçilmiyor.
En büyük endişemiz Doğu Almanya’ya gönderilmekti. Rostok, Leipzig falan sıkıntılı yerler. Irkçılığın yoğun, çünkü işsizliğin yüksek olduğu yerler. Bu sorunlar yüzünden yabancıların, göçmenlerin hedef olarak göründüğü yerler. Böyle böyle kamp kamp dolaştık. Heidelberg’de 4000-4500 kişinin kaldığı büyük bir kampa geçtik. Küçük bir oda, üç sandalye, üç döşek. Tuvalet, banyo ortak. Binbir insanın olduğu bir ortam.
Ama bu kampın en büyük faydası dokuz yaşındaki kızınızın okula başlaması oldu galiba. Hadi siz yetişkin insanlar olarak mülteci hayatının garipliğini rasyonalize edebiliyorsunuz, kızınız nasıl yaşadı bu süreci?
Biz onun sayesinde ayakta durduk diyebilirim. İstanbul’da korku içinde yaşıyormuş, buraya gelince anladık bunu. Okulu Beyoğlu’nda, işyeri Beyoğlu’nda. Bombalar patlıyorsa okulun elli metre ilerisinde, babasının işyerinin yüz metre ilerisinde patlıyor. Gezi’de de gaza boğuldu, bizimle birlikte her şeyi yaşadı. Benim mini Susurluk kazası dediğim şeye adım adım şahit oldu zaten. Bu yolculuğa çıkarken oturduk konuştuk onunla. Babasıyla doğru düzgün iletişim kuramamaktan çok muzdaripti zaten. O da bir St. Pauli korsanı olarak büyüdü sonuçta. Buraya tek başına gelmek çok daha zormuş aslında. Teksen başka kişilerle bir arada yatıyorsun, aile isen iyi kötü bir odan, bir mahremiyetin var. Öbür türlü kiminle yattığını bilmiyorsun. IŞİD’liyle de birlikte yatıyor olabilirsin. Beni Türk olarak tutup Fethullahçılarla aynı odaya koyacaklardı muhtemelen. Al başına bela.
Neler yapıyorsun peki kampta?
Tek meşgalem birilerine yardım edebilmek. Suriye’den gelenlerin çoğu Türkiye’de bir süre kalmış, sonra bir şekilde buraya gelmişler. Kırık da olsa Türkçe biliyorlar. Dertlerini anlatmaları için yardımcı olmaya çalışıyorum. Okuma-yazması yok çoğunun, olsa da Latin harflerini bilmiyorlar. Özellikle Ezidi aileler çok gariban. Onları diğer herkesten ayırıyorum. Çileden kaçtıklarını yüzlerinden okuyabiliyorsun. Herkes böyle değil. Geldiği günün gecesi partilemeye çıkmaya çalışanlar da var. Gönüllülerin ders verdiği bir düzen var, orada insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Almanya’da tutunabilmek için tüyolar veriyorum. Beyoğlu’nda da mekânlara giremeyen çocuklara tüyo verirdim zaten. İnsanların kaçış sebepleri farklı tabii. Bir sene boyunca yolculuk yapmışlar. Libya, Belçika, Fransa üzerinden gelenler var. Nereden geldiği belli olmayanlar var. Suriyeliyim diyor, ama değil. Dublin Antlaşması diye bir şey var. Almanya’ya hangi ülkeden girdiysen o ülkeye iade ediliyorsun. Parmak izi sürüyorlar, geldiği yere göndermeye çalışıyorlar. Devlet mantığı böyle çalışıyor. Şu anda Almanya iyi durumda bile sayılabilir. İki yıl önce buraya gelenler spor salonlarında yüzlerce insanla birlikte yatıp kalkıyormuş. Bir şekilde süreci sistematize etmişler. Önce Bamf (Mülteci Bakanlığı) kapsamındasın, sonra Yabancılar Şubesi’nin sorumluluğuna geçiyorsun. Son noktada artık İş Bulma Kurumu’na havale ediliyorsun. Sana 599 Euro’luk bir ev bul diyorlar. Ev arıyorsun, iş arıyorsun. En iyi haliyle bile zor bir süreç. Biliyorsun, geçenlerde nihayet koalisyon hükümeti kuruldu, ama göçmenlerden sorumlu bakanlığın başına CSU’dan (Hıristiyan Sosyal Birliği), Bavyera partisinden bir adamı koydular. Olabilecek en sağcı adamı yani. Almanya’da gündem sürekli değişiyor. Bir de devletlerin kendi aralarındaki at pazarlıkları var. Yarın ne olacağı, sürecin nasıl değişeceği belli değil. Ülkelerin siyasetine güven olmuyor.
İnsanlar Almanya’daki bu hayatlarını nasıl karşılıyor?
İnsanlar Almanya’yı sevmemişler. Yemeğini de sevmemişler, havasını da. Türkiye üzerinden gelenler “Türkiye şahaneydi” diyor. “Evet, burası sıkıcı, ama stabil” diye anlatmaya çalışıyorsun. Şimdilik stabil en azından. Öyle bakmadığı zaman içinden çıkamaz. Kuzey Afrika’dan gelenler için İspanya daha sıcak olabilir, ama orası da Almanya’daki imkânı sunmuyor sana. Şimdiki seviyede günde 9 Euro para alıyorlar. Çok sınırda bir para bu. Aile olarak belki bu parayı birleştirerek minimum düzeyde yaşayabilirsin. Ama tek başınaysan 9 Euro ile hiçbir şey yapamazsın. Bekârlarda 1-1,5 euro fazla oluyormuş. Otobüsle bir yere gidip gelmeye kalksan 8 Euro. Tost ekmeği, donmuş yiyecekle falan zor yaşadığın bir para. Sonra otobüse kaçak biniyorlar tabii. Almanya’da haberlerde “mülteciler otobüse kaçak biniyor” laflarını duyuyorsun.
Ücretsiz bir dolaşım kartı verilmiyor mu?
Önceki kamplarda her şey ücretsiz. Ama bizim ulaştığımız son seviyede sana günde 9 Euro para bağlıyor ve diğer tüm hakları geri çekiyor. Ya herru ya merru demenin bir yolu bu. Bir an önce iş bul ya da çek git diyor aslında. Bu bir yıldırma projesi. Devlet mantığıyla düşündüğünde, 9 değil, 18 Euro verse, o parayla sonsuza kadar takılacak çok insan var. Bu yüzden sana rahat vermiyor. Bulunduğumuz bölgede iş bulma problemi yok, çünkü endüstriyel bir bölge. Ama Almanca bilmen lâzım tabii. Bir de pişmanlık projesi gibi bir şey başlatmışlar. Geri dönmeyi kabul edersen cebine üç-beş kuruş koyup geri postalıyorlar seni. Gürcistan’dan gelmiş yedi kişilik bir aile var. İki yıl kalmışlar burada. Yedi kişi 1500 Euro para alıyor. Üstüne adam da çalışmış, para biriktirmişler. Sonunda da “biz geri dönmek istiyoruz” dediler. İki-üç bin euro da öyle alıp geri döndüler. Bu para onlara memleketlerinde yeni bir başlangıç yapmaya yetiyor muhtemelen.
Bütün coğrafyalardaki kişisel trajediler bir kampta buluşuyorlar adeta.
Hepimiz aynı bahçeye bakıyoruz. Karşımızdaki balkonda iki tane Fethullahçı aile oturuyor. Bizim kız onların çocuğuyla oynuyor, aynı okula gidiyorlar. Öyle olunca adamlar merhaba deyince sen de merhaba diyorsun. Gevrek gevrek “abi demokrasi de lâzımmış hakikaten” diyen de oldu. “Siyaset konuşmayın benle” dedim. Yapabileceğin başka bir şey yok.
Ve sonuç olarak beklemeye devam ediyorsunuz.
Evet. “Deadline” olmadan yaşamak zor. İki yıl sonra olacağını bilsek kendimizi hazırlayabiliriz, ama yarın da olabilir, iki yıl sonra da… Pazar günü postanın gelmeyeceğini bilsen de posta kutusuna bakmadan edemiyorsun.