On sekiz yıl aradan sonra “Büyük Altay” yeniden Süper Lig’de. 26 Mayıs gecesindeki galibiyete siyah-beyazlıların taraftarı olmayanların da gösterdiği büyük coşku, Altay’ın bir futbol takımından daha fazlası olduğunu imliyordu. “Alsancak’ın Sakini Altay”ın yazarı Orhan Berent’le bu köklü kulübün ve İzmir’in tarihinde gezintiye çıkıyoruz…
2020-2021 futbol sezonu hakkında ileride hatırlanacak en önemli konu, maçların Covid-19 salgını nedeniyle seyircisiz oynanması olacak herhalde. Ama galiba bir de Altay-Altınordu arasında 26 Mayıs’ta oynanan o son play-off maçı, Altay’ın son dakikalarda bulduğu galibiyet golü ve Mustafa Denizli’nin omuzlarda olduğu kare, ardından televizyonlara yaptığı duygusal konuşma da hatırlanacak. O gece sosyal medya Altay hakkında paylaşımlarla doldu taştı, şaşırtıcı bir Altay sempatisi oluştu. Aslında Altay, İzmir’de bile Göztepe ve Karşıyaka’yla mukayese edildiğinde, taraftar kitlesi çok kalabalık bir takım değil. 18 yıldır alt liglerde ve takımın bir zamanlar Türkiye’nin en üst liginde büyük bir ağırlığının olduğu dönemleri hatırlayanlar da bugünlerinin moda deyimiyle “40 yaş üstü” insanlar. Ne dersiniz?
Orhan Berent: Evet, maalesef Covid-19 salgını nedeniyle bu sene maçlar seyircisiz oynandı. Ama bu durum Altay’ın şampiyonluğunun geniş bir kitle tarafından sevinçle karşılanmasına engel olmadı. Sizin de dediğiniz gibi, 40 yaş üstü kuşağın Altay ve Göztepe isimlerine kulak dolgunluğu var. 2002’de en üst ligden alt liglere beraber düştüler, şimdi 2021’de kamuoyunun heyecanla takip ettiği bir klasmanda tekrar ezeli rekabetin alevini harlatacaklar. Umarız bu kez akıllı olurlar ve yerel çekişme eski yıllarda olduğu gibi anlamsız husumete dönüşüp sakin ve durgun şehrimizin futbol hayatına bir halel getirmez. Çünkü geçmişte bunun örneklerini çok yaşadık. Ancak süper lig ebedi puan cetveline baktığımızda, Altay’ın yeri hâlâ en üstlerde. 1959-1983 arasında 24 yol en üst ligde kesintisiz oynayan, sadece 1984, 1990, 2001 sezonlarında alt liglerde oynayan Altay, maalesef 2002’den beri hak ettiği yerde değil. Umarız avdeti kalıcı olur.
26 Mayıs gecesi sosyal medyadaki o ilgiyi, övgüyü yaratan neydi sizce? Sebep Mustafa Denizli’nin takımın başına geçmesinin hikâyesi mi? Para istemeden, vefa duygusuyla çalışmış olması, bağlılığı mı?
Sosyal medyadaki ilgiyi şuna bağlıyorum: Bir önceki sezon Başakşehir şampiyonluğunu yaşayıp şaşkına dönenler, bu yıl Gençlerbirliği ve Ankaragücü’nün beraber küme düşmesiyle bir şeylerin yolunda gitmediğini anladılar. Köklü ve tarihi camialar sezondan sezona aşağılara doğru yol alırken, yerlerine isim sponsorluğu almış ilçe irisi takımlar, sadece futbol olarak değil, kültürel olarak da ziyadesiyle altlarda yer alan taşra vilayetleri, merkezi iktidarın çabucak inşa ettirdiği stadyumları ile Türkiye sporunun medyatik vitrini Süper Lig’de podyuma çıktıkça, yeni kuşaklar köksüzlüğün ne demek ve nelere mal olduğunu algılamaya başladı. Bu aslında güzel bir gelişme. Sentetik oluşumlar artık tat vermiyor. Futbolseverler durumun farkında. 2000’lerin başında bir dönem modaydı, geçici bir ilüzyon yaratıldı, çok şükür şimdi bitti ve geriye tortusu kaldı. Bundan sonrası için dileğimiz, köklü ve taraftarı olanların hak ettiği yere gelmesi, yapay oluşumların hak ettiği yere düşmesi.
Evden bakkala yollarlar, bir bakarım karşıdan sol bek Zinnur geliyor. Hemen karşıdaki saatçi dükkânının sahibi stoper Enver. Kaldırım kenarında Mustafa Denizli tavla atıyor. Hippi Mithat Sevinç Pastanesi’nin oralarda piyasa yapıyor. Sonra pazar günü bu isimler siyah-beyaz forma giyip sahaya çıkıyor. Bizim mahallenin abileri çıkış tünelinde görününce gözyaşlarımı tutamazdım.
1970’lerden bu yana Altay maçlarını tribünde izlemiş bir taraftar olarak siz neler düşündünüz şampiyonluk gecesinde?
Kitabımda (Alsancak’ın Sakini Altay, İletişim, 2014) sıkça zikretmiştim, ben sokağa çıktığımda Altaylı oldum. Alsancak’ta, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki sokaklarda geçti çocukluğum. Evden bakkala yollarlar, bir bakarım karşıdan sol bek Zinnur (Sarı) Abi geliyor elinde fileyle. Hemen karşıdaki saatçi dükkãnının sahibi ise stoper Enver Kâtip. Kaldırım kenarında Mustafa Denizli oturmuş arkadaşlarıyla tavla atıyor. İçerde bir başka Mustafa, sonradan Fener’de ve Beşiktaş’ta da oynayan Miço çay içiyor. Orta sahanın maestrosu Hippi Mithat uzun saçlarıyla Sevinç Pastanesi’nin oralarda piyasa yapıyor. Sonra pazar günü geliyor, maça gidiyorum ve bu saydığım isimler siyah-beyaz forma giyip sahaya çıkıyor, televizyonda seyrettiğim Fenerli Cemil, Galatasaraylı Gökmen, Trabzonlu Ali Kemal ile top tepikliyor. Bizim mahallenin abileri çıkış tünelinin merdivenlerinde görününce kimi zaman gözyaşlarımı tutamazdım. Semt taraftarlığı böyle bir şey işte. Her şey tribünde ve sokakta gerçekleşiyor. Kornerden gol atışına çokça şahit olduğum genç Büyük Mustafa’nın şimdi 72 yaşında bizi şampiyonluğa taşıması her türlü coşkudan kıymetli bu yüzden. Kaldı ki, zamanında ona Vefasız Çeşmeli lâkabını takan da bendim.
Niye öyle bir lâkap takmıştınız?
Bilindiği gibi, futbol hayatını Altay’ın ardından bir sezon da Galatasaray’da oynayarak 1984’de noktalayan Denizli sonra Derwall’in yardımcısı oldu. Teknik direktörlük kariyeri başarılarla dolu. Neuchatel galibiyetini kim hatırlamaz? Ayrıca, üç İstanbul takımına da şampiyonluk tattırdı. Lâkabı “Sir” olmalı. Milli takımda defalarca görev aldı, Almanya ve İran’da takım çalıştırdı. Düşüşümüzün başlangıcı olan 2003’ten beri camia olarak bizi toparlaması için hep gelmesini bekledik. Epey gecikti, 2021’e nasip oldu avdeti. Eh n’apalım, sonunda geldi ya. “Fazla şaapmamak lâzım” bu lâkap meselesini. (gülüyor) Bazılarının taraftarlığı nevrotik olur. Mesela ben lise son sınıftayken hafta sonları üniversiteye hazırlık için gittiğim dershaneyi Altay için bırakmıştım. Cumartesi ya da pazar, Alsancak’ta maç var. Okulu kırmak gibi değil dershane. Sonuçta babanız para veriyor ve iyi bir öğrenim görmeniz için oraya yolluyor. Bir yandan vicdan azabı bir yandan da Altay’dan ayrı kalma duygusu yüzünden o 1981-1982 sezonunda neler çektiğimi bir ben bilirim. Gözümü kararttım, müdürle konuştum ve ödediğimiz paranın dörtte üçünü geri alarak babama götürdüm, “Merak etme babacım, dershaneyi bıraktım, ama üniversiteyi mutlaka kazanacağım, sana şeref sözü veriyorum,” dedim. Babam da “Hadi ülen kes tıraşı, ne dolaplar çeviriyorsun bilmiyorum, ama okula gitmezsen soluğu nerede alacağın belli” demişti.
Ama korkulan olmadı, o senenin sonunda hem Altay kümede kaldı hem de ben edebiyat fakültesini kazandım. Bizim zamanımızda erkek çocukları yazları bir esnafın yanına çırak verilirdi. Lisedeyken hem sigorta başlangıcım olsun hem de hayat tecrübem artsın ve onun gibi sert bir adam olayım diye babam beni Tariş’e mevsimlik işçi olarak yazdırmıştı. İş yeri de Roman mahallesi tenekelinin kıyısındaydı. Yazları oraya gidiyordum. Böylece küçük yaşlarda Hanya’yı, Konya’yı ve memleket gerçeğini ayırt etme yolunda önemli bir merhale kazanmıştım. A boy named Sue. My name is Sue, how do you do. Now you’re gonna die! (gülüyor) Johnny Cash âlem adammış doğrusu! İlk küme düştüğümüz 1982-83 sezonunda hayat benim için durmuştu. 1990’ların ortasındaki hava güzeldi ama. Sonra daha kötüsünü 2000’li ve 2010’lu yıllarda gördük. Ha Altay’ın birkaç maçına gitmişsin, ha Afganistan’da iki yıl Taliban’ın esareti altında yaşamışsın. Ne berbat zamanlardı 2010-2017 arası.
“Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin sokaklarında geçti çocukluğum” dediniz. Kitabınızda Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin 1970’li yıllarından bahsederken bir taraftan Alsancak Garı’ndan gelen kömür kokusunun, diğer tarafta Tariş binalarından çıkan pirina kokusuna karıştığını, 1990’larla birlikte caddenin İstiklâl Caddesi gibi bir eğlence merkezine dönüşerek kimliğini kaybettiğini, hafta sonu şifreli kanallardan İstanbul takımlarının maçlarının izlendiği birahanelerle dolduğunu anlatıyorsunuz. Kıbrıs Şehitleri Caddesi kültürel olarak nasıl bir yerdi, özgün adı neydi?
Eski adı Mesudiye Caddesi’ydi ve 1922 yangını öncesinde efsanevî Frenk Sokağı’nın devamıydı. Askerlik şubesinden sonra meskenler azalır; tütün, kuru üzüm, incir depoları başlardı. Sağ tarafında gara doğru, şimdi trans bireylerin merkez tuttuğu sokaklarda meyhaneler, bazı kötü şöhretli barlar vardı. Cadde çocukluğumda kesme Napoli taşı döşeliydi, sonra üstüne asfalt döktüler. Berberi, kasabı, manavı, yoğurtçusu, nalburu, bakkalı, pastaneleriyle dört başı mamur bir yerdi. 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren Alsancaklıların buluşma yeri, lezzeti rakipsiz pastaları ve börekleriyle Sevinç Pastanesi’nden başlar, limanda son bulurdu. Asıl önemlisi, çevresinde benim hatırladığım dört yazlık sinema mevcuttu. Caddenin ortalarında Ar, onu dik kesen başka bir caddede Şölen, bizim evin orada Hastürk ve limana doğru Kordon sineması vardı. Birinde Clint Eastwood altıpatlarını konuştururken diğerinde Tarık Akan’ın annesi Adile Naşit gözyaşı döker, başka birinde B-Movie denilen Euro-Trash uzaylı muzaylı bir bilimkurgu filmi oynar, bir diğerinde İtalyan komikler Yavru İle Kâtip türlü çeşit cıvıklıklar yapar ya da Terence Hill ve Bud Spencer haydutlardan kaçardı. Beyaz perdeye gözümüzü dikmediğimiz yaz gecelerinde babam Altay lokaline ya da kahveye şöyle bir uğrar, gitti mi gelmek bilmezdi hınzır. Bu yüzden Doris Day stili kesilmiş saçlarının gölgesinde annemin yüzü düşer, babaannem her zamanki gibi anlaşılmaz bir şeyler mırıldanır, ablam eline geçirdiği İtalyan işi bir fotoromanın sayfalarını çevirirken ben Teksas, Tommiks okur, ertesi gece oynayacak Charles Bronson’lu kovboy filmine babamın götürmesi için dua ederdim. Tabii bu bahsettiğim 40-50 sene önceki Kıbrıs Şehitleri Caddesi. 1980’lerde meskenler yıkıldı yerine iş hanları yapıldı, 1990’lardan itibaren de İstiklâl Caddesi’nin kötü bir imitasyonuna dönüştü. Değişmeyen şey ise özellikle geceleri ne kadar kozmopolitik bir kalabalık toplansa da orası hâlâ Altay’ın mekânıdır ve doğduğu yerdir.
Cadde kesme Napoli taşı döşeliydi, üstüne asfalt döktüler. Berberi, yoğurtçusu, nalburu, pastaneleriyle dört başı mamur bir yerdi. Dört yazlık sinema mevcuttu. ‘80’lerde meskenler yıkıldı, işhanları yapıldı, 90’lardan itibaren de İstiklâl Caddesi’nin kötü bir imitasyonuna dönüştü.
1980’ler Türkiye’nin tüm dünya gibi farklı bir yörüngeye girdiği yıllar. Evren-Özal yılları aynı zamanda İzmir’in sadece futbolda değil genel olarak bir kent olarak başarısızlığa, hatta küme düşmeye gittiği dönem. Altay’ın 1980’lerdeki seyri bize İzmir’in genel hali ve Türkiye’nin değişimi hakkında neler söylüyor?
Alsancak’ın Sakini Altay’da bunun analizini yapmıştım. Serbest piyasa ekonomisine tüm ülke zor alışırken İzmirli sanayici ve tüccarların da yeni düzene hemen adapte olamayacağı belliydi. Nitekim, o tarihlerde Anadolu kulüpleri kendi aralarında bir transfer piyasası kurmuşken Altay bunun dışında kaldı. Yöneticiler eskisi gibi altyapıdan futbolcu yetiştirip onların satışıyla çarkı çevireceklerini umuyorlardı. Fakat beklenen olmadı ve ANAP’ın iktidara geldiği 1983’te, Altay ne yazık ki tarihinde ilk defa bir alt lige düştü. Ertesi sezon hemen çıktı, ama artık büyü bozulmuştu.
2002 de bir yol ayrımı ve İzmir açısından başka etkileri oldu. Katı, koyu Atatürkçü, ulusalcı ve hatta kimilerinin dilinde” faşist İzmir” imajı çok yerleşti. Bunun ne kadarı hakikat ne kadarı dayanaksız sizce?
2002 varyantından önce 2001’den söz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatırlanacağı üzere, o yıl Altay ve Diyarbakırspor süper lige yükselecek ikinci takım olmak için çekişiyordu. 13 Mayıs 2001’de, Diyarbakır’da oynanan maçta televizyon yayını son dakikada iptal edildi, Altaylı futbolcular sahada ve koridorda dayak yedi, elektrikler kesildiği halde jeneratörler devreye girmedi, Altay soyunma odasına egzoz gazı verildi. Diyarbakır’da vandallığın ve barbarlığın kitabı yazıldı. Çünkü devlet Diyarbakırspor’un ne olursa olsun en üst lige çıkmasını istiyordu. Bu uğurda akıl almaz işler yapıldı ve tüm şehir bu suça ortak oldu maalesef. Sonraki yıllarda olanlar ise trajikomik. Devlet eliyle süper lige çıkarılan Diyarbakırspor’a yapılan haksızlıklar, çeşitli şehirlerdeki ırkçı saldırılar ve kaçınılmaz son, çöküş. 2015’de konuştuğum bir Amedspor taraftarı, 2001’deki olaylar için “devlet eliyle kandırıldık” demişti.
2002, bilindiği gibi Türkiye’de başka bir milat. Saflaşmaya, kutuplaşmaya ve rövanşizme bu derece teşne bir başka coğrafya var mıdır, bilemiyorum. İzmir’in bu zaman diliminde neler kaybettiğini ve herkes tarafından bilinen şeyleri bir daha anlatmaktansa, size başıma gelen bir iki vakayı aktarmayı tercih edersem sanıyorum sorunuza çarpıcı bir cevap vermiş olacağım.
2011’de yazmaya başladığım Alsancak’ın Sakini Altay’ı 2014’e, kulübün 100. kuruluş yılına yetiştirdim. O vakitler ayda bir Agos’a misafir yazar olarak köşe yazısı yazıyordum. Ocak ayındaki nüshada, oradaki arkadaşlar ortadaki iki sayfayı bana ayırdılar ve “burayı sen Altay’la doldur” dediler. Düşünebiliyor musunuz, İttihatçıların kurduğu bir Türk kulübüne bir Ermeni gazetesinde iki tam sayfa ayrılıyor. Ancak, Altay’ın yapısında yer alan İttihatçı-Kemalist damar bunu hiçbir zaman affetmedi. Kitabımın çıkışı, bırakın kulübün resmî sitesinden duyurulmayı, tamamen yok sayıldı ve bir akademisyenin yüksek lisans tezi aceleyle kitaplaştırılarak sözde “Altay Tarihi” olarak piyasaya verildi. Bir yıl önce bir yerel gazetedeki köşesinden bana ağır hakaretler savurmuş eski bir yönetici, kitabım çıkar çıkmaz internetteki bir taraftar forumunda salvolarına ve saldırılarına devam etti. Yedi-sekiz sene önce bu gibi olaylar yüzünden Altay kongre üyeliğinden istifa etmiştim. Neyse… Hiçbir şey Altay’dan önemli değil. 2002’den sonraki İzmir’i sormuştunuz değil mi? (gülüyor)
“İzmir derbisi” denince akla daha ziyade Göztepe-Karşıyaka maçları geliyor. Oysa geçmişte, Altay ve Altınordu ezeli rakip konumunda. Bu iki takımın yanında Göztepe ve Karşıyaka’nın uzun yıllar esamisi bile okunmuyor. Bu rekabetin tarihi kökleri hakkında konuşalım biraz. İkisi de isimlerinden de anlaşılacağı gibi, zamanında “Türkçü” denebilecek bir saikle kurulmuş, dönemin İttihat ve Terakki anlayışının etkin olduğu kulüpler. Ama galiba farklı kanatlar söz konusu. İlginç bir nokta da Altay’ın her zaman Yahudi ve Levantenlere de hitap eden bir kulüp olması. Ayrıca, kitabınızda ayrıntılı anlattığınız üzere, 1916 yılında bile kadrosunda Ermeni futbolcular var.
26 Mayıs’taki şampiyonluk maçı öncesi ekşi sözlük’te şöyle bir entry vardı: “İttihat Terakki finali. Celal Bayar’ın Altay’ı, Talât Paşa’nın Altınordu’suna karşı. Kupayı da Enver Paşa’nın torunu verecekmiş.“ Doğru söze ne denir! Altay, İttihat ve Terakki’den Celal Bayar’ın ve Türkçülerin çabalarıyla kuruldu. Sonradan Kemalizm’in anıt isimlerinden sayılacak ve ikisi de milli eğitim bakanlığı yapmış Mustafa Necati ve Vasıf Çınar başkanları oldu. Tarafsız tarihçilerin işaret ettiği üzere, İttihatçıların A takımından olan Talât, Enver, Cemal, Bahattin Şakir gibi isimler işledikleri insanlık suçları nedeniyle yurtdışına kaçtıklarında milli mücadeleyi B takımı yürüttü. Atatürk, İnönü, Rauf Orbay İttihatçıların B grubuna mensuptur. Bu kadro Yunan harbini kazanıp üstüne yeni bir cumhuriyet kurunca, eski A takımının uzantıları yeni rejimde söz sahibi olmak için birtakım çabalara girişti. Bu spora da yansıdı. Vakti zamanında, 1914’te, Talât’ın İstanbul’da kurduğu Altınordu Progres’in bir şubesini 1923’de Altay’dan ayrılan bazı futbolcuların katılımıyla İzmir’de açtılar. Altınordu 1959’a kadar bölgesel İzmir liginde Altay’ın gölgesi gibi bir şey oldu. Ancak milli liglerindeki başarısızlığı ve 1960’lı yıllarda Göztepe’nin efsane kadrosuyla hem ligde dereceler elde edip Avrupa kupalarında yarı finale çıkması ve Altay gibi Türkiye Kupası’nı iki kere, Altay’dan fazla olarak cumhurbaşkanlığı kupasını da bir kez müzesine götürmesiyle, Altınordu taraftarını sarı-kırmızılılara kaptırdı. Zaten Altınordu’nun mekânı Basmane semtinin İzmirli sakinleri demografik ve etnik yapının değişmesiyle şehrin yeni hayat alanlarına taşınmaya başlamıştı. Bu taraftarlık naklinin sosyolojik yönü böyledir ve içlerinde benim de akrabalarım vardı. Bu bağlamda, 1970’lerden itibaren ezeli rekabet Altay-Göztepe arasında gerçekleşti. 1980’de Üç F (Fado, Fiesta, Futbol) şiarını benimseyen cunta yönetimi sırasında da Göztepe ve Karşıyaka’nın II. Lig’deki şampiyonluk mücadelesi bir tür kan davasına dönüştü, yerel rekabet Türkiye genelinde bilinir oldu. Halbuki o yıla kadar Göztepe taraftarı futbol maçından çıkar, salona gidip Karşıyaka basketbol takımını desteklerdi.
Ben Alsancak’ta doğup büyüdüm, ama anne tarafının akrabaları hep Basmane’deydi ve bir ayağımız oradaydı. Anneannemin evi epey yukarıda Emir Sultan türbesi civarındaydı. Evlerine gitmek için tırmanacağımız Faik Paşa yokuşunun hemen başındaki Altınpark kahvesinde toplanmış eli bayraklı Altınorduluları hâlâ hatırlarım. 1970’lerin hemen başıydı, II. Lig’e yeni düşmüşlerdi. Dayım da gençliğinde, 1950’li yıllarda Altınordu’da oynamış, sonra sakatlanıp bırakmıştı. Basmane tarihsel olarak kadim yukarı şehrin, yani İzmir’in Müslüman mahallelerinden en seçkiniydi. 1970’li yıllardaki kırsaldan göçle birlikte orada ve Ballıkuyu’da yaşayanlar, başka semtlere taşındılar. Altınordu’nun kulüp binası Agora’da olduğu için Basmane ve Tepecik bundan elli sene önce “kırmızı şeytanlar”ın taraftar deposuydu. 1955’te Yugoslavya’dan gelir gelmez Beykoz’un transfer listesine giren dayımı ve onun Altınordu macerasını Heyamola Yayınları’nın “İzmirim” serisinde çıkan otobiyografik romanım Öteki İzmir’in Çocukları’nda uzun uzun anlatmıştım.
Önümüzdeki sezon Altay maçları kalabalık olur mu sizce?
Altay’ın taraftarı aslında var. Elbette, gerçekçi konuşalım, bir Göztepe kadar değil. Zamanında, iki takımın 1960-1990 dönemindeki seyirci istatistiğini vermiştim.
Ne diyor istatistikler?
İstatistik bilimi aslında tuzaklarla doludur. Verileri nasıl işlediğiniz önemlidir ve spesifik bağlamda yanıltıcı sonuçlar verebilir. Çünkü bizim örneğimizde şöyle bir vaka var: 1959-1970 arasında I. Lig’de beş İzmir takımı var ve tek bir stadyum olduğundan kimi gün iki maç peş peşe oynanabiliyor. Bu yüzden sağlıklı bir sonuç elde etmek zor. 1960’ları yaşayan ve benden bir önceki kuşağa mensup seyircilerle yaptığım görüşmelerde şöyle bir sonuç elde ettim:
Üç İstanbul takımı ile oynanan maçlarda Alsancak tamamıyla doluyor. Hatta balkon tribünü inşaatının sürdüğü dönemde bile, 1965-1967’de tehlikeli bir biçimde oraya seyirci alınıyor. Ankara takımlarıyla yapılan maçlar ise ilgi çekmiyor. Keza diğer Anadolu takımlarıyla olanlar. Altınordu seyirci sayısı olarak Altay’la başa baş. Göztepe ise asıl patlamayı 1965-1970 arasında yapıyor, sonra günden güne seyircisi azalıyor.
Alsancak’ın Sakini Altay’ı 100. kuruluş yılına yetiştirdim. O vakitler ayda bir Agos’a yazıyordum. Ocak ayında iki sayfayı bana ayırdılar. Düşünebiliyor musunuz, İttihatçıların kurduğu bir kulübe bir Ermeni gazetesinde iki sayfa ayrılıyor. Ancak, Altay’ın İttihatçı-Kemalist damarı bunu affetmedi. Kitabım yok sayıldı.
1970’leri özetlersek şöyle bir manzara ortaya çıkıyor. 1976-77’de Altay biraz daha derli toplu olsa şampiyonluk işten bile değil. Lakin Trabzon ve Fenerbahçe’nin ardından üçüncü oluyorlar. Anadolu takımlarıyla yapılan maçları 3-4 bin kişi takip ediyor. Ama düşmeye oynayan ve düşen Göztepe ortalama 10 bin kişiye oynuyor. Tuhaf değil mi? Keza aynı şey 1979-80’de de tekrarlanıyor, 8 bin kişilik seyirci ortalamasıyla Göztepe 1975-1980 arası ligde en az altıncı sırayı elde eden Altay’dan çok daha fazla seyirci topluyor. 1980’ler ise başka bir âlem. II. Lig’in daha renkli geçmesi yüzünden seyirci I. Lig’de oynayan siyah-beyazlılar yerine bölgesel mücadeleye daha çok önem veriyor.
1990’larda da böyle sürüyor. Altay’ın 2003’de Göztepe ile birlikte süper lige veda ettikten sonra taraftar fazlalığı yine Göztepe’nin lehine…
Her şey yolundayken ve rutin gitmekteyken Altay’ın taraftarı azalıyor, küme düşmelerde bu azalma katmerleniyor, ama hangi ligde olursa olsun takım şampiyonluğa oynayınca bu kez tüm İzmir Altay’ı destekliyor. Bu önemlidir. 2000’li yılların başında Altay’ın genç taraftar olarak epey kazanımı oldu. 2005-2006 sezonunda Bursa ve Antalya ile çekişirken hayatiyet kesbeden maçlarına 40 bin kişi gitti örneğin.
1. ve III. Lig’de bin kişiye oynarken maç boyu karşılıklı kesiştiğimiz sahanın içinden tribünlere bakan polisler bile bizi simaen tanıyor ve kendi kendilerine şunu söylüyordu: “Her zaman aynı adamlar bunlar yahu, hiç değişmiyorlar.” (gülüyor) Bakalım bu sezon derbilerde nasıl bir oran vuku bulacak, herkesten fazla ben merak ediyorum.
Alsancak Stadı önümüzdeki sezon yeniden hizmette olacak. Aslında bir ara Alsancak semtinin ortasında kıymetli bir arazi olması sebebiyle inşaat furyasına kurban verilecekti, ama itirazlar sonucu engellendi. Şimdi Süper Lig’e yükselme maçının ardından Altınordu ile yaşanan bir de stat sahipliği çekişmesi var. Altınordu da stat üzerinde hak iddia ediyor.
Stadın sahibi Altay olmalıdır. Çünkü tarihsel olarak eski Rum kulübü Panionios’un mirasçısı gibi bir şeyiz. Ayrıca, 1999’dan beri stadın kullanım hakkı her sene Altay’a veriliyordu. Altınordu’nun ise 1960’lara kadar şimdiki kapalı salonun olduğu yerde bir sahası vardı. Sözde, o saha ellerinden alınıp spor salonu yapılınca, bakanlık tarafından Alsancak Stadı için birtakım haklar elde etmişler. Belgeleri varsa ortaya koysunlar. Sonuçta en doğrusunu hukuk söyler. Fakat hakkaniyetle bakılırsa, Alsancak süper ligde mücadele eden Altay’ın hakkı olmalıdır. Üstelik Bornova’daki Aziz Kocaoğlu Stadı yerinde duruyor. Altınordu orada oynayabilir.
Nedense bu mesele yüzünden Göztepe gözüme daha çok sempatik görünüyor. Semtlerinde bir toprak saha vardı, onun üstüne öyle veya böyle dört başı mamur bir stadyum yaptırdılar, kendilerini kurtardılar. Keza Karşıyaka’nın 1930’lu yıllardan beri semtlerinde denize nazır bir sahası var. Hatta bir ara onun da modern bir arenaya dönüştürülme süreci mevcuttu, ama akamete uğradı. Evli evine, köylü köyüne kardeşim. Bizde başkasına verecek stat yok! Bizler imparatorluk batıran İttihatçı değil, yeni bir devlet kuran İttihatçılardanız. (gülüyor)
Her şey yolundayken Altay’ın taraftarı azalıyor, küme düşmelerde bu azalma katmerleniyor, ama hangi ligde olursa olsun takım şampiyonluğa oynayınca tüm İzmir Altay’ı destekliyor. 2005-2006’da Bursa ve Antalya ile çekişirken hayatiyet kesbeden maçlara 40 bin kişi gitti.
“Tarihsel olarak eski Rum kulübü Panionios’un mirasçısı gibi bir şeyiz” dediniz. Altay’la Panionios arasında nasıl bir bağ var?
Valla bunu ben değil tarihin determinizmi söylüyor. Kuzeyde Karşıyaka Spor Kulübü 1912’de kurulmuş, güneyde 1914’de tek Türk takımı Altay. Panionios, Apollon, Pelops gibi Rum kulüplerinin yanında Levantenlerin takımları, Hay Vorvorats gibi Ermeni kulüpleri var. 1922’den sonra bunlar yok olunca ya da göç yollarına düşünce güneyde, yani asıl şehirde bir tek Altay kalıyor. Bu yüzden her şeyin mirasçısı Altay bana göre. Cumhuriyet döneminde Göztepe’ye de Karşıyaka’ya da Altınordu’ya da Buca’ya da İzmirspor’a da hepsine saha veriliyor. Kalkıp da hâlâ Altay’ın stadına göz koymak İzmir hainliğidir, artı vatan hainliğidir. Onlar yokken Altay vardı. Biraz saygı duymayı öğrensinler!
2017’de bir spor programına katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Alsancak Stadı’nın yıkılmasından vazgeçildiğini açıklarken, programdaki spor gazetecilerinden “Alsancak’ın ismi Mustafa Denizli Stadı olsun” önerisi gelince, “Çok iyi fikir, düşünülebilir” demesi üzerine, Altay camiası ikiye bölünmüştü. Kimileri fikri yerinde buldu, kimileri de “Vahap Özaltay varken Denizli olmaz” dedi. Vahap Özaltay hakkında anlatılan birçok hikâyede önemli yer tutan bir boyut var: Ten rengi. Kendisi “Siyah İnci” namıyla maruf ve o zamanların deyimiyle “siyahî bir oyuncu”. Bir kez milli takıma çağrılıyor, 1932’de Bulgaristan’la yapılan özel maçta oynuyor. 1931’de de atletizmde 4×400 ekibinde milli oluyor. Çok başarılı olmasına karşın, biri atletizmde olmak üzere, sadece iki kere milli olmasını siyah olmasına bağlayanlar var. Sizce ne kadar doğru?
Kitabı yazarken de bu konuyu epey araştırdım, ama dişe dokunur bir şey bulamadım. Lakin 1930’lu yıllarda yükselen Nazizmi ve Türkiye’de Afet İnan’ın başını çektiği ırk temelli araştırmaları göz önüne alırsak, rengi nedeniyle milli takıma alınmaması muhtemeldir. Bazı kaynaklar Selim Sırrı Tarcan’a işaret ediyorsa da ne derece doğrudur, bilemem.
Vahap Özaltay yurt dışına transfer olan ilk oyuncu unvanına da sahip. 1932’de Fransa’nın Racing takımına 35 bin Frank alarak transfer olması o günün şartlarında bile ulusal basında ciddi haber oluyor ve tartışma yaratıyor. Önce Arsenal’a gittiği söylentisi yayılıyor, hatta gerçekten de gidiyor, ama İngiltere’deki iş yasaları sebebiyle izin alınamıyor, ardından Fransa’da böyle bir engel olmadığı için Fransa’ya geçiyor ve Racing’e transferi kesinleşiyor. Dönemin spor basını bir futbolcunun profesyonel olmasının ve dahası yabancı bir ülkeye gitmesinin doğru olup olmadığını tartışıyor. Bugünden bakınca eğlenceli ya da naif geliyor.
1930’lar, biraz önce söylediğim gibi, dünyada Nazizm’in yükseldiği zamanlar. Devrin Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi’nin “Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam!” adlı makalesini de hemen hatırlayalım. Ayrıca, o dönemdeki zenofobi ve Hıristiyan Batı âlemine karşı duyulan çekinceyi de düşününce, Vahap Özaltay’ın, bir Türk futbolcusunun yurt dışında ekmeğini araması spor basını tarafından pek hoş karşılanmamış ve çeşitli münakaşalara yol açmış.
12 Haziran 1965’teki Altay kongresi, Vahap Özaltay’ın kalp krizi geçirerek vefat ettiği ve Mustafa Denizli’nin altyapıdan profesyonelliğe geçişinin onaylandığı kongre. O sırada kimse farkında değil, ama, bir kahraman giderken o gün başka bir kahraman sahneye adım atıyor. Denizli, 1965’ten Galatasaray’a transfer olduğu 1983’e dek, Altay ve İzmir için ne ifade ediyordu?
1970’lerde Altay’da üç Mustafa vardı. Büyük olan sol açık Mustafa Denizli, küçük olan Didi zamanında (1973-1975) Fenerbahçe’de de oynayan sağ açık Mustafa Kaplakaslan ve üçüncüsü de altyapıdan yetişen orta saha oyuncusu Mustafa Turgat’tı. Üç Mustafa da iyi futbolcuydu, ama Denizli en iyisiydi. Raket gibi bir sol ayağı vardı. Otuz yaşından sonra yürüyerek oynamayı tercih etti, ama bu onun değerini hiç azaltmadı. Bırakın frikikleri, korner olduğunda bile seyirci ayağa kalkar gol beklerdi. İnanın abartmıyorum. Ayrıca, saha içinde de pek otoriterdi. Eğer istediği pası alamazsa ortalığı ayağa kaldırırdı. Eski Alsancak Stadı’nda kapalı ve açık tribün sahaya yakın olduğu için biz tüm olup biteni görürdük. Birçok maçı tek başına kurtarmıştır. Ama kötü giden ve kendi evimizde mağlup olacağımız maçlarda da bir punduna getirip kırmızı kart görmesini iyi bilirdi. (gülüyor) Ancak, tüm futbolseverlerin saygı duyduğu bir isimdi. 1981’de, İzmir’deki bir Beşiktaş maçında, biz onu tribünlere çağırdıktan sonra, Beşiktaşlı seyirciler bizden daha fazla tezahürat ve gürültü yapıp kendi tribünlerine çağırmış, yanlarına giden Büyük Mustafa’ya çiçek ve konfeti atmışlardı. Keza bir Göztepe maçında da aynı şey olmuş, Göztepe taraftarı da onu bağrına basmıştı. İstanbul’daki bir Galatasaray-Altay maçında da bu durumun tekrarlandığı rivayet edilir.
Kuzeyde Karşıyaka 1912’de kurulmuş, güneyde 1914’de tek Türk takımı Altay. Rum kulüplerinin yanında Levantenlerin takımları, Hay Vorvorats gibi Ermeni kulüpleri var. 1922’den sonra güneyde, yani asıl şehirde bir tek Altay kalıyor. Bu yüzden her şeyin mirasçısı Altay.
Mustafa Denizli’yi, Miço Mustafa’yı, Zinnur’u, Enver’i, Hippi Mithat’ı andınız. O efsane kadronun diğer isimlerini de analım, kaleden başlayarak. Tanzer (Sencer) çok uzun yıllar Altay kalesini korudu. Hiç milli takıma çağrılmadı, ama onun kadar istikrarlı bir kaleci de pek görülmedi. Ne dersiniz?
Doğrudur, Tanzer Abi bizde 1966-1979 arsında, 13 sene kesintisiz oynadı. Milli takıma çağrılmadı, ama iyi kaleciydi. Mevkidaşı ise skandallar kalecisi Varol’du. Ondan devralmıştı kaleyi. Tanzer Abi ile görüşmek kısmet olmadı, ama rahmetli Varol Abi ile yarenlik etmişliğim var. Antrenmanlarda tabureye oturup arkadaşlarına penaltı çektirdiğini ve kurtardığı her top için yüklü miktarda para aldığını anlatırdı. Bir nevi bahis. (gülüyor) Onlardan sonra Altay’ın kalesini uzun yıllar koruyan bir tek Şanver (Göymen) oldu. Bu arada, Beşiktaş’ın üçüncü kalecisi Zafer Öger’i de unutmayalım. Rasim ve Adem’in yedeğiydi, bize geldi, beş sezon fırtına gibi esti, sonra 93’te yine Beşiktaş’a döndü.
Stoper Zafer (Bilgetay) de unutulmaz isimlerden. Ona “Zagor” lâkabının verilmesi nasıl oldu?
Benim de en çok sevdiğim çizgi roman kahramanı Zagor’a çok benziyordu. Onun gibi yapılı, izbandut gibiydi. Sol bek Bilal’le birlikte Ömeragiç’in öğrettiği kayarak müdahaleyi en iyi onlar uygulardı. Tereyağından kıl çeker gibi rakip forvetin ayağından topu söker alırlardı.
Altay’ın ünlü stoperlerinden biri de Erol’du (Togay). Bir dönem milli takımın demirbaşıydı, sonra Fener’e gitti, hatta oyunculuğundan sonra orada yöneticilik yaptı.
Ah Erol Togay! Onun gibisi gelmedi. Defanstan ileri çıkıp goller atardı. Fener’e gittiğinde karalar bağlamıştım. Zafer Abi ile iyi bir ikili oluşturmuşlardı. Fakat bir Fenerbahçe maçında ikisini de sırayla çalımlayıp topu ağlarımıza bırakan bir de Engin Verel vardı ki… Resmen kin tutmuştum adamcağıza, bize o zor golü, hem de Atatürk Stadı’nda, kendi evimizde attığı için. İki tane aslan gibi, kule misali defans oyuncumuz vardı, ama o ukala bücür aralarından sıyrılıp geçmiş, meşin yuvarlağı filelerimize kaskallamıştı. Dünyam yıkılmıştı. (gülüyor)
Orta sahanın maestroluğunu Hippi Mithat’a verdiniz, ama asıl oyun kurucu Ayfer Elmastaşoğlu değil miydi? Ayfer, Metin Oktay döneminde Galatasaray’ın efsane orta saha oyuncusu olan Ayhan’ın kardeşiydi aynı zamanda. Bu iki kardeşin oyun stilleri arasında nasıl bir benzerlik ve farklılık vardı?
Ayfer Abi’den önce giydiği milli takım formasıyla tanışmıştım. Yeğeni bizim sınıftaydı ortaokulda. 1970’te Polonya maçında giydiği formayı ona vermiş, beden eğitimi derslerinde giyerdi. Sahada ise Ayfer Abi’nin son zamanlarına yetiştim. O yüzden futbolu hakkında bir şey diyemeyeceğim. 1974’de İsveç’te ayağı kırılınca eskisi gibi olmamıştı. Ama takım arkadaşlarına göre bulunmaz bir futbolcuydu. Hep 10 numara muhabbeti yapılır ya günümüzde, Ayfer tartışmasız 10 numaraydı. Mithat Abi’yi ise Beşiktaş’ta oynarken de takip ettim, Sergen gibi yaratıcı bir oyuncuydu. Elmastaşoğlu kardeşlere dönersek, en büyükleri Enver İzmir Demirspor’da oynamış. Nail Altay’dan sonra Altınordu’da, Ayhan Altay ve Galatasaray’da, Ayfer sürekli Altay’da. Nail ve Ayfer abilerle bir on sene önce röportaj yapmıştım. Ayhan Elmastaşoğlu ile görüşmek nasip olmadı. Zaten yetişemedim onun zamanına.
Altay’ın iki de ünlü santraforu vardı. Önce, Elâzığspor’dan gelen Hıdır (Bilek), ardından Bora (Öztürk), ki daha sonraki yıllarda milli takımda oynadı. Onların nasıl bir izi var sizde?
Hıdır Bilek için biraz savruk, ama iyi santrafordu diyorlar. Ona da yetişemedim. Bora’yı ise sahada seyrettim. Zahmetsizce gol atmak gibi bir yeteneği vardı. Göztepeli Sadullah nasıl bir kule gibi yükselip kafasına gelen topu kalecinin uzanamayacağı köşeye yolluyorsa, Bora da ayağına ya da kafasına gelen pası mutlaka gole çevirirdi. Tabii tek şart onu besleyecek iki becerikli açık. Bizdeyken sağda Miço Mustafa solda Mustafa Denizli besliyordu. Ama Beşiktaş’ta sanırım bu imkâna kavuşamadı ve başarısız oldu. Bir de Beşiktaş’ta Necdet’in son zamanları, zaten İnönü Stadı’nın gölge gören sağ çizgisine güç bela sığınmış, öbür tarafta da Serdar hayattan bezmiş, kendi dalgasında, Bora’ya fazla top atamadılar. Onunla birlikte gelen orta sahamızın muhteşem Akif’i ise Rıza Çalımbay’ın takıma girmeye başlamasıyla fazla forma şansı bulamadı. Dönüp dolaşıp yine bize geldi. Ama Bora dönmedi, Adanaspor’a gitti. Orada başarılı oldu sayılır. 1999’da erken öldü Bora. Altay’da kalsaydı belki de yıllardır çektiğimiz santrafor problemine çözüm olacaktı.
Hem Alsancak’ın Sakini Altay’da bahsettiğiniz hem de ikinci romanınız Clarke’ın Doru Tayları’nda (Delidolu, 2018) bir karakter olarak sahneye çıkan Bayram Dinsel – “Kürt Bayram” – çok ilginç bir sima. Uzun yıllar Altay’da oynuyor, hayatının son yıllarında kulüpte yaşıyor. Kulüp binasını ev olarak kullanıyor.
Bayram Amca aslen Muşluymuş. Altay’da uzun yıllar oynadıktan sonra, teknik adamlığını yapmış, kulüp müdürlüğünü üstlenmiş, yeri gelmiş futbolcuların formasını yıkamış, malzemeciliğini yürütmüş, bir kongrede ortaya aday çıkmadığı için başkanlığı devralmış çok değerli bir insandı. Onun gibi bir futbol adamı sanırım dünyaya çok nadir gelir.
Babamın arkadaşıydı. Ben lisedeyken açık tribüne bedava giriş kartı veriyorlar diye basketbol lisansı almak için Altay yıldız takımının antrenmanlarına gidiyordum. Epey sert ve suratsız bir antrenörümüz vardı. O zamanlar biraz haytaydım galiba, bir gün yandaki salonda çalışan kız voleybol takımını dikizliyoruz diye beni ve bir arkadaşımı antrenmandan kovmuştu. Ben de eve şikâyet gitmesin diye telaşlanıp soluğu kulüpte Bayram Amca’nın yanında almıştım. “Oğlum bir şeyler yapmışsın, kaşalot Turhan’ı kızdırmışındır. Yarın tekrar salona git, elini öp, seni affeder” demiş, ona verilmek üzere Altay antetli bir kâğıda iki satır bir şeyler karalamıştı. Hayatımda gördüğüm en güzel el yazısı ve imzaydı. 1982-83 sezonu oynanırken ve işler kötüye giderken bir gün at yarışlarında ona rastlamış, “Bayram Amca, tekrar takımı çalıştırsana, neredeyse kümeye gidiyoruz” demiştim. “Ah be evladım, bu ihtiyar halimle elimden ne gelir” demişti rahmetli. Ama sonraki senelerde bir de başkanlık yaptı mecburen.
1930’lar dünyada Nazizm’in yükseldiği zamanlar. Yunus Nadi’nin “Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam!” adlı makalesini hatırlayalım. O dönemdeki zenofobiyi de düşününce, Vahap’ın, bir Türk futbolcusunun yurt dışında ekmeğini araması pek hoş karşılanmamış ve çeşitli münakaşalara yol açmış.
Uzun yıllar Altay denince hemen akla gelen başkanlar da vardı, hatta ilginç bir şekilde babadan oğula geçen bir yapı da söz konusu. Mazhar Zorlu- Nazif Zorlu – Kemal Zorlu, Esin Özgener – Mahmut Özgener ve Rıdvan Burteçin. Bunların içinde Rıdvan Burteçin çok ilginç bir kişilik. Sol görüşlü, hatta hakkındaki genel kanıya bakılırsa, Marksist sola yakın. Ama aynı zamanda eski bir lejyoner –mecazen değil, kelimenin sözlük anlamıyla– ve işadamı. Hatta kitabınızda naklettiğiniz bir olay var. MHP’nin öncülü Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) MHP’ye dönüşmek üzereyken parti yöneticisi bir grup toplu halde kulübe üye olmak istediklerinde Burteçin reddediyor onları. Siz kitabınızda bunu Burteçin’in her zaman Marksist çizgide kalmasına, MHP’nin kulübe girmesini engellemesine karşın, Demokrat parti ve Adalet Partisi çizgisindeki diğer milliyetçi yöneticilerle birlikte olmasındaki birleştirici harcın Kemalizm olduğunu söylüyorsunuz.
Üç aile 1960’lardan i1990’lara kadar Altay’ın yönetimine ambargo koydu. Bunların dışında başkan seçildiği pek vaki değildi. Seçilenler ise mutlaka bir tarafın el vermesiyle o makama gelirdi. Bunu kıran bir tek Hayri Yorgancıoğlu olmuştur. Demokrat Partili olduğundan onun devamı Adalet Partisi’nin hüküm sürdüğü 1965-1971 döneminde, bu üç ailenin onun önünü kesmesi mümkün değildi zaten.
Rıdvan Abi ise Zorlular gibi sanayici ya da Özgener gibi ihracatçı değildi. Mütevazı bir demir tüccarıydı. 1964 yılındaki Türkiye Kupası finali Altay-Galatasaray arasında oynanacakken federasyonun yanlı bir kararını protesto ederek takımı İstanbul’a yollamamış ve bu yüzden maçı oynamadan hükmen mağlup olmuştuk. “Kupayı kaybettik ama ahlâk mücadelemizin meşalesini yaktık, onu söndürmeyeceğiz” demişti.
Burteçin’in siyasi fikri bugünden bakılınca ulusalcı sol niteliğindeydi. Perincek’in İşçi Partisi’ni tutuyordu. Hatta bir ara Köy Enstitülü yazar Talip Apaydın, akademisyen Cahit Talas ve eski 27 Mayıs’çı Suphi Karaman’la birlikte partinin milletvekili listesindeydi. Çok renkli bir adamdı ve kulüpçülüğü iyi bilirdi. Elbette hataları da vardı. 1982-83’te ilk defa Birinci Lig’den düştüğümüz sezonda o başkandı. 1970’li yılların sonlarına doğru denk bütçe uğruna takımın bütünlüğünü sarsacak bazı icraatlarda bulundu. Yapı olarak fazlasıyla idealist ve biraz da karamsar olduğundan bildiğinden şaşmadı, 1980’den sonraki iklime ayak uyduramadı. Değişim rüzgârını iyi koklayıp birazcık da şans yüzüne gülseydi, İzmir’in İlhan Cavcav’ı olabilirdi.
80’li yıllarda bir de Hanri Benazus var. O da ilgi çekici bir kişilikti. Aslında varlıklı bir aileden gelmiyor, ama temizlenmiş, paketlenmiş endüstriyel tavuk üretimini ilk uygulayan işadamı. Ve hayatının son yıllarını yine fakir bir insan olarak geçirdi. Mustafa Kemal’in başka kopyası olmayan fotoğraflarından oluşan bir koleksiyonuyla da haber olurdu zaman zaman. Onun için neler söyleyebiliriz?
Hanri Amca şimdinin deyimiyle “adamın dibiydi”. 1980’lerdeki başkanlığı sırasında çok büyük fedakârlıklarda bulundu. Yöneticilerin cari hesabı tutulur kulüplerde. Sezon içi harcamalar yönetim devredilirken kulübe borç olarak yazılır. Benazus bırakın kulüpten alacağını istemeyi, karşılıksız büyük paralar ödemiştir. Bunun bir örneğinin de eski Göztepe başkanı Bülent Özkul olduğu söylenir. Hanri Amca’nın Türkiye’de bir ilk olan Yupi tavukçuluk firmasının neden iflasa sürüklendiği ayrı bir muamma. İlk yıllarda rakipsizdi, çok tuhaf. Bilemediğimiz birtakım sebepler var herhalde.
Denizli tüm futbolseverlerin saygı duyduğu bir isimdi. 1981’de, bir Beşiktaş maçında, biz onu tribünlere çağırdıktan sonra, Beşiktaşlılar bizden daha fazla tezahürat yapıp kendi tribünlerine çağırmış, Mustafa’ya çiçek ve konfeti atmışlardı. Bir Göztepe maçında da Göztepe taraftarı onu bağrına basmıştı.
İzmir’den, İzmir’in takımlarından bunca söz edip Metin Oktay’ın yetiştiği İzmirspor’u konu etmemek olmaz. İzmirspor ve kulübün semti Eşrefpaşa neleri temsil ediyor sizin gözünüzde?
İzmirspor 1930’da kuruluyor. Eşrefpaşa ve ilerisindeki o zaman bomboş olan Hatay semtinde iki kanlı bıçaklı mahalli kulüp Altınay ve Sakarya birleşip İzmirspor adını alıyor. 1930’un önemli bir özelliği ikinci muhalefet partisi Serbest Fıkra’nın kurulması. Bilmiyorum, bir ilişkisi var mı? Milli ligde onlar da başarılı olamadı ve 1960’lardan sonra alt liglerde yer almaya başladılar. Aslında tesis zengini bir kulüptür. Eski İzmirspor sahasını müteahhite verip karşılığında bir yığın apartman dairesi almışlardı. Mavi-Beyaz Düğün Salonları gibi iyi gelir kapıları vardı. 1970’li yıllarda başkanlık yapan Cavit Ölçer sonradan bir de İnciraltı’nda muazzam bir tesis kazandırmıştı camiaya. Futbol okulları da vardı. Tüm bunlara rağmen takım hâlâ amatör liglerde. Tuhaf, çok tuhaf.
2004’te oynanan İzmirspor-Sivasspor maçı çıkan olaylar sebebiyle İzmir basınında çok tartışılmıştı. Alsancak’taki seyirci sayısı 1650, bunun sadece 300 civarı İzmirsporluydu. Sivasspor 3-0 kazandı. İzmirsporlular kendi sahalarında deplasman yaşamakla kalmamış, epey hırpalanmıştı. İşin dikkat çeken tarafı, maç için Sivas’tan gelen taraftar otobüsü hiç yoktu. Misafir takımın taraftarları İzmir’de yaşıyordu. 80. dakikada Sivassporlu Ertuğrul takımının üçüncü golünü atınca, İzmirspor tribünlerine koşup el hareketleri yapıyor, bu arada konuk takımın yöneticilerinden biri koltuğunu ev sahibi takımın taraftarlarının üzerine fırlatıyor, “Sivassporlu İzmirliler” de “İzmirsporlu İzmirlileri” taşlıyordu. Yerel gazetede Haberekspres’te ertesi gün o maçla ilgili şöyle bir yazı yayınlandı:
“Ülkenin en çok göç alan kentinde İzmirspor’u 300 kişi desteklerken Sivasspor’a binden fazla İzmir’de yaşayan Sivaslı büyük coşkuyla moral veriyor, İzmir’de Anadolu’nun tüm kentlerinden göç etmiş insanlara kent bilinci veremezsen, İzmir takımları kendi sahalarında da deplasmanda gibi oynar.
Kent bilinci sadece o kentin elitlerinin geliştirdiği bir alışveriş, eğlence, işini yürütme, köşeyi dönme, açılış, davet, konser, kokteyl muhabbetleri değildir. Bir zamanların 300-500 bin nüfuslu İzmir’ine bu ülkenin başka kentlerinden göç eden garibanları, şimdi kentin soluk alışına bile ağırlığını koymaya başladı, işsizlik ve açlık insanları hamallık, midyecilik, boyacılık, tombalacılık gibi işlere bile şükür eder hale getirdi. Varoşlar ikinci sınıf insan muamelesi gören vatandaşlarla doldu taştı. Hor görüldüler, açlık sınırında yaşamaya mahkûm edildiler, yani bu kentin organik yapısına kabul edilmediler. O zamanlar esas şovenizmi yapan İzmirli, göçle gelen insanları kendi kültürüne entegre edemedi. O nedenle statlarda İzmir takımlarının Anadolulu rakiplerinin taraftarları doldurur oldu tribünleri, İstanbul’da on bin Galatasaray taraftarı Diyarbakırlı bulabilirsiniz, ama İzmir’de bir tane Mardinli Altaylı bulamazsınız...”
1970’li yılların ortasında, Trabzonspor’un olağanüstü başarısı ve şampiyonluğu epey ses getirmişti. İlk defa üç büyüklerin hakimiyeti çatırdamıştı. Hatta bazı spor yazarları, İstanbul deplasmanlarına gelen Anadolu kulüplerini artık İstanbul’a göç etmiş o şehrin sakinlerinin destekleyeceğini ve bu durumun yıllar içinde üç büyüklerin taraftar sayısını epey azaltacağını yazmıştı. Böyle düşünenlerin arasında İslâm Çupi’nin de olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Ancak onların dediği çıkmadı. 90’lı yıllardan itibaren Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş Türkiye futbolundaki ağırlığını artırdı ve bugünlere geldik. İzmir’de ise tam tersi bir durum yaşandı. Lakin İzmir’de ikamet edip üstüne üstlük yedi göbek İzmirli olup bir İstanbul takımına gönül vermek 60’lı ve 70’li yıllarda da mümkündü, tıpkı başka şehirlerde olduğu gibi. Alıntı yaptığınız yazı, “İzmir’e göçle gelenleri kendi kültürümüze entegre edemedik” diyor. Böyle bir durumun olduğunu sanmıyorum. Hangi İzmir kültürü? Hedonizm düşkünlüğü mü? (gülüyor) Ankara’yı ve Adana’yı kimse niçin konuşmuyor? Hadi İzmir şehri gelen göçmeni kendisine adapte edemedi, ya diğer şehirler? Eskişehir neden şampiyon olamadı 1970’lerde? Trabzonspor neden 1984’den sonra şampiyon olamadı? “Her yer Trabzon” değil miydi?
Fazla didaktik olmadan fikirlerimi söyleyeyim. Bu coğrafyada futbolu ilk gayrimüslimler oynadı. Müslümanların kendi kulüplerini kurmaları epey sonradır. I. Dünya Savaşı yıkımından sonra ve milli mücadele bittiğinde futbol sadece birkaç şehirde biliniyordu. 1959’da ilk milli lig kurulduğunda mücadele eden takımlara bir göz atıldığında bunu herkes görebilir. 1960’ların ortasında Orhan Şeref Apak ve Hasan Polat federasyonları futbolu Anadolu’ya yaymak için amatör kulüplerin tek bir çatı altında birleşip profesyonel liglere bir temsilci yollaması yolunda çabalara girişti. Kimi şehirlerde maya tuttu, kimilerinde tutmadı. Olay bu. Sentetik yollarla camialar yaratmak her zaman akıl dışıdır ve sporun determinizmine aykırıdır. Boyacı küpü değil ki bu! Türkiye’de bu kadar çok sayıda profesyonel kulüp olması ve dört kategoride liglerin mevcudiyeti futbolun gelişmesinde ne kadar etkili oldu, onu da spor tarihçilerinin ayrıca tartışması lâzım.
Son olarak şunu söylemek isterim: “İzmirli, göçle gelen insanları kendi kültürüne entegre edemedi” görüşüne hiç katılmıyorum. Mezkûr yazar sadece ekmeğini kazanmak için gelen “garibanları” konu edinmiş. Peki ya başka sebepten gelenler? Örneğin, benim eşimin ailesi Nevşehirli. 80’lerin başında çocukları üniversite tahsili yapsınlar diye Nevşehir’den İzmir’e göç etmişler. Onlar gibi bir yığın öğretmen arkadaşları da İzmir’i tercih etmiş. Kayınpederim, kayınbiraderlerim hasta Galatasaraylı. Dikkatinizi çekerim, Nevşehirsporlu değiller. İzmir’in ilçelerinden, civar vilayetlerden gelip buraya yerleşen işinde gücünde, rahatlıkla şehirde düzenini kurmuş köken olarak Egeli yüzbinlerce insan var. Onlar da mı İzmirli şovenizmine maruz kalmış yukarıdaki yazarın söylediğine göre? Düpedüz saçmalık. Bir spor yazarının bu tür boyundan büyük laflar sarf etmemesi gerekiyor. Meğer ki sosyolojik bir araştırma yapmış olmasın. Lakin sanmıyorum.
Rıdvan Burteçin 1964’teki Türkiye Kupası finali Altay-Galatasaray arasında oynanacakken federasyonun yanlı bir kararını protesto ederek takımı İstanbul’a yollamamış, hükmen mağlup olmuştuk. Burteçin “Kupayı kaybettik, ama ahlâk mücadelemizin meşalesini yaktık, onu söndürmeyeceğiz” demişti.
Bazı ilginç istatistikler var. Örneğin, ABD’li araştırma kuruluşları Brookings Enstitüsü ve JP Morgan Chase tarafından hazırlanan raporlara göre, İzmir 2011’de, dünyanın en hızlı büyüyen dördüncü, 2015 raporuna göre ise ikinci kenti. Ve kentte yaşayanların neredeyse yüzde 60’ının doğum yeri İzmir değil. Geriye kalanların da neredeyse yarısının ebeveynleri İzmir doğumlu değil. Son yirmi yılda kentin nüfusu neredeyse ikiye katlanmış durumda. Buna karşılık kimi zaman olumlu anlamda abartılan kimi zaman ağır eleştirilen ve demografik yapı değişse de politik tercihleri değişmeyen, AKP’ye yüz vermeyen bir İzmirli kimliği mevcut.
İzmir tarih boyunca bir kaçış şehri oldu. Osmanlı zamanında yarımadanın doğusunda çeşitli baskılar nedeniyle bunalan, hatta İran’daki iktidar savaşlarından etkilenen çeşitli kavimler soluğu burada aldı. I. Dünya Savaşı ve milli mücadele sırasında gayrimüslimler İzmir’de güvende olacaklarını düşündü. Cumhuriyet Türkiye’sinde de buna benzer durumlar söz konusu oldu. Sağ politikalar taşradaki kasaba muhafazakârlığını palazlandırmaya devam ettiği sürece de bu kaçış sürecek! Bu vaziyeti irdelemek yerine, buraya gelenler neden İzmir takımı tutmuyor diye ağıt yakmak bu ana sosyolojik meseleyi gözden kaçırmak oluyor.
Clark’ın Doru Tayları 1970’te, trenle hipodroma giden bir grup insan arasında geçiyor. “Doru tayları” olan Edwin Clark 1940’lı, 50’li yıllarda Altay’da oynayan İzmirli bir İngiliz. Hali vakti son derece yerinde, futbolu tamamen zevk için oynuyor. Altay’a da çok bağlı. Hatta bir yazınızda naklettiğiniz gibi, Fenerbahçe’den gelen transfer teklifini “Sizin kulüp ne kadar? Ben sizi alayım” diye cevaplıyor. Roman boyunca yaşanan tüm olaylara Fransızca, İtalyanca, Flemenkçe, Ladino, Rumca, Makedonca, Pomakça, Ermenice, Kürtçe diye uzayıp giden bir listede farklı diller karışıyor. 1970’in İzmir’i nasıl bir yerdi?
İzmir Osmanlı döneminde çok-dilli ve çok-kültürlü bir şehirdi. Bilindiği gibi, 1922’den sonra Rum ve Ermeni nüfus kalmadı, Levantenlerden de hatırı sayılır bir kısmı ülkelerine döndü, Yahudilerin büyük bir bölümü İsrail’e yerleşti. Bir bakıma bu çok-kültürlülük ve çok-dillilik şimdi de sürüyor. Kürtçe ve Suriye savaşından sonra gelen sığınmacılardan ötürü Arapça, şehirde yaygın konuşulan dillerden. İttihatçıların hedeflediği gibi yüzde yüz Türk olamadık belki ama, yüzde yüz Müslüman olduk. (gülüyor)
Clarke’ın Doru Tayları’nı yazarken belli belirsiz bir tür entropi imgesi zihnime çöreklenmişti. Maziyi düşünürken onun sürekli bozunarak parçalanıp dağılması karşısında dehşete düşmüştüm. Punkçıların “No Future” felsefesinde sanki biraz gerçek payı var gibi.
O dağılan mazi nasıl bir mazi? Şimdi bakınca ne kaldı o maziden geriye?
1970’in İzmir’ini kafamda canlandırırken ilkokul birinci sınıfta tanıştığım ve üniversite okumak için yurt dışına gidesiye kadar arkadaşlık ettiğim Jeff aklıma geliyor. 70’li yıllarda banliyölere hâlâ buharlı trenler çalışıyordu ve onlardan birine atlayıp şehir içinde ufak yolculuklar yapmayı pek severdik. Çocukluğumun can yoldaşı maalesef yurt dışından dönmedi ve düzenini orada kurdu. Sınıf arkadaşım Lucia ve abisi Paul’u hatırlıyorum, babaları Toto Armao Altay’da yöneticiydi ve bizim pederin arkadaşıydı.
Edwin Clarke karşı komşumuz Micalef’lerin evine iskambil oynamaya gelirdi. Hemen alt katlarında Sponza’lar otururdu ve Göztepe kalecisi Ali Artuner’i de orada sık sık görürdüm. Corsini’lerden Dorothea benim, abisi Daniel ablamın sınıf arkadaşıydı. Alain vardı mesela okul bahçesinde misket oynadığım. Allegra’lardan Marco ile televizyonda naklen verilen Balkan Şampiyonası’nda mindere çıkan güreşçileri seyredip az mı itişip kakışmıştık?
Onların bir üst katında oturan Letafet Teyzeler aile dostumuzdu. Erkek kardeşi Behzat Dayı işgal yıllarında evlerinden gizlice çıkıp Yunan devriyelerine gözükmeden aşağı şehre iner, Rum ve Levanten mahallelerinde gece yarılarına kadar uzun gezilere çıkarmış. Onun hikâyelerini bize anlatırdı. Annem kayınvalidesinin, yani babaannemin hışmına uğradığı her seferinde Letafet Teyze’ye sığınıp onun manevi desteğini gördüğünden ötürü ona “cici anne” derdi. Babaannem ise Letafet Teyze’ye ahretlik, Letafet Teyze de kimi zaman babaanneme Hayganuş diye hitap ederdi. Neden öyle derdi bilmezdim, onun adı Necmiye’ydi.
1922’den sonra Rum ve Ermeni nüfus kalmadı, Levantenler ülkelerine döndü, Yahudilerin büyük bir bölümü İsrail’e yerleşti. Bir bakıma bu çok-kültürlülük ve çok-dillilik sürüyor. Kürtçe ve Arapça yaygın dillerden. İttihatçıların hedeflediği gibi yüzde yüz Türk olamadık belki ama, yüzde yüz Müslüman olduk.
İtalyan tamirci Paul Ventura babamın cankuşuydu. Bir gün annem pazar dönüşü yorgun, argın eve dönerken koca İtalyan da antika Vespa’sıyla yanından geçerken, “Yenge, atla arkama, seni eve bırakayım” demişmiş de, annem, “Aa, üstüme iyilik sağlık Mösyö Paul, hem elâlem görse ne der” diye cevap yetiştirmiş, bunu bize gülerek anlatırdı da, farkında olmadan eliyle mahçup mahçup kumral kâküllerini düzeltirdi de, ablamla ben bilmiş bilmiş sırıtırdık da, sonra valide sultan Sırpça bir şarkı mırıldanarak bahçedeki çiçekleri sulamaya giderken biz gözünü Atina televizyonuna dikmiş babaannemi fark edip “Sanki anlarmış gibi bakıyor” diye düşünmüştük de, babam akşamleyin at yarışlarından dönüp “Bugün altılıyı tek ayakla kaçırdım, bizim Franco’nun atı hepimizi yaya bıraktı” diye şikayetçi olmuştu da, başka bir gün –1980’lerin hemen başı olmalı– tek kanallı televizyonda “Mareşal Tito öldü, yeni devlet başkanı Lazar Kolişevski oldu” şeklinde haber okunmuştu da, annem, “Aa, Lazar bizim uzaktan akrabamız olur” deyince ben, “Anne, bu adam hem Lazar hem Kolişevski, siz ise Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma’sınız. Nasıl oluyor da oluyor bu” diye şaşırmıştım da, annem bilmiş bilmiş kafasını sallamıştı da, imbat serinliğinde akşam çayları demlenip bahçedeki masaya gelmiş ve yine annem ufak bir ıtır yaprağını bardağıma atmıştı da, kokusu ve tadı başımı döndürmüştü de, iyice elden ayaktan düşmüş babaannemin tırnaklarını keserken yaşlı kadın duyulur duyulmaz bir sesle, “Benim bir oğlum daha vardı, seferberlikte onu bebekken Arap çöllerinde kaybettim” deyip ağlamıştı da, hiçbir şey anlamayıp şaşkın şaşkın suratına bakmıştım da, sonraki yıllarda çalıştığım akademi annemin evine on dakika uzaktaymış da, ben kazık kadar herif her öğlen onun yanına gidip ve eteğine yüz sürüp sürekli eski günlerden bahsetmesini istermişim de, sonra mesaiye dönerken onun balkonuna kafamı çevirip her seferinde birbirimize el sallamışız da ve bu vaziyet yirmi yıl kadar sürmüş de, ve ara sıra, “Bir gün gelecek, onu artık balkonda göremeyeceğim” diye düşünmüşüm de, ve bir gün, ve bir gün, ve bir gün, o lanet olası gün gelip çatmış da, ve artık onun hayatta olmadığı kafama dank etmişti de, ve bir defterin en son yaprağının yırtılması gibi annemin de gidişiyle bende eksilecek bir şey kalmadığını zannetmişim de, ve aslında eski günlerden geriye bir tek Altay kalmış da…