SELAHATTİN DEMİRTAŞ SORUYOR, İKTİSATÇILAR CEVAPLIYOR –VII. BÖLÜM

Söyleşi: Selahattin Demirtaş
10 Nisan 2023
Jean-François Le Minh, “Temel Elementler”, 2020
SATIRBAŞLARI

AKP’nin inşaata dayalı birikim rejimi döneminde gerçekleşen imar afları ve TMMOB’un yetkilerinin daraltılması, hâkim olan denetimsizlik ve rant düzeni on binlerce insanımızın ölmesine yol açtı. Depremde ortaya çıkan dayanışma ve halkın öz örgütlülüğü, nasıl bir ekonomi modeline dönüşürse biz bu yıkımdan halk olarak kendi özgücümüzle çıkabiliriz?

Mehmet Türkay: AKP iktidarı mümkün en kolay rant alanı olarak inşaat sektörünü öne çıkardı ve bu sektör üzerinden kendisini fonladı. Bu süreç uzman kurumlar tarafından denetlenemediği için karşımıza bir cinayet örgütlenmesi çıktı. Sonuçlarına, yaşanan depremle herkes şahit oldu. İktidar her haliyle bu deprem sürecini yönetemedi ve enkazın altında kaldı. Ama bu durumdan da bir mağduriyet çıkarma peşinde. Ancak bunu yapabilmesi, TMMOB gibi kurumların denetim altına alınması iktidar açısından bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.

İktidarın bu yöndeki faaliyetleri devam edecektir. Ancak gören göz için vaka ortada. Bu durumda kadim “ne yapmalı” sorusu karşımıza çıkıyor. Verili bir düzende yaşıyoruz ve değiştirme gücümüz şimdilik yok. Deprem sürecinde ortaya çıkan dayanışmanın zaten sınırlarına gelindi, özörgütlülüğün temsilcisi durumunda olan Emek ve Özgürlük İttifakı kendi içinde yaşadığı sorunlara rağmen devam edecek gibi görünüyor. Bunun tersi siyasi iflas olacaktır.

Selahattin Demirtaş

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, Millet İttifakı’nın yaptığı gibi, ne yapılacağına dair somut önermelerde bulunması önemlidir. Bu önermeleri görünür kılmak için yollar, araçlar bulmak gerekir.  İnsanların hayatına dokunan önermeler bir şekilde karşılık bulur. Eğer içinde bulunduğumuz şartlar değişir ve bir öneride bulunma şansımız olursa, kapitalist bir işleyişte üretim alanlarında kooperatifleşme, taraflara yarar sağlayacak bir öneri olarak düşünülebilir. Yaşadığımız koşullarda sosyal demokrat bir önerinin ötesinde bir önerinin karşılığı yoktur. Keşke becerebilseydik.  

Galip Yalman: İlginçtir, depremle birlikte başlayan eleştiri ve tartışmaların odaklandığı konu devlet oldu. Tabii bu ilk kez de olmuyor. 1999 depreminden sonra da bu olmuştu. Şimdi 1999 depremiyle yapılan çeşitli karşılaştırmaların da ortak noktası yine devlet oldu: Gerek deprem felâketini yaşayan halkın temel gereksinmelerini karşılamaktaki yetersizliği, gerekse de kaynak dağıtımı süreçlerindeki rolü itibariyle. Ancak, bu kez, mevcut iktidarın toplumsal eleştiriye tahammülsüzlüğünün sonucu, buna yeni bir boyut eklendi: Halkın hayatta kalma içgüdüsü olarak ortaya çıkan dayanışma biçimlerini bastırma çabalarına duyulan tepki.

Devletin kaynak dağıtımı süreçlerindeki rolüne gelince, 1961 Anayasası’nın kabul edilmesiyle kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı beş yıllık kalkınma planlarının öngördüğü, özel sektör için bağlayıcı olmayan sanayi yatırım hedeflerinin gerçekleştirilemediği dönemlerden başlayarak özel sektör yatırımlarının inşaat sektörüne kayması bir tartışma ve eleştiri konusu olmuştur. 1980’li yıllardan başlayarak da Türkiye’de ekonominin geçirdiği kriz ve durağanlık dönemlerinden çıkışını hızlandırmakta inşaat sektörünün çeşitli teşviklerle işlevsel kılındığı bilinen bir olgudur.

Galip Yalman

Şu soruyu da sormak gerekir: Egemen olan otoriter devlet yapısının emek kesimini tamamen boyunduruk altına aldığı bu süreçte neden daha verimli bir üretim yapısı yerine, özellikle 2000’li yıllarda, inşaat, HES gibi alanlarda yatırımlar ağırlık kazandı? Bu aynı zamanda Türkiye’deki büyük sermaye kesiminin temel açmazlarından biridir, katma değeri yüksek ürünler üreten bir üretim yapısının gerekli olduğunun farkında olduklarını çok kez itiraf etmelerine rağmen gerçekleştirilmesi yönünde somut adımlar atmadıkları için.

Konunun tabii bir de barınma hakkı açısından ele alınması gerekli. Genelde konut talebini, özelde de dar gelirli kesimlerin konut gereksinimini karşılamak cumhuriyetin ilk dönemlerinden beri iktidarların önem verdiği bir konudur. Buna yönelik gerekli finansmanı sağlamak için, özel amaçlı kamu bankalarının kurulmasının yanısıra, yerel yönetimlerin de rol üstlenmesine tanık olunmuştur.

24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle simgeleşen neoliberalizme geçiş döneminde ise, askeri yönetim tarafından çıkarılan bir yasa ile kurulan Toplu Konut Fonu ile düşük gelirli ailelere konut edindirmek için yeni bir finansman modeli oluşturulması süreci başlatılmıştı. Ancak, 2000’li yıllarda geçirdiği dönüşümle bugün TOKİ olarak bilinen kurum, konutun devlet eliyle yeniden metalaştırılması sürecinin başlıca taşıyıcısı olmuştur. Deprem sonrasında derhal başlatılmaya çalışılan inşaat faaliyetlerinin kilit aktörü olarak da yine TOKİ ön plandadır.

Şunu belirtmekte yarar var, devleti tartışırken en önemli nokta, meselenin zaman ve mekândan bağımsız olarak ele alınmasının pek de mümkün, hatta gerçekçi olmaması. Devlet, siyasal ve sosyal stratejilerin geliştirilmesi açısından kritik bir öneme sahip olmasının yanı sıra, gündelik hayatta da kendisi hissettiren bir mahiyete sahiptir. Pandemi sürecinde de tüm boyutlarıyla bir kez daha belirginleştiği üzere, devlet toplumsal yeniden üretim sürecinin olmazsa olmaz bir unsurudur. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde geliştirilecek, deprem geçiren bölgenin gereksinmeleri de dahil, gelecek planlaması ve kaynakların etkin kullanımına ilişkin stratejilerin de bu gerçeği dikkate alarak oluşturulması önemlidir.

Yelda Yücel: Deprem alanlarında daha ilk günden çok güçlü bir sivil dayanışma filizlendi. Bu dayanışma günden güne büyüyüp her yere yayıldı, geleceğe dair ümidimizi yükseltti. Nefessiz kaldığımızı sandığımız bu anda hepimize soluk oldu. Depremle ilgili bu soruya uzaktan cevap vermek beni bölgede ve bölgeye destek olmak üzere Türkiye’nin her yerinde, bulundukları yerde canla başla çalışan yoldaşlarımın emeğine karşı mahcup bırakıyor. Aslında en güzel cevapları depremin yakın tanıkları ve dayanışmanın içinden yol arkadaşlarım vermiş, bana üstüne fazla bir söz kalmamış. Dilerseniz, onların seslerinden bir derleme yapayım, sonuna ufak bir-iki cümle ben ekleyeyim.

Nasıl bir örgütlülük?

“Birbirimizden güç alıyoruz, birbirimize sarılıyoruz. Biz bunu zaten feminist mücadeleden çok iyi biliriz, çünkü bir yaşam mücadelesidir aynı zamanda feminist mücadele. Ve şu anda içinde bulunduğumuz durumda da yaşamak ve yaşatmak için mücadele veriyoruz. O yüzden feminist hareketin ilkeleri çok yol açıcı. Nasıl ki bir kadın cinayeti işlendiğinde ‘yasta değil isyandayız’ diye hareket ediyorsak, benzer biçimde binlerce insanın katledildiği bu kentleşmeden, rant hırsıyla verilen izinlerden kaynaklı, inşa edilen binaların müteahhitlerinden, şirketlerinden, devlet kurumlarından hesap sormak da o isyanın bir parçası.” (Esma, Kadın Savunma Ağı)

“Bu süreçte feministler de dayanışma örgütleyenler arasındaydı. Herkes bir taraftan da yaşadığı semt ve mahallelerdeki yapılara entegre oldu. Mahalle örgütlenmelerinde bulunmanın ve politik çalışma yapmanın ne kadar elzem olduğunu gördük bu süreçte.” (Necla Akgökçe, Kadın İşçi)

“Evet, tam da bu noktada bizim, yani feministler ve kadın örgütlerinin, LGBTİ+ örgütlerinin dayanışması önem taşıyor. Sadece bugün ve yarın için değil, çok uzun vadeli programlarla sistematik bir dayanışma içerisine girmemiz gerek. Bu da ancak vazgeçmemekle mümkün.” (Arzu Aydoğan, KADAV)

“DİSK, KESK gibi konfederasyonlarla, SES, Genel-İş sendikaları deprem bölgesine gittiler. Dayanışma çadırları kurdular. Örgütlü güç afet dönemlerinde çok önem kazanıyor. Bu sendikalar kadın emek örgütleriyle bir araya gelip ücretli, ücretsiz kadın emeğinin sorunlarına ve bunlara çözüm üretmeye yönelik kadın emek büroları kurabilirler. Bu süreçte kadın işçilerin uğradığı hak ihlâllerini açığa çıkarmak, raporlamak, çözüm üretmek son derece elzem. Feminist dayanışma gruplarıyla ilişkiye geçmeleri ise sağlam bir kadın emeği politikasının inşası için şart.” (Necla Akgökçe, Kadın İşçi)

Nasıl bir kamu politikası?

“Bir aylık bağlansa mesela, faturalarımız ödense, sigortamız yatırılsa… Benim taleplerim bunlar. Bunların yükü benden gitse ben istediğim yemeği de yerim, istediğim giysiyi de giyerim. Ama sigorta bana çok ağır yük. Yatırdığım tüm parayı geri alabilsem hemen kapatırım o sigortayı. Zaten 60 yaşından sonra emekli maaşı alacağım ben. Niye veriyorum ki o parayı, kime veriyorum?” (Emine, tarım işçisi, Hatay)

“Kararname patronlara fesih yasağı getiriyor, ama pandemide olduğu gibi işten çıkarmalarda patron yararına bir dolu istisnayı içeriyor, bu istisnalar kadın işlerini ve kadın işçileri doğrudan etkiliyor.” (Necla Akgökçe, Kadın İşçi)

“Bunu yapması gereken bir devlet var zaten. Bunu yapmaya onu zorlamaktan bahsediyorum. Çünkü, yıkımın kendisi oldukça büyük olduğu için bunun sonuçlarını da bizim halk olarak kendi cebimizden karşılamamızdan ziyade kamu kurumlarının, kamu kaynaklarının seferber edilmesi lâzım. Bunu sağlamaya çalışmalıyız.” (Esma, Kadın Savunma Ağı)

Son söz: Hak temelli ekonomi politikaları

Yelda Yücel

Birkaçını alıntıladığım onlarca tanıklık ve sesten anlaşılacağı gibi, insanlar haklarını kullanabilecekleri, insanca bir yaşamı arzu ediyor. Karar mekanizmalarına katılmak, sorumlulardan hesap sormak istiyor. Bunun için gerek kamu politikalarının, gerekse diğer makro politikaların eşitlik ve haklar üzerinden yeniden tasarlanması gerekiyor. Politika süreçleri şeffaf, katılımcı ve kapsayıcı olmak zorunda. Kamu otoritelerinin hesap verebilirliği sağlanmalı, politikalar ayrımcılığa yol açmayacak şekilde planlanıp uygulanmalı. Ekonomi politikası kişilerin güçlenmesine ve hakların kullanımına hizmet etmeli. Bunun için kamu kaynakları en uygun biçimde dağıtılmalı, mevcut kaynaklar bu amaç için kullanılmalı. Kamu kaynaklarının yeterli olmadığı durumda gereken kaynak yaratımı (vergileme ve diğer ulusal ve uluslararası kanalların kullanımı dahil) çeşitli yollarla sağlanabilir.

Her ekonomik krizde yoksullar daha da yoksullaşırken zenginler daha da zenginleşiyor. İçinde olduğumuz krizde de ekonomi göstergelerinde büyüme olmasına rağmen mutfaklarda yangın var. Emeğiyle geçinenler verilerde gösterilen büyümeden ne kadar pay alıyor? Günümüzdeki krizi nasıl tanımlarsınız? Bu krizden çıkış için muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?

Mehmet Türkay: Sorunun merkezinde kriz olduğu için genelgeçer iktisat tanımıyla başlamak daha anlamlı. “İktisada Giriş” kitaplarının hemen hepsinde iktisat “kıt kaynakların sonsuz ihtiyaçlar için kullanımını” düzenleyen bilim diye bir ifadeyle karşılaşılır. Bu ifade zaten kendi başına bir krizi tarif etmektedir. Kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sonsuz ise zaten ortada bir sorun vardır ve sorunun adı da krizdir. Ekonomi derken kapitalist bir ekonomiden bahsediyoruz. Tanım gereği, kapitalist bir ekonomiye krizler içkindir.

Mehmet Türkay

Diğer bir ifadeyle, krizi bir tür sistemsel hastalık olarak düşünürsek, kapitalizm patalojik bir yapıya değil patojenik, hastalık üreten bir yapıya sahiptir. Bu yapıyı belirleyen de sınıfsal güç ilişkileridir bilindiği üzere. Dolayısıyla, emeğiyle geçinenler de sahip oldukları toplumsal güç oranında pay alabilmişlerdir. Burada bir duruma daha işaret etmek gerekirse, emekçi sınıfların aldığı pay gelirin nasıl dağıldığını gösteren “gelir dağılımı” kavramıyla açıklanabilir. “Ekonomik büyüme” kapitalist ekonominin bir  dönem içindeki performansını ölçen teknik bir kavram olduğu için ortaya çıkan gelirin nasıl dağıldığı ile ilgili değildir.

Mevcut iktidar koşullarında muhalefet olabildiğince her alanda iktidarı deşifre etmeli, ki yapıyorlar. Eğer iktidara gelmeleri söz konusu olursa, toplumsal güveni yeniden inşa etmeye dair politikaları hızla hayata geçirmelidir. Çünkü kriz sadece ekonomik değil, toplumsal bir krizdir. Toplumsal krizle baş edilemezse ekonomik krizi çözecek bir zemin oluşmaz.

Kriz sadece ekonomik değil, toplumsal bir krizdir. Toplumsal krizle baş edilemezse ekonomik krizi çözecek bir zemin oluşmaz. –Mehmet Türkay

Galip Yalman: Türkiye’de uzun erimli olacağa benzeyen ekonomik kriz bağlamında yapılan tartışmalar, kredibilitesini büyük ölçüde yitirmiş gözüken neoliberal kriz yönetme stratejisinden başka bir alternatifin halen düşünülemediğini göstermektedir. Halbuki son yıllarda yaşananlar gerek kapitalist ülkelerde gerekse de ülkemizde giderek çok boyutlu bir nitelik kazandığı belirtilen krizin “kriz yönetme stratejisinin krizi” olarak nitelenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Ne var ki, alternatif bir mücadele ekseninin güçlü bir biçimde gündeme getirilememesi önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

Başka bir alternatifin düşünülemediğinin belirgin bir göstergesi, muhalefet partileri de dahil, çeşitli yorumcular tarafından Merkez Bankası’nın “bağımsızlığının” krizden çıkmanın olmazsa olmazı olarak görülmesidir. Üstelik, enflasyon hedeflemesi vb. politikaların yoksullukla mücadele ve gelir dağılımı bozukluklarının azaltılması için gerekli olduğuna ilişkin yaygın bir izlenim olduğu gözlenmektedir.

Öte yandan, kuşkusuz, Merkez Bankası’nın, siyasal iktidarın baskısı altında kalarak, enflasyonla mücadele konusunda son dönemde uluslararası finans çevrelerinin gözünde kredibilite kaybına uğradığına ilişkin bir algı da söz konusudur ve neoliberal anlayışın sorgulanmadan zımnen kabulünde etkili olmuştur. Bu bağlamda, Merkez Bankası’nın “bağımsızlığının”, neoliberal kriz yönetme stratejisinin sürdürülmesi, bir başka ifadeyle, Merkez Bankası’nın, kendisine atfedilen “kriz yöneticisi” konumunu sürdürebilmesi için kritik bir öneme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ne var ki, sermaye hareketlerine bağımlı ekonomilerde, finansal istikrarı sağlamak için gerekli görülen, hem kısa vadeli sermaye girişlerini azaltmak, hem de kredi genişlemesini kontrol etmenin, siyasal iktidarlarla merkez bankaları yönetimleri arasında gerilimlere yol açması şaşırtıcı değildir.

Şimdi yapılması gereken, kimlik temelli ve sınıf temelli siyasal mücadelelerin birbirlerine alternatif olmak yerine, birlikte nasıl düşünülebileceği, nasıl eklemlenebileceği üzerinde düşünmeye başlamak. –Galip Yalman

Çarpıcı olan, uluslararası finans piyasalarının olmazsa olmazı olan Merkez Bankası’nın “bağımsız” olması vurgusunun, neoliberal parametrelere uygun davranılması demek olduğuna ilişkin bir farkındalığın Türkiye kamuoyunda hâlâ oluşmamış olmasıdır. Bu açıdan, neoliberal hegemonyanın en azından tartışma gündeminin belirlenmesi ve kamuoyunun yönlendirilmesinde işlevsel olanlar açısından hüküm sürdüğünü belirtmek gerekir.

Unutulmaması gereken bir başka önemli husus, neoliberal dönemde devletin gerek mülkiyet haklarının düzenlenmesinde gerekse emeğin demokratik hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesinde çok merkezi bir rol üstlenmiş olmasıdır. Neoliberalizmin, “serbest piyasa” ağırlıklı söyleminin aksine, toplumsal hayatın birçok alanında sermayenin egemenliğini yeniden düzenlemeye yönelik olarak devlet gücünün sistematik kullanımını zorunlu kılan bir hegemonya projesi olarak anlaşılması kritik bir öneme sahiptir.

Dolayısıyla, kurumsalcı analizlerin öngördüğü şekilde, piyasa egemen bir dönemden, devlet egemen bir döneme geçilmekte olduğunu düşünmek gerçekçi olmadığı gibi, böyle bir algı yaratıldığı ölçüde, alternatif bir iktisadi ve sosyal programı içeren bir karşı-hegemonya projesinin düşünsel planda bile geliştirilebilmesini engelleyen bir rol oynadığına kuşku yoktur.

Günümüzün siyasal tartışma gündemini, her ikisi de çok yakıcı öneme sahip olmakla beraber, salt ekonomik krizden çıkış önerileri ve tek adam rejiminden kurtulma için gerekli bir rejim değişikliği sorunsalı ile sınırlamamak gereği vardır. Daha sağlıklı bir yaklaşım, toplumsal güç ilişkileri ile rejim değişikliklerinin birlikte tartışılmasıdır. Bu da devlet biçimi kavramı ile siyasi rejimi birlikte düşünmeyi gerekli kılıyor.

Devlet biçimi ile rejim ilişkisini birlikte düşünmek gereklidir, çünkü devlet analizinin olmazsa olmazı, toplumsal sınıflar arası güç dengesini ve bunun içerdiği özgül stratejik tercihleri anlayabilmektir. Burada, “toplumun değişik kesimlerinin rızasını nasıl yeniden kazanırsınız” sorusu ön plana çıkıyor. Devlet biçimi kavramının önemi, toplumsal yaşamla siyaset arasındaki bağlantının kurulması için kilit bir kavram olmasıdır. Devlet biçimi tartışması es geçildiği ölçüde, hem iktidar bloku dışında kalan kesimlerin mücadele olanakları ve biçimlerini tartışmak giderek zorlaşıyor, hem de güvence altına alması gereken demokratik hak özgürlükleri nasıl tartışacağımızı el yordamıyla yapar haline geliyoruz.

Hatırlatmak gerekirse, Turgut Özal hükümeti ile başlayan demokrasiye geçiş süreci, 12 Eylül rejiminden miras kalan 1982 Anayasası’nın, demokratik hak ve özgürlükleri budaması ile belirginleşmiş olan otoriter devlet biçimi çerçevesinde yaşanmıştır. 2000’li yılların başlarında gerçekleştirilen önemli bazı Anayasa değişikliklerine karşın, hâlâ otoriter bir devlet biçimi içinde yaşıyoruz. Bu sürecin tanımlayıcı bir özelliği sınıf temelli siyasetin büyük ölçüde devre dışı bırakıldığı koşullarda, kimlik temelli siyasetler üzerinden demokratikleşme tartışmalarının yaşanmasıydı.

Şimdi yapılması gereken, kimlik temelli ve sınıf temelli siyasal mücadelelerin birbirlerine alternatif olmak yerine, birlikte nasıl düşünülebileceği, nasıl eklemlenebileceği üzerinde düşünmeye başlamak. Böyle bir tartışma, demokratikleşmeden ne anladığımızı açıklığa kavuşturacağı gibi, güvence altına alınması gereken, başta laiklik olmak üzere, demokratik hak ve özgürlükleri belirleyebilmek açısından da oldukça kıymetli olacaktır.

“Sınıf temelli siyasetlerin yeniden gündeme girebilmesi için neler yapılabilir” sorusu da sınıfı verili bir sabit olarak görmemeyi gerektiriyor. Toplumsal sınıfların verilen mücadeleler, yaşanan deneyimlerle oluşan, dolayısıyla sürekli devinim geçiren olgular olduğunu akılda tutmak, siyasal öznelerin oluşum süreçlerinde hareketlerin ve örgütlerin rolünü saptamak açısından bir başlangıç noktası olabilir.

Neoliberalizme ve onun yarattığı krizden çıkış stratejilerine karşı nasıl mücadele edilebileceği konusunda ilgiyle izlenmeye farklı ülke deneyimlerinden bu açılardan da çıkarılacak dersler var. Kimlik temelli ve sınıf temelli hareketlerin birlikte kurucu meclis deneyimi yaşayarak bir anayasa tasarısı oluşturduğu Şili en son örnek; söz konusu tasarı referandum sonucunda reddedilmiş olsa da önemli bir deneyim olduğuna kuşku yok.

Türkiye’nin yeni bir anayasal düzene ihtiyacı olduğunu düşünüyorsak meselenin sadece bir rejim değişikliği ile sınırlı olmadığını vurgulamak ve gündeme getirmek gerekir. Zira, emek piyasalarında emek lehine düzenlemelerin, neoliberal dönemin tanımlayıcı özelliklerinden biri olan otoriter devlet biçimi geçerli olduğu sürece gerçekleştirilmesini beklemek, deyim yerindeyse, eşyanın doğasına aykırıdır.

Bu bağlamda, devletin ekonomideki rolünü ve ağırlığını da yeniden tanımlayacak, kamucu politikaların gündeme getirilmesine olanak sağlayacak bir devlet biçimi değişikliğinin de daha demokratik bir yapıyı perçinlemek için mutlaka düşünülmesi elzemdir. Ülkemizde yaşanan deprem felâketinin hemen ardından halkın hayatta kalma içgüdüsü olarak ortaya çıkan dayanışma biçimlerini bastırma eğilimindeki otoriter yapının dönüştürülmesi artık bir zorunluluk.

Geldiğimiz noktada, devletin dönüştürülmesi salt kuramsal bir sorunsal olarak görülmemeli. Zira, toplumun geniş kesimlerinin yaşamsal gereksinmelerinin sağlanabilmesi için de demokratik devlet biçiminin temel bir mücadele ekseni oluşturması önem kazanmakta. Dolayısıyla, toplumsal dengeleri değiştirecek bir devlet biçimi değişikliği için, yani “demokratik bir devlet biçimine nasıl geçeriz” arayışının bir ifadesi olarak yeni anayasa meselesini tartışmaya açmak gerekir.

Yelda Yücel: Üç soruya (ikinci, beşinci ve son soruya) birleşik yanıtlar vermeye çalışacağım. Krizler, bunlara karşı yürütülen politikalar ve toplumsal cinsiyetle krizlerin ilişkisine dair cevaplarım olacak.

Günümüz krizleri ve toplumsal cinsiyet:

Türkiye son 15 yıldır hem küresel (2008 ekonomik krizi, Covid-19 salgını), hem de kendi sorunlarına bağlı olarak ortaya çıkan yerli krizlerle boğuşuyor. Her krizin çıkış noktası ve karakteri farklı; bunlara karşı yönetimlerin geliştirdiği mali ve finansal politikalar da krizden krize, ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor. Bununla birlikte, krizlerin toplumsal cinsiyet farklılıklarına yol açan sonuçları var. Yaşadığımız tüm krizler sadece üretim ve ücretli emek alanlarını değil, yeniden üretim dediğimiz hane içindeki işler ve bakım yüküyle ilgili devasa iktisadi alanı da kapsar. Bu nedenle her bir kriz aynı zamanda bir yeniden üretim krizidir.

Deprem alanlarında daha ilk günden çok güçlü bir sivil dayanışma filizlendi. Bu dayanışma günden güne büyüyüp her yere yayıldı, geleceğe dair ümidimizi yükseltti. Nefessiz kaldığımızı sandığımız anda hepimize soluk oldu. –Yelda Yücel

2020’de başlayan Covid-19 salgını bir sağlık meselesi olarak ortaya çıktığında, uygulanan zorunlu kapanma önlemleri pek çok hanenin sağlık, eğitim ve gıdaya erişmini engellemiş, işletmelerin ve işyerlerinin kapanmasıyla gelirler düşmüş, işsizlik ve yoksulluk artmıştı. Bir yandan işyerlerinin, okulların evlere taşınması evlerde iş yüklerini arttırmış, iş ve aile yaşamının birbirine girmesi ve aile içi şiddettin artışı kadınların yaşamını cehenneme çevirmişti.

Sahada üretimde ve sağlık gibi yaşamsal sektörlerde çalışmaya devam etmek zorunda kalan çalışanlar uzun çalışma saatlerine ve sağlık risklerine maruz kaldı. Kapanma önlemleri yüzünden turizm, yiyecek-içecek, okul öncesi eğitim, perakende satış gibi kadın çalışan yoğun sektörlerde kadın işsizliği ve yoksulluğu arttı, kadın-yoğun gıda ve sağlık sektörlerinde kadınlar risk altında ev dışında çalışmak zorunda kaldı.

Pandemi henüz ortada yokken, 2018’de, Türkiye’nin kendi yapısal kırılganlıklarına yeterli çözüm üretilememesi nedeniyle başlayan bir krizin bugün devamını yaşıyoruz. Pandemiyle birlikte küresel ortamın kötüleştiği, dış finansman imkânlarının azaldığı, bölgesel savaşların iyice derinleştirdiği kaotik bir ortamda Tükiye ekonomi yönetimi krizi çalışan ve yoksul kesimler aleyhine derinleştirdi. Bunun en büyük göstergeleri enflasyondaki şiddetli yükselişin nominal ücretlere yansımaması ve eriyen reel gelirler, enflasyona karşı kendini koruyabilen varlıklı kesim ile buna karşı kendini koruyamayan alt gelir gruplarının arasında artan gelir dağılımı uçurumu, bunlarla birlikte, alt gelir gruplarında temel ihtiyaçlara erişimde ortaya çıkan “yaşam maliyetleri krizi”.

Dünya sıralamasında, Aralık 2022 itibarıyla, Türkiye’nin resmi tüketici fiyatları enflasyonu (yüzde 64.3) Avrupa’da birinci, dünyada en yüksek yedinci enflasyondu. AB ortalaması yüzde 9.2, aynı rakam İspanya’da yüzde 5.8 ve İsviçre’de yüzde 2.8 oldu.

TUİK tüketici fiyatları endeksine göre, 2022’de, konut fiyatları yüzde 79.8, gıda ve alkolsüz içecekler yüzde 77.8, sağlık yüzde 66.6, ulaştırma yüzde 54.5 oranında arttı. Aynı dönemde, elektrik ücreti yüzde 101, doğalgaz yüzde 166, motorin ise yüzde 108 oranında yükseldi. Yaşam maliyetlerinde bu artışlardan tüm kesimler bir şekilde etkileniyor, ancak, enflasyondan olumsuz etkilenen kesimler içinde kadınların etkilenim mekanizması üzerine kafa yormak, uygulan ekonomi politikalarının uygunluğu üzerine düşünmemiz için bir temel oluşturur.

Fiyat artışlarını izlediğimiz tüketim sepetlerinin bileşimi herkes için aynı değil. Örneğin, BETAM’ın yaptığı bir çalışma gıda ve alkolsüz içecekler ve konut harcamalarının 2019’da en yoksul yüzde 10’luk kesimin tüketim sepetinde yüzde 35,5’lik ve yüzde 40,1’lik bir paya sahip olduğunu, buna karşılık, en zengin yüzde 10’luk grubun sepetinde bu payların yüzde 11,8 ve yüzde 14,6 olduğunu tespit ediyor.

İklim krizi verili sistem içinde çözülemez. Sorunu yaratan çözümün bir parçası olamaz. “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” vurgusu bu anlamda önemlidir. Dolayısıyla, muhalefetin kendisini nerede konumlandırdığı ile bağlantılı olarak cevaplar farklılaşacaktır. –Mehmet Türkay

Yaygın bulgu, aksi görüşler olsa da, alt gelir grubunda enflasyonun üst gelir düzeyinde enflasyondan daha yüksek olduğudur. Bunun nedeni gıda, giyim, barınma gibi temel harcamalara yoksul ve düşük gelirli kesimlerin bütçelerinden daha fazla pay ayrılması ve bu kategorilerde yaşanan hızlı fiyat artışlarının bu kesimlerin hissettiği enflasyona katkısının daha yüksek olmasıdır.

Bugün gıdaya erişimde önemli zorlukların olduğunu, öğün atlama, kalitesiz gıdaya yönelme gibi insan sağlığını tehdit eden bir duruma geldiğimizi görüyoruz. Örneğin, İstanbul Politikalar Ajansı’nın (İPA) İstanbul için yaptığı araştırmada, katılımcıların yüzde 65,9’u gıda alışverişlerinde aldığı gıda miktarını azaltmış. Aynı rapor, kadınların yüzde 42’sinin taneyle ve gramla alışveriş yapmaya başladığını, akşam pazarlarından ürün alanların arttığını söylüyor.

Gıda temini hane içindeki cinsiyetçi işbölümü nedeniyle kadınların üzerine düşen bir yük. Güvenceli gıdaya erişilemediği durumda, hanedeki diğer üyeler lehine öğünlerden ilk feragat edenlerin kadınlar olacağını tahmin etmek güç değil. Ayrıca, ucuz gıda bulmak için kadınların harcadığı zaman maliyeti, maddi ve bedensel maliyetler de artıyor. Benzer şekilde kira ve enerji fiyatlarındaki hızlı tırmanış yine en yoksul kesimlerin, bunlar içinde önemli bir büyüklük olan kadınların yaşam krizini arttırıyor. İnsanlar ısınma ve gıda arasında seçim yapmak durumda kalıyor. Kadınlar düşük veya hiç olmayan gelir ve tasarrufları nedeniyle bu krize karşı en kırılgan kesimlerden birini oluşturur.

Gelir dağılımındaki bozulmadan da kadınların fazlasıyla paylarını aldıklarını söyleyebiliriz. Fiyat artışlarının öngörülemezliği üretim ve yatırım kararlarını almayı zorlaştırırken, varlıklarını enflasyon karşısında korumaya çalışan kesimler gayrımenkul, hisse senedi gibi alanlarda aşırı fiyat artış ve oynamalarına neden oluyor.

Kadınların mal varlığının çok düşük olduğu bilinen bir gerçek. Dolayısıyla, varlık fiyatlarındaki artıştan da olumsuz etkileniyorlar, üstelik, varlık sahibi olma ihtimalleri giderek düşüyor. Örneğin 2013’te, Türkiye’de kendi evi olan yetişkin kadın oranı  yüzde 4.7, arazisi olan kadın oranı yüzde 2.4’tü. Bir bankada hesabı olan kadın oranı Türkiye’de yüzde 53.2 (2017), Almanya’da bu oran yüzde 99.2, Brezilya’da yüzde 67.5 ve komşumuz İran’da yüzde 91.3. Bu basit veriler bile Türkiye’de kadınların mal varlığının ne derece düşük olduğunu, rekabetçi piyasa koşullarındaki dezavantajlı konumlarını gösteriyor.

Krizlere karşı yönetimlerin verdiği cevaplar:

Bugüne kadar ne Türkiye’de ne de dünyada krizlere karşı yönetimlerin hayata geçirdiği ekonomi politikaları yeterince cinsiyete duyarlı oldu. Cinsiyet eşitsizliklerinin, haneiçi üretim ve bakım meselesinin ayyuka çıktığı Covid-19 salgınında, “hane içi üretim, bakım emeği, ücretli-ücretsiz iş yüklerinin hane üyeleri arasında paylaşımı” gibi konular politika yapıcılar ve ekonomi çevreleri için kısa bir süreliğine ilgi çekici meseleler haline geldi. Bu dönemde çok sayıda erkek eve kapanmıştı ve evdeki işlere biraz daha fazla katkıda bulunmaya başlamışlardı. Yine de salgın döneminde krize karşı üretilen politikalar büyük ölçüde cinsiyet körü oldu.

Birleşmiş Milletler (BM) Kalkınma Programı (UNDP) ve BM Kadın Birimi (UN Women) bu dönemde 226 ülkenin uyguladığı yaklaşık 5000 önlemin toplumsal cinsiyetle bağını gözden geçirdi. Mart 2020-Ağustos 2021 arasını kapsayan bu dönemde kadınların ekonomik güvencesine hizmet eden, bakım emeğini azaltan politikaları ve (dolaylı da olsa kadınları güçlendireceğini düşünerek) kadın çalışan yoğun sektörlere yapılan destekleri taradı. Ortaya oldukça iç karartıcı bir tablo çıktı. Toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilişkilendirilebilecek politikalar çok azdı.

Kapitalizmi dönüştürme uğraşı verenler açısından, Gramsci’nin bir kavramıyla ifade etmek gerekirse, “Modern Prens” arayışlarının ve onun simgelediği yeni siyasal öznelere duyulan özlemin daha da yoğunlaşarak yaşanacağı bir ara dönemden geçmekte olduğumuz söylenebilir.  –Galip Yalman

Üstelik, iğneyle kuyu kazarak bulunan bu politikaların yarısından fazlası kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve buna maruz kalan kadınların korunmasına yönelikti. Yine bildik “yoksulluğun önlenmesinde kadınlar” teması kapsamında sosyal yardım politikalarında kısmen kadınlara yönelik, ama yine aile içindeki rollerine bağlı olarak ayni ve nakit yardımlar yapıldı. Ücretli emeği ilgilendiren veya işletmelere verilen desteklerde kadınlara özgü özel önlemler tüm mali paketlerin  çok az bir kısmını oluşturdu.

Salgın önlemleri hanelerin yaşamsal ihtiyacının karşılanması ve işyerlerinin ayakta kalmasını sağlama amacını taşısa da, oransal olarak daha fazla evlerine dönmek zorunda kalan kadınların yeniden emek piyasasına girebilmesini kolaylaştıran ve uzun dönemli işsizliği önleyici orta-uzun vadeli bir yaklaşım oluşturulmadı.

Bu genel tablonun ötesinde, ülkeler arasındaki gelir farklıları, mali alan dediğimiz, krizler sırasında harekete geçirilebilecek kaynak çeşitliği ve büyüklüğü; ve elbette politik çıkar gruplarının güç savaşları ekonomi politiklarını belirliyor ve bu konu uzun uzun yazılıp tartışılmaya muhtaç bir alan.

Türkiye’nin krize karşı geçmişte uyguladığı maliye politikalarında toplumsal cinsiyetin izini aradığımızda ise karşımıza şöyle bir  tablo çıkıyor:

IMF kaynaklarında, 5 Haziran 2021 itibarıyla, Türkiye’nin Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın (GSYH) yüzde 12.7’si gibi bir büyüklüğü salgınla mücadeleye ayırdığı belirtilir. Bu çok önemli bir büyüklük. Ancak, bunun sadece yüzde 4.1’i bütçeden ayrılan kaynak. Yani, bileşiminde sağlık harcamaları, nakit transferler, işsizlik sigortası ve kısa vadeli çalışma ödemeleri, işyerlerine yapılan destekler ve vergi destekleri nedeniyle oluşan gelir kayıpları var. Kalanı firmaların kredilerine sağlanan Hazine garantisi (bütçeye kısa vadede ek yük getirmiyor, kredi geri ödenmeyecek olursa Hazine devreye giriyor) ve devlet bankalarının kredi alacaklarının bir süre ötelenmesi. Dolayısıyla, Türkiye 25 gelişmekte olan ülke içinde ek harcama ve vergi destekleri yoluyla kişilerin gelirini ve refahını arttırıcı önlemler açısından en düşük 8. ülke.

2013’te, Türkiye’de kendi evi olan yetişkin kadın oranı yüzde 4.7, arazisi olan kadın oranı yüzde 2.4’tü. Bir bankada hesabı olan kadın oranı Türkiye’de yüzde 53.2 (2017), Almanya’da yüzde 99.2, Brezilya’da yüzde 67.5, İran’da yüzde 91.3. Bu veriler bile Türkiye’de kadınların mal varlığının ne derece düşük olduğunu, rekabetçi piyasa koşullarındaki dezavantajlı konumlarını gösteriyor. –Yelda Yücel

Bunun anlamı Türkiye’nin salgında işssiz kalan, geliri azalan ve yoksullaşan kitlelere çok az doğrudan destek verilebildiğidir. Üstelik, bu politikalar toplamı gelişigüzel ve salgının cinsiyet eşitsizlikleri yaratan doğasına karşı bir duyarlılık içermeyen bir yapıdadır. UNDP ve UN Women araştırmasında 47 politika aracı Türkiye için değerlendirilmiş, bunlardan sadece 9’u doğrudan toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilşkilendirilebilmiş. Bu 9 önlemin 5’i kadına yönelik şiddetle ilgili destekler.

Aslında, sağlıktan, sosyal yardımlara, işsizlik sigortası ödemelerinden, kısa vadeli çalışma ödeneğinden yararlananlara, vergi desteklerine kadar tüm önlemlerin toplumsal cinsiyet boyutu var. Ama bu boyutu görünür kılmak için ne yazık ki elimizde yeterli veri ve çalışma yok. Örneğin, işsizlik sigortası ve kısa çalışma ödemeleri kadın-erkek ayrımında yayınlanmıyor. Fakat şunu biliyoruz, salgının devam ettiği 2021 yılında işsizlik ödeneği hak eden 647,684 kişinin yüzde 57’si kadın ve bu rakam yıllar içinde artmış. Daha çok genç ve eğitimli kadınların bu ödeneğe başvurduğunu görüyoruz. Bu eğilimler, son yıllardaki yüksek ve inatçı kadın işsizliği ile koşut.

Bugün için öneriler:

Yıkıcı etkileri olan enflasyonu düşürme konusu önümüzdeki dönemin öncelikli konularından biri olacak. Enflasyonun kendisi kadar, düşürülmesinin de topluma ve özelinde kadınlara maliyetleri var. Öte yandan, enflasyonu kontrol altına alırken kullanılacak araçların etkisi farklı olabilir. Örneğin, iç talebi kısarak ekonomiyi yavaşlatan programların istihdamı, ama özellikle kadın istihdamını düşürdüğü bilinen bir durum. Buna karşılık, dış ticaretin artışına destek veren politikalarla birlikte enflasyonla mücadele eden ülkelerde istihdamda cinsiyet eşitsizliği görülme olasılığının azalması da mümkün.[1] Bunun nedeni, ihracata yönelik belli sektörlerde kadın istihdamının yoğun olması.

Bu örnekte olduğu gibi, enflasyonla mücadele ederken kamu harcamalarının kısılmasının kamu sektöründe işssizliği, dolayısıyla kadınların işsizliğini arttırma ihtimalini; bununla birlikte, kamusal hizmetlerin azalmasıyla bunların başlıca yararlanıcısı kadınların bakım yükünün artacak olmasını dikkate almak durumundayız. Sadece kadınlar değil, süreçten olumsuz etkilenecek dezavantajlı kesimlerin ihtiyaçlarına özel gelir desteği veya kamu istihdam programları gibi uygulamalar tasarlanması gerekiyor. Dünyada krizler sırasında iyi işlemiş örnekler, örneğin, Brezilya’da iyi sonuçlar vermiş kapsamlı Acil Yardım Programı’nı, diğer ülkelerde istidamın korunmasına yönelik önlemleri incelemeli, dersler çıkarmalıyız.

Bunun ötesinde, ekonomik yapının kriz karşıtı işleyen mekanizmalarının kapsayıcılığının arttırılmasına çalışmalıyız. Bunlar, işsizlik sigortasının kapsam ve erişilebilirliğinin arttırılması, artan oranlı hakkaniyetli vergi sisteminin işler hale getirilmesi, bunun için formel sektörün sınırlarının genişletilmesi gibi kalıcı, ama zor konular. Ayrıca, bakım açığının düşürülmesi, istihdam artışı ve yoksulluğun azaltılmasında güçlü etkileri olan sosyal bakım hizmet ve yatırımlarına kamunun kaynak ayırması gerekiyor.[2]

Başta toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmak üzere tüm ayrımcılıklarla mücadele edebilmenin en önemli koşulu, sadece krizli zamanlarda değil, normal zamanlarda eşitlikçi yaklaşımın politika tasarımına yerleştirilmesi. Tasarımının da ötesine geçerek kamu politikalarının uygulama, izleme ve denetlenmesine izin veren katılımcı ve demokratik yapıların hayata geçmesi gerekiyor.

Ekonomik krizin kuşkusuz hem küresel hem bölgesel hem de yerel nedenleri olduğu biliniyor. Bunları nasıl açıklıyorsunuz? Tek adam rejiminin krizin Türkiye’de bu kadar derin yaşanmasındaki sorumluluğu nedir?

Mehmet Türkay: Bugün Türkiye’de yaşanan kriz, öncelikle dünya ölçeğinde yaşanan, neoliberalizmin tanımladığı sistemin varlığını sürdürmesine dönük bir işleyiş içinde anlam kazanacaktır. Neoliberalizm, kapitalizmin kriz koşullarında yeniden yapılanmasının asli stratejisidir. Şili’de Agusto Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye yaptığı darbeyle tedrici olarak tüm dünyaya yayılmıştır. Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla başlayıp 12 Eylül darbesiyle hayata geçirilmiştir. Ve AKP iktidarı süreci mantıki sonuçlarına ulaştırmış ve karşımıza örgütlü bir siyasal İslâm projesi çıkmıştır.

Kapitalizm sadece hastalıklı (patolojik) bir işleyiş değil, esas olarak hastalık üreten (patojenik) bir işleyiştir. Erkek egemen bir toplumda patojeni erkek kültürüne ya da ruh haline tekabül eder. Olguların radikalleştiği bir toplumda çözümler de radikalleşmelidir. Kadın hareketi bunun en iyi örneğini ortaya koyuyor. –Mehmet Türkay

Siyasal İslâm kapitalist modernizmin bütün olanaklarına sahip ve kullanan, ancak karşıymış taklidi yapan, dolayısıyla kapitalist rasyonelin asgari kurallarına da uyum göstermeyen bir varoluşa sahiptir. Mevcut rejim bu anlayışı her durumda kullanmaktan çekinmemektedir. Kapitalist bir sistemin işleyişinde uzun dönemli olarak bakıldığında karşıt iki durum olarak olarak gösterilen rekabetçilik ve tekelleşme vardır. Esas olarak bu yanıltıcı bir ikilemdir. Çünkü rekabet mekanizması tekelleşmeyi besleyen doğal bir süreçtir.

AKP rejimi bu süreci siyasi tasarruflarla kendisini besleyen sermaye için kısalttı ve yeni bir tekelci sermaye oluşumunun koşullarını yarattı. Bu müdahale sermayenin kendi iç dengesini de bozdu. İnşaat odaklı, esas olarak “tüccar” bir akıl öne çıkarıldı. Kapitalizm sonsuz üretmek üzerine kurulu bir işleyişe sahiptir. Betonla bu isteği ancak sabitleyebildiler. Doğal olarak işlemedi bir aşamadan sonra. Elbette kadim sermayenin de bu siyasi sürece verdiği destek akılda tutulmalıdır, her ne kadar pişmanlık belirtseler de.

Kriz süreçleri karar alma süreçleridir aynı zamanda. AKP iktidarı bu süreçte kendi dar çevresi için bu karar sürecini kullandı ve sıkıştı. Sıkışıklık dışarıdan alınan borçlarla atlatılmaya çalışılıyor, ki bir sonraki dönem için ağır bir yük anlamına gelecektir. Ancak, AKP’nin buralarda verdiği açıkları kendi kitlesi nezdinde bir tür başarıyla kapattığı da anlaşılıyor. Bu durum, kapitalist rasyonelin işleyişinin dışına düşmek anlamına geldi, ki bu AKP’nin kendi becerisidir, sistemi kırılgınlaştırmıştır. Çünkü dünya ölçeğinde işleyen bir sistemde “arıza” haline gelinmiştir. Son zamanda açığa çıkan, uyuşturucu trafiği meselesi ve yolsuzluklar üzerinden yaşananlar bunun delâletidir. Kapitalizm kirli bir sistemdir, ama kendini korumaya dönük sınırları vardır. Türkiye bu sınırları aşmış görünmektedir. Bu anlamıyla, yaşanan kriz ekonomik olanı aşmış, toplumsal bir krize dönüşmüştür. 

Galip Yalman: Günümüzde, özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin ve uluslararası finans piyasalarına bağımlılığın belirleyici olduğu ulus devletlerde, krizler kapitalist sistemin işleyişinde ortaya çıkan sorunları aşmada kritik rol oynamakta, sistemin yeniden yapılandırılmasını sağlayan bir işlev görmektedir. Örneğin, Milton Friedman’a göre, gerçek bir değişim için kriz ya da kriz olduğuna ilişkin bir algı gereklidir. Ülkemizde de 2001 krizi ve sonrasında uygulanan neoliberal kriz yönetim stratejisi bu bağlamda çarpıcı bir örnektir.

Finansal liberalizasyon sürecinde gerek ödemeler dengesinin sermaye hesabından gerekse bankacılık sisteminden kaynaklanan ve Türkiye ve Arjantin’deki 2001 krizinde olduğu gibi birlikte yaşandıkları durumlarda, “ikiz krizler” olarak adlandırılan finansal krizlerin yol açtığı yapısal dönüşümlerin, kapitalist toplumlardaki mücadele eksenlerini nasıl etkilediği ve biçimlendirdiği önem kazanmaktadır.

Hanehalklarının artan borçluluğu, özellikle 2000’li yıllardan itibaren, reel ücretlerin sürekli gerilediği, hatta asgari ücretin ortalama ücret haline geldiği bir ortamda, emekleri ile yaşamlarını sürdürenler için bir nefes borusu işlevi görmekte. Bu acı, ancak siyasal güç dengelerini etkileyen bir gerçeklik. –Galip Yalman   

Şunu da belirtmek gerekir: Krizler neoliberal hegemonyanın kırılmasında değil, yeniden, hatta daha güçlü biçimde sürdürülmesinde işlevsel olabiliyor. Dolayısıyla, krizleri salt düzenli işleyen bir sistemi aksatan ve/veya işlevsiz kılan bir kesinti ânı olarak görmek yanıltıcı olacaktır.

2007-2008’de yaşanan küresel ölçekteki finansal krize kadar, kapitalist sistemin merkez ülkelerinden başlayıp sistemin bütününü etkileyen ekonomik krizler, devletin ekonomiyle olan ilişkisinin teorik olarak yeniden tanımlanmasını içeren, deyim yerindeyse paradigma değişikliklerini beraberinde getiriyordu. 1930’lar ya da 1970’lerdeki sistemsel krizlerin böyle bir özelliği vardı. Ancak, 2008 krizinin bu açıdan önemli bir farkı var, bugüne kadar bu anlamda bir paradigma değişikliği söz konusu olmadı.

Krizin ilk iki yılında teorik bağlamda belirli bir sorgulama yapılmış olsa da, kriz 2008 öncesi kriz yönetme ve kriz önleme stratejileriyle aşılmaya çalışıldı. Eurozone bölgesinde, başta Yunanistan, borçlu ülkelere Troyka (AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası, IMF) tarafından empoze edilen politikalar bunun somut örneklerini oluşturdu. 2008 krizinden bu yana geçen sürede, neoliberalizmin demokrasi ile bağdaşmasının giderek zorlaştığını ifade etmek için “otoriter neoliberalizm” betimlemesine sıkça başvurulmasının bir nedeni budur.

Bir başka ifadeyle, rıza-zor dengesi ikincisi lehine bozulmakla birlikte, neoliberal hegemonya büyük ölçüde varlığını korudu. Bir bakıma, Bağımsız Sosyal Bilimciler’in ülkemizde 1998-2008 dönemini değerlendirirken yaptıkları saptama, 2008 sonrasında çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik–siyasal kriz sarmalı için de geçerli gözükmektedir: “Farklı hükümetler, tek siyaset.”

2008 krizinden bu yana geçen sürenin en belirgin ve dünya ekonomisindeki gelişmeleri izleyenleri tedirgin eden yanlarından biri, gerçekleştirilebildiği ölçüde ekonomik büyümenin borca dayalı bir nitelikte olmasıdır. Gerek gelişmiş kapitalist ekonomiler gerekse Küresel Güney olarak tanımlanmaya başlanan bağımlı çevre ülkeleri açısından bu, ortak bir özellik olarak belirmektedir.

Pandemiye kadarki süreçte, küresel ölçekte yeni bir finansal kriz olasılığından söz edilirken, bir ara finans piyasalarının gözdesi olan “yükselen piyasa ekonomileri”, “kırılgan”, yani olası bir krizden en fazla etkilenecek, ekonomiler olarak görülmekteydi. Krizlerin olmadan önlenmesi ve ülkelerin uluslararası finans piyasalarından borçlanabilme olanaklarının daralmaması için dış borçların sürdürülebilirliği önemliydi.

Bu çerçevede, kırılganlıkların saptanarak önceden giderilmeleri için gerekli önlemlerin alınmasını sağlamada, IMF de kendine yeni bir rol biçmekteydi. Dış borçların sürdürülebilirliği, finansal istikrar açısından kritik bir mesele olarak görülünce, uluslararası finans piyasaların belirleyici olduğu stratejik tercihler doğrultusunda hem sermaye kesiminin hem de devletin yeniden yapılandırılması önem kazanmaktadır. IMF’nin kriz önleme ve kriz yönetme stratejileri bu açıdan da işlevsel olmaktaydı.

İç talebi kısarak ekonomiyi yavaşlatan programların istihdamı, ama özellikle kadın istihdamını düşürdüğü bilinen bir durum. Buna karşılık, dış ticaretin artışına destek veren politikalarla birlikte enflasyonla mücadele eden ülkelerde istihdamda cinsiyet eşitsizliğinin azalması da mümkün. –Yelda Yücel

Öte yandan, kapitalist sistemin genel çıkarlarını uzun vadede koruyacak düzenlemelerin, neoliberal finansallaşma paradigmasına bağlı kalınarak gerçekleştirilemeyeceği şeklinde bir algının, kapitalist sistemin savunucusu olarak betimlenebilecek çevrelerde, özellikle pandemi ile birlikte dile getirilmeye başlanmış olması da dikkate değer. Bu aslında neoliberal anlayışa göre uygulanmaya çalışılan kriz yönetiminin krizde olduğunun itirafıdır. Eğer devletler neoliberal kriz yönetimi ile krizi çözemiyorlarsa, başka bir yol izlemek zorundalar.

Bu açıdan, bugüne kadar neoliberal kriz yönetim stratejisinin tüm eleştirilere karşın sürdürülmesinden yana tavır alan IMF ve Dünya Bankası’nın giderek toplumsal eşitsizlikleri önemli bir sorun olarak tanımlamaya başlaması bir tesadüf değildir. Örneğin, yakın geçmişte yayınlanan bir Dünya Bankası çalışmasında, merkez bankalarının bağımsızlığı, bölüşüm sorununu olumsuz etkileyen bir bağımsız değişken olarak tanımlanmakta, eşitsizliklerin artmasına yol açan bir dizi iktisat politikasını belirleyen unsurlardan biri olarak gösterilmektedir.

Benzer biçimde, IMF tarafından yayınlanan çeşitli çalışmalarda, pandemi sürecinde zorunlu olarak gündeme gelen kamu maliyesi politikalarının önemi vurgulanmaktadır. Ama bir yandan da IMF’nin stand-by programlarında, merkez bankasının bağımsızlığı temel bir şart olarak korunurken, program uygulamalarından olumsuz etkilenecek yoksul kesimlere ödenek ayrılması ile uygulanacak sosyal koruma önlemlerinden dem vurulabilmektedir.

Kapitalizmin geleceğini güvence altına alma ve kapitalizmi dönüştürme gibi birbirine zıt amaçları benimseyen yaklaşımları içermekle birlikte, krizlerin kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğu, değişik bağlam ve ifadelerle dile getirilmektedir. Nitekim, Antonio Gramsci’nin “eskinin can çekiştiği, ancak yeninin henüz doğmadığı, türlü çeşitli marazi belirtilerin ortaya çıktığı bir ara dönem” olarak ifade ettiği kriz tanımının, çok farklı siyasal konumlara sahip kişiler tarafından pandemi öncesinde ve sırasında sıklıkla kullanılır olması da bu açıdan dikkat çekicidir. Bu bağlamda, “yeni”nin ne olması gerektiğine ilişkin farklı öngörü ve beklentiler, krize ilişkin çözüm önerilerinin de belirleyicisi olmaktadır.

Pandemi koşullarında piyasaya dayalı önlemlerin yetersiz kalması sonucunda devletin yeniden sahneye çıkması olarak betimlenen gelişmeler sonucunda, “daha farklı bir kapitalizm mümkündür” diye ifade edilen bir görüş akademik çevrelerde yankılanmaktadır. Finans dünyasının egemen olduğu bir kapitalizmden, yeniden üretken sermayenin öne çıktığı bir kapitalizme geçişin mümkün olması için bir dizi arayış söz konusudur.

Nitekim, siyasal gücünü de kullanan finans kesiminin elde ettiği rantların reel sektörü olumsuz etkilediği ölçüde, ekonomik büyüme üzerindeki etkisinin de olumsuz olduğu konu ile ilgili akademik yazında vurgulanan bir husustur. Kurumsalcı siyasal iktisat yaklaşımını benimseyenlerin tercih ettiği ifadelerle, “devletin kapasitesi”nin krizlerle baş etme ve insan hayatını korumaya yönelik önemi açıkça ortaya çıkmıştır ve geliştirilmesi gerekir. Ancak, neoliberal kapitalizmin bir siyasal rejim olarak demokrasi ile olan ilişkisinin giderek daha da zayıflaması ile birlikte, devletin ekonomideki ağırlığının artmasına paralel olarak otoriter yapılanmaların güçlenerek yaygınlaşması bir başka endişe kaynağı olmaktadır.

Kapitalizmin sürekli kriz içinde bulunan bir sistem olarak algılanması doğru olmamakla birlikte, krizlere yol açan çelişkilerin sisteme içkin olduğunun ön kabulü gibi okunabilecek, farklı krizlerle baş etme, diğer bir deyişle, kriz yönetme ve kriz önleme stratejilerinin sık sık gündeme getirildiği de bir gerçektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan liberal uluslararası ekonomik düzenin, son otuz yılda yaşanan kritik değişimler sonucunda büyük ölçüde erozyona uğraması karşısında, ekolojik kriz ve pandemi ile mücadele için, küresel düzeyde önem kazandığı ileri sürülen “kamu malları”nı olanaklı kılacak bir küresel siyasal-iktisadi düzenin yeniden kurgulanması da bir başka “yeni” arayışı ya da tasavvuru olarak karşımıza çıkmaktadır.

Önemli olan süreç içinde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı ölçeklerde yaşanan krizlerin yol açtığı yapısal dönüşümlerin, kapitalist toplumlardaki mücadele eksenlerini nasıl etkilediğini ve biçimlendirdiğini ortaya koyabilmektir. Bu aynı zamanda, ülke ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki konumu ve bütünleşme biçimindeki değişim ve dönüşümlerin kavranabilmesi için de üzerinde durulması gerekli bir husustur.

Bununla birlikte, kriz anlarının, kapitalizmin bir sistem olarak temelden bir eleştirisini gündeme getirerek, kapitalist mantığın –yaratılan değerlere el koyma biçimlerinin– yaşam üzerindeki boyunduruğunu kıracak bir toplumsal/sistemsel dönüşüme olan gereksinimi ortaya çıkaracak dönemeçler olarak görülmesi gerektiği de sıklıkla vurgulanan bir bakış açısıdır. Örneğin, David Harvey teknolojinin emek süreçlerini dönüştürücü rolünün altını çizerken, sermayenin hakimiyetine son verecek, Karl Marx’ın vurguladığı anlamda bir özgürleşmenin yaşanacağı bir toplumsal düzenin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin fikirlerin olgunlaştırılması için pandemi döneminin bir fırsat olduğunu ileri sürmekteydi.

Kapitalizmi dönüştürme uğraşı verenler açısından, yine Gramsci’nin bir kavramıyla ifade etmek gerekirse, “Modern Prens” arayışlarının ve onun simgelediği yeni siyasal öznelere duyulan özlemin daha da yoğunlaşarak yaşanacağı bir ara dönemden geçmekte olduğumuz söylenebilir.

2008 krizinden bu yana “marazi belirtilerin” artmakta olduğu bir süreçte, kimisine göre neoliberalizm debelenirken, vurgulanması gereken ve giderek belirginleşmekte olan, kapitalist sistemin bir toplumsal yeniden üretim krizi ile de karşı karşıya bulunduğu gerçeğidir. Toplumsal yeniden üretim krizinin tüm ağırlığı ile hissedildiği bu sürece, bir de giderek vahim sonuçları olacağı kabul edilen çevre ve iklim krizi eklenince, “felâket krizi” betimlemesi yeni bir içerik kazanmaktadır. Pandemi ile çarpıcı biçimde ve tüm çıplaklığı ile ortaya çıkan sorunları aşmak için, kamusal hizmetleri metalaştıran piyasa temelli bir anlayıştan uzak, yeni bir toplumsal yeniden üretim biçiminin elzem olduğuna kuşku yoktur.

Ekonomik krizin Türkiye’nin hem ülke sathında hem de bölgede izlediği güvenlikçi-militarist politikalar ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Barış yerine savaş tercihinin ekonomiye ve topluma maliyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Mehmet Türkay: Türkiye’de yaşanan ekonomik krizi önceleyen ve içeren, toplumsal bir kriz içinde olmamızdır. Bu yeni bir şey değil elbette. Bu krizi besleyen dinamikler bugün yaşanan haksızlıkları beraberinde getirmiştir. “Güvenlikçi ve militarist politikalar” vurgusu savaş haliyle ilgilidir. Ekonomik açıdan bakılınca, savaş bir endüstrinin pazarıdır. Bir endüstri de ürettiği ürünlerin satılabileceği pazarlara ihtiyaç duyacaktır. Ekonomik rasyonel böyle işliyor. Diğer taraftan Kürt hareketinin varlığı ve talepleri, Türkiye’ye Ortadoğu’da biçilen rol güvenlikçi politikaları beslerken bu politikalar içeride toplumu disiplin altına almaya da hizmet etmektedir.     

Kriz karşısında Erdoğan rejiminin uygulamaya koyduğu politikaların tutarlı bir bütünlüğü olduğunu düşünüyor musunuz? Bu politikaların sebeplerini, saiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve sonuç olarak hangi toplum kesimleri kazanıyor, hangi toplum kesimleri kaybediyor?

Mehmet Türkay: Sanırım öncelikle şunu vurgulamak lâzım: Mevcut rejimin başı sonu belirli bir politika önermesi yok. Pragmatist ve/yeya popülist bir siyaset üzerinden kendilerini kurdukları için böyle yürüyorlar. Kendi içinde tutarlılar. Ancak, uygulanan politikaların doğrudan sonucu olarak yaşanan genel yoksullaşıma biat edenler hariç, AKP’ye oy veren geniş kitlenin uzaklaşmasını da beraberinde getirmektedir. Kaybedenler elbette orta sınıfın önemli bir kısmı ve işçi sınıfı. Tutunacak dalları kalmadı. Ama bu koşullarda bile direnenler de kazanıyor.  

Galip Yalman: Günümüzde “popülist” olarak nitelenen sağ iktidarların, merkez bankalarının bağımsızlığını riske attığı ölçüde, finansal istikrarı bozan başlıca unsur olarak eleştirilmesi, neoliberal kriz yönetme stratejisini savunmanın bir başka ifadesi olmuştur. Sermaye hareketlerinin üzerindeki tüm kısıtlamaların kaldırılması ile ekonomilerin kırılganlıklarının artabileceği kabul edilmekle birlikte, olası ya da yaşanan krizlerin neoliberal kriz önleme ve yönetme stratejilerine sadık kalınarak aşılabileceği, başka bir alternatifin olmadığı mesajı verilmeye çalışılmaktadır.

Giderilmesi kolay olmayan çelişkiler içeren faiz, kur, vb. politika bileşenlerinin, salt merkez bankası-siyasal iktidar ilişkileri düzleminde irdelenmesinin yeterli olmayacağını, iktidar blokunu oluşturan unsurların, talep ve önceliklerinin irdelenmesinin ortaya çıkan gerilimlerin nedenlerinin anlaşılması için gerekli olduğunu vurgulamak gerekir. Bu bağlamda, Türkiye gibi ülkelerde finansallaşma diye tanımlanan sürecin kendine özgü niteliklerinin anlaşılması için, sermaye kesiminin kendi içindeki farklılaşmaların ne ölçüde belirleyici olduğu açıklanmaya muhtaç önemli bir gündem maddesi olmak zorunda.

Bu bağlamda, konu ile ilgili yazında “devletin yatırımcının riskini azaltması” diye kavramlaştırılan ve günümüzde devlet-sermaye ilişkilerinin irdelenmesi açısından önem kazanan bir konu daha var. Kamu- özel ortaklıkları vb. yolu ile sermaye kesimi ya da yatırımcı açısından potansiyel ya da olgusal zararların devletin üstlenmesinin çeşitli örnekleri ülkemizde de yaşanmakta. Bir başka ifadeyle, riskin toplumsallaştırılması, yani bedelinin halk sınıfları tarafından ödenmesi söz konusu.

Kapitalist üretim ilişkilerinin ve uluslararası finans piyasalarına bağımlılığın belirleyici olduğu bir süreçte, üstelik son yıllardaki gelişmelerin gösterdiği gibi, enerji ve gıdada ithalata bağımlı ülkelerde kriz çok daha yakıcı olmakta. O kadar ki, hem ülkenin borç yükü artıyor hem de hanehalklarının ve de şirketler kesiminin. Tabii şirketlere ve bankalara yönelik kurtarma operasyonları, ülkemizde sadece bugün değil, 1980’li yıllardan beri yaşanan bir olgu.

Buna karşın, hanehalklarının artan borçluluğu, özellikle 2000’li yıllardan itibaren, reel ücretlerin sürekli gerilediği, hatta asgari ücretin ortalama ücret haline geldiği bir ortamda, emekleri ile yaşamlarını sürdürenler için bir nefes borusu işlevi görmekte. Bu acı, ancak siyasal güç dengelerini etkileyen sonuçları da olduğu tartışılan bir gerçeklik ne yazık ki.    

Gençlerin işsizliğini ve üniversite diplomalı işsizler ordusu olgusunu ve bunun toplumsal etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk elde ne tür çözümler üretilebilir? Yeni teknolojiler özellikle gençliğin istihdamının artırılmasında belirleyici bir rol oynayabilir mi?

Mehmet Türkay: Sorun AKP’nin popülist politikaları çerçevesinde her ile bir üniversite anlayışı çerçevesinde şekillenmiştir. Bu politika diğer taraftan üniversite eğitiminin niteliksizleşmesini de beraberinde getirmiş ve mezun olan öğrencilerin büyük çoğunluğunu diplomalı, ama vasıfsız işçiler haline getirmiştir. Aynı zamanda, sorun eğitimin ticarileştirilmesi üzerinden de okunmalıdır. Mevcut kriz koşullarında maalesef bu durum devam edecektir.Yeni teknolojilerin üretime uygulanması, bunları kullanabilecek bir iş gücünün yaratılabilmesiyle mümkündür. Verili koşullarda çözüm, mevcut kaynakların kullanılmasına dönük tercihte yatmaktadır. Ancak, iktidarın tercihi de ortada.

Krizin yükünü halkın omuzlarından almak için nasıl bir politika izlenmeli? Krizin yarattığı adaletsizliklere karşı gelir adaletini nasıl sağlayabiliriz? Gelir dağılımı adaletini düzeltici bir perspektifle, emeğin lehine bir enflasyonla mücadele programı mümkün değil mi? Son yıllarda çokça tartışılan “temel yurttaşlık geliri”ne nasıl bakıyorsunuz?

Mehmet Türkay: Krizin yükünü halkın omuzlarından almak iyi bir temenni, ancak var olan koşullarda bu mümkün değil elbette. Devran döner ise bu teknik bir soruna dönüşür ve geliri yeniden dağıtmaya dönük müdahalelerle enflasyonun etkisi azaltılır. Ama sorun bu değil. Sorun bu hakkın verilmesi değil, alınması ile ilgili. İçinde bulunduğumuz toplumsal koşullarda maalesef, “alınmıyorsa verilsin” noktasına geliyoruz. Bu anlamda “temel yurttaşlık geliri”nin uygulanması önemli, ancak Türkiye şartlarında zor görünüyor. Çünkü “temel yurttaşlık geliri” bir sosyal devlet uygulamasıdır ve sosyal demokrat bir program içinde anlamını bulur. Diğer taraftan, iktidar kendi tabanına yönelik, onu tutmak ve güçlendirmek için farklı yollarla da olsa bu mekanizmayı kullanıyor.   

Halkı krizin etkisine karşı korumak için günümüzde iklim krizini de gündemine almış bir sosyal güvenlik sistemi gerektiğini düşünüyorum. Bunu gerçekleştirmek için uygulanabilir model önerileriniz var mı? Bu konuda muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?

Mehmet Türkay: İklim krizi verili sistem içinde çözülemez. Sorunu yaratan çözümün bir parçası olamaz. Sürekli kullanılan ve bir gerçekliğe işaret eden “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” vurgusu bu anlamda önemlidir. Dolayısıyla, muhalefetin kendisini nerede konumlandırdığı ile bağlantılı olarak cevaplar farklılaşacaktır. HDP özelinde ise bu konuda etkili bir mücadele sürdürüldüğü görünür haldedir.

Neoliberal sistem bir yandan maksimum kazanç hedefiyle emek dahil tüm kaynakların sınırsız sömürüsüne de çanak tutuyor. Kadınların eşit işe eşit ücret talepleri veya çalışma yaşamında cinsiyet temelli ayırımcılığa ilişkin neler söylersiniz? Türkiye’de siyasal dinciliğin ideolojik yaklaşımı sonucu giderek daha fazla şiddete, ayrımcılığa, sömürüye maruz kalan kadınların durumu demokrasi, eşitlik, adalet, ekonomi kavramları bağlamında gelir dağılımında adaletsizliği, yoksullaşmayı, sosyal sorunları nasıl etkiliyor? Bu başlıkta ne önerirsiniz?

Mehmet Türkay: Yaşanan süreçte kadın meselesine dair bir şey yazmak haddime değil. Sistemin genel işleyişi açısından, daha önce de vurgulandığı gibi, kapitalizm sadece hastalıklı (patolojik) bir işleyiş değil, esas olarak hastalık üreten (patojenik) bir işleyiştir. Erkek egemen bir toplumda patojeni erkek kültürüne ya da ruh haline tekabül eder. Olguların radikalleştiği bir toplumda çözümler de radikalleşmelidir. Kadın hareketi bunun en iyi örneğini ortaya koyuyor.

1. bölüm: Başka bir ekonomi kurmak (Bengi Akbulut, Ümit Akçay, Ali Alper Alemdar)
2. bölümToplumsal ücret ve kamu destekli toplumsal sektör (Alp Altınörs, Güldem Atabay)
3. bölüm: Radikal bir onarım programı gerekiyor (Korkut Boratav, İlhan Döğüş, Ali Rıza Güngen)
4. bölüm: Kaybeden tüm kesimleri birleştirmek (Uğur Gürses, Ahmet İnsel, M. Murat Kubilay)
5. bölüm: Mor, yeşil, kırmızı program (Özlem Onaran, Özgür Orhangazi, İzzettin Önder)
6. bölüm: Timsah kapitalizmi ve pergelin sivri ucu (Bahadır Özgür, Dani Rodrik, Mustafa Sönmez, Gülay Günlük Şenesen)


[1] Örneğin: Elissa Braunstein & James Heintz (2008), Gender bias and central bank policy: employment and inflation reduction, International Review of Applied Economics, 22:2, 173-186

[2] Örneğin, Özlem Onaran, Cem Oyvat & Eurydice Fotopoulou (2022): A Macroeconomic Analysis of the Effects of Gender Inequality, Wages, and Public Social Infrastructure: The Case of the UK, Feminist Economics, DOI: 10.1080/13545701.2022.204449 ve Ipek Ilkkaracan, Kijong Kim, Tom Masterson, Emel Memiş, Ajit Zacharias, The impact of investing in social care on employment generation, time-, income-poverty by gender: A macro-micro policy simulation for Turkey, World Development, Volume 144, 2021.

^