İslahiye’ye arama-kurtarma çalışmalarına nasıl bir organizasyonla, ne olarak gittiniz?
Zeynel Meriç: Biz ilk ekip olarak 30 kişi, sonraki katılımlarla toplam 180 kişi Mahalle Afet Gönüllüleri (MAG) grubu olarak İslahiye’ye gittik. Diğer illerdeki MAG ekipleri Hatay, Kahramanmaraş, Urfa ve Adıyaman’da kurtarma çalışmalarına toplam 500 civarı gönüllüyle katıldılar.
Epey bir süredir, yaşadığımız İstanbul Heybeliada’da MAG grubumuz var. İslahiye’ye birlikte gittiğimiz bazı arkadaşlarımızla temel MAG eğitimini daha ileriye taşıyalım, daha profesyonel eğitim alalım düşüncesiyle, MAG’a bir de AME ekledik, yani Acil Müdahale Ekibi olduk. Önder’le (Baykul) ben ileri eğitim alanlardanız. On yılı aşkın bir süredir bu organizasyondayım.
MAG nasıl bir yapılanma? Mahalle temelli bir ekip olmanın önemi, özellikleri neler?
Zeynel: Deprem olduktan sonraki ilk saatler ve günler can kurtarma açısından en önemli zaman. İlk saatlerde kurtarılanları genellikle afetten kurtulmuş, eğitimi ve ekipmanı olmayan komşular veya kendi aile bireyleri kurtarıyor. MAG oluşumu bu kurtarmaların daha organize, doğru müdahale ederek, ekipman kullanarak yapılması, profesyonel ekipler gelinceye kadar kendi başının çaresine bakabilme olanaklarının yaratılması projesi.
1999 depremleri sonrası, İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Dairesi (SDC) işbirliğiyle Türkiye’deki birçok kamu kurumu, STK ve iş çevrelerini de kapsayan bir çalışma sonucu oluşmuş bir proje. Kocaeli’nde başlayıp İstanbul ve diğer bazı illerde de daha sonra kurulan MAG vakfı ve il, ilçe MAG dernekleriyle devam eden 23 yıllık bir süreç. Bugün gelinen noktada, 12 ilde 15 bin gönüllüsü (İstanbul’da yedi bin civarı) ve ileri düzey eğitim (MAG/AME) almış, AFAD tarafından akredite edilmiş ekipleriyle afetlerde görev alıyor.
İstanbul’dan gidişte organizasyon mükemmeldi. Antep’e vardığımızda o organizasyon bitti. Ne karşılayan var ne yol gösteren, yönlendiren, ne AFAD… Uçak kargo almadığı için malzemeler karadan kendi aracımızla yola çıktı. Ekipmansız, evden çıktığımız sırt çantamızla Gaziantep’te AFAD aradık.
Ne zaman, neden eğitim alma ihtiyacı duydunuz?
Zeynel: Ben ilk eğitimi 2010’da Heybeli’ye taşındığımda aldım. Adada MAG eğitiminden haberim oldu. Eğitim verenlerle yakın diyalog oluşunca, bir yıl boyunca ileri eğitimlere devam ettim.
Önder Baykul: Ben de Heybeliada Mahalle Afet Gönüllüsü olarak başladım. Zeynel’le birlikte tüm birikimimizi, tüm yeteneklerimizi ortaya koyarak, ilk 72 saatte önemine inandığımız mahalle afet gönüllülüğünün geliştirilmesi için adadaki dostlarla birlikte çok çaba harcadık. Geçen yıllarda, Burgazada ve ardından Büyükada’da gönüllü gruplarını oluşturduk. Adını andığımız üç ada arasında her alanda haberleşme, yardımlaşma platformunu kurduk. Daha da geliştirmeyi planlıyoruz.
MAG eğitimleri nerede, kimler tarafından veriliyor? Eğitimler neleri kapsıyor?
Zeynel: Deprem, enkaz eğitimleri, yüksek binalardan ya da kuyulardan insan kurtarma, trafik kazalarına müdahale, ev ve bina yangını… Sonra, orman yangını. Bunların dışında, lojistik eğitimi, afet psikolojisi eğitimi alıyoruz; bir çadır kentin kurulması da dahil buna. Mahalle Afet Gönüllüsü olduktan sonra, 220 saat kadar profesyonel ileri arama-kurtarma eğitimi alanlar bu ekipleri oluşturdu. Bu ekiplerin öteden beri hem afete müdahale hem de eğitim verme tecrübesi var. Ben eğitimi tamamladığım için benden sonra gelenlerin eğitimine de destek amaçlı gidiyorum, böylece eğitimde bir kesinti olmuyor. Özel eğitimleri biz vermiyoruz, mesela ilkyardım eğitimi sağlıkçıların işi. Yangın eğitimini biz anlatabiliriz, ama bir itfaiyecinin vermesini tercih ediyoruz. Afet psikolojisini bir psikoloğun anlatmasını tercih ediyoruz.
Daha önce ne zaman, nerelerde arama-kurtarma çalışmalarına katılmıştınız?
Zeynel: Çalıştığım ilk afet 1999 depremleri: Ağustosta Gölcük-Halıdere ve Düzce-Kaynaşlı. MAG’la beraber katıldığım çok sayıda eğitim dışında UMKE ve AFAD’ın tatbikatlarında yer aldım. Ekibimizin katıldığı arama-kurtarma çalışmalarından aklıma gelenler: Van depremi (2011), Akdeniz orman yangınları (2021), Kastamonu-Bozkurt’taki sel felaketi (2021), İzmir depremi (2020), İstanbul-Kartal’da yıkılan bina (2019), Soma maden kazası (2014), Düzce sel felâketi (2022). Sayısını hatırlamadığım kadar çok ormanlık alanlarda kayıp şahıs aramaları, Kocaeli-Kartepe’de düşen askeri helikopterin aranması (2014).
Önder: Bizler genel olarak her yılın ortalama üç ayını kendi eğitimlerimize ayırıyoruz. Bu amaçla AFAD’ın çeşitli eğitimlerine ve tatbikatlarına katılıyoruz. Ben de AFAD çağrısıyla doğada arama-kurtarma, kar alarmı durumunda cadde nöbetlerine katıldım, çağrıldığımız çöküntü ve depremlerin yanısıra Orman Yangın Gönüllüsü olarak da Heybeliada, Burgazada ve Marmaris yangınlarında MAG-AME olarak yer aldık. Bunun dışında adalarımızdaki acil durumların hepsine desteğimizi sunuyoruz
Maraş havalimanında on iki saat kadar transfer için bekledik. Madenciler, askerler ve İstanbul İtfaiyesi geldi. Onları da nakletmediler. Yardım kolileri vardı etrafta, battaniyeler, kıyafetler… Tam takım profesyonel bir mutfak öyle yatıyordu. Umarım sonra birileri alıp kullanmıştır.
6 Şubat’ta depremden nasıl haberdar oldunuz? Nasıl hazırlanıp yola çıktınız?
Zeynel: Deprem 04:17’de oldu. Yaklaşık bir saat sonra, 5’i 3 ya da 5 geçiyordu, dernek başkanımızdan haber geldi. AFAD’ın afet bölgesine çağıracağı gönüllü arama-kurtarma ekipleri için özel bir haberleşme sistemi var. Bir afet olduğunda, gönüllülere çağrı yapma kararı alınınca, AFAD olayı duyuruyor ve STK’lara ekiplerini çıkarmaları için mesaj gönderiyor. Depremi sanırım ânında öğrendiler, büyük bir deprem olduğunu algıladılar, diğer STK’lara olduğu gibi bizim dernek başkanımıza da çağrı gönderdiler.
Dernek başkanı benden önce kaç kişiyi aradı, bilmiyorum, ama beni aradığında saat 5 sularıydı. Hemen ardından, Önder’i ve gidebileceğini tahmin ettiğim arkadaşları aradım. Adadan ana karaya 6 buçukta bir motor vardı, lodos nedeniyle iptal olmuştu. Önder’le ben 7 vapuruna binerek Bostancı’ya geçtik. Özel arabamızla havaalanına gittik. 8 buçuk gibi havaalanındaydık. İstanbul’daki bütün arkadaşlarımızın havaalanına gelmesi gerekiyordu, çünkü uçakla sevk edileceğimizi biliyorduk. Malzemelerimiz de kargo uçağıyla gelecekti.
Evden çıkarken depremle ilgili ne kadar bilginiz vardı? Yanınıza neler almıştınız?
Zeynel: Depremin merkez üssünün Maraş olduğunu ve büyüklüğünü biliyorduk. Kişisel ekipmanlarımızın içinde olduğu sırt çantamızla çıktık evden.
Dolunay Varol Baykul: KKD denen kişisel koruyucu donanım var, bunlar hepimizin evinde her an hazır olarak mevcut.
Önder: Afetlere çağrılan ekiplerin hepsinden üç gün kendi kendilerine yetmeleri beklenir. Yani gidip afet bölgelerinde afetzedelerin gereksinimlerine kesinlikle paydaş olmadan yardımcı olmamız beklenir. Aksi halde, biz de afetzede konumuna düşebiliriz. Bu yüzden ilk günlerde yetecek yiyecekleri, hijyen malzemelerini, kişisel koruyucu donanımlarımızı, uyku tulumlarımızı alıp yollara çıkıyoruz. Genelde mümkün mertebe acil durum sırt çantamızı sürekli hazır tutmaya çalışıyoruz.
Zeynel: Çıkmadan önce İçişleri Bakanlığı’nın uluslararası yardım çağrısı yaptığını da duymuştum. Birçok şeyden yoksun kalacağımızı tahmin ederek haberleşme cihazlarımı, hem kısa dalga, hem vhf /uhf telsizimi aldım.
Dolunay: İlk aşamada AFAD hızlı hareket etmiş. Depremden 45 dakika sonra bütün STK’lar harekete geçirilmişti.
Siber Tunçberk: Biz AFAD’a akredite olduğumuz için çağrıldık, değil mi?
Zeynel: Tabii, öncelikle akredite olan grupları çağırıyorlar. Bu büyüklükte bir depremde kendi inisiyatifiyle giden ekiplere de “gelemezsin” diyemezler. Sonra, AFAD gönüllülerine de çağrı yaptılar. Akşama doğru, ikinci deprem meydana geldi. On şehir, onların ilçeleri, köyleri, çok geniş bir alan etkilendi. Hiçbir örgütün, yapının böylesi bir depreme bir anda doğru ve eksiksiz müdahale edeceğini düşünemem. Öyle bir mükemmellik bence yok.
Havaalanında nasıl bir manzarayla karşılaştınız?
Zeynel: Kapıdaki güvenliğe deprem için gelenleri nereye yönlendirecekleri talimatı gitmişti. Bize “Mavi otopark, yedinci kata çıkın” dendi. Herkes yol gösteriyordu, X-ray taraması, kimlik kontrolü yoktu. Gelen diğer STK’lar da oradaydı. Manifesto dediğimiz ekip ve ekipman listemizi teslim ettik. Gelenleri hemen uçağa aldılar.
Önder: Bizim ekip çeşitli bölgelerden gelerek İstanbul Havaalanı’nda buluşacağı için tüm ekibin bir araya gelip ekip ve malzeme manifestosunu AFAD’a vermemiz biraz zaman aldı.
Zeynel: Sakarya’dan, İstanbul’un bütün bölgelerinden gelen arkadaşlar vardı. Bir de, hangi havalimanına gideceğimiz baştan belli değildi.
Önder: Yeşilköy Atatürk Havalimanı AFAD’ın tam yanında olduğu için genelde biz kargo uçaklarıyla oradan uçarız. Dolayısıyla, önce o tarafa doğru yola çıktık. Yolda planın değiştiğini ve İstanbul havaalanından gideceğimiz bilgisini alınca rotamızı değiştirdik. Adalar ekibi olarak uçağa en son bizim gitmemiz beklenirken, ilk giden biz olduk, diğerlerini bekledik. Evden çıkıp İstanbul Havalimanı’ndaki buluşma noktasına gitmemiz bir buçuk saat sürdü.
İstanbul Havaalanı’ndan hangi havaalanına doğru yola çıktınız?
Zeynel: Ekip olarak yola çıkmaya hazır olduğumuz anda hangi uçak denk geldiyse ona bindik ve otuz kişilik bir MAG-AME ekibi olarak Gaziantep’e gittik.
Genel prosedür şöyle işler, bu tabii kitapta yazan: Afet bölgesine gidersin, seni kriz masası karşılar. “Bize şu kadar metrekare alan lâzım” dersin. Orada çadırını, hijyen bölümünü, lojistiğini, kampını kurar, yerleşirsin ve görev alırsın. Bu koşullar yoktu. Sonradan da olmadı.
Antep’te nasıl bir manzarayla karşılaştınız?
Zeynel: Havaalanında görüntü normaldi. Havaalanı görevlilerine AFAD’ı sorduk. AFAD’dan bir yetkili yoktu. Havaalanı otobüsüyle bizi kriz merkezine gönderdiler. Kriz merkezinde de AFAD yoktu. O binadan taşınmış. Başka bir yer tarif ettiler.
Yani AFAD sizi karşılayacağına, siz AFAD’ı aradınız…
Önder: Evet, havaalanı otobüsüyle GPS’den AFAD’ın Gaziantep yerleşkesini aramaya koyulduk. İstanbul’dan gidişte organizasyon mükemmeldi. Ama Antep’e vardığımızda o organizasyon bitti. Ne karşılayan var, ne yol gösteren, yönlendiren, ne AFAD… Uluslararası arama-kurtarma standartlarında yardım talep edildikten sonra, ulusal ve uluslararası ekiplerin yönlendirilmesini üstlenen ülkeye ait lokal organizasyon olan LEMA’nın (Türkiye’de AFAD) çok iyi örgütlenmesi, işlemesi gerekir. Aksi halde, yaşadığımız kaos kaçınılmaz olur.
Ekipmanlarınız gelmiş miydi?
Önder: Hayır. Uçak kargo almadığı için malzemeler karadan kendi SAR (Search and Rescue / Arama-kurtarma) aracımızla yola çıktı. Hava şartlarından ötürü birçok yerde takıldılar. Biz ekipmansız, evden çıktığımız sırt çantamızla Gaziantep’te, görev yerimizi isteyeceğimiz ilgili birimi, yani AFAD’ı aradık.
Zeynel: Bu arada, Datça ekibimizin uçağı tekrar İzmir’e dönmüş. Gaziantep kriz merkezi bayağı kalabalıktı. Büyükçe bir salon. Muhtemelen bütün yetkililer orada. Yetkili kişiye “Biz otuz kişilik MAG ekibiyiz, malzemelerimiz kara yoluyla geleceği için yanımızda değil, ne yapalım, nereye gidelim?” diye sorduk. “İslahiye’ye gidin” dediler. Bir otobüs ayarladılar. Hepimiz otobüse bindik. Çok yoğun bir trafikle karşılaştık.
Önder: Viyadükler çökmüş, yollar yarılmış, yağmur yağıyor, herkes yollara düşmüş. Normalde bir saatlik yol, dört saat sürdü.
Zeynel: İslahiye çok etkilendiği için herkes ya oraya gitmeye ya da oradan kaçmaya çalışıyordu.
Elektrik var mıydı?
Zeynel: Antep merkezde vardı.
Önder: Antep merkezde depremden pek bir iz görülmüyordu. Çevredeki yoksul mahallelerde, şehrin dışına çıktıkça yıkıntıları ve yanlarında ateş yakarak ısınmaya çalışan afetzedeleri, kurtarmaya çalışanları görmeye başladık.
Siz ne zaman yola çıkıp ekibe katıldınız?
Dolunay: 6 Şubat Pazartesi günü olan biteni izledik. Öğleden sonra AFAD’dan “Hepinize ihtiyacımız var. Gelebilecekler İstanbul Havalimanı’nda buluşsun” diye çağrı geldi. Aramızda koordine olduk. AFAD ilçe sorumlusunu aradım. “Benden haber bekleyin” dedi. Derken, MAG’dan bir form düştü, onu doldurduk. Biz üçüncü MAG ekibiyiz. Gaziantep Mahalle Afet Gönüllüleri diye bir grup açıldı. O gruptan gelişmeleri takip ettik. AFAD’la mı gidelim, MAG’la mı gidelim diye aramızda konuştuk. Depremden sonraki ilk saatler çok kritik olduğu için, hangisiyle önce gidebilirsek onunla gidelim diye karar verdik. Ama önceliğimiz Zeynel ve Önder’in bulunduğu yere gitmekti, ekip olarak bir arada daha faydalı oluruz diye düşündük.
Siber: Netice itibarıyla, AFAD gönderemedi bizi. Akşamı evimizde geçirip ertesi sabah MAG ekibiyle buluşmak üzere yola çıkmaya karar verdik.
Enkaza gittik ve orada felaket başladı. Her taraf yıkık. İnsanlar terlik, pijamayla dolanıyor. Ateşler yanıyor. Orada burada mahallelilerin küçük müdahaleleri haricinde, enkazların hiçbirine dokunulmamış. Sağlı sollu her yer enkaz. Vietnam’da korkunç savaşa acemi erleri sürerler ya, biz de o durumdayız.
Siz kaç kişi olarak hareket ettiniz?
Dolunay: MAG’dan dört kişiydik, Siber’le ben ve adadan iki arkadaşımız daha. 7 Şubat’ta, sabah 7 vapuruyla karşıya geçip otobüslerle İstanbul Havalimanı’na gittik. Orada toplandık.
Çok gönüllü var mıydı?
Dolunay: Çok kalabalıktı. Öncelikle akredite ekipleri aldılar. Ona rağmen, havalimanında iki-üç saat bekledik. Önce sağlık ekiplerini gönderdiler. Şöyle hoş bir şey de oldu: Orada beklerken, iki genç bizim tulumlarımızdan yürütüp giyerek aramıza sızmış. Uçağa giderken sayıyoruz sayıyoruz, iki kişi fazla. O kadar hevesliler ki gelmeye, bizim tulumları giymişler. Tulumlarımızı aldık, çocukları orada bıraktık.
Yola çıkarken yanınızda teçhizat var mıydı?
Siber: Kişisel donanımlarımız, üç gün kendimize yetecek şekilde ihtiyaçlarımız vardı.
Dolunay: İş botlarımız, birkaç tişört, bir uyku tulumu…
Siber: Çadır almadığımız için sonradan üzüldük.
Hangi havaalanına indiniz?
Dolunay: Dört buçuk saat uçağın içinde bekletildik. Havalandıktan sonra, Ankara üzerinde altı tur attık. Elazığ’a indik, yakıt ikmali yapıp oradan Maraş’a geçtik.
Siber: Gece yarısıydı alana indiğimizde, 10-12 saat de orada kaldık.
Dolunay: Alan zaten terk edilmişti. Çok zarar görmüştü.
Siber: Elektrik yok, su yok, tavanlar çökmüş.
Dolunay: Bagaj boşaltan birkaç kişi dışında herhangi bir havaalanı ekibi de yok. Çemişgezek otobüs terminali gibiydi Maraş Havalimanı.
Bir AFAD masası kurulmuş muydu? AFAD sizi karşılayıp yönlendirdi mi?
Dolunay: Hayır, havalimanında 12 saat kadar transfer için bekledik.
Zeynel: Biz de İslahiye’de birlikte çalıştığımız vali yardımcıları, kaymakam, milletvekili kim varsa onları araya koyup arkadaşlarımızın transferini sağlamaya çalıştık, ama otobüs bulamadık.
Dolunay: O arada, OHAL ilan edilmişti. Maraş Havaalanı’na madenciler, askerler ve İstanbul İtfaiyesi geldi. Onları da nakletmediler. Yardım kolileri vardı etrafta, battaniyeler, kıyafetler… İnsanlar gelip ihtiyaç duydukları şeyleri alıyordu. Önder ve Zeynel’le haberleşmiştik, “Battaniye varsa alın, biz kendi battaniyelerimizi depremzedelere verdik. Burada insanların ihtiyacı var. Ne kadar getirebilirseniz getirin” demişlerdi. Tam takım profesyonel bir mutfak öyle yatıyordu. Umarım sonra birileri alıp kullanmıştır.
Beş katlı bir yapı, tamamen çökmüş. İçeridekilerle temas var, konuşuluyor. Ortalıkta birtakım görevliler dönüp dolaşıyor, ama herkes başı kesilmiş tavuk gibi. Herkes herkesi bir yerlere çekiştiriyor. Biz gerçekten dehşete kapıldık. Orada çalışmaya başladık. Canlıya ulaştık.
Siber: Hiçbir düzen yoktu, ne insanları ne de malzemeleri karşılayan vardı. Bir yetkili bulsaydım, orada kalmayı önerecektim. “Kalayım da yardım edeyim” diyecektim.
Dolunay: Bizimle aynı zamanda İsrail ekibi devasa bir kargo uçağıyla indi. Sabah saat 8’e doğru, cumhurbaşkanının ineceği bilgisi geldi. İnşallah o gelmeden gideriz diye dua ettik, yoksa hiçbir yere kıpırdayamazdık.
Siber: Cumhurbaşkanı gelmeden bizi oradan süpürdüler. İkinci gün sabah 7’de yola çıktığımız halde, üçüncü gün sabahı 9 buçuk gibi bir belediye otobüsüyle Maraş Havaalanı’ndan ayrıldık. Ondan sonra da yol üç buçuk-dört saat sürdü.
Zeynel: Siz ikinci gün, salı günü yola çıktınız. Biz ilk gün daha rahat gittik. İkinci gün daha büyük bir karmaşa olmuş.
İslahiye’ye ekipmanlarınızdan önce vardınız, değil mi? İlk nasıl bir manzarayla karşılaştınız?
Önder: AFAD’ın ve bölgedeki ekiplerin dünya kadar malzemesi vardır, onlardan malzeme alıp operasyonlara başlarız diye düşündük.
Siber: Maraş’tan İslahiye’ye doğru giderken, Nurdağı’nı görünce olayın boyutunu anladım. Nereye gidiyoruz? Ne yapıyoruz? Niye bizi hemen burada indirmiyorlar? Nurdağı’nda çok büyük bir yıkım vardı, hiçbir ekip, hiçbir müdahale yoktu. O andan sonra, bana her şey anlamsız göründü. Durumun çok büyük, çok kötü olduğunu fark ettim.
Zeynel: Düşündüğün gibi de çıktı.
Dolunay: Hatta bu kadarını düşünemezdik.
Zeynel: İslahiye’ye gittiğimizde, AFAD’ın üç-dört görevlisi oradaydı. Büyük bir ofis tırı vardı. Ama, müdahale edecek kapasitede değildiler, ekipleri yoktu.
Önder: Tır şoförü görevlendirilmiş, İslahiye’ye gelmiş, ama Afet Koordinasyon elemanları henüz ortalıkta yoktu.
Zeynel: Müdahale birimi yoktu. Sadece yerel İslahiye İtfaiyesi muhtemelen bir yere müdahale ediyordu. Birkaç asker vardı. Kar yağıyordu. “Ne yapalım?” diye görüşmeler yaptık. Bize gece çıkmamamız, sabahı beklememiz söylendi.
Siz gittiğinizde bir kurtarma çalışması başlamış mıydı?
Zeynel: Hayır, başlamamıştı. İlk gittiğimizde, yol kapalıydı. Bekleyen bir-iki iş makinesi vardı. Önce kriz merkezini arayıp bulduk. İslahiye merkezden dört buçuk-beş kilometre ileride, bir yol kavşağında, itfaiye binasının oraya konuşlanmıştı. İtfaiye binası yıkılmamış. Kriz merkezini kuranlar oradaydı; asker vardı, kaymakam vardı, belediye başkanı da belki oradaydı.
Önder: Biz AFAD’a akredite olduğumuzdan çalışabilmemiz için onlardan görevlendirme gelmesi lâzım. 6 Şubat’ı 7 Şubat’a bağlayan gece bize müdahale için izin verilmedi. Zaten malzememiz de yoktu. Otobüste uyuduk.
Çok iyi bir ekiptik. Gurur vericiydi. Özellikle kadınların varlığını vurgulamak istiyorum. Genel olarak gönüllülerin çoğu kadındı. Kamptaki arama-kurtarma ekiplerinin yüzde 60’ı, 70’i kadındı. Bu konuda içimizde ayrımcılık yoktu.
Arama-kurtarma ekiplerinin yerleştirildiği, asgari düzeyde ihtiyaçlarının karşılandığı bir kamp yeri var mıydı?
Önder: Öyle bir şey o gün de, sonradan da hiç görmedik.
Zeynel: Genel prosedür şöyle işler, bu tabii kitapta yazan: Afet bölgesine gidersin, seni kriz masası karşılar. Kendini, ekibini tanıtırsın, ekiptekilerin listesini verirsin. “Bize şu kadar metrekare alan lâzım” dersin. Orada çadırını, hijyen bölümünü, lojistiğini, kampını kurar, yerleşirsin ve görev alırsın. Bu koşullar yoktu. Sonradan da olmadı. Bizim dışımızda çok az ekip vardı. Birkaç belediyenin ekibi gelmişti.
Depremin üzerinden 24 saat geçti… Sonra ne oldu?
Zeynel: Sabah 5 gibi bir hareketlenme başladı. “Koşun gelin, enkazda canlı var” diye kriz merkezine gelenler oluyor: “Duyuyoruz, görüyoruz, yardım edin!” Bizim arkadaşlarımız da “gidelim, yardım edelim” diyor.
Önder: AFAD koordinasyon tırında Zeynel haberleşme için bir sistem kurdu ve tıra yerleşti. Otobüsteki arkadaşlarla sabah erkenden, bir şey yemeden içmeden bize gösterilen bir enkaza gittik. Gittik ve orada felâket başladı. Her taraf yıkık. İnsanlar terlik, pijamayla dolanıyor. Ateşler yanıyor. Orada burada mahallelilerin küçük müdahaleleri haricinde, enkazların hiçbirine dokunulmamış. Sağlı sollu her yer enkaz. Vietnam’da korkunç savaşa acemi erleri sürerler ya, biz de o durumdayız. Biz turuncu tulumlarımızla gidince, bütün insanlar etrafımızı sardı. “Enkazdan ses duyuyoruz” diyorlar. “Battaniye mi dağıtıyorsunuz?” diye soruyorlar. Herkes kendi enkazına çağırıyor, yalvarıyor. Ne yapacağımızı şaşırdık. Herkes bir tarafa çekiştiriyor. Ayaklarımıza kapanan teyzeler, “Allah razı olsun, sonunda geldiniz” diyenler… Ne yapacağımızı, hangi tarafa gideceğimizi şaşırdık. Bir-iki asker geldi. Bize verilen enkazı zor bulabildik. Her yer enkaz.
Askerler asayiş için mi, arama-kurtarma çalışması için mi geldi?
Önder: Herkes her işi yapıyor. Garip bir kaos var. 15-20 asker molozları elleriyle atmaya çalışıyordu.
Zeynel: O bölgede askeri birlikler var. Devriye gezen askerler vardı.
Önder: Ama teçhizatlı, arama-kurtarma için gelmiş asker yoktu. Ellerinde eldiven bile yok. Öyle gelmişler. Birkaç polis de vardı aynı şekilde canla başla çalışan. Enkazda bir delik açılmış, oradan iletişim kuruldu, bir uzman çavuşa ulaşıldı. Oraya girdik.
O enkazda çalışmanız için AFAD mı sizi görevlendirdi?
Önder: AFAD görevlendiriyor. Bizim seçme şansımız yok.
Görevlendirmeler kaçar kişilik gruplara yapılıyor?
Zeynel: Biz orada şöyle bir sistem kurduk: 15’er kişilik sekiz ekip oluşturduk. Görevlendirme ekibe veriliyor. Kaç kişi götürürsen götürürsün.
Sizin ekipler aynı anda farklı enkazlarda çalışabiliyor muydu?
Önder: Bir enkaz için 15 kişi ve teçhizat yetiyorsa, “ikinci 15 kişiye de başka yer gösterin” diyebiliriz, ama o duruma gelmedik. Daha ortada kimse yok. Bize bir cadde ve apartman adı söylediler, “gidin” dediler. Bayağı büyük bir enkazdı. Beş katlı bir yapı, tamamen çökmüş. İçeridekilerle temas var, konuşuluyor. Ortalıkta birtakım görevliler dönüp dolaşıyor, ama herkes başı kesilmiş tavuk gibi. Herkes herkesi bir yerlere çekiştiriyor. Gerçekten dehşete kapıldık. Orada çalışmaya başladık. Canlıya ulaştık.
Enkazda canlı tespitini nasıl yapıyordunuz? Köpeğiniz ya da ses dinleme cihazlarınız var mıydı?
Zeynel: Yoktu. Ama yeni yıkılmış bir binada bunlara ihtiyaç olmaz. Yüzeye yakın yerde canlı vardır, mutlaka ses verir. Enkazın arasına girersin, üç yerden “kimse var mı?” diye seslenirsin. İçerden gelen sesi en yakından kimin duyduğuna göre yeri tespit edersin. Yeni yıkılmış binaların bazılarında insanlar zaten görünür vaziyettedir. Komşuların, etraftakilerin ilk anda onları kurtarmasını bekleriz. Hatta üzerinde çok ağır yıkıntı olmayanlar kendileri de çıkabilir.
Önder: Teknik arama cihazları bizde yok. Bizimki “hafif” seviye kentsel arama-kurtarma ekibi. Teknik arama aşamasına geçmeden önce, yüzeysel aramalarda bizim enkaz altındakileri çıkartmamız bekleniyor. Ama yaptığımız çalışma tam bir “ağır” arama-kurtarma çalışmasıydı. “Orta seviye” köpekli, teknik arama-kurtarmanın önceki aşaması. Bizim ekip de orta seviyeye girecek, şu aralar onların kursları var. Orta ve ağır ekipler arasındaki fark ise kişi sayısı, ekipman farkı. Beceri açısından iş ortada bitiyor.
Zeynel: İslahiye’de hep bir üst seviyenin işini, orta ile ağır arasına giren işleri yaptık.
Dolunay: Ekiplerin standardını INSARAG (Uluslararası Arama-Kurtarma Danışma Grubu) adlı kurum belirliyor. Buna göre, Türkiye’de otorite AFAD, diğer bütün kurumlar onun altında.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum geldi. Yanında büyük bir güruh. “Siz ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu. “Biz arama-kurtarma ekibiyiz” dedik. “Gelin benimle” dedi ve bizi bir enkaza götürdü. Öyle bir enkaz ki, bina çökmek üzere. Kimse o enkaza giremez, girmemeli de. Bakan bizi o enkaza soktu mu?
Ekibinizde bir hiyerarşi ve sabit iş bölümü var mı? Kararlar nasıl alınıyor, sorumluluk nasıl paylaşılıyor?
Zeynel: Hiyerarşi olmasa böyle bir çalışmayı yürütemezsiniz.
Önder: Ekip liderleri var. İslahiye’de bir koordinasyon masası oluşturduk: Zeynel, ben ve burada olmayan iki arkadaşımız, Duygu ve Nazmiye. Bütün ekip liderleriyle, iki liderimiz Hüseyin ve Nilüfer arasında koordinasyonu biz sağladık. Üçüncü günden itibaren arkadaşlar tüm güçleriyle çalışmaya başladı.
Dolunay: Çok iyi bir ekiptik. Gurur vericiydi. Özellikle kadınların varlığını vurgulamak istiyorum. Genel olarak gönüllülerin çoğu kadındı. Kamptaki arama-kurtarma ekiplerinin yüzde 60’ı, 70’i kadındı. Bu konuda içimizde ayrımcılık hiç yoktu.
Siber: Bütün liderlerimiz kadındı ve çok da başarılıydı.
Önder: Arama-kurtarma çalışmalarının yanında afetzedelere yardıma da başladık. MAG içindeki bir feminist grup sahada kadınlarla bir araştırma yaptı, ihtiyaçları tespit etmeye çalıştı. Çünkü onların dediğine göre, kocaları gidip de kadınlar için ped ve benzeri şeyleri almaya utanıyor. Kadınlar da kimseye söyleyemiyor. O nedenle bu tür ihtiyaçları kadınlar gidip dağıttı.
Siber: AFAD enkaz için görevlendirmeyi yaptıktan sonra, biz onlara orada çalışacakların isim listesini veriyoruz.
Zeynel: Ekipler enkaza gittiğinde, enkazın sorumlusu AFAD’ın yetkilisidir.
Önder: Belirlenen enkazlar tasnif edilip hepsinin başına bir AFAD görevlisi sorumlu olarak görevlendirildi. Yanlarına diğer SAR ekipleri görevlendirildi. Bu işlemler, bizim de içinde olduğumuz koordinasyon tırından yapıldı.
Dolunay: Ben alt seviyeden biri olarak anlatayım. Sahaya gittiğimizde, ekip lideri yanına enkazda çalışacak bir ekip alıyor. Bir kişi de enkazın içindeki ve yukarıdaki ekibi koordine etmek için telsizle sahada kalıyor, genelde bu ben oldum. Enkazdakiler mesela malzeme istediğinde malzeme çıkartıyoruz. Yorulan arkadaşlar aşağı iniyor, onların yerine yenileri çıkıyor. Eşyalarımızın başında bir lojistik sorumlumuz var. Güvenliğimizi sağlayan asker vardı, ama yine de halkla iletişimi kuracak, daha yumuşak, sakin mizaçlı iki arkadaşımızı güvenlik olarak bıraktık. Sahada böyle bir işbirliği içinde çalışıyorduk.
Önder: Ayrıca, Zeynel sayesinde telsiz bağlantımız var. Kamyonet, minibüs gibi araçlarımız var. Bunlarla istenen malzemeleri bir enkazdan diğerine hızla ulaştırabiliyorduk.
Dolunay: İlk günlerde GSM operatörleri çalışmıyordu, sonra açtılar. Telsizle haberleşmek çok pratikti.
Zeynel: İtfaiye binasının yanında olduğumuz için onların jeneratöründen de yararlanabiliyorduk. AFAD daha sonraki günlerde kendi uydusunu bağladı, uydu üzerinden internet aldı.
7 Şubat’a dönersek, sabahtan enkazda çalışmaya başladınız…
Önder: Öğlene doğru, hâlâ su yok, yemek yok… İlginç olan, bunu düşünecek halimiz de yok. İş makinesi ve çok profesyonel bir vinç operatörü vardı. Onunla ağır enkaz işine girdik. Uzman çavuş Yasin’e ulaştık. Kendisiyle konuşuyoruz. Koltukta otururken olmuş deprem. Ayağı sıkışmıştı. Kolay bir yerde değildi. Sonuçta, bacağının üzerindeki ağırlıklar kaldırıldı. UMKE’yi (Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi) çağırdık, serumu takıldı, ilk kontrolü yapıldı. UMKE’den iki doktorla birlikte çıkartıldı. Şuuru açıktı, ağır yaralı değildi. Çok sevindik, video çekildi. Ama iki saat sonra hayatını kaybettiğini öğrendik.
İç kanamadan mı hayatını kaybetmiş?
Siber: Muhtemelen iç kanama.
Önder: Doktor kontrolünde çıkarmamıza rağmen, ezilen bir uzuv birdenbire kurtarılınca, oraya akın eden kan sorun yaratıyormuş.
Arama-kurtarmanın temel mantığı canlı çıkarmaktır. Triyaj ekibi gider, tespiti yapar. Canlı yoksa, ekip oraya uğramaz bile. Ama, bizim çalıştığımız yerlerde bildiğimiz, öğrendiğimiz uluslararası standartlarda çalışma yapılmadı. Literatür orada işlemedi.
Enkaz altındaki kişinin canlı, ama yaralı olduğunu tespit ettiğinizde mi doktor çağırıyorsunuz? Ve doktora mutlaka hızla erişebiliyor musunuz?
Dolunay: Enkazda ex olduğunda da doktor çağırıyoruz. UMKE hemen geliyor.
Zeynel: UMKE Sağlık Bakanlığı’nın afet ya da büyük kazalar için yetiştirdiği özel bir sağlıkçı ekibi. Arama-kurtarma ekipleriyle çalışırlar. Canlı ya da cansız bir kazazedeye ulaşabildiğimiz an, doğrudan UMKE’yi çağırırız. Kontrolünü yaparlar, gerekiyorsa damar yolunu açar, çıkarırken nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda uyarırlar.
Önder: “Ölü” tespitini yapıp kayda geçirmeye bizim yetkimiz yok. Mutlaka tıbbi kontrolden geçer, tespiti UMKE’ciler yapar. Onlarla ilgili bir sorun yoktu, sahadaydılar. Jandarma arama-kurtarma, JAK da geldi. İhtiyaç duyduğumuz alet edevatı onlardan aldık. Üç-dört profesyonel elemanı, güzel ve donanımlı bir araçları, araçta hidrolik kesici, ayırıcı gibi her tür teçhizat vardı. Alet edevat onlardan, emek ve tecrübe bizden, öyle çalışmaya başladık.
İlk enkazdan canlı olarak sadece o uzman çavuşu mu çıkardınız?
Önder: Evet. Altta kimler vardı, bilemiyoruz. Enkaz başında bekleyen de yoktu. Sesli aramada da bir canlıya rastlamadık. Bizim bulabildiğimiz bir tek oydu. Sonrası artık teknik aramanın işiydi. Bütün günü orada geçirdik. Her kafadan bir ses geliyordu. Biri “şurada on kişi var, sesleri geliyor” diyor. Her yer enkaz, her enkazın başında ağlayanlar, ateş yakmış bekleyenler…
Yaralıları gönderebildiğiniz sağlam kalmış bir hastane var mıydı yakında?
Önder: Var olduğunu düşünüyorduk.
Dolunay: 112’yi arıyorduk, ambulanslar iyi çalışıyordu. UMKE’yle birlikte ambulans da geliyordu.
Siber: Bir depremzede bana “Ölüleri nereye götürüyorlar? Morg nerede?” diye sordu, ambulansa yönlendirdim. Ambulansa teslim ettikten sonrasını düşünmemiştim. Biz teslim ettikten sonra yürüyen bir zincir vardı herhalde.
Önder: Bütün gün o enkazda çalıştık. Oradan ayrılırken, çok üst seviyede gerilimli, kalabalık bir aile bize adeta hücum etti: “Bizim yakınımızı da kurtarın. Bir yere gidemezsiniz…” Önce ayaklarımıza kapananlar birdenbire bize düşman gibi davranmaya başladı: “Nereye gidiyorsunuz? Benim enkazda cenazem var, gidemezsiniz…” Bizi öyle çekiştiriyorlar ki, güvenlik desteği istemek zorunda kaldık. “Bizi buradan alın götürün, çıkarın” dedik. Hepimiz toplandık, askerin gelip bizi almasını bekliyoruz.
O arada, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum geldi. Yanında büyük bir güruh. Kadınlar onlara doğru yöneldi: “Allah rızası için, şudur budur...” Bizi gösteriyorlar. Bakan bizi gördü. “Siz ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu. “Biz arama-kurtarma ekibiyiz” dedik. “Gelin benimle” dedi ve bizi o kalabalık ailenin enkazına götürdü.
Büyük bir kargaşa, bağırış çağırış. Öyle bir enkaz ki, bina çökmek üzere, çatı çökmüş, yandaki bina çöktü çökecek. Kimse o enkaza giremez, girmemeli de. Kurtarma ekibi için hayati tehlike. Zaten gelen bakıyor, çekip gidiyor. Bakan bizi o enkaza soktu. “Girin oraya. Yıkın şurayı. Ne gerekiyorsa yapın...” Bir hava bastı. Bizim üzerimize atıp çekti gitti. Biz sivil, gönüllülerden oluşan, ağır kurtarma tecrübesi ve teçhizatı olmayan bir ekibiz.
“Hayır” deme, oraya o şekilde girilemeyeceğini açıklama şansınız olmadı mı?
Önder: Yok öyle bir durum.
Bina sizin ekibin üzerine çökse, AFAD “biz görevlendirmedik” diyecek, sorumlu siz olacaksınız…
Önder: Bakanın verdiği gaz üzerine, insanlar iyice baskı yapıyor, ısrar ediyor. Yandaki binayı yıktırdık. Üç keşif elemanımız binanın üzerine çıktı. Çatıyı kaldırmaya çalışıyoruz. Bizimkiler üzerindeyken alttan betonlar dökülmeye başladı, bina çöküyor. Seslendik, hemen tahliye edin dedik. Arkadaşları indirdik. Vinçle kaldırırken de metal çatı koptu.
Dolunay: İnşaatlar o kadar kötü ki, kolonların içi taş dolu, şakır şukur dökülüyor, çimento yok nerdeyse. Demirler sarmal demir değil, düz demir, hepsi zaten sekiz olmuş.
Önder: Bütün o çabanın sonunda ses alamadık.
Tekirdağ Kapaklı Belediyesi’nin bir aracı gelmişti. İçinde iki tane su kazanı, su kaynatıp hazır çorba veriyorlardı. Sıcak bir çorba içmek herkese iyi geliyor. Onlar nasıl gelmiş, bilmiyorum. Kızılay’ı ise dokuz gün boyunca, dönene kadar hiç görmedik.
Bakan size “bu enkaza girin” dediği için, can güvenliğinizin olmadığını bildiğiniz bir enkaza mecburen girdiniz, öyle mi?
Önder: Tabii, orada oluşan baskıdan ötürü. Ekip liderimiz o ortamda “ne yapıyorsunuz siz?” diyecek durumda değildi: “Tamam sayın bakanım falan filan…” Biz de ne yapacağımızı bilemiyoruz. Neyse, akşam oldu, ekibi çektik. Bizi oraya çekiştiren ailenin sesi çok çıkıyordu, hem o tehlikeli yere bizi sürüklediler hem bir önceki enkazda çalışmamıza engel oldular. Sonuçta, “bizim burada yapabileceğimiz bir şey yok” dedik. Hava karardı, hâlâ oralardayız. Kahvaltı bile yapmamışız. O gün öyle karmaşayla ve kargaşayla geçti.
Genel olarak bir enkazdaki çalışma nasıl sonlanıyor?
Önder: Genelde ölçüt şudur: Biz kurtarabileceğimiz canlıları kurtarıyoruz. Kurtarılmayı bekleyen başka bir canlı tespiti yoksa sonlandırıyoruz. Ama alanda her kafadan bir ses çıkıyor. Yakınları “telefon sesleri geliyor, seslerini duyuyoruz “ diyor, biz “bu enkazdaki iş bitti” diyemiyoruz.
Ayrıldığınız enkazın altında, siz ayrıldığınızda hâlâ canlı olabilir, öyle mi?
Önder: Belki var, belki de yok. Belki beş gün orada çalışacaktık, bir şey çıkmayacaktı. Her enkazda son âna kadar canlı varmış gibi çalışmak gerekiyor. Çok hassas bir konu.
Bir enkazda çalışmaya başlamadan önce, altında canlı olup olmadığının tespiti, canlıların olduğu enkaza, canlı çıkarmaya öncelik vermek hayat kurtarmak açısından zaman kazandıran bir yöntem değil mi?
Zeynel: Triyaj yapmak deniyor buna. Önce triyaj ekibi çıkartılır. Yapılması gereken bir şey bu. Ama orada bu koşullar yoktu. Bu AFAD’ın yapması gereken bir şey. Ama yapılmadı.
Önder: Arama-kurtarmanın temel mantığı zaten canlı çıkarmaktır. Triyaj ekibi gider, tespiti yapar. Canlı yoksa, ekip oraya uğramaz bile. Triyaj ekibi uluslararası notasyonlarla enkaza tespitini yazar, tarihi, saati belirtir, not düşer. Sonra gelen ekip buna göre davranır. Ama, bizim çalıştığımız yerlerde bildiğimiz, öğrendiğimiz uluslararası standartlarda çalışma yapılmadı.
Siber: Literatür orada işlemedi.
Dolunay: Biz aldığımız ihbarlara bile gidemedik. Mesela bir enkaza gittik, bizi geri çekmeye kalktılar. Ekip liderimizin inisiyatifiyle başka bir adrese gittik, orada da verilen adresi bulamadık.
Önder: İdeal çalışma standartlarını gayet iyi biliyoruz, ama hiçbirini orada uygulayamadık. Bizim kendi emniyetimiz de yoktu. Mesela asbest var, enkazda canlı yok, ama biz o enkazın içine giriyoruz… Neden giriyoruz oraya? Biz de biraz duygusal davrandık. Canlı ya da cansız, elimizden geldiğince, yapabildiğimiz kadar çıkarmaya çalıştık. “Burada canlı yok” diyerek çekip gitme şansımız yoktu.
Peki, altında kurtarılabilir durumda canlıların olduğunu bildiğiniz bir enkaz var, ama AFAD sizi görevlendirmezse, o enkazda çalışma hakkınız yok mu?
Zeynel: “Burada canlı var, biz çalışabiliriz” diye bildiriyoruz. Doğrudan bize gelen ihbarları onlara iletiyoruz. Onlar “ekip çıkartın” derse çıkartıyoruz.
Tam bizim ekibin disiplini oturdu, bulunduğumuz yere özel bir AFAD grubu atanmış. Bir geldiler, ortalığın tozunu attılar. Hemen bir müdür masası çektiler. Dördüncü günün akşamı olmasına rağmen, tüm iş makinelerini enkazlara sokup bir an evvel enkazların kaldırılmasına başlamak istiyorlardı.
Sahadaki ikinci gününüzde çadırlar kurulmuş, bir kamp yeri oluşturulmuş muydu?
Önder: İkinci gün de ekip gelmemişti. Kimsenin gelip gitmediği koordinasyon tırında ben de Zeynel’in yanında çalışmaya başladım. İstanbul’dan yola çıkmadan önce belim rahatsızdı. Yola çıkmadan bir gün önce iğne olmuştum. O yüzden, enkaz kaldırma fazla geldi. Ben de koordinasyona geçtim. Geceyi o tırda geçirdik. Sabaha kadar donduk. Diğer arkadaşlar da sağda solda uyuyarak geceledi.
Yemek?
Önder: Bisküvi falan…
Kızılay’ın yemek, çorba çadırı yok muydu?
Dolunay: Kızılay biz oradayken hiç yoktu ki.
Zeynel: Sadece Tekirdağ Kapaklı Belediyesi’nin bir aracı gelmişti. İçinde iki tane su kazanı, su kaynatıp hazır çorba veriyorlardı. Hakikaten çok faydalı bir iş yaptılar, tebrik ediyorum onları. Sıcak bir çorba içmek herkese iyi geliyor. Onlar nasıl gelmiş, bilmiyorum. Kızılay’ı ise dönene kadar hiç görmedik.
Dolunay: Dönüşte havaalanında, paket halinde AFAD’ın çadırları vardı. O çadırların içinde üzerinde Kızılay yazan bir paket gördük.
Zeynel: O bölgede askeri birlikler var ya, gelen yardımların çoğunu askeriyeye gönderdiler. Orada toplandı, tasnif edildi yardımlar. Kızılay da belki oradaydı. Biz dar alanda çalıştığımız için de görmemiş olabiliriz.
Siber: Dar alandaydık belki ama, kaldığımız yer Afet Koordinasyon Merkezi’ydi.
Kızılay niye yoktu sizce?
Siber: Kızılay da AFAD’ın altında çalışıyor… Hiçbir yerde düzenli çadır, yemek, hijyen yoktu.
Önder: Deprem çok geniş bir alanda gerçekleştiği için yerel ekipler çok çaresiz ve hazırlıksız kaldı.
Dolunay: İlk iki gün ekmek bile bulunamamış. Biz geldiğimizde tırlarla şişe suları geliyordu, onları boşalttık. Depremin dördüncü günü sahada çayımız ve paketli gıdalar vardı. Sonraki gün, kola, soda, helva, zeytin gibi şeyler geldi.
Siber: Biz üçüncü günün akşamı orada olduğumuz halde bir yatma düzeni yoktu. Ertesi gün ne yapacağımızı bilmiyorduk, görevlendirme almamıştık. Bir karmaşa vardı. Malzeme gelmeye başlamıştı. Kendimizi görevlendirdik. Malzeme boşalttık. Mutfak düzenine geçtik. Yirmi dört saat o iş üstümüzde kaldı. “Siz hâlâ yatmadınız mı?” diye soruyorlardı bize. Nerede yatalım? Yatma yeri yok.
Kepçelerin enkaza girmesi artık ümidin kesildiği anlamına gelir. Bedenlere zarar verildiğini, parçalandığını çok duyduk. Enkazda bebek var diye ihbar alıyoruz, ekip gönderiyoruz. Bebek enkazda bulunamıyor. O ailenin acısını tasavvur etmek imkânsız.
Deprem bölgesinde bulunduğunuz sürede sizin sekiz ekibiniz kaç farklı enkazda çalıştı?
Zeynel: Toplam on enkazda çalışmışızdır. Ama ağırlık verdiğimiz dört ya da beş enkazdır.
Önder: En çok çalıştığımız Zaman Apartmanı mesela çok büyüktü, beşer katlı üç blok tamamen çökmüştü.
Enkazlardan toplam kaç kişiyi çıkarabildiniz?
Zeynel: Not alabildiğimiz, toplam 101 cansız, yedi de canlı çıkarmışız enkazdan.
“101’e 7” arama-kurtarma literatürünün istatistiklerine göre nasıl bir oran?
Zeynel: Ortalamaya yakın bir oran sanırım. Hatırladığım kadarıyla, enkaz altında kalanlardan canlı çıkma oranı genelde yüzde 3 kabul ediliyor.
Önder: Tüm afet bölgesindeki ekiplerimizin gerçekleştirdiği kurtarma çalışmalarında toplam 102 afetzede canlı olarak kurtarılmış. 320 kişinin cenazeleri çıkarıldı. Kaldı ki, bir kişiyi çıkarabilmek için bir gün, iki gün uğraşıyorsun. Biz enkaz kaldırma ekibi ya da moloz kaldırma emekçisi değiliz. Bizim görevimiz enkazdan canlı çıkarmak, hayat kurtarmak. O nedenle ilk gün, hatta ilk saatlerde yetişmeye çalışıyoruz.
Dolunay: Ama cansız bedenleri bütün halde çıkarmak da çok önemli.
Geldik üçüncü güne…
Önder: Bizim örgütlenmemiz oturdu. Sekiz ekibimizin dördü altı saat çalışıyor, o arada diğer dördü dinleniyor. Tüm gücümüzle çalışmaya başladık. Kritik 72 saat dolmak üzere olduğu için halktaki gerginlik gittikçe artıyor. Çok sayıda ulaşılmamış, girilmemiş enkaz var hâlâ. Herkes panik halinde. Öyle ki, zaman zaman can güvenliğimiz tehlikeye giriyor, çünkü bütün beklenti, bütün kızgınlık bize yöneliyor.
Mesela bir afetzede bizi dinlenirken dahi görse, “benim yakınım orada enkaz altında, sen hâlâ burada dinleniyorsun” diye çıkışıyor. Yeni gelen arkadaşları uyardık. “Turuncularla hepiniz otobüsten inmeyin. Sadece lideriniz insin. Sizi hemen kamp alanına sokalım” dedik. Arkadaşları resmen kaçırıyoruz. Bir yandan gece gündüz çalışıyorsun, bir yandan da öfkeye maruz kalıyorsun. Arkadaşlarını neredeyse linç edilmekten koruyorsun. Ama şunu kabul ediyoruz, afetzedeler tabii ki ne yapsalar haklılar.
Zeynel: Bu çok olağan, normal bir şey aslında. Zaten beklediğimiz bir durumdu.
Dolunay: Bir zincir yaptık kampa doğru, elden ele kişisel eşyalarımızı taşıyoruz. O sırada araya girip eşyalarımızı gasp etmeye kalkanlar bile oldu.
Siber: O alanın girişinde çok sayıda asker, polis vardı, ama birbirlerinden habersiz gibiydiler. Öylece duruyorlardı. Güvenliği sağlamayı bırakın, çocukların kendilerine güveni yoktu. İlerleyen saatlerde çoğuyla ahbap olduk.
Sıradan erler miydi onlar?
Siber: Çok teçhizatlı, hepsi robocop gibi görünen gençler.
Dolunay: Özel Harekât oradaydı.
Siber: Ben dışarıda beklesem, o robocop gibi gençler malzemeleri taşısa, enkazı kaldırsa daha mantıklı olurdu, öyle çocuklardı hepsi. Ama o kadar her şeyden bihaber ve ast-üst ilişkisinden o kadar çekinikler ki, atak bir hareket yapacak durumda değiller. Eskiden olduğu gibi, “asker sahaya çıktı” ya da “madenciler yürüdü” gibi bir durum yok. “Asker geldi, bizi kurtaracak” gibi bir güven de yoktu.
Dolunay: Aslına bakarsanız, güvenecek kimse yoktu.
Bence daha iyi yönetemezlerdi. Çok iyi iş bilen, hakikaten iyi organize olmuş bir kadro lâzımdı, o da yoktu. Çünkü yerel görevliler zaten afetzede olmuş. Deprem bölgesinin dışından birisinin orayı organize edeceği bir sistem gerekiyor. Deprem ânından sonra yapamazsın organizasyonu.
İlk günlerde özellikle, bu kadar şiddetli ve bu kadar geniş bir alandaki bir depremde, her tür teçhizata sahip, sahra hastanesi kurma kapasitesi olan ordunun niye seferber edilmediği sorusu çok soruldu…
Siber: Hepimizin sorduğu soruydu bu.
Önder: Çünkü Türkiye Afet Müdahale Planı’nda askeriyenin fonksiyonu yok artık. Yetersiz olsa da, jandarma ve bazı bölükler sahadaydı. Tam bizim ekibin disiplini oturdu, karnımız doymaya başladı, kriz yönetim merkezimiz var… Derken, bizim bulunduğumuz yere özel bir AFAD grubu atanmış. Bir geldiler, ortalığın tozunu attılar. Başta bize çok da iyi davranmadılar. Oysa üç gündür biz orada tüm gücümüzle herkese yardımcı olmaya çalıştık. Çok da güzel yaptık işlerimizi.
Kendi aralarında bir toplantı yaptılar, Zeynel ve benim için koordinasyon tırında iki kişilik yer ayırdılar. Biz o özel AFAD ekibiyle sonraki yedi gün birlikte çalıştık. AFAD ekibi gelir gelmez, hemen bir müdür masası çektiler. İlk geldiklerinde olaya çok yabancıydılar. Bir AFAD daire müdürü o alandan sorumluydu. Herkesi zehir zemberek sözlerle hizaya sokmaya çalışıyordu.
Dördüncü günün akşamı olmasına rağmen, tüm iş makinelerini enkazlara sokup bir an evvel enkazların kaldırılmasına başlamak istiyorlardı. Tahminim yukarıdan bir yerlerden “arama-kurtarma çalışmasını çok hızlı yapıp bu işi çözün artık, bütün enkaz kalkacak” diye bir emir geldiği yönünde.
Nihayet sahaya gelen AFAD’ın amacı arama-kurtarma çalışmalarına son verdirip enkaz kaldırma çalışmasını başlatmaktı, öyle mi?
Önder: Tabii, tabii, işi bitirmek. “Kaldırın, temizleyin, artık sorun görmek istemiyorum” deniyor. Tam mânâsıyla terör estiriyorlar. Biz memur değiliz ki, STK’yız. Bir toplantı yaptılar, biz de gittik. Tadımız tuzumuz kaçtı, düzenimiz bozuldu. Ertesi gün, ilgili müdüre “siz profesyonel bir sistem kuracaksanız, biz tırdan çıkalım” dedim. “Hayır, kesinlikle burada kalın, olur mu öyle şey” cevabını aldık Sonuçta, iki masada kalmamıza izin verdiler. Onlara rağmen, biz yine kriz merkezinin bir parçası olarak çalışmaya devam ettik.
Hem bütün lojistiği, her tür ihtiyacı, geleni gideni hem de bizim ekibi idare ediyoruz. Ama öyle güzel idare ediyoruz ki, övünecek yanımız varsa da övünelim. Bizim sekiz ekip, mahalleler, operasyondaki ekipler, gelenler, çıkanlar… Her şey gayet güzel işliyor. Kimseye zararımız dokunmadan, disiplinli bir şekilde Zeynel’le ikimiz yürütüyoruz. Ama onlarda da hummalı bir çalışma var.
Zeynel: Onlar raporlamaya giriştiler, onun için gelmişler. Kaç bina yıkıldı? Kaçına girildi? Kaçında halen kaç kişi olduğu tahmin ediliyor? Tahmini bir bilanço çıkarmaya çalışıyorlar. Bunu gün gün yukarıya raporluyorlar. Her gün ne kadar ilerledik? Dün diyelim seksen enkaz vardı, bugün kaç tane kaldı?
Bazı yerlerde, bir gönüllü kurtarma ekibinin günlerce uğraşıp tam enkazın altından bir insanı canlı olarak çıkaracağı sırada, AFAD ekibinin gelip “sizin buradaki işiniz bitti” diyerek ekibi enkazdan uzaklaştırdığı ve kameralar karşısında “canlıları kurtardığı” haberlerini epey duyduk, okuduk. Siz böyle bir duruma hiç tanık oldunuz mu?
Dolunay: Tabii. Görmez olur muyuz? “Beş canlı var” dedik, hemen bizim ekibi çektiler. AFAD kendisi gidip çıkardı. Biz “iki canlı var” diyoruz, AFAD ekipleri geliyor, onlar çıkarıyor.
Önder: Biz kimin kaç kişi çıkardığını önemsemiyoruz. Ama yaklaşımları göstermek açısından böyle sahneler önemli tabii. Sonuçta, koordinasyon sıfırdı, bir de bunlara takmayalım.
Dolunay: Ama biraz kendilerine oynadılar maalesef.
Arama-kurtarma çalışmasında ne zaman canlı çıkarmaktan umut kesilir? Arama-kurtarma çalışmasını sonlandırıp enkaz kaldırmaya geçme kararı nasıl verildi? Siz bu konuda acele edildiği izlenimi edindiniz mi?
Önder: Birçok kişi gibi, ben de öyle bir izlenim edindim açıkçası. Apar topar enkaz kaldırma çalışmalarına geçildi. Bazı uluslararası ekiplerin o nedenle Türkiye’yi terk ettiğini ya da çalışmalarını durdurduğunu da duyduk. Bizimkilerde apar topar iş makinelerini sahaya sokma eğilimi vardı. İş makinesi elbette kurtarma çalışmasına yardımcı olabiliyor, çok büyük kütleleri kaldırıyor. Ama kepçelerin enkaza girmesi artık ümidin kesildiği anlamına gelir. Bedenlere zarar verildiğini, parçalandığını çok duyduk. Enkazda bebek var diye ihbar alıyoruz, ekip gönderiyoruz. Bebek enkazda bulunamıyor. O ailenin acısını tasavvur etmek imkânsız.
İlk iki, üç gün, bazı yerlerde dört gün değerlendirilemedi. İlk kırk sekiz saatte hemen hiçbir yerde profesyonel kurtarma yapılamamış. Biz İslahiye’den döndükten bir hafta sonra bile birçok yerde hiç dokunulmamış enkazların olduğunu duyduk.
Zeynel: Yukarıdan, AFAD’ın üst yönetimine, enkazın bir an önce iş makineleriyle kaldırılması talimatı verildi sanırım. Yoksa onlar bizden de daha iyi biliyor enkazda kurtarma nasıl yapılır. Ama, bu tamamen başka bir tercihti. Afet yönetimi değil, başka bir şeyin yönetimine dönüştü.
Dolunay: Biz vinçlerle birlikte çalıştık. Canlı ararken onlardan yardım aldık. Ama o kadar müthiş bir özenle çalışıyorlar ki, saçını öyle özenle tarayamazsın. Arama-kurtarma ile enkaz kaldırma tamamen farklı çalışma tarzları.
Önder: İslahiye’ye depremin ilk günü gece vardık, 14 Şubat Salı gecesi İstanbul’a döndük. Sahadaki son günümüz, bitkinlikle dönmek için hazırlanıyoruz, sabaha karşı, tamamen çökmüş beş katlı apartmanın birinci katından Sibel hanımı canlı çıkarmamız bizi çok etkiledi. O bir umut oldu. Ekip liderimiz de söyledi, bir gün önce herkes “gidelim artık” diye dönmek isterken, canlı çıkınca, herkes “buradan Hatay’a geçelim” demiş. O duygu dönüş yolunda uçakta bizde de vardı. Oradan uzaklaştıkça daha da güçlendi. Oradakiler ne yapıyor? Dönsek mi? Hemen nasıl dönebiliriz? Biraz daha kalabilir miydik?
Zeynel: Oradan ayrılmamızın sebebi koşulların zorluğu değildi.
Önder: Tabii tabii, “serbest bırakalım, dönmek isteyen dönsün” denmişti zaten.
Zeynel: Çok büyük bir yorgunluk var. Çok şeye maruz kalıyorsunuz, çok sarsıcı çok şey görüyorsunuz. Ve her gün bu tekrar ediyor. İnsanlara bu kadar yüklememek lâzım diye düşündük.
Önder: Bizim işimiz esas olarak ilk 72 saatte. İşimiz canlı kurtarmak. Bir toplantı yaptık. İslahiye’de birkaç enkaz kalmıştı, orada da AFAD ekipleri çalışıyordu. “Kurtaracağımızı kurtardık, artık dönmek isteyen varsa dönebilir” kararı alındı. Bir de “biraz daha kalalım” diyen bir grup vardı.
Zeynel: Biz ilk parti gidenler, toplam dokuz gün orada kaldık. Dokuzuncu gün bütün ekiplerimizle ayrıldık.
“Artık bizim burada yapacak işimiz kalmadı” diyerek siz mi karar verdiniz ayrılmaya, AFAD mı size “gidin” dedi?
Zeynel: Karşılıklı görüştük bunu. O sırada, üzerinde çalışılan dört-beş enkaz vardı. Onlara bakan ekipler de vardı.
Önder: Kurtarma anlamında işlevimiz bitmişti. Bize artık ihtiyaç yoktu.
Zeynel: Ekibin yorgunluğunu da göz önüne alarak çıkmaya karar verdik. Son gün arkadaşlarımız gece sabaha kadar çalıştı. Biz kampı toplarken onlar dinlenmeye çekildi. En son onların çadırını topladık. Son dakikamıza kadar, dokuzuncu günün sabahına kadar çalıştık.
Orada geçirdiğiniz süre nasıl bir tecrübe oldu?
Dolunay: Bugüne kadar teorik olarak söylediğim, okuduğum her şeyi yaşamış, pratik etmiş gibi hissediyorum. Hep “Allah başka zeval vermesin” derdim herkese, şimdi gerçekten diyorum ki, Allah başka zeval vermesin. 165-170 kişi on gün boyunca en fazla 30-40 metrekarelik bir yerde yaşadık. Giderken üzerimize giydiğimiz pantolonla geri geldik. İç çamaşırımı değiştirme fırsatım bir kere oldu. Saçımızı yıkamadık. Hiç banyo yapmadık. Deodorantımı çantamdan çıkartmadım bile. Şikâyet etmek aklımdan geçmedi.
Önder: İlk iki gün tuvalet ihtiyacı tamamen açıkta gideriliyordu. Hiçbir şey yoktu. Doğada küçük bir grup olursun da yaparsın gibi değil, büyük bir kalabalık aynı durumdaydı. Şoförler, afetzedeler, yardım ekipleri… Ne su var ne bir şey. Islak mendil bulursak, lüks sayılıyor. Hijyen durumu çok korkutmuştu beni. Tozlu, topraklı yerlerde yatıyoruz. Ama dönüşte arkadaşlarla konuşurken de kimsenin halinden yakındığını duymadım. Deprem bölgesine gittik, elimizden geleni yaptık. Onun da bir iç rahatlığı var. Travma nereden açığa çıkacak, nasıl çıkacak, bilemiyoruz. Ama, aklımız orada kaldı.
Deprem sonrasında, en çok duyulan sözlerden biri “devlet nerede?” oldu. Siz de hemen herkes gibi organizasyonsuzluktan, koordinasyon sorunundan, sistemsizlikten söz ediyorsunuz. Sizin gözlemlediğiniz temel aksaklık neydi?
Zeynel: Bu boyutta bir afet için bu kapasite yetmedi. Hiçbir bakımdan yetmedi. Kapasite yetmediği için modelleme de yapamadılar. Bence daha iyi yönetemezlerdi. Çünkü çok iyi iş bilen, hakikaten iyi organize olmuş bir kadro lâzımdı, o da yoktu. Çünkü yerel görevliler zaten afetzede olmuş. Örneğin, Gaziantep il AFAD müdürünün enkaz altında kalıp kalmadığını bilemiyorsun. Kendisi değilse, ailesinden birileri, akrabaları depremzededir. Dolayısıyla, buradan, deprem bölgesinin dışından birisinin orayı organize edeceği bir sistem gerekiyor.
Buna rağmen, yerel yetkililer sahadaydı. Ama mesela havaalanına gelen yardım ekipleri otobüs bulamıyordu. Her ilin önceden çok iyi organize olması gerekiyordu, yoksa deprem ânından sonra yapamazsın organizasyonu. Ekipleri nereye sevk edeceğini nasıl bileceksin? İslahiye’nin, Nurdağı’nın ne durumda olduğunu nasıl öğreneceksin? Her ilçenin kaç köyü olduğunu düşünün. Afetten önce, merkezde çok iyi bir planın, şemanın olması, yetkin ve yeterli görevlilerin olması gerekir, demek ki bu yok.
Bende bir haline şükretme modu gelişti. Yaşayan her şey çok güzel geliyor. Bir yanda, 50 bin kadar ölü, yüz binlerce yaralı, sakat, binlerce ailesiz kalan çocuk, evsiz kalan insanlar, mahvolmuş şehirler… Ne düşüneceğimi bilemiyorum. Bu girdapta kaybolma taraftarı da değilim.
Birkaç yıl önce, AFAD Kahramanmaraş için bir de deprem tatbikatı yapıyor. O tatbikatta, senaryo gereği, bugün de ismi geçen bir iş merkezinin yıkıldığı var sayılıyor. Yıkıldı orası bu depremde. Ama o tatbikat bir il için yapılmıştı. Bu kadar geniş bir alanın etkileneceği öngörülmemiş. Öyle bir senaryo düşünülse, tablo görülecek, kapasitenin yetmediği ortaya çıkacak.
Mesela Marmara depremi için şöyle bir plan var: On bölgeye ayırıyorlar burayı. Diyelim Zonguldak’a, “Afet olduğu zaman gelip dördüncü bölgede çalışacaksın. Sen oradan sorumlusun” deniyor. Ankara’ya “sen üçüncü bölgeye geleceksin” gibi… Böyle bir bölgeleme ve görevlendirme yapılmış. Çünkü yereldeki AFAD görevlileri çalışamayacak, hepsi afetzede olacak. Anadolu için de böyle bir plan var mı, bilmiyorum. İller birbiriyle eşleştirilmiş mi? Bu on ilin hepsinin birden depremden bu kadar etkilenebileceği öngörülüyor muydu?
Siber: Afet Yönetim Bütünleşik Planı’nda bir derecelendirme var. Afetin büyüklüğüne göre, ilk kurtarma yardımı önce yerelde çözülebiliyor mu? Sonra, çevrede çözülebiliyor mu? Sonra, ülke genelinde çözülebiliyor mu? Uluslararası düzeyde çözülebiliyor mu? Böyle bakılıyor. Bu depremde çok hızlı ve çok doğru dördüncü derece kararı verildi ve uluslararası destek istendi.
Önder: Bizim bulunduğumuz yere başka şehirlerden AFAD müdürleri geldi. Ama ne zaman geldi? Dördüncü gün. Sanırım alan genişliğinden başka yerlerde de görevliydiler. O bölgenin tüm arama kurtarma, kolluk, acil durum ekiplerinin de afetzede olduklarını unutmamak lâzım. Deprem öncesinde yapılmış olması gereken organizasyon, ancak depremden üç-dört gün sonra yerine oturtulabildi. En değerli zamanlar heba oldu maalesef.
Deprem bir tür tatbikat alanı gibi kullanılmış yani, canlı bir prova alanı gibi…
Önder: Tamamen öyle oldu.
Zeynel: İlk iki, üç gün, bazı yerlerde dört gün değerlendirilemedi. İlk 48 saatte hemen hiçbir yerde profesyonel kurtarma yapılamamış. Tabii her yer bizim gözlemlediğimiz gibi olmayabilir.
Önder: Biz İslahiye’den döndükten bir hafta sonra bile birçok yerde hiç dokunulmamış enkazların olduğunu duyduk. Bizim verdiğimiz örnekler kent merkezlerinden; bunun bir de köyleri var. Şurası açık, bölgede garip bir basiretsizliğin hâkim olduğunu hissettik. Herkes canla başla çalışıyor, ama koordinasyon olmadığından sonucu görünmüyordu. Deprem ne kadar büyük olursa olsun, disiplinli, ekipmanlı, organize çalışan, ama yetemeyen insanları görürsün, eyvallah dersin. Ama bu yoktu.
Zeynel: İyi yönetilemediği inkâr edilemez. Ayrıca bu coğrafyada büyük depremler hep bekleniyordu.
Önder: Kıpkırmızı deprem haritası hepimizin gözünün önündedir.
Siber: Hatay Havaalanı’nın kurulduğu yeri düşünsenize, daha ne olabilir?
Zeynel: İYİP Kahramanmaraş İl Başkanı geçen sene, ağustos ayında, bir deprem tatbikatında, “Deprem kapımızda değil, ayaklarımızın altında, burada iki tane büyük deprem olacak” diyor. Bölge biliyor bunu. Ama yeterli hazırlığın olmadığı tüm çıplaklığıyla görünüyor.
Siber: AFAD’da full organizasyonsuzluk var, bu net, ama o kadar çok kişi deprem bölgesine gelince, iş miktarı katlanınca, hiçbir şey yapamaz hale geldiler.
Bu süreçte yaşanan eksikleri, hataları temel olarak nasıl adlandırabilirsiniz?
Siber: Yetki paylaşmamak.
Zeynel: Çok zor. Onun adını koymak nasıl olur, bilmiyorum. İlk müdahalenin ne kadar hızlı yapılabildiği, hava koşulları, depremin ne zaman olduğu, ne kadar bir alanı etkilediği gibi birbirini etkileyen birçok faktör var. Ama afet yönetimi, mevcut duruma göre krizi idare edebilmek demek. Profesyonellik orada başlıyor. Bunu becerebildiğiniz zaman başarılı olabiliyorsunuz. En kötü koşula göre hazırlanacaksınız. Afetin kuralı budur.
Döndüğümde evimdeki konfor bana fazla geldi. Kendi halinden utanma etkisi oldu. Anadolu’da çok büyük bir deprem var. İstanbul sanki pek farkında değil gibi. Bu acının burada da sokakta, etrafta hissedilebilir olması gerekirdi diye düşünüyorsun, onu görmüyorsun.
Öteden beri sevdiğim bir söz vardır: Bir planın yüzde 50’sini yapmışsan, çok başarılısındır. Şimdi bırak yüzde 50’yi, yüzde 25’i, 20’si bile yapılabilseydi, başarıydı. Çok müthiş başarı olarak sunulurdu bize. Bu kadarı bile olmadı. Plan o an ve orada yapılmaya çalışıldı. Kararlar o an verildi bence. Hiç dönüp “bizim bir planımız vardı, planımız nasıldı?” denmedi, bakılmadı. Bence bu süreçte en doğru yapılan şey ilk çağrıydı. Ve herkes şükretsin ki, bu kadar gönüllü var. Bana kalırsa, ikinci gün ilk günden daha kötü organize edilmişti. Bizim Datça ekibinin malzemesi nakliye uçağında, nakliye uçağı İzmir’e gidiyor. Anlatabiliyor muyum? Arkadaşlar başka alanlara iniyor, malzeme başka yerde. Düşünsenize, çok garip. Nasıl böyle bir şey yapabilirsiniz?
Dolunay: Sahaya gelen yardımlara da çok üzüldüm. Yardımlar bile koordine edilemedi. Adam tıra malzeme yüklemiş, her şeyi getirmiş; nereye boşaltacak, nereden dağıtılacak? Bunun için bile yönlendirme yapılamadı.
Siber: Pazarcık’ta çok güzel işleyen yardım organizasyonunu kaymakam bağıra çağıra dağıttı, kayyum atadılar…
Dolunay: Kendi yapmadıklarını başkasının da yapmasını istemiyorlar.
Önder: Bence temel yanlış, ön hazırlıksız olmak ve koordinasyon eksikliği. Zaten sonra ne eklersen ekle altına. ‘99 depreminden sonra, her şeyin daha iyi olacağını düşünüyorduk. Hiç de öyle değilmiş. Tüm resmi kurumlar çok başarısız oldu. Sonucunda, 50 bin insanın ölmesine, yüz binlerin sersefil açıkta kalmasına yol açan bu basiretsizlikler silsilesi içimizde kanayan yara olarak hep kalacak.
Dolunay: “Ben yapmıyorsam kimse yapmasın”a döndü. Bir sürü kaynak vardı ellerinde. Ama particiliğe girdiler, siyasete girdiler. Keşke parti siyasetini bir kenara bırakıp hep beraber organize olabilseydik.
Önder: Çok acı, ama bunu da söylemek istiyorum: Oradaki yerel halkın da hiçbir hazırlığının olmadığı belli. Deprem bölgesinde çürük çürük evler. Mahalle Afet Gönüllüleri benzeri hiçbir örgütlenme yok. Yeterli arama-kurtarma birimleri yok.
Zeynel: Anadolu’da bu alanla ilgili yegâne örgütlü yapılar, bazı bölgelerde, mesela Muş’ta, Dersim’de var, özel dağcılık ya da gezi grupları. Mesela Mudok var, bizim Munzur gezi grubu. “Haydi” denince, bir anda yirmi-otuz dağcı ekip çıkıp gelebiliyor. Anadolu’da bu anlamda başka bir yapılanma yok. Böyle bir kültür yok.
Önder: Görevini canla başla yapanları tenzih ederek, bir de şunu söylemek istiyorum: Afet bölgesindeki insanlarda bir eziklik vardı. Yardım istemeye bile utanarak, sıkılarak geliyorlardı. Belki de bu sebepten dolayı bazı görevlilerin tavırlarında halka karşı bir üstten bakma, altta görme sezdim. Bazı yerlerde yardımlar bile sanki lütfediliyor. Yetkililer burada konuşmayacakları şekilde konuşuyorlar oradaki insanlarla: “Sen haddini bil. Otur orada. Tamam teyze, yok dedik ya!” Bizim “teyzecim, amcacım” diyerek kurduğumuz ilişkiden, çocuklara ilgimizden ötürü halk bize çok sahip çıktı. Hatta biri “elimde yetki olsa, sizi AFAD’a kayyum atardım” dedi. Gülüştük. Öyle bir bağlılık, yakınlık kuruldu aramızda.
Bu bambaşka tecrübeden, büyük felâketten sonra normal hayatınıza, evinize döndükten sonra, şu anda nasıl hissediyorsunuz?
Önder: Aklımız orada. İyi temellendirilmiş, organize edilmiş bazı toplumsal projelerle yine gideriz.
Dolunay: Döndükten sonra, ilk iki gün ağlama nöbetleri geliyordu, durup dururken ağlamaya başlıyordum. Evden çıkmak istemiyordum.
Siber: Dönünce, televizyon seyredince, durumun büyüklüğünü, vahametini daha çok görüyorsun.
Zeynel: Deprem bölgesinde, İslahiye’deyken dar bir alana, yapacağımız işe odaklanmıştık. Başka yerleri gözlemleyemiyorduk.
Dolunay: Bir de, şöyle mi, böyle mi yapsam gibi lükslerimiz yoktu. Yapmak zorunda olduğun şeyler var, onları yapıyorsun.
Bu tecrübe zihninizde, hissiyatınızda neleri, nasıl dönüştürdü?
Önder: Büyük bir boşluk oldu. Bilmiyorum psikologlar ne der, ama bende bir haline şükretme modu gelişti. Yaşayan her şey çok güzel geliyor. Dostlarımız harika, gelir gelmez bizi karşıladılar, sarıp sarmaladılar. Ama bu çelişki de nasıl bir şey? Doğru olan ne, yanlış olan ne? Bir yanda, 50 bin kadar ölü, yüz binlerce yaralı, sakat, binlerce ailesiz kalan çocuk, evsiz kalan insanlar, mahvolmuş şehirler… Ne düşüneceğimi bilemiyorum. Bu girdapta kaybolma taraftarı da değilim. Analitik düşünmeye çalışıyorum. “Yara sarma” denen süreç nasıl olacak? Bundan sonra ne yapabiliriz?
Siber: Benim de geldiğimden beri aklım orada. Buraya döndüğümde, bir ay sonra evlenecek olan oğlum “düğünümüzü iptal edelim mi?” diye karşıladı beni. Kocaman bir sorun yumağının içine düştüm. Bütün önceliklerim tamamen değişti, yaşam değişti. Yakınlarım, sevdiklerim elbette çok kıymetli, ama sadece yakın çevremi değil, bütün canlıları seviyorum. Bunu bilirdim ama, şimdi önceliğim yakınımda olan, kendi sarıldığım, koynumda büyüttüğüm değil, hepsini bütün olarak düşünüyorum. O açıdan, evime çekileyim, sevdiklerime sarılayım değil de, herkesi kucaklayayım istiyorum. Bunu yapabilmem de yine sevdiklerimin, arkadaşlarımın desteğiyle olacak herhalde. Bundan sonra, herhalde küçük bir dünyada kalamam. Yapılan işlerle ilgili sorumluluk almam gerekiyor kendimi yaşıyor hissetmem için.
Zeynel: Oradayken, bulunduğumuz süreden çok daha uzun bir süredir oradaymışız gibi hissettiğimi fark ettim. Orada arkadaşlara da “sanki bir yıldır buradayım gibi hissediyorum” dedim. Buraya döndüğümde ilk, biraz yadırgadım, evimdeki konfor bana fazla geldi. Kendi halinden utanma etkisi oldu. Rahatsız oldum. Bir de, az önce aklıma geldi, acaba tersi olsaydı, yani deprem İstanbul’da olsaydı Anadolu ne durumda olurdu? Şimdi Anadolu’da çok büyük bir deprem var. İstanbul sanki pek farkında değil gibi hissettim. Bilmiyorum, belki çok iyi gözlemlemedim, ama böyle hissettim. O coğrafyadan çıkınca bir anda bu ayrıma varıyorsun. Her şey eski usûlünde, her şey normal. Burada da bir şeylerin aksamış olması lâzımdı diye düşünüyorsun. Bu acının burada da sokakta, etrafta hissedilebilir olması gerekirdi diye düşünüyorsun, onu görmüyorsun. Eminim buradaki insanlar birçok şeyi televizyondan canlı izlemişlerdir, ama canlı yayında görmekle birebir orada görmek çok farklı. Hangisi insanı nasıl etkiliyor, bilmiyorum. Herkes de yerinde görmesin zaten. Bütün toplum olarak travma geçirmeyelim. Sağlam insanlar da kalsın. Bunun bir travması vardır mutlaka, illa ki bizde bir iz bırakıyordur.
Önder: Birbirimizle çokça konuşarak bu travmayı sönümlendirmeye çalışıyoruz. Önümüzdeki haftalarda ODTÜ’den grubumuza psikolojik destek gelecek. Herkes içindekini dökecek. Bilinçaltında, kıyıda köşede bir şeyler kalmasın diye kendi çapımızda birbirimizle psikoterapi yapıyoruz.
Dolunay: Bildiğim bir şey var ki, hayat artık başka bir yol alacak bizler için. Eskisi gibi olmayacak hiçbir şey. Hayatta küçük küçük kırılmalar seni dönüştürür, bazen de böyle büyük kırılmalar oluyor. Bu büyük bir kırılma. Böyle bir şeyi tecrübe etmek başka bir yere yönlendirdi hayatımı. Evdeki kapılara dayanamıyorum artık, o kadar eşyayı istemiyorum. Her şeyi dışarıya atasım var.