İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle can güvenliğinden tamamen yoksun bırakılan kadınların, iradesi yok sayılan HDP seçmeninin, edinilmiş hakları gasp edilen emekçilerin, polis şiddetiyle susturulmaya çalışılan öğrencilerin, varlığı yok sayılan LGBTİ+’ların hak mücadelesi birbirine sıkıca bağlı bir zincirin halkaları. Rejimi hedef alan radikal demokratik muhalefetin önündeki engeller ve imkânlar…
Ömer Faruk Gergerlioğu’nun vekilliğinin düşürülmesi ve tutuklanması, Boğaziçi Üniversitesi eylemlerine katılan öğrencilerin yargılanması, HDP’ye kapatma davası açılması, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, Kanal İstanbul ihalesi, Gezi Parkı’nın Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na verilmesi… Son birkaç haftanın çetelesinde yer alan olaylardan hemen akla gelenler.
Hükümet bir süredir farklı görünen alanlar arasındaki ilişkiyi ortaya açıkça ortaya koymaktan geri durmayan adımlar atıyor. Aynı anda saldırıyor, Kürt siyasetçilerin kadınlarla ilgili çalışmalarını terörist faaliyet olarak iddianameye alıyor, CHP’yi HDP’yle ilişkili olmakla “itham ediyor”, hak arayan işçilere milli birlik ve bütünlüğü bozmaktan suç isnat ediyor, milli güvenlik gerekçesiyle grev erteliyor…
Böyle bir ortamda, her bir alanda etkin biçimde yürütülen mücadelelerin, diğer sorun alanları ile bağını tartışarak ve nihai olarak yaratacağı etkiyi göz önünde bulundurarak ilerlemesi stratejik bir önem taşıyor. Örneğin, HDP’nin kapatılmasına karşı çıkmak ya da Meral Akşener’i Kürt meselesi konusunda tutum değişikliğine zorlamak, feminizme de demokratik mücadeleye de Akşener’in bir kadın olarak idealleştirilmesinden çok daha büyük fayda sağlayabilir.
Gergerlioğlu’nun çıplak arama konusundaki ısrarını sahiplenerek hatırlatmak, siyasi söylemin öne çıkan kadın siyasetçiler özelinde görünürleştirilmesi kadar önemli bir etki yaratır. Feminizm dışındaki muhalefet açısından ise fark yaratacak olan, kadınları sadece güçlü bir direnişin öznesi oldukları ölçüde gündemleştirmekten vazgeçerek, kendi makbul politik kadın profilini oluşturmadan savunabilmektir. Siyasetin savunulması için bir çizgi haline gelen LGBTİ+ların kriminalleştirilmesine yarım ağızla veya üç-beş milletvekiliyle değil, açıkça itiraz etmektir.
Hükümet ve devlet Kürt siyasal hareketinin demokrasi mücadelesinde güçlü bir hat oluşturduğunu, Kürt halkı için adresin orası olduğunu görüyor ve bunu tasfiye etmek istiyor. Muhalefetin azımsanmayacak bir kısmı da HDP’ye baktığında tam olarak bunu gördüğü için partiye yönelik saldırılara karşı bir konum almıyor.
Tablo böyleyken, sorunların mikrolaştırılması konusundaki yaygın eğilim her bir alandaki mücadelenin rejime karşı mücadeleye dönüşmesini engelliyor. Bugün kadına yönelik erkek şiddeti ekseninde görünürleşen sorun, esas olarak hükümetlerin feministlerin rejim karşısında oluşturduğu tehdide yönelik yaptığı bir hamle olması, nihai hedefi politik aktör olarak feministleri güçsüzleştirmek.
O yüzden, meseleyi sadece kadına yönelik şiddet ekseninde ve hatta hukuksal bir çerçeveyi öncelikli kılarak tartışmak, bu iddiaya cevap üretemeyen bir siyasete yol açıyor (Ece Göztepe ve EŞİK’in AYM’ye kitlesel başvuru talebi hukuksal bir aracı politikleştirmesi anlamında önemli. Murat Sevinç buna “Anayasa’daki sözlere sahip çıkarak onlara can vermek” diyor[1]. Fakat yine de İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması konusunda tartışmaların buradan başlatılması ve bu noktada yoğunlaşmasının politik bir sorunun hukukileştirilmesi örneği olarak değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım).
Bu yaklaşımın öbür yanında ise, özellikle HDP özelinde gözlemlenen kimi “iyi örnekler”in muhalefetin bir kısmı tarafından istisnalaştırılması eğilimi karşımıza çıkıyor. Bir zaman sıkça duyduğumuz “Demirtaş keşke CHP’nin başında olsaydı” şeklinde özetleyebileceğimiz, Demirtaş sevgisinden çok HDP’den duyulan rahatsızlığı yansıtan bu eğilim, bugün Gergerlioğlu örneğinde karşımıza çıkıyor. Bu aslında feministlerin iyi bildiği bir ayrımcılık örneği.
Bir Amerikalı feminist şöyle diyordu: “Her zaman başarılı olmak zorundayım. Çünkü başarılı olduğumda ‘Amy bu işi iyi yaptı’ derler, ama başarısız olursam ‘kadınlar bu işi beceremiyor’ diyecekler”. Gergerlioğlu’nun milletvekilliğiyle HDP’de özgün bir konum teşkil ettiğini düşünüyorum; ancak ortada bu kadar tesadüfi bir ilişki olmadığı gibi, bu yaklaşımın HDP’ye yönelik saldırılara karşı sessiz kalınmasında bir mazerete dönüşmüş olması, muhalefetin kendi içindeki handikapları beslemekten başka bir işe yaramıyor.
Kürtler fazla Kürt, İşçiler fazla emekçi, kadınlar fazla feminist
AKP’nin bu dönemde, il sınırlarında değişikliklere giderek yeni bir seçim sisteminin taşlarını döşediğini anlıyoruz. Dolayısıyla bu adımlar, toplamda seçim stratejisine bir yatırım. Buna karşın bizler, Türkiye’nin demokratik muhalefeti olarak, bu bütünlüğü görüyor ve buna uygun bir stratejiyle yanıt veriyor muyuz sorusunu sormamız gerekiyor.
Bu noktada, sık karşılaştığımız bir yaklaşıma ilişkin eleştirilerimi de dile getirmeyi önemli buluyorum. HDP’nin sadece Kürt partisi olmadığı için bu kadar tehditkâr görüldüğünü öne sürenler de İstanbul Sözleşmesi’nin bir kadın meselesi olmaktan çıktığını düşünenler de, yani bu “tehditlerin” büyüklüğünü onların belli bir kimliği aşarak toplumsallaşmasına bağlayanlar bence yanılıyor. Sorun, kendimizle ilişkilendiremediğimiz bir hikâyenin parçası olamamanın, bir politik yaklaşım örneği olarak muhalefet içinde de karşılık bulmasından kaynaklanıyor. Hükümet de bunu görerek her bir kesime saldırısında onu kendi içine gömme stratejisinden faydalanıyor.
Evet, HDP bir BDP değil, ama 2015’teki yelpazeyi de içermiyor. Parti hâlâ “Kürt partisi” görünümünü kaybetmedi ya da bu kimliği partinin ağırlıklı yönünü işaret ediyor. Ve HDP aslında özellikle Suriye’deki özyönetim deneyiminin ardından, Kürtlüğün bir kültürel kimlik olmaktan çok politik bir pozisyon olduğu daha net görüldüğü için bu kadar rahatsızlık veriyor; Kürtlük ekonomik yardımlar ve Müslümanlık çerçevesinde ele alınabilecek bir kültürel kimliğe sığdırılıp baştan savılamayacağı için.
HDP’nin demokrasi iddiasını mümkün olduğunca geniş kitlelere yayabilmesi elbette partinin ve toplumun hayrına olur, bunda başarısız kalındığını, partinin kapalı ve eril bir siyaset anlayışına (siyasi söylem değil, siyasetin biçimi –modus vivendi– olarak) dayandığını düşünüyorum. Ancak, Kürt halkı hâlâ parti üzerinden görünürlük kazanabiliyor, halkın büyük çoğunluğunun kendini ifade edebildiği, güvende hissettiği parti hâlâ HDP.
İstanbul Sözleşmesi kadın meselesinin memleket meselesi olduğunu gözümüze soktu. Kadınların çıkarlarını savunmak rejime meydan okumada halkın ekonomik refahını savunmak kadar önemli. Ama muhalefette, kadın ve LGBTİ+ sorunlarını hükümetlerin gündem saptırma hamlesi olarak okuyan, bu sorunları memleket meselesi olma mertebesinde göremeyen azımsanmayacak bir grup var.
Hükümet ve devlet HDP işçilerin sesini çok iyi duyurduğu için, sağ eğilimli muhafazakâr bir kitleye de ulaşmış olduğu için mi HDP’ye saldırıyor? Hayır. Kürt siyasal hareketinin demokrasi mücadelesinde güçlü bir hat oluşturduğunu, Kürt halkı için adresin orası olduğunu görüyor ve bunu tasfiye etmek istiyor. Türkiye muhalefetinin azımsanmayacak bir kısmı da HDP’ye baktığında tam olarak bunu gördüğü için partiye karşı saldırılarda karşı bir konum almıyor.
Benzer şekilde, İstanbul Sözleşmesi kadın meselesini aşan bir sorunu değil, kadın meselesinin memleket meselesi olduğunu gözümüze soktu. Yani, kadınların çıkarlarını savunmak, rejime meydan okumada halkın ekonomik refahını savunmak kadar önemli bir etki yaratıyor. Ama Türkiye muhalefetinde kadın ve LGBTİ+ sorunlarını hükümetlerin gündem saptırma hamlesi olarak okumaya alışmış, bu sorunları memleket meselesi olma mertebesinde göremeyen azımsanmayacak bir grup var. Ve onlar açısından, sadece kadınlar ve LGBTİ+ların yaşamları için mücadele, biraz yetersiz, biraz gündem saptırma oyununa alet olmak gibi geliyor.
Feminizm ve LGBTİ+ mücadelesinin eşitlik ve özgürlük konusundaki iddiaları “başka bir siyasal rejim” hedefine yönelik tespit ve stratejiler olarak değil, bir modernleşme ve medeniyet meselesi olarak algılanıyor. Buna bağlı olarak, feminizmin kadın haklarının ötesinde rejimle ilgili iddialarını öne çıkarması rahatsızlık yaratabiliyor.
Hükümet İstanbul Sözleşmesi ile kadına yönelik şiddet meselesine odaklanan bir hamle mi yapıyor, yoksa tıpkı Kürt siyasi hareketinde olduğu gibi, esas olarak Türkiye’deki demokratik mücadelenin en güçlü aktörü konumundaki feministleri mi hedef alıyor? Hükümetin kendi milli şiddet yasalarını (acılı tatlı gibi bir şey) hazırlayarak, kadına yönelik şiddetin Türkiye değerlerine uygun biçimde engellenmesi iddiasında bulunacaklarını öğrendik.
Elbette hükümetin her adımı tepeden tırnağa erkek şiddetini kışkırtan, meşrulaştıran ve hatta onurlandıran bir niteliğe sahip. Ama bu yeni bir gelişme değil. 2011’de imzalanan sözleşmeden geri çekilmesinin, bu yeni “kandırıldık” vakasının göze alınmasının sebebi şiddet konusundaki yaklaşımlarının değişmesi değil. Hedef, politik bir aktör olarak feministlerin giderek daha güçlü biçimde oluşturduğu tehdit.
Sonuç olarak şu sorulara varıyoruz: Kürtler için mücadele edecek miyiz? Kadınlar ve LGBTİ+’lar için mücadele edecek miyiz? İşçiler için mücadele edecek miyiz? Rejimi tehdit ettikleri zaman ve tehdit ettikleri ölçüde değil, kendileri için, yaşamları buna değer olduğu için bunu yapacak mıyız?
Radikal demokrasinin toplumsal kesimleri bir yelpaze olarak değil, birbirinin içine geçmiş zincirler olarak tarif etmesi, kurtulma deneyiminin birbiriyle ilişkili olduğuna ve bütünselliğine işaret ediyor. Bu zincir siyaset (sadece parti siyasetini kastetmiyorum) tarafından görünürleştirilebildiği ölçüde, sömürülenler kendi kurtuluşlarının da diğer grupların kurtuluşuna bağlı olduğunu kavrayabiliyor.
Bu aynı zamanda, faşist bir rejimde Meclisin etkinleştirilmesi üzerine bina edilmiş bir muhalefetin yaratacağı enerji kaybı üzerine düşünmeye, feminizmin işaret ettiği eşit ve özgür dünyanın sağ siyaset içinde görece makul öznelerle buluşarak değil, enerjinin sol siyasetin daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir biçimde güçlenmesi için kullanılmasına davet eden bir çerçeve.
Bu bağlantının kopmasında cinsiyetçiliğin farklı ideolojik eğilimlere sahip erkekler arasındaki yaygınlığı tartışılırken kurulan “sahte denklik”lerin payı büyük. Solcu erkeklerin cinsiyetçilikten azade olmadığına yönelik haklı hatırlatma, solun da sağ kadar cinsiyetçi olduğu eşitlemesine varan imalarla son buluyor. Halbuki bu ikisi aynı şey değil. Bir yanda, erkekliğin temel ideolojik ve stratejik kaynaklarından birini oluşturan, erkekçiliğin en sığ ve sert halini gözlemlediğimiz sağ ideoloji var.
Literatürde cinsiyetçilik, post-faşist bir rejimin kadınların hayatına yönelik etkilerine işaret eden değil, post-faşizmi ayakta tutan dinamiklerden biri olarak tartışılıyor. Bu nedenle, bir muhalefetin farklı kesimler açısından örgütleyici hale gelebilmesinin sağ ve sol arasındaki farkları silen, sağ siyasete toplumsal mücadeleler açısından bir meşruiyet alanı yaratan bir sonuca yol açması bugün karşı karşıya olduğumuz en ciddi risklerden biri.[2]
Böylesi bir bütünlüğün örülememesinde, elbette tedirginliğin, yanlış anlaşılma korkusunun payı var. Türkiye’de statükoya ve geleneğe yaslanmaksızın muhalefet yapan çeşitli kesimler çeşitli dönemlerde bu sınavlardan geçti. Lezbiyenler feminist hareketin itibarı açısından riskliydi, translar LGBTİ+ hareketi yanlış yansıtıyordu, Kürtler demokratik ittifakları radikal gösterme riski taşıyor… Tarih bize kritik adımlar atabilen hareketlerin kazandığını, diğerlerinin gri söylemlerden ve gri seçmenlerden medet uma uma yenilenebilme kabiliyetini kaybettiğini gösteren örneklerle dolu.
Radikal demokrasinin toplumsal kesimleri bir yelpaze olarak değil, birbirinin içine geçmiş zincirler olarak tarif etmesi, kurtulma deneyiminin bütünselliğine işaret ediyor. Bu zincir siyaset tarafından görünürleştirilebildiği ölçüde, sömürülenler kendi kurtuluşlarının diğer grupların kurtuluşuna bağlı olduğunu kavrayabiliyor.
Söylemlere de yansıyan bu tedirginliğin ardında ulaşılması hedeflenen kitleye ilişkin tasavvurun “gerici halk” kabulü ile buluşmasının da payı var. Yanlış anlaşılmasın, halkın ne gerici ne de bağrında devrim potansiyeli barındıran bir bütünlük olduğunu düşünüyorum. Gidişatın tarihsel gelişmelere bağlı olduğunu hatırlatıyor ve halkı mahkûm etmek ya da idealleştirmekten uzak, potansiyeli açığa çıkararak imkânları genişletmenin devrimci bir tutum olduğuna inanıyorum; fazlası değil.
Ancak, örgütlenme özelinde yaşanan sorun, henüz kendi yakın siyasal ve sosyal çevresinde bile büyük ölçüde örgütlenememiş olan hareketlerin, standartlarını ve stratejilerini, büyük oranda siyasal ve sosyal olarak kendisine en uzak olan kesimler ekseninde oluşturması.
İkinci sorun ise, muhalefet içinde yer alan, ancak içten içe Kürt siyasetçilerin arkadan birtakım terörist eylemler karıştırdığını, feministlerin fazla fevri ve şımarık davrandığını, Türkiye’deki işçi kitlesinin muhafazakârlığı üzerine siyaset inşa edilemeyeceğini düşünenlerin tahminin ötesinde bir ürkütücü etki yaratması. Burada siyasi doğruculuğa sırtımızı yaslayarak, bu grubun faşist ve kadın düşmanı eğilimler taşıdığını ve bununla yüzleşmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Gerçekten de şikâyet ettiği haber kanallarının hiçbir haberine güvenmeyip bir tek HDP hakkındaki haberlerine inanan ya da cinsiyet eşitliğinin erkekliğe, bunun üzerine inşa edilmiş toplumsal kurumlara ve ahlâkçı kabullere dokunmadan savunulmasını arzu eden muhalifler var. Kürtlüğü ve kadınlığı dikenli tellerle ayırmak mümkün olsa, gözünü kırpmayacak demokratlar var.
Bu tespiti ortaya koyup bir köşeye çekilerek, kendi içlerinde bir aydınlanma yaşamalarını bekleyebilir ve o zamana kadar hükümetin muhalefet içindeki çelişkilere oynamasına izin verebiliriz. Ya da örgütlenmenin sadece birbirimize propaganda yapmak olmadığını, motivasyon ve neşemizi diri tutmanın dışında, bu gücü en yakınlarımızdan başlayarak yayma çabası olduğunu hatırlayabiliriz. Bu konuda da söylemesi zor ama, saldırı altındaki siyasi hareketlere de iş düşüyor. Her saldırıya daha fazla kapanarak yanıt vermek de daha fazla açılarak yanıt vermek de politik bir seçim.
Burada kastedilen bir aradalık, genellikle yapıldığı gibi bu pozisyonların “olduğu haliyle” dondurulduğu bir kolaj, her kesimin kendini ifadesinin toplamı değil, demokratik bir çatışmayı, birbiriyle dönüşmeyi mümkün kılacak bir zincir. Radikal demokrasi, halihazırdaki tezatların üzerinden atlayan bir uzlaşmanın yapay olduğunu hatırlatırken, tam tersine, toplumdaki çatışan çıkar ve değerlere siyasette zemin oluşturulması durumunda demokrasinin mümkün olduğunun altını çizer.
Feminist hareketin bu anlamda çok güçlü bir potansiyel taşıdığını ve diğer hareketlerin önünde olduğunu düşünüyorum. Özellikle çok farklı siyasal eğilimlere sahip kadın hakları savunucuları ve feministlerin oluşturduğu EŞİK Platformu’nun bu kadar acil bir dönemde yürüttüğü faaliyetlerde birlikte tartışma ve dönüşme ihtiyacının üzerini örtmeden ilerleyebilmesi Türkiye siyasetinde alışılmış bir örnek değil.
EŞİK’te siyaset sahnesinde düşman olarak görülen kimi görüşlerin, siyaset bilimci Chantal Mouffe’un ifadesiyle, “hasımlar” olarak bir araya gelebildiğini söylemek mümkün. Katılımın bizatihi kendisinin, yaşamı politikleştiren işlevinin ne kadar güçlü olduğu EŞİK’te açığa çıkıyor. Diğer muhalif hatların, buradan örnek alması gerekiyor.
Radikal demokrasi, halihazırdaki tezatların üzerinden atlayan bir uzlaşmanın yapay olduğunu hatırlatırken, toplumdaki çatışan çıkar ve değerlere siyasette zemin oluşturulması durumunda demokrasinin mümkün olduğunun altını çiziyor.
İstanbul Sözleşmesi özelinde, karşımızda mücadele edilmesi bir yanıyla kolay, bir yanıyla zor bir kitle var. Kolay, çünkü ılımlılık iddiasını dahi kadınlar söz konusu olduğunda sürdürme ihtiyacı duymayan bir cephe var karşımızda. Kiralarının halkın cebinden verildiği (belediye tarafından ödendiği) ortaya çıkan TÜGVA, TÜRGEV gibi dernekler (ki bu derneklerin sayısının çok daha fazla olduğunu tahmin etmek zor değil), feminist ve LGBTİ+ derneklerini yurtdışından fon almakla suçluyor.
Sözleşmenin en öne çıkan muhalifleri olarak “gazeteci” Yusuf Kaplan’a, Aile Akademisi’ne (“akademisyen” Mücahit Gültekin’e), “yazar” Sema Maraşlı’ya bir bakın, neredeyse kadının kadın olarak yaşamasının fıtratına uygun olup olmadığını tartışacak noktadalar.[3] Kadınların çalışmasını, çocukların kreşe gitmesini, kız ve oğlan çocuklarının bir arada okumasını eleştiriyorlar.
IŞİD Avrupalı kadınları örgütlerken, modern kadın olmanın zorluklarından bahsederek kadınlara mücahit kocaları tarafından korundukları, çalışmak zorunda kalmadıkları, başka kadınlarla güzellik yarışına girmelerinin gerekmediği bir İslâmi konfor teklif ediyordu. IŞİD’e bir biçimde bulaşmış kadınların çoğu kendilerine teklif edilenin bir “kölelik konforu” olduğunu sonradan anladı. Şimdi buna benzer biçimde cinsiyetçilikle pasifleştirilmiş bir yaşam biçimi “ruhsuz bir dünya”da harap olan kadınlara derman olarak öneriliyor.
Amerikalı radikal feminist Andrea Dworkin’in işaret ettiği gibi, sağ ideoloji evliliği şiddetten korunmanın yolu, evi kapitalist sömürünün dışında kalmanın alanı ve anneliği toplumda kadın olarak görülmeyen saygıya erişmenin bir imkânı olarak sunuyor (Dworkin burada ağrı kesici metaforunu kullanıyor).[4] Ev ve aile ile ilişkili alanlar sadece doğrudan bu alanlara yapılan ideolojik yatırımla değil, ev dışındaki alanlarda şiddet ve sömürünün olağanlaştırılması yoluyla korunaklı alanlar olarak işaret ediliyor.
Burada, mücadelenin zor kısmı devreye giriyor. Geleneksel formundaki gibi kadının çalışmasını basitçe yasaklayan değil, onun karşısında ev kadınlığını yeni bir “kariyer” olarak öneren, çalıştırılmamayı daha güçlü bir şekilde kocanın kadına duyduğu saygının bir emaresi olarak pazarlayan bir söylem bu. Kadınların hayatına ilişkin çatışan talepler (eğitimin önemsenmesi, kadının tüketen özne olarak öne çıkması, güzellik konusundaki beklentilerdeki artışa vb. karşın sağ ideolojinin kadın modeli arasındaki çatışma) aile ekseninde yeni kariyer söylemleriyle kontrol altına alınıyor. Yani, pek çok kadın cinsiyetçiliğin en sert formlarına razı hale geliyor. Gündelik hayatta şiddet ve güvencesizliğin tırmanışı cinsiyetçiliğin en güçlü kalesini inşa ediyor.
Otoriteryanizmin temel direkleri
Bütün bu tartışmaların politik etkisini hesaplarken, bu saldırıların derin bir ekonomik kriz içinde ve sosyal devletin etkisi sınırlı ve geçici olan yardım mekanizmalarının bile uygulanması olanağının kalmadığı bir ülkede yaşandığını göz ardı etmememiz gerekiyor. Ekonomist Mustafa Durmuş, Merkezi Bütçeden kamu bankalarına (dolayısıyla yandaş şirketlere kaynak aktarım aracı olan Kamu Garanti Fonu’na) ve hayır derneklerine ayrılan payın artmasına karşılık, hanelere yapılan nakit transferlerinin azaldığına dikkat çekiyor.[5] Altını çiziyorum; şirket ve haneler karşılaştırmasının ötesinde, hayır derneklerine ayrılan payın arttığı, hanelere ayrılan payın azaldığı bir tablodan söz ediyoruz.
Burada siyaset bilimci Şebnem Gümüşçü ve Berk Esen’in, AKP’nin bu tür yapılar ve iş çevreleri üzerinden sınıflar arası bir ittifak kurma çabası konusundaki tespitlerini ele alalım. Gümüşçü ve Esen “üçlü bağımlılık” (triangular dependency) adını verdikleri tezlerinde kamu kaynaklarının ekonomik elitler ve kent yoksulları arasında nasıl partizanca bölüştürüldüğünü açıklarken, kent yoksullarının AKP’ye yakın iş çevrelerine bu yolla bağımlı hale getirildiğini hatırlatıyor.[6]
Böyle bir strateji sınıflar arası güç mücadelesini ertelerken, iktidar bloku içerisindeki güç mücadeleleri ağırlık kazanıyor.[7] Ekonomik büyümenin durduğu noktada farklı sermaye kesimlerini kontrol altında tutmak, otoriter emek rejimine ve kadınların evde karşılıksız istihdamına dayanıyor. Türkiye’de kadın işsizliğinin yüksekliği nedeniyle hanelerin çoğunlukla tek kazananlı olması, sendikal mücadelenin önündeki en önemli engellerden birini oluşturduğu için, kadınları evde tutan politikalar emeğin örgütlü mücadelesi açısından da önemli bir set işlevi görüyor.
Bu koşullarda Türkiye’de kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi evde kadınların görünmeyen emeğine ve yaklaşık yarısı asgari ücretle çalışan işçilerin ücretli emeğine dayanıyor (kamu çalışanları ile birlikte 21-25 milyon çalışan). Türkiye pandemi döneminde halka en az nakit destek veren ülke oldu, çünkü kadınların muazzam boyutlardaki ücretsiz emeğine yaslanabilmesinin ideolojik ve ekonomik araçlarına sahip.[8]
Türkiye pandemi döneminde halka en az nakit destek veren ülke oldu, çünkü kadınların muazzam boyutlardaki ücretsiz emeğine yaslanabilmesinin ideolojik ve ekonomik araçlarına sahip. Kadın emeğine sadece evdeki erkekler tarafından el konmuyor, patronlar ve devlet de bu emeği birikim ve yatırım kaynağı olarak kullanıyor.
Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin yaklaşık yüzde 30-40’ına tekabül ettiği tahmin edilen bu emek sayesinde elde tutulan kaynaklar şirketlere ve hayır derneklerine aktarılıyor. Kadın istihdamını marjinalleştirici ve aileci söylemlerin ardında, kadın emeğine sadece evdeki erkekler tarafından el konulması değil, patronlar ve devletin de birikim ve yatırım kaynağı olarak kullanmasına olanak yaratan yaklaşım var.
Türkiye’de işçilerin çoğu erkek, sosyal yardımları alanların çoğu kadın. Post-faşist rejimler işsizliğin arttığı, sosyal güvencenin dibe vurduğu bir dönemde eldeki sınırlı kaynağın, keyfine düşkün toplumsal kesimler olarak propaganda edilen yoksullar ve kadınlara aktarılmasını sağlayan sosyal kurumların çökertilmesi talebiyle de öne çıktı.
Türkiye’de pasifleştirici ve hak değil de yardım olarak sunulan sosyal destekler de bu yaklaşımı kışkırtan bir ideoloji etrafında inşa ediliyor. AKP böyle bir stratejiyle kadınlar ve işçiler arasındaki ittifakı önlüyor. Bu yüzden, bugün pandemi döneminde sesleri iyiden iyiye duyulmaya başlayan işçilerle kadınların bir araya gelebildiği bir strateji kurmak ayrı bir önem taşıyor.[9] Muhalefetin bir sosyal-kültürel seçenek olmanın ötesinde, politik-ekonomik bir güç olarak alternatif hale gelebileceği bir hat ancak böyle örülebilir gibi geliyor.
Radikal demokrasinin önündeki engeller ve imkânlar
Ekonomik kriz nedeniyle alttan gelen bir öfke var ve AKP bunu örgütlemenin peşinde. Sadece Saadet’e, tarikatlara ve MHP’ye değil, karnı aç gezenlerin öfkesine de feministleri, ibneleri ve HDP’yi işaret ediyor. Bizi birbirimize bağlayan bu bağlamlar çerçevesinde bir platform oluşturmak, eğer mümkünse, en çok bugün mümkün.
Bu noktada her siyasal adımın, içeriğinden ayrı, sembolik bir değeri ve etkisi olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani, İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğinin ötesinde, HDP’nin parti politikalarının ötesinde yarattığı bir etki var. Yazar Demir Küçükaydın bunu politik destek ve ideolojik destek ayrımıyla netleştiriyor.[10] Yani bir yapıya verdiğiniz politik destek onunla ideolojik olarak ortaklaştığınız anlamına gelmeyeceği gibi, kimi zaman stratejik olarak politik destekle yetinmeniz elzem bir önem taşıyabilir.
Felsefeci Nilgün Toker de “eşitlik ve özgürlük talepleri aynı zeminlerden, aynı ideolojinin içinden savunulmuyor olabilir. Ama direncin eşitlik ve özgürlük kavramları çerçevesinde yürütülmesidir önemli olan” derken benzer bir stratejiye işaret ediyor.[11]
Türkiye’de radikal demokrasi blokunun süreklileşmesinin önünde üç engel (paradoks) olduğunu söyleyebiliriz. Biri yukarıda özetlediğim, birbirinden öğrenme ve birlikte dönüşmeye imkân vermeyen, her görüşün kendini ifade ettiği zeminin inşasıyla dondurulmuş “hoşgörü paradoksu”.
İkincisi, ödenen bedeller etrafında şekillenen “hegemonya paradoksu”nun radikal demokrasinin anahtarı olan “eşdeğerlik” zincirini kopartması.[12] Ve üçüncüsü, neşeyi neredeyse zayıf bir politik eğilim ve ciddiyetsizlik olarak gören, kendi kuyruğunu yiyen “ahlâkçı ve eril politika paradoksu”. Bu paradoksların aşılması mikro ve makro yapılarda önemsenirse bambaşka ve gerçek birliktelikler ortaya çıkabilir.
Ekonomik kriz nedeniyle alttan gelen bir öfke var ve AKP bunu örgütlemenin peşinde. Sadece Saadet’e, tarikatlara ve MHP’ye değil, karnı aç gezenlerin öfkesine de feministleri, ibneleri ve HDP’yi işaret ediyor. Bizi birbirimize bağlayan bu bağlamlar çerçevesinde bir platform oluşturmak, eğer mümkünse, en çok bugün mümkün.
Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler (anti-gender movements) üzerine yapılan çalışmalarda ise siyaset bilimci Eszter Kováts ve Maari Põim’in de ortaya koyduğu gibi toplumsal cinsiyet karşıtlığının farklı toplumsal çıkar gruplarını birbirine bağlayan bir “sembolik tutkal” işlevi gördüğü de sıklıkla dile getiriliyor.[13] Siyaset teorisi tarihi uzmanı Wendy Brown da neoliberalizmin yıkıntılarından faydalanarak yükselen bu rejimlerden önce izole biçimde hareket eden sağ hareketlerin, artık bir potpori oluşturduğuna dikkat çekiyor.[14]
Toplumsal cinsiyet ve kalkınma politikaları üzerine çalışan ve dünyadaki toplumsal cinsiyet karşıtı hareketleri izleyen Deniz Kandiyoti ve Alev Özkazanç toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlere karşı verilecek mücadelenin güçlü bir feminist dalganın ötesinde demokratik karma bir muhalefetten geçtiğinin, feminist mücadelenin böyle bir hareketle bağlanmasının önemini farklı konuşmalarda altını çiziyor.[15] Türkiye’de kadın ve LGBTİ+’lara yönelik saldırılar ekonomik alanla sınırlı olarak dile getirilen global bağlantıların siyasal yüzünü göstermesi açısından da büyük önem taşıyor.
Türkiye’nin özellikle Suriye’deki gelişmelerin ardından ekonomide Çin ve Rusya kampına yaklaşması, siyasette de totaliter pek çok ülkeyle benzeşen özellikleri açığa çıkardı. Ancak, yönetimler ve ekonomik eğilimler açısından global ortaklıklar giderek netleşse de özellikle kadınların ve LGBTİ+’ların mücadelesinde diğer mücadele hatlarında görülmeyen transnasyonal bir demokratik dalgalanmayı görüyoruz. Bu özgünlüğün güçlü ve bütünlüklü bir global itiraza dönüşmesi de mümkün ve feminist mücadeleye özgü bir fırsat.