MEYDAN OKUMALARI: BEYAZIT’IN KADİM TARİHİNDEN TAKSİM’İN MAZİSİNE –I

Emre Yalçın
28 Mayıs 2020
SATIRBAŞLARI

Gezi Direnişi, o muazzam “olay” Haziran 2013’ü Türkiye’nin, hatta dünyanın hafızasına kazıdı. Taksim Meydanı bir “meydan okuma” sahnesiydi. Bir ilk değildi, ama hiç bu denli görkemli olmamıştı. Taksim’in öyküsü bir asır, Beyazıt ise Osmanlı’dan bugüne, altı asırda nelere nelere tanık oldu. İki meydanın tarihine bir arada bakarak bellek tazeleyelim.
Abdülhamit Albümleri’nden Beyazıt Meydanı’nın 19. yüzyıl sonundaki toprak zeminli halini gösteren bir fotoğraf

Taksim Meydanı ve Gezi’sinde yaşananlar Haziran 2013’ü Türkiye’nin hatta dünyanın hafızasına kazıdı. “Olay” Taksim Meydanı yayalaştırma projesi çerçevesinde, Gezi’nin yerine, 70 küsur yıl önce yıktırılan kışlanın hortlatılma projesine karşı başlayıp çok daha kapsamlı ve kavramsal bir nitelik kazandı.

Kısaca “Gezi” diye adlandırılan direnişin bir meydanda patlak vermesi, tarihteki başka örneklere bakınca pek de şaşırtıcı durmuyor –Gezi’nin üstünden sekiz ay geçmeden Ukrayna’da patlak vererek hükümetin devrilmesine yol açan protestoların başladığı yerin adı Maidan, gayet tanıdık ortak bir kelime. Meydan sözcüğünün siyaset jargonundaki yeri herkesin malûmu. Kitlelerin meydanlara dökülmesine karşılık iktidar sahiplerinin en büyük silahlarından biri de meydanları kendi manifestoları gibi inşa etmek ya da yenilemek olmuş. Taksim’in hikâyesi son 100 yıla aitken, Beyazıt Meydanı ise sadece Osmanlı dönemindeki 500 küsur yıllık geçmişiyle ilgiye değer bir tarihin üzerinde duruyor. Şu günlerde iki meydanın tarihine bir arada bakarak bellek tazelemek her zamankinden daha elzem.

Forumdan meydana

Beyazıt’ın Roma dönemi tarihine dair pek az somut kanıt vardır ve bilinenler ne mekânsal ne de sosyal tarih bakımından bir şey söyler. Ama şu nokta önemlidir: Konstantin yeni payitahtını burada inşa ederken mevcut koloni kentinin surlarını yıkıp alanını genişletmiş, bir zamanların putperest kentinin mezarlığı, Hıristiyan kentinin arsası haline dönüşmüştür. Beyazıt’taki forum hakkında en somut bilgilerden biri, işte bu mezarlığın bir parçası üzerine kurulmuş olduğudur. Bir de Valens kemerleriyle kente getirilen suyun dev bir havuz ve çeşmeyle halka sunulduğu ilk nokta olması.

Osmanlıların İstanbul’u almasından sonra kentte girişilen hummalı imar faaliyeti eski Hıristiyan kentini hızla bir İslam payitahtına dönüştürdü. Kamuya açık meydanlarda kurulan külliyeler salt dinsel bir anlam taşımıyordu, çeşitli işlevleriyle yeni iktidarın toplumla iletişim ve etkileşim kurduğu merkezlerdi aynı zamanda.

Osmanlıların İstanbul’u almasından sonra kentte girişilen hummalı imar faaliyeti eski Hıristiyan kentini hızla bir İslam payitahtına dönüştürdü. Kentin kamuya açık meydanlarına kurulan külliyeler salt dinsel bir anlam taşımıyordu, çeşitli işlevleriyle yeni iktidarın toplumla iletişim ve etkileşim kurduğu merkezlerdi aynı zamanda: Çarşılar, hanlar, mahkemeler, aşevleri, okullar, medreseler devlet ricalinin kurduğu külliyelerle kentin mevcut meydanlarını donattı. Yalnızca Fatih kendi külliyesini eski bir foruma değil, Bizans saltanatının gömü yeri olan Havariler Kilisesi’nin yerine inşa etti.

Fetihten hemen sonra henüz Türkçe bir ad verilmemiş, otlar, çalılar ve ağaçlarla kaplı haldeki meydanın kuzeyinde, bugünkü üniversite arazisinde ilk sarayını inşa ettiren Fatih’in, meydandaki ağaçlarla çalıları “güvenlik tehdidi” dolayısıyla kestirdiğini, bir yüzyıl sonra kenti ziyaret eden gezgin Petrus Gyllius aktarmıştır. 1470-75 döneminde şehrin darphanesi de meydanın güneybatısına inşa edildi. Aynı sıralarda idari saray (bugünkü Topkapı) inşa edilmiş, Eski Saray olarak anılmaya başlanan Beyazıt’taki ilk saray hanedanın ikametgâhına indirgenmişti. Fatih ve onu izleyen pek çok hükümdar “ev”inden idare merkezine giderken yapılan geçit alayının başlangıç noktası burası olmuştu.

Abdülhamit’in Fransız mimar Bouvard’a sipariş ettiği projelerden Beyazıt Meydanı; kuleli belediye sarayı, bilim ve sanat müzeleri

Meydan ilk büyük imarı II. Beyazıt döneminde gördü. Sofuluğuyla hatırlanan bu sultan, kendi külliyesi için kentin en geniş meydanını seçti. Rönesans fikirlerine dayanan mimari kurgu ruhunu yansıtan dikdörtgenlerle, dik açılarla ve merkezi şemayla tasarlanmış Fatih’in külliyesinin bir benzeri yerine, meydana serbestçe serpiştirilmiş bir külliye yaptırdı. 1960’ta meydanı yeniden tasarlayan bilge mimar Turgut Cansever bu plan tercihinin salt mekânın kendine özgü topografyasıyla açıklanamayacağını, banisinin kâinat tasavvurunun bir dışavurumu da olduğunu söyler. Mutlak hükümranlığın cisimleşmiş bir örneği olan merkezi şema yerine, eşitler arasında birinci konumunu vurgulamaktan öte bir odak vurgusu olmayan, mimari birimlerin topografyaya müdahale etmeksizin mekânı ve birbirleriyle ilişkilerini hep beraber yeniden tanımladığı başka bir kurgu tercih edilmiştir Beyazıt külliyesinde. II. Beyazıt’ın ardıllarıysa hemen daima Fatih’inki gibi planlar tercih edecektir.

1656’daki bir yeniçeri ayaklanmasının ardından isyancıların elebaşları olduğu iddia edilenler, Sultanahmet meydanındaki dev bir çınarda sallandırılmıştı. Bu olay tarihe Hint mitolojisindeki, meyvesi insan olan Vakvak ağacının adıyla geçmişti. Beyazıt meydanında 1958’e kadar yaşayan bazı çınarların da yeniçeri idamlarına sahne olduğu bilinirdi.

15. yüzyıldan 19. yüzyıl başlarına dek meydanın mikro ölçekte nasıl kullanıldığına dair somut veriler sınırlı. Ama büyük isyanlarda hem toplanma hem de isyan bastırıldığında ibret-i âlemlik bir cezalandırma yeri olduğu bilinir. 1656’daki bir yeniçeri ayaklanmasının ardından isyancıların elebaşları olduğu iddia edilenler, Sultanahmet meydanındaki dev bir çınarda sallandırılmıştı. Bu olay tarihe Hint mitolojisindeki, meyvesi insan olan Vakvak ağacının adıyla geçmişti. Beyazıt meydanında 1958’e kadar yaşayan bazı çınarların da, bu çapta olmamakla beraber, yeniçeri idamlarına sahne olduğu semt sakinleri arasında bilinirdi.

19. yüzyıl başlarında meydan makro ölçekte 15. yüzyıl şemasını koruyordu. Kuzeyinde Eski Saray’ın sağır duvarları, doğusunda camiyi çepeçevre kuşatan dış avlusu, avlu duvarının meydana bakan yüzünde yeniçerilerin hem müdavimi hem de büyük ölçüde işletmecisi olduğu kahvehaneler ve dükkânlar, meydanın ortasında Fincancılar kulluğu (bir nevi askeri inzibat noktası), güneyinde kentin ana caddesi ve batısında devlet ricalininkiler başta olmak üzere devasa konaklar ile sıradan konutlar.

Yeniçerilerin meydanla ilişkisinin nasıl bir süreçte geliştiği, tarihçilerin el atması beklenen bakir bir konu. En büyük yeniçeri kışlalarının meydana açılan Şehzadebaşı-Saraçhane yolu üzerinde sıralandığını hatırlamak, yeniçerilerin gündelik yaşamının niye bu meydanda geçtiğini bir ölçüde açıklar.

Meydana bitişik Eski Saray saltanat ailesinin konutu olarak 18. yüzyıl sonlarına dek kullanılmış, bu dönemde yenilenmesi ve bakımı terk edilerek aile tümüyle Topkapı’ya taşınmıştı. Yeni yüzyıla girerken burası emekli saray görevlilerinin ve eski padişahların aileleriyle kapı halklarının sığındığı bir yere dönüşmüştü.

1900’lerden bir kartpostalda kurbanlık pazarı; meydan yüzyıllar boyunca mevsimlik ve geçici pazarların kurulduğu bir yerdi

Modern devletin cisimleştiği mekân

Modern çağda meydandaki ilk büyük değişiklik yeniçeriliğin imhasını izleyen dönemde yaşandı. 1826’daki olaylar sırasında kışlalar yakılıp yıkıldı, topa tutuldu. Yeniçerilerin bedenleriyle birlikte, yaşadıkları mekânlar da ortadan kaldırıldı. II. Mahmut imha harekâtı tamamlandıktan sonra kentin gündelik hayatında yeniçerilerle özdeşleşmiş bulunan Beyazıt’a el attı. Artık bir işlevi kalmayan Fincancılar Kulluğu’nun yanısıra caminin dış avlu duvarları da, ona bitişik bütün dükkânlar da yıktırıldı. Eski Saray yeni kurulan “seraskerlik” kurumuna tahsis edildi. Eski Saray’ın meydana bakan sağır duvarlarında devasa bir kapı inşa edildi: Bab-ı Seraskerî.

Aynı zamanda sarayın kuzeyinde yer alan ve yeniçeri ağasının yaşadığı Ağakapısı şeyhülislamlık makamı haline getirildi. Bab-ı Seraskerî’nin hâlâ yerinde duran bir kardeşi de Fetva Kapısı ya da Bab-ı Meşihat adıyla orada inşa edildi. Sonuncu kardeşse, bugün Bab-ı Âlî adıyla bilinen sadrazamlık makamı girişindeki Bab-ı Adlî ya da Paşa Kapısı’dır. Modern devletin getirdiği yeni düzen –Nizam-ı Cedit– yeni kurumları ve anıtsal simgeleriyle kentin simgesel noktalarında cisimleşiyordu.

Caminin dış avlusunun katılmasıyla genişleyen meydan Nizam-ı Cedit askerlerinin talimler ve geçit alayları yaptığı bir mekân halini aldı. Eski düzenin gündelik şehir hayatının bir parçası olmuş askerlerinin yerini alan modern çağ ordusu, gövde gösterilerini genişletilip yenilenen meydanda yapıyordu. Bu genişletme sadece yeniçerilerle özdeşleşmiş dükkânları değil, caminin dış avlusunu da yutmuştu.

Abdülaziz döneminde, hem Eski Saray hem Seraskerlik Kapısı yıktırılarak yerine bugün İstanbul Üniversitesi’nin merkez binası ve kapısı olarak tanıdığımız binalar yapıldı. Tasarımcı Fransız mimar Bourgeois’ydı. Meydana modern bir hava katması düşünülen taçkapısı ne Avrupalı ne de yerel mimariyle ilişki kurma kaygısı taşıyan oryantalist tarzdaydı.

İstanbullular 1830’lardaki bu köklü değişime alışamadan, otuz yıl kadar sonra, Abdülaziz döneminde, hem Eski Saray hem Seraskerlik Kapısı yıktırılarak yerine bugün İstanbul Üniversitesi’nin merkez binası ve kapısı olarak tanıdığımız binalar yapıldı. Tasarımcı Fransız mimar Bourgeois’ydı. Daire-i Umur-ı Askeriye adıyla vaftiz edilerek 1866’da açılan yeni Harbiye nezareti –yani savunma bakanlığı– binası gayet Avrupaiydi. Ama meydana modern bir hava katması düşünülen taçkapısı, dönemin pek çok yapısı –ve de Taksim Kışlası’nın yeni giydirilen yüzü gibi– ne Avrupalı ne de yerel mimariyle ilişki kurma kaygısı taşıyan oryantalist tarzdaydı. Kapı, tıpkı öncülü gibi, meydanın belirleyici unsuru olan camiyi hiçe sayarak bambaşka bir yöne bakıyordu. Aynı dönemde, yine aynı mimar, kapının daha batısına kentin ilk kâgir konaklarından olan Fuat Paşa Konağı’nı (şimdiki Eczacılık Fakültesi) inşa etti. Paşa’nın 1867’deki ölümünden sonra, maliye nezareti (yani bakanlığı) buraya yerleşti, cumhuriyet dönemine dek de savunma bakanlığıyla yan yana burada kaldı. Bakanlık gitse de, memur maaşlarının ödendiği yer olmasından dolayı halkın taktığı Vezneciler adı o muhite yadigâr kaldı. Bu konağın bir özelliği, meşhur Direklerarası’na uzanan yolun başında olması ve altında Direklerarası’na adını verene benzer bir revak olmasıydı. Direklerarası denen meşhur eğlence yeri, otuz-kırk yıl önce yok edilen yeniçeri kışlalarının parsellenen arsaları üzerine kurulan tiyatrolarla gelişmişti. 

1911’de meydan; kapıya dik uzanan yolun etrafına sıra ağaçlar dikilmiş, yerlere parke taşı döşenmiş

Modern kurumların meydanı kuşatması Abdülhamit döneminde de devam etti. Doğu cephesindeki kervansaray ahırları, mütevazı bir ek yapıyla genişletilerek 1884’te –Avrupa’daki milli kütüphanelerin karşılığı olarak düşünülen– Kütüphane-i Umumi-i Osmani adıyla hizmete açıldı. Bitişiğindeki kervansaray bahçesine ise modern çağın asayiş anlayışına uygun olarak kurulan yeni bir kolluk kuvvetinin idare merkezi inşa edildi: Jandarma Dairesi (günümüzde Beyazıt Devlet Kütüphanesi Ek Binası).

1911’deki Meşrutiyet bayramında, şehir ahalisi mesirelerde eğlenirken meydanın kuzeyindeki Bakırcılar’da başlayan bir yangın, poyrazın etkisiyle meydanı havadan aşarak Beyazıt’a, oradan Laleli ve Aksaray’a ulaşarak beş bini aşkın binayı kül etti.

Abdülhamit döneminde Beyazıt bir de kentsel tasarım vartası atlattı. Payitahta modern bir hava kazandırmak isteyen sultan, Paris belediyesinin başmimarı Bouvard’a bir dizi meydan projesi hazırlattı. Bouvard’ın İstanbul’a gelmeden, fotoğrafları inceleyerek hazırladığı planlar ve çizdiği perspektifler fantastikti. Şehrin topografyasını hiçbir şekilde hesaba katmadıkları gibi, Osmanlı anıtlarıyla uyum sağladığı hiç söylenemeyecek devasa kamu binaları öngörülmüştü. Beyazıt tasarımında meydanın güneyinde kuleli bir belediye sarayı, batı yönünde ise sanat ve bilim (?) müzeleri yer alıyordu. Bu tasarımlar, onları kaldırıldıkları raftan bir yüzyıl sonra indiren Zeynep Çelik sayesinde tarih literatürüne girdi.

1909’da Fatih-Altımermer yangını şehrin mühim bir bölümünü kül etti. 1911’deki Meşrutiyet bayramında, şehir ahalisi mesirelerde eğlenirken meydanın kuzeyindeki Bakırcılar’da başlayan bir yangın, poyrazın etkisiyle meydanı havadan aşarak Beyazıt’a, oradan Laleli ve Aksaray’a ulaşarak beş bini aşkın binayı kül etti. Meşrutiyet yöneticileri şehri yeniden kurgulamak için büyük bir fırsata kavuşmuştu. Hızla planlar yapıldı, ruh hali günümüzdeki kentsel rehabilitasyon coşkusunu hatırlatıyordu. 1909 yangınında evlerini kaybedenler için bağış toplanarak Laleli’de 1920’de inşa edilen kentin ilk blok apartmanlarının kapısından yangınzedeler geçemedi bile. Nüfuzlu tanıdıkları olanlarla bürokratlar küçücük, ama pek prestijli kabul edilen daireleri kapıştılar. (Bu bloklar sonra Türk Hava Kurumu’na devredildi, 1980’lerde de köhnemiş binalardaki son kiracılar kapının önüne konarak burası dev bir otele dönüştürüldü.)

Bu kentsel yenileme dalgası Beyazıt’a da ulaştı. Abdülhamit döneminde büyük kapıya dik olarak tasarlanıp iki yanı ağaçlandırılan, ama hiçbir yere ulaşmadan bitiveren tuhaf bir yol yapılmıştı. Şık bir perspektif vermekten başka bir işe yaramayan bu yol kaldırılarak meydanın ortasına oval bir göbek yapıldı ve yeşillendirildi. Meydanın zemini ilk kez modern biçimde tasarlanıp inşa edilmişti. Hiç kuşkusuz yavaş yavaş caddelerde boy gösteren araç trafiği gözetilerek tasarlanmıştı bu göbek.

14 Haziran 1915 günü evlerinden toplanarak tutuklanan sosyalist Hınçak partisi mensubu yirmi kişi, başlarına geleceği ancak ertesi gün darağacına giderken öğrenerek Harbiye nezaretinin kapısının önünde asılıp idam edildi. Altı ay kadar sonraysa, Alman ve Avusturya elçilerinin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Enver Paşa’ya eşlik ettiği bir açılış töreni düzenlendi aynı yerde.

Ancak, bu güzel yeşillik talihsizdi. 1912’deki Balkan Savaşı’yla başlayıp 11 yıl sonra biten savaşlar dizisi meydanda maddi manevi yaralar bıraktı. 14 Haziran 1915 günü evlerinden toplanarak tutuklanan sosyalist Hınçak partisi mensubu 20 kişi, başlarına geleceği ancak ertesi gün darağacına giderken öğrenerek Harbiye nezaretinin kapısının önünde asılıp idam edildi. Altı ay kadar sonraysa, Alman ve Avusturya elçilerinin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Enver Paşa’ya eşlik ettiği bir açılış töreni düzenlendi aynı yerde. Benzerleri Avrupa’da yaygın biçimde görülen birebir ölçekli bir ahşap top maketi, “Hatıra-i Celâdet” yani kahramanlık anısı adıyla, bu yeşil göbeğin üzerinde halkın ziyaretine açıldı. Çanakkale başta olmak üzere tüm cephelerde kahramanlık gösteren askerlere ve ailelerine bağış toplamak için tasarlanmıştı bu top. Bağışçılar adına topa çiviler çakılıyordu. Savaş boyunca pek çok örneği sergilenen “Ülke bu savaştan zaferle çıkacaktır” mealinde nutuklar verildi açılışta. Ancak, savaş bittiğinde top depoya kaldırıldı (halen Askeri Müze deposunda), İngiliz uçakları hem Harbiye nezaretini hem de önündeki simgesel anlam taşıyan bu göbeği bombalarıyla delik deşik etti. Modern propagandanın intikamı, en yeni savaş aracı olan uçaklarla alınmıştı.

Almanya’da inşa edilen ahşap top maketinin açılış töreninde Enver Paşa nutuk çekiyor; Harp Mecmuası’nın Mart 1916 kapak fotoğrafı

Cumhuriyet idaresinin meydan tasavvuru: Ortası boş kalsın

Beyazıt Meydanı 1926’ya kadar ay yüzeyi gibi kraterlerle dolu olarak kaldı. Yeni rejim, eski payitahtın sakinlerini, eski rejimin yol açtığı bu felaket tablosuyla iç içe yaşamak zorunda bırakarak adeta cezalandırmıştı. Bu tarihte belediye harekete geçti. Pragmatik bir projeyle kraterler birleştirilerek dev bir tuzlu su sarnıcı yapıldı, Kumkapı’dan buraya bir pompa sistemi kuruldu. Hâlâ büyük bölümü ahşap olan İstanbul’da kışın donmayan bir su kaynağı, itfaiye için büyük önem taşıyordu. Sarnıcın üzerine de Sait Faik’in Şadırvan’ının esin kaynağı olan ince işçilikli mermer fıskiyesiyle oval bir havuz inşa edildi. Meydan oval göbeğine kavuşurken bir taşla birkaç kuş vurulmuştu. Meydan ortasındaki bu devasa havuzla, aslında meydanlık –yani toplanma yeri– niteliğini kaybetmişti, der Turgut Cansever.

Bu arada çok daha köklü bir değişiklik yaşanmıştı: Meydanı çevreleyen Harbiye ve Maliye nezaretleri ile Jandarma dairesi Ankara’ya taşındıktan sonra bu binalar eğitim kurumlarına tahsis edildi. Artık meydanı bürokratlar ve askerler değil, öğrenciler ve akademisyenler dolduruyordu. 1933’te Darülfünun’un adını Üniversite’ye çeviren reformla, rejime yeterince destek vermediği söylenen öğretim üyeleri tasfiye edildi.

Beyazıt Meydanı 1926’ya kadar ay yüzeyi gibi kraterlerle dolu olarak kaldı. Yeni rejim, eski payitahtın sakinlerini, eski rejimin yol açtığı bu felaket tablosuyla iç içe yaşamak zorunda bırakarak adeta cezalandırmıştı.

Beyazıt 1957’ye dek sakin bir dönem geçirdi.  Osmanlı döneminde geçici olarak inşa edilip sonra kalıcılaşan bazı dükkânlar 1940’larda kaldırıldı. Meydan güzelce makyajlandı, çimenlikler ve çiçek tarhlarıyla süslendi –yine de meydandan çok içinden trafik geçen bir parka benziyordu. Medrese’de İnkılap Müzesi açıldı. Güneyinde modern bir sinema ile türünün ilk örneği olan düğün salonları inşa edildi. Bir zamanların Kulluk kahvelerinin civarındaki Küllük kahvesi başta olmak üzere pek çok kahvehane ve lokanta bu dönemden itibaren İstanbullu aydınlarla hevesli öğrencilerin buluştuğu yerler oldu. 1930’lardan ‘60’lara dek hemen her kesimden aydının ve aydın adayının meydan ya da çevresindeki mekânlardan birinde sohbetlere katılmışlığı vardı. Meydan 1922’den 1924’e, hayal edilemeyecek bir hızla askerden arınmış, sivilleşmiş, strateji ve jeopolitik sorunların tartışıldığı bir yer olmaktan çıkıp kültür meselelerinin tartışıldığı bir mekâna dönüşmüştü.

1940’lı yıllarda kuleden meydana bakış. Sağdaki medreseyi kuşatan küçük binalar 40’ların ikinci yarısında yıkılacak

Uğursuz yıllar: 1957-58

1950 yılındaki ikinci çok-partili seçimle iktidarı kazanan Demokrat Parti, bugünkü deyimle sıcak paraya, yani üretime değil stoklara ya da dış yardıma dayalı ekonomisiyle ülkede yedi yıla yakın göreli bir refah dönemi yaşattı. 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla tek-parti iktidarının Varlık Vergisi’yle giriştiği, ama tam yapamadığı, sermayenin “kökü dışarıda unsurlar”dan “milli  burjuvazi”ye transferi konusunda da önemli bir adım attı. Ancak, ekonomik göstergeler tehlike sinyalleri vermeye başladığında hem göz dolduracak hem de yıkım/inşa süreçleri üzerinden iktisadi hayata canlılık katacak dev bir imar hamlesi başlattı. Öncelikle İstanbul, tarihine yaraşır bir biçimde abad edilecekti.

Bu devasa hamlenin önündeki tek-parti dönemi kalıntısı en mühim engel daha önce, 1951’de kaldırılmıştı: 1933’te davetli bir proje yarışması sonucu İstanbul’un planlamasını yürütmek üzere görevlendirilen Fransız şehirci Henri Prost. 18 yıl kurduğu büroda uzun araştırmalar yapan, planlarını pek çok kez revize eden ve bu arada pek çok gencin uzmanlaşmasını sağlayan bu sonradan olma İstanbullu, “Memlekette İstanbul’u planlayacak Türk mimar kalmadı da, bu yabancıya mı elimiz mahkûm” eleştirisiyle hak etmediği bir biçimde kabaca görevinden uzaklaştırıldı. (Üniversitelerde çalışan Alman akademisyenler de aynı sıralarda benzer biçimde saf dışı bırakılıyordu).

1957’de büyük imar hamlesiyle İstanbul’un dört bir yanında yıkımlar başladı. Barbaros Bulvarı açılıyor, Boğaz sahili genişletiliyor, Sahil Yolu ile Eminönü-Unkapanı, Perşembepazarı, Vatan, Millet caddeleri ve sonradan E-5 adıyla anılacak olan Londra Asfaltı başta olmak üzere şehir dev bir şantiyeye dönüşüyordu…

İstanbul’u planlamak için elin Fransızından çok daha ehil oldukları iddia edilen Türk plancıların becerilerini gösterme fırsatı gelmişti. 1957’de büyük imar hamlesi duyuruldu ve İstanbul’un dört bir yanında yıkımlar başladı. Barbaros Bulvarı açılıyor, Boğaz sahili genişletiliyor, Sahil Yolu ile Eminönü-Unkapanı, Perşembepazarı, Vatan, Millet caddeleri ve sonradan E-5 adıyla anılacak olan Londra Asfaltı başta olmak üzere şehir dev bir şantiyeye dönüşüyordu. İlginç olan, bu projelerin çoğunun Prost’un imar planında daha insani ve tarihe saygılı ölçekte yer almalarıydı. Becerikli genç Türk plancıları ellerini korkak alıştırmamışlardı. Bayındırlık Bakanlığı, İller Bankası ve İstanbul Belediyesi harıl harıl tasarılar yaparak yıkıp yıkıp kurmakla meşguldü İstanbul’u. Tek bir otorite yerine, yaptıkları birbiriyle sağlıklı biçimde eklemlenmeyen bir dizi kurum şehri imar etmeye çalışıyordu. Tıpkı bugün olduğu gibi.

Beyazıt bu imar faaliyetlerinin odağına oturmuştu. Prost’un mevcut meydanı uygun bir toplantı mekânı haline getirip trafiği daha güneydeki cadde civarında izole etme yönündeki kavramsal önerisi de beğenilmeyenler arasındaydı. Peki bunun yerine ne yapılacaktı? Evet, günümüzden aşina olduğumuz bir eylem: Tarih ihya edilecekti.

Sedat Hakkı Eldem’in 1957-58’de hazırladığı, ilk inşaat başlarken uygulanacağı duyurulan projeye ait bir çizim (SALT Arşivi)

II. Mahmut’un yıktırdığı caminin dış avlu duvarı yeniden inşa edilerek Beyazıt tarihi kimliğine kavuşturulacaktı! Şaka değil, Beyazıt’ta kazı makineleri çiçek tarhlarına destursuz dalarken iktidar projeyi böyle açıklıyordu. Sahih ölçüler vermekten uzak bir suyolu haritasından başka bu duvarların sınırına dair hiçbir veri yoktu. Ne yükseklikte oldukları, kapıların nerede konumlandığı, dışındaki dükkânların aslında mı var olduğu, sonradan mı eklendiği gibi onlarca bilinmeyeni olan bir tarih diriltilecekti. Bir zamanlar yeniçerilerle anlamlı olan bu mekâna nasıl bir işlev yükleneceği belli değildi.

Bu ihya ve imar sürecinin ilgili kurumların arşivlerindeki belgelerden sağlıklı biçimde takibi hâlâ pek mümkün değil. Bu projenin dayandığı, gazete haberlerinde ve raporlarda adı geçen dönemin önde gelen mimarlarından Sedad Hakkı Eldem’in çizdiği kroki ve plan özel bir araştırma kurumu olan SALT arşivinde tasniften geçtikten sonra ancak yakın zamanda erişilir hale geldi.

Bir zamanların Kulluk kahvelerinin civarındaki Küllük kahvesi başta olmak üzere pek çok kahvehane ve lokanta İstanbullu aydınlarla hevesli öğrencilerin buluştuğu yerler oldu. 1930’lardan ‘60’lara dek hemen her kesimden aydının ve aydın adayının meydan ya da çevresindeki mekânlardan birinde sohbetlere katılmışlığı vardı.

Ancak basından takip edilebildiği kadarıyla, kısa sürede konu bu duvarın ihyasından da, Eldem’in projesinden de uzaklaşır. Meydanın kuzeyiyle güneyi arasındaki ciddi kot farkı tasarımcıların ve tasarımcı olmaya “teşvik edilen” hükümranların iştahını kabartmıştı. Meydan daha düz hale gelsin diye önce yüksekliği düşürülmüş, sonra kuzeyindeki binalar yüksekte kaldı diye doldurulmuş, derken dolgu beğenilmemiş, tekrar bir miktar indirilmiş, bir ara bu eğimin yapılacak bir yeraltı çarşısıyla düzeltileceği açıklanmış, hasıl-ı kelam koca meydan tam bir yazboz tahtasına dönmüştü. Çarşının yapılmasının caminin altında atıl duran mahzenleri değerlendireceği de söylenmişti –modern zamanda şehrin göbeğindeki mahzenler boş durmamalıydı, nitekim tam aynı dönemde Laleli Camii’nin mahzenine bütün itirazlara karşın bir çarşı yapılır ve camiyi bir panayır yerinin ortasında bırakan manzara işte böyle ortaya çıkar.

Bir başka komedi de, Vezneciler’den meydana girişe dair buradan geçen bir yöneticinin “Bu ne rezalet, nasıl olur da insanlar ve araçlar camiden daha yüksekte bir noktadan meydana girer, indirin burayı” demesiyle yaşanmıştı. Tarihi tepe tıraşlandı, meydan Şehzadebaşı ile hemzemin hale getirildi. Ama bu kez, insanlar ve araçlar iki yakasında binaların tünediği yedi-sekiz metre derinliğindeki bir hendekten geçerek meydana ulaşmak zorunda kalmıştı. Fuat Paşa Konağı / Eczacılık Fakültesi bu hendeğe yıkılacakmış gibi duruyordu. (Sonradan düzeltilen bu hata 2014’te dönemin büyükşehir belediyesi tarafından hortlatıldı.)

Menderes imarından sonra 1959’da Beyazıt: Şehrin ortasında bir otoyol kavşağı

Meydanın tamamlanması ihalesi sonunda tarihi yarımadada, gerektiğinde Süleymaniye’nin dibinde dinamit patlatarak “düzgün yollar” açmak için var gücüyle çalışan Karayolları Genel Müdürlüğü mühendislerine kalmıştı. Asıl işlevi otoyol yapmak olan bir kurum şehri imar etmekle görevli üç kurumun önüne geçmişti! Onlar da işlerini nasıl öğrendilerse öyle yaptılar. Homojen bir eğim oluşturup araç akışında çakışmayı minimuma indirecek bir otoyol kavşağı inşa ettiler. Kavşak zamanının tüm teknik gereklerine uygundu. Ama 1600 yıldır yaşayan bir yaya meydanının üzerine inşa edilmiş olması gibi küçük bir kusuru vardı. Meydanın güneyindeki bir noktadan camiye ulaşmak için sekiz şerit yol geçmek gerekiyordu. Bırakın dozere kurban gitmiş ve tarihe tanıklık etmiş çınarları, yeşillik sayılabilecek tek bir metrekare yoktu meydanda.

İş bittiğinde hükümranlar bile durumdan hiç memnun kalmamıştı. Bu tablonun nasıl düzeltileceği üzerine hızla kafa yormaya başladılar. Başlangıçta yapılması gereken şeye sıra ancak gelmiştir: Davetli bir proje yarışması. Ancak bu yarışmanın ilk sonucu kimseyi memnun etmeyince yarışma yenilenir.

Cumhuriyet döneminin ölümle sonuçlanan ilk öğrenci olayı Beyazıt’ta yaşandı. 28 Nisan olayları 27 Mayıs’a giden yolun köşe taşlarından biriydi. Darbenin ardından hükümet devrildi ve başbakan darağacına gittiyse de, bürokraside köklü değişimler olmadı. Beyazıt adı yerini halkın hiç benimsemeyeceği Hürriyet’e bıraktı.

İkinci yarışmayı kazanarak uygulamasına girişilen proje, o dönemde Türkiye’de sanat tarihi doktorası yapmış ilk mimar olan Turgut Cansever’e aittir. İlerleyen yıllarda bir Osmanlı-İslam mimarlığı romantizmi inşa edecek derin bir düşünce dünyasına sahip 38 yaşında bir mimardır Cansever. Meydanla ilgili yapabilecekleri, mevcut projenin tahribatlarını gidermeye yönelikti. Projesinin esası meydanı 1600 yıldır olduğu gibi yaya trafiğinin hâkim olduğu bir mekâna dönüştürmek, kentin içinde açılan devasa bir gediği insani ölçeğe geri döndürecek yapı bloklarıyla onarmaktı. Yayalaştırma Eldem’in projesinde de belirleyici unsurlardandı, ancak Cansever bundan çok daha fazlasına soyunmuştu. Meydanı yüzyılların toprak zeminine bir gönderme olarak tuğlayla kaplamayı önermişti. Osmanlı anıtlarının çevrelerindeki küçük ölçekli yapılar sayesinde görkemli göründüğünü vurgulayarak, 19. yüzyıl ortalarından kalma anıtsal yapıların etrafını açıp bir meydan ortasında bırakma anlayışına karşı duruyordu –Beyazıt’ta ve başka birçok meydanda bu yapılmıştı.

Uygulama başlarken cumhuriyet döneminin ölümle sonuçlanan ilk öğrenci olayı Beyazıt’ta yaşandı. 28 Nisan olayları 27 Mayıs’a giden yolun köşe taşlarından biriydi. Darbenin ardından hükümet devrildi ve başbakan darağacına gittiyse de, bürokraside köklü değişimler olmadı. Beyazıt adı yerini halkın hiç benimsemeyeceği Hürriyet’e bıraktı. Şehrin imarıyla görevli kurumlardan ikisinin, İstanbul Belediyesi ve Bayındırlık Bakanlığı’nın üst düzey yöneticileri bu projeye savaş açıp ağır eleştiriler getirdiler, bir yandan da uygulama sorumluluğunu da üstlenen Cansever’e karşı bitmek bilmez ayak oyunları yapmaya devam ettiler. Cansever sonunda istifasını vererek görevden çekildi.

28 Nisan 1960: Protesto gösterisine katılan öğrencilerden Turan Emeksiz polis tarafından vurularak öldürüldü

Proje inşa edilebildiği noktadan biraz geri çekilerek ve bütün insani ince ayrıntılardan soyutlanarak alelacele tamamlandı. Aslında büyük bir kazanım elde edilmiş, araç trafiği meydandan çekilmişti. Buna karşılık tuğla yer döşemeler “Burası Moskova mı, Kızıl Meydan mı inşa edilecek İstanbul’un göbeğine?” diye iptal edildi. İncelikle hazırlanmış eğimlerin betonları kırılıp tek ve hatalı bir eğim üzerine kaba granitten bir döşeme yapıldı. Caminin etrafına yapılması planlanan 3 ila 6 metre yükseklikte, dış formuyla eskiyi, ama tüm ayrıntılarıyla yeniyi yansıtan binalarCamiyi kapatırlar” diye yapılmadı, yerlerine dikilen ağaçlar 25-30 metre yükseklikte yeşil bir duvar halinde camiyi gözlerden saklıyor şimdi. Ya da inşa edilecekleri yerler açık otopark olarak kullanılıyor. Bunlar en çarpıcı ayrıntılar, bir makale konusu olabilecek çok daha fazlası var.

Beyazıt Meydanı’nın 1950’li yılların ortalarında başlayıp on yıl kadar süren yeninden inşa süreci, Türkiye’deki imar, planlama, mimari uygulama alanlarının nasıl işlediğine ve bu alanlarla bürokrasinin ilişkisine dair mükemmel bir vaka örneğidir.

1950’li yılların ortalarında başlayıp on yıl kadar süren Beyazıt Meydanı’nın yeninden inşa süreci, Türkiye’deki imar, planlama, mimari uygulama alanlarının nasıl işlediğine ve bu alanlarla bürokrasinin ilişkisine dair mükemmel bir vaka örneğidir. Yöneticiler büyük bir proje hayal eder, bunun için yıldız mimarlara gidilir, onların tasarımları tatmin edici gelmezse yabancı uzmanlar devreye sokulur, parası neyse verilip projeler yaptırılır. Ancak nihai kararları verenler bu tasarımcılar ya da uzmanlar değildir. Bürokrasinin şu ya da bu kademesinde, yeterli lobi ve yaptırım/engelleme gücüne sahip olanlar bu projeleri gönüllerince değiştirebilir, direnen olursa ayağı kaydırılır. Yöneticiler/bürokratlar bir şekilde sonuçtan memnun kalmadığında, “aman usûlüne uygun, hatta şeffaf şekilde yarışma açarak yapalım” demeleri de işten değildir. Zira bu medeni usûllere başlangıçta uyar gibi görünseler de, yine bildiklerini okumalarını engelleyecek hiçbir mekanizma yoktur.

1958’de Kapalıçarşı’da çıkan yangınla bu büyük ticaret merkezi devre dışı kalınca, meydanın güneyindeki dev konak arazilerindeki Suriçi’nin ilk modern alışveriş merkezi hızla tamamlandı: Beyaz Saray Çarşıları. Dükkânsız kalan Çarşı esnafı tamir bitinceye dek burada yer buldu. Binanın büyük hissedarı tanıdık bir isimdi: Turgut Yılmaz, yani 1991, 1997 ve 1997-99’da üç kez başbakanlık yapan merkez muhafazakâr siyasetin “harika çocuğu” Mesut Yılmaz’ın babası. Bu çarşı da, meydandaki inşaatlar da çevrenin meskûn mahal olmaktan çıkıp ticarileşmesinin dönüm noktası oldu. 1960’ta Bakırcılar’da bile apartmanlarda oturulan Beyazıt, yirmi yıl içinde salt bir ticari semte dönüştü.

Çarşı onarıldıktan sonra esnaf dükkânlarına geri dönünce, Beyaz Saray muhafazakâr ve İslami entelijansiyanın yayın merkezi halini aldı. Ancak, muhafazakârlığıyla tanınan mal sahipleri burayı daha kazançlı bir yatırıma dönüştürmek için 2000’lerin ortalarında kitapçılar çarşısını yok ederek binayı lüks bir otele dönüştürecekti. 

Meydan durur, devran döner

1970’li yıllar öğrenci olaylarıyla geçti. Marmara kahvesiyle bitişiğindeki bahçede ihya edilen Küllük kahvesi MHP taraftarlarının karargâhı olduğu için meydan adeta kuzey-güney olarak ikiye bölünmüştü. 16 Mart 1978’de ülkücülerin düzenleyeceği istihbaratı önceden edinilen ve yedi öğrencinin öldüğü, 41’inin de yaralandığı bombalı saldırı –ya da provokasyon– olayların doruk noktalarından biriydi. Öğrenciler üniversitenin merkez kampüsünü işgal etti. DİSK iki gün iş bırakma eylemi yaptı. Öğrenciler birkaç gün sonra dev bir yürüyüşle kampüsü tahliye ettiler. Olayla ilgili davanın bir özelliği de kontrgerillaya karşı açılmış tek dava olmasıydı. Kaderin bir cilvesi olarak Ergenekon davasının başladığı gün, Yargıtay zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle 16 Mart davasının düştüğüne dair kararını açıkladı.

Turgut Cansever’in 1960’ta uygulanmaya başlayan projesinde meydan insani boyutlarına tekrar kavuşuyordu, ancak yarım kaldı

1980 darbesinden sonraki asker belediye başkanı, belediye görevlilerinin ifadesiyle, “illet olduğu” set duvarlarını tıraşlatarak peyzajı kendince yumuşattı. Ama aynı başkan “tarihi kimliği geri kazandırmak” bahanesiyle dökme demirden 19. yüzyıl işi direkler diktirip, meydanın ortasında eski havuzu andıran gedikler açarak içine dev gül tarhları inşa ettirdi. Semahat Acuner’in eseri olan ve Türkiye’de cumhuriyet döneminde polis kurşununa kurban giden ilk öğrencinin anısına, vurulduğu yerde 1963’te dikilen Turan Emeksiz Anıtı 1985’te yaya trafiğini engellediği gerekçesiyle meydanın gözden uzak bir köşesine sürgün edildi.

Cansever’in külliyeye bir ihanet olarak kabul ettiği, kervansaray bahçesine inşa edilmiş Jandarma Dairesi/Dişçilik Mektebi’nin yıkımı yarım kalmıştı. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin yer ihtiyacını gidermek için çok daha yaratıcı ve çevreye saygılı bir proje yapılabilecekken bina sıfırdan inşa edilerek hortlatıldı. 1980’de inşaatına başlanan binanın kalitesi her nasıl idiyse, 1999 depreminden sonra depreme karşı takviye edilmesi yıllarca sürdü. Muhafazakâr çevreler, 15. yüzyıl külliyesine tecavüz edilerek yapılmış ve çevresiyle hiçbir üslûp birliği endişesi taşımayan bu yapının hortlatılmasını sevinçle karşıladı.

Haliç ve Tarlabaşı yıkımlarıyla hatırlanan 1984-89 döneminin belediye başkanı Bedrettin Dalan 1987’de, meydana “tarihi” niteliğini geri kazandırmak üzere –hiç olmazsa– bir proje yarışması açtı. Aynı sırada Üsküdar ve Taksim meydanları için de yarışmalar açıldı, projelerle maketleri sergilendikten sonra kazananlar açıklandı. Ne var ki, bu projeler de rafa kaldırıldı. Kazanan Beyazıt projesi Cansever’in tarihle sıkı sıkıya ilişkili, ama gayet güncel tasarımına kıyasla, meydanın güneyini kuşatan revaklarıyla ve arabesk motiflerden esinlenmiş havuzuyla oryantalist bir tarihi film dekorunu çağrıştırıyordu. 

İÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi binasında yakın zamanda yapılan “depreme dayanıklılık” testleri büyük olasılıkla bu binanın ölüm fermanının kılıfı olacak. Belli ki, yüksek mevkilerde Beyazıt Meydanı’nı etrafındaki cumhuriyet dönemi anıtlarıyla birlikte sıfırlayarak, burayı yeni Türkiye’nin ruhunu yansıtan bir kentsel ve akademik odak olarak sil baştan inşa etmeye yönelik bir irade söz konusu. 

1989’da Doğu Bloku’nun çökmesiyle meydan müthiş bir açık pazara dönüştü. Yağmalanan Sovyet malları ve onları getiren eski Sovyet vatandaşları burada “son tüketici”yle buluştu. Neler yoktu meydanda satılan: klasik müzik plaklarından Orta Asya dokumalarına, vidaları ters yönde dönen su motorlarından porselen yemek takımlarına, ne idüğü belirsiz kavanozlar dolusu kimyasal maddeden kalpağa, 1930’ların teknolojisiyle üretilmiş elektrikli aletlerden asker teçhizatına, bazısı akla bile gelemeyecek binlerce çeşit ürün… İstanbul’un bu yeni misafirleriyle başlayan bavul ticareti dalgası, semtte kalan son konutları da silip süpürdü, merdiven altları bile astronomik rakamlarla kiralanır oldu. Fuhuş sektörü patladı. Sonrası malûm.

Aynı dönemde, meydan başörtüsü eylemleriyle İsrail karşıtı gösterilerin mekânı oldu. Eylemler genellikle cuma namazından sonra başlar, bayraklar yakılır, sloganlar atılır, bazen polis müdahalesiyle biterdi. Başörtü eylemleri yıllarca sürdü, ikna odaları burada kuruldu. Beyazıt Meydanı bu gösterilere belli çerçevede müsamaha gösterilen bir mekân oldu.

Ağustos 1997’de Cansever’le görüştüğümde, dönemin büyükşehir belediye başkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisine gösterdiği saygıdan ve düşüncelerine verdiği önemden bahsetmişti. Topkapı’daki kavşak ve Fetih Parkı düzenlemeleri için İBB’nin kendisine danışmanlık teklif ettiğini, hazırladığı proje taslaklarının beğeniyle karşılandığını, Erdoğan’ın onu bizzat ziyaret ederek dinlediğini, ancak sonradan nazikçe devre dışı bırakıldığını ve projenin kendi taslağıyla hiçbir ilgisi kalmadığını anlattı. Bu durumu da, çevresini kuşatanların onu izole etmesiyle ve onun adına karar vermiş gibi davranmalarıyla açıklıyordu.

1987’de çekilmiş bir hava fotoğrafında meydan ve çevresindeki üniversite kampüsü

Gezi’den sonra Beyazıt

Beyazıt, İstanbul’un başka pek çok eski meydanı gibi, 1980 darbesi dönemini izleyen otuz küsur yıl boyunca –eski adına resmen geri kavuşması dışında– ciddi herhangi bir bakım ya da onarım görmedi. Ancak, yöneticiler muhtemelen Taksim Meydanı ve Gezi ile aynı sıralarda burayla ilgili yeni projeler yapmaya yöneldi. 2014’te Bakırcılar-Vezneciler arasındaki yeraltı geçidinin yükseltilerek yenilenmesine girişildi. Cansever projesinden artakalan nadir unsurlardan biri olan üniversite kapısı önündeki merdivenler bu sırada ortadan kaldırıldığında uzman kesimler seslerini yükseltti, neyse ki yıkılan merdivenler aslına uygun olarak yeniden inşa edildi.

Ancak, bu inşaat yürürken AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi yeni bir kentsel düzenleme projesi siparişi vermişti, inşaat biterken de basına duyuruldu. Proje, Sedad Hakkı Eldem’in 1958 tarihli projesinden ciddi esintiler taşımakla birlikte, Gezi’deki kışlanın hortlatılmasının aksi bir tutumla, Eldem projesindeki caminin dış avlu duvarlarının ihyasına girişmiyordu. Bu projelerin ortak noktasının meydanın tarihinde herhangi bir özlemle anılmayan 20. yüzyıl başlarındaki haline yeni bir yorum getirmek olduğu söylenebilir: Bu tasarımlar üniversite kapısında dik olarak ana caddeye uzanan devasa bir aksın etrafında kurgulanmıştır, böylece külliyenin tüm unsurları ikinci planda bırakılmıştır. Caminin bir kenara itildiği bu projenin muhafazakâr bir iktidar döneminde nasıl etkiler altında şekillendiğini umarım bir gün öğrenmek mümkün olur.

Bu proje çerçevesinde, 2017 ortalarında üniversite kapısının önüne dev basamaklı rampaların inşasına başlandı. 2016’daki “darbe girişimi”nden yaklaşık bir yıl kadar sonra dönemin AKP’li büyükşehir belediye başkanı apar topar istifa ettirildikten sonra yerine atanan Başakşehir belediye başkanının ilk işlerinden biri bu tuhaf projeyi durdurmak oldu. Belli ki bu proje, resmi duyurularında “yüksek mimar” unvanını kullanmayı sektirmeyen ve İstanbul’da iz bırakacak projelerle gündemde kalmayı seven sabık başkanın dışında pek kimseden takdir görmemişti. Projeyle aynı sıralarda başlayan cami restorasyonu dolayısıyla meydan şimdilik bir şantiye görünümünde.

Bu proje ısmarlanırken İstanbul Üniversitesi rektörlüğü meydanın güneybatı köşesinde, medrese ile hamam arasında bulunan merkez kütüphanesinin yapısal sorunlar ve depreme dayanıklılık gerekçeleriyle yıktırılarak yerine modern bir kütüphanenin inşa edileceğini duyurdu. 1957-58 imarlarından sonra buradaki mahalleden geriye kalan arsalar üniversiteye tahsis edilmiş, sonra bir proje yarışması açılarak 1964’te kurgusuyla modernist ruhu gayet iyi yansıtan, dış görüntüsüyle ise arasında yer aldığı 15. yüzyıla ait iki anıtsal yapıyla yarışmaya ya da iddialaşmaya girmeyen bir tasarım seçilmişti. Ne var ki bu tasarım da Cansever’in meydanı gibi yarım yamalak uygulandı. İnşaatı 1970-85 arasında süren, ancak üniversite yönetiminin çalışma salonu ve kitap deposuna indirgediği bu bina elden geçirilip doğru ve çok daha verimli biçimde kullanılabilecek durumdaydı. Buna rağmen, tıpkı şehirdeki pek çok eğitim ve kültür binası –pek çok okul binası ve AKM– gibi, son on yılda depreme dayanıklılık bahanesiyle ortadan kaldırılarak ortak bellekten silinen yapıların arasına katıldı.

Beyazıt 2015: Topbaş döneminde başlanan proje. Sedat Hakkı Eldem’in 1957-58 tarihli projesiyle (üstte) karşılaştırınız

Meydanın batısında yer alan ve 1940’lı yılların başında tasarlanıp inşaatı 1947’de tamamlanan İÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi binasında yakın zamanda yapılan “depreme dayanıklılık” testleri büyük olasılıkla bu binanın ölüm fermanının kılıfı olacak. Belli ki, yüksek mevkilerde Beyazıt Meydanı’nı etrafındaki cumhuriyet dönemi anıtlarıyla birlikte sıfırlayarak burayı yeni Türkiye’nin ruhunu yansıtan bir kentsel ve akademik odak olarak sil baştan inşa etmeye yönelik bir irade söz konusu. 

Yine 2015’te, daha önce meydanın gözden uzak bir köşesine sürgün edilen Turan Emeksiz anıtının etrafı demir perdelerle çevrildi. Bundan bir ay önce de Emeksiz’in bir dönem Milli Türk Talebe Birliği olarak da kullanılan Cağaloğlu’ndaki eski Eminönü Halkevi’nin önünde bulunan büstü kayıplara karıştı –Halkevi binasının rövanşını almak Birlik Vakfı’na nasip olmuştu. 1960’lı, 70’li ve 90’lı yıllarda şehre dikilen pek çok modern heykel ya kayboldu, ya saldırıya uğradı ya da sürgün edildi, ama şiddetle muhtemel ki, iktidar sahipleri bu anıtın ve büstün devlet eliyle uygulanan şiddeti hatırlatmasından dolayı, onları gözden uzak tutmak için elinden geleni yapıyor.

Makro ve mikro düzeylerdeki bu bellek silme süreci yavaş ama emin adımlarla ilerlerken 2019’un ağustos ayında, İstanbul’un CHP’li yeni büyükşehir belediye başkanı beklenmedik bir hamleyle, Beyazıt Meydanı’nın Turgut Cansever’in projesi esas alınarak düzenleneceğini duyurdu. Ülkemizde alışık olmadığımız bir durum olduğunu teslim etmek gerek. Ancak, henüz bu duyurunun ötesinde bir adım atılmış değil, ilk projenin akıbetinin tekrarlanması için zemin ve zaman ne yazık ki gayet müsait. Tıpkı ortak bellekten silinmeyi bekleyen –ya da silinen– yapılarla anıtlar gibi, meydanı çevreleyen mahalleler de uzunca bir süredir geleceği belirsiz, hatta karanlık bir ticaret ve konaklama merkezi olarak meçhul kaderlerini bekliyor.

^