Malcolm McLaren: (New York Dolls ve Sex Pistols’ın menajeri) Punk istikbalin kuşağıdır. Onlarla gurur duyacağız. Bu bir sınıf savaşı.
Jon Savage: (rock eleştirmeni) 1976 yazı, alâmetlerin belirdiği günlerdi. İngiltere’deki kriz, Stuart Hall’a göre, “frenleri patlamış kapitalist resesyonun, olağanüstü yüksek enflasyonla, yaşam standartlarındaki erozyonla ve çalışan sınıfların sermayeye kurban edilmesiyle eklemlenmesiydi”. Haziran ayında işsizlik 1.5 milyona, aktif işgücünün yüzde 6.4’üne çıkmıştı. Bu, 1940’tan bu yana en yüksek orandı. Temmuz ayında, Hazine, Başbakan Denis Healey’e kamu harcamalarını kısması için uyarıda bulunmuştu. Piyasaların güvenini kazanmanın başka çaresi yoktu. 1977 ve 1978 bütçelerinden yapılacak bir milyar pound’luk kısıntının bile krizi aşmaya yetmeyeceği görülünce, Britanya hükümeti eylül sonunda IMF’nin kapısını çalmak zorunda kalmıştı. Her ne kadar uluslararası bir kuruluş olsa da, IMF’nin yönetimi muhafazakâr Amerikalıların elindeydi. Ve IMF yönetimi sosyalist eğilimli hükümetlerden hoşlanmıyordu.
Joe Strummer: (The Clash) “I’m So Bored With The USA”in (Gına geldi ABD’den) sözleri şimdi bile pek fena gelmiyor. Diktatörler hakkındaki gerçeğin önemli bir kısmını ifade ediyor: “Yankee doları dünyanın diktatörlerine dikte ettiriyor.”
Jon Savage: 1977’nin ilk aylarında cazibe merkezi punk’tı, tıpkı 1980’lerin sonuna doğru rap ve house’un olduğu gibi. Müzik endüstrisi “alt”tan gelen tazyike cevap vermek zorundaydı. Bir grup kurmakla plak sözleşmesi yapmak arasındaki süre müthiş kısalmıştı. Gruplar daha ilk konserlerinde basında yer alıyorlar, ikinci konserlerinde plak sözleşmesi imzalıyorlardı.
Nick Kent: (rock eleştirmeni) Malcolm McLaren’la ilk karşılaşmam, King’s Road’daki Granny Takes A Trip adlı dükkânda oldu. Tweed ceketli, meşin pantolonlu, kravatlı, kıvırcık saçlı, biraz asabi bir tipti. New York Dolls hakkında “Elveda Androjeni” diye bir yazı yazmıştım. Glam rock’un geri teptiğini, çünkü her fırça sakallı gerzeğin makyaj yapıp ortaya çıktığını, gay olmayanların gay pozu yapmayı bırakıp yeniden gençliğin gerçek hayatlarıyla, sorunlarıyla irtibatlı şarkılar yazmaları gerektiğini söylemiştim. Bowie işi sulandırmaya başlamış, Bryan Ferry, Gatsby tribine girmişti. Geriye sadece Dolls kalmıştı. Malcolm yazıyı çok beğendiğini söyledi ve yakınlaştık. 1963’le 1974 arasında olup bitenleri virgülüne kadar öğrenmek istiyordu.
Malcolm McLaren: Yeni bir şey yapmak istiyordum, geçmişe dair hiçbir şeye katlanamıyordum. Siyah renge ve özgün dizayna ağırlık veren bir butik açmaya karar verdim. King’s Road’daki dükkânda, normalde fetiş malzeme olarak satılan seksi kıyafetleri, gündelik sokak kıyafetleri olarak sunmayı kafaya koymuştum.
Vivienne Westwood: (McLaren’ın ortağı, modacı) Sex’in temel amacı şu: insanların fantezilerini gerçekleştirecek ve kendilerini değiştirecek özgüveni kazanmalarına ilham kaynağı olmak. Bu butikle aslında siyasi bir beyan yapıyoruz ve sisteme darbe vurmayı hedefliyoruz.
70’lerin başında, kültürü ters yüz etmemiz gerekiyordu. Zira, uyuşturucuların etkisinden ayıldığımızda, gezegenin metalaşması kapıdaydı. Punk rock, kariyerizme ve ticariliğe karşı bir tavırdı.
Jon Savage: McLaren, İngiliz rock’n’roll’unun duayeni Larry Parnes’a hayrandı, onu örnek alıyordu. 1950’lerin sonlarında Larry Parnes, harikulâde isimler verdiği şarkıcıları ambalajlayıp piyasaya sürmüştü: Billy Fury, Duffy Power, Dickie Pride, Johnny Kidd…
Nick Kent: Malcolm, Johnny Kidd’in kendi kuşağını Dylan’dan daha fazla etkilediğini söylüyordu. İşçi sınıfı kökenli, kendini ifade etmekten aciz rock starı mitolojisine tutkuyla bağlıydı.
Malcolm McLaren: Steve Jones olmasaydı, Sex Pistols olmazdı. Steve, Dickens’ın romanlarından fırlamış bir sokak çocuğuydu. Larry Parnes ve Bill Fury ikilisi gibiydik. T.S. Eliot ya da Gene Vincent üzerine konuşmuyorduk, ama birbirimizi çok iyi anlıyorduk.
Steve Jones: (Sex Pistols) Skinhead’dim. Maçlara giderdik, Queens Park, Chelsea, Fulham; maç seyretmezdik, kavga çıkarırdık.
Jon Savage: Steve Jones’un babası eski bir boksör, annesiyse kuafördü. Hınzırdı, muzipti, ama okuması yazması yok denecek kadar azdı. Ne öğrendiyse, sokaklarda öğrenmişti. Mahalle arkadaşları Paul Cook ve WalIy’yle (Warwick Nightingale) birlikte grup kurmaya çalışıyordu. Cook, Pistols’ın davulcusu olacaktı, Wally’nin kaderiyse Beatles’ın Pete Best’ine benzeyecekti.
Warvick Nightingale: Steve, Rod Stewart olmak istiyordu. King’s Road’a takılıyorduk, çünkü Faces, Bowie, Bryan Ferry giysilerini oradan alıyordu. Steve o dükkânlardan giysi araklıyordu, çünkü aynen Rod Stewart gibi giyinmek istiyordu.
Glen bana Beatles şarkılarını öğretiyordu, oysa o şarkılar beni hiç ilgilendirmiyordu, ilgilendirse bile beceremeyeceğim ortadaydı. Dolayısıyla aramızda bir çatışma vardı. Ayrıca, dediği gibi çalabilsem, bizi biz yapan sound ortaya çıkamazdı.
Syl Sylvain: (New York Dolls) Aslında Sex Pistols benim grubum olacaktı. Malcolm dükkânına takılan çocuklardan söz etmiş, “seninle birlikte çalmak istiyorlar” demişti. Fakat o arada yeni menajerimiz Dolls’a bir Japonya turnesi bağlamıştı, 30 bin dolar alacaktım. Bu, o güne kadar duymadığım bir rakamdı. Ama sonuçta yanlış yapmış oldum.
Jon Savage: John Lydon’ın hemen dikkati çeken bir karizması vardı. Kısa yeşil saçları, berduş hali, “Pink Floyd’dan nefret ediyorum” yazan tişörtüyle, Richard Hell – Uriah Heep kırması gibiydi.
John Lydon: (Sex Pistols) Sex, herkesten farklı bir şey yapıyordu. Vivienne beni büyülemişti… King’s Road’a milleti gıcık etmek için giderdik. Başka yapacak ne vardı ki? Ortalıkta uzun saçlı herif ve Roxy Music giysileri kaynıyordu. Küt ve sıkıcı insanlardı. Her şeyden sıtkım sıyrılmıştı. Eskiden benim de saçlarım uzundu, omuzlarıma kadar. 14 yaşındayken insana isyankârlık gibi geliyordu. Okuldan atılmamın sebeplerinden biri de uzun saçtı. Bir katolik okuluna gidiyordum. Bence bütün katolik okulları kapatılmalı. Nefreti orada öğrendim. Geleneğin ne olduğunu, kültür dediğimiz şeyin zırvalığını da orada gördüm. Din dersleri işkence gibiydi. Sonunda müslüman olmak istediğimi söyledim, din derslerinden yırtmak için. Okulda bana Hell’s Angel derlerdi, annem-babam yoksul olduğu için okul üniforması alamıyorlardı, ben de blucin-tişörtle gidiyordum. Yağmurlu günlerde de meşin ceket giyiyordum, Hell’s Angel lafı oradan çıkmıştı. 1972’de Scala’da Iggy ve Stooges’ı seyretmiştim. Iggy’yi pek seven yoktu o zamanlar, ben seviyordum. O yıl okuldan kovuldum. Finsbury Park’taki reggae barlarına takılmaya başladım. Saçlarım uzundu hâlâ. Birtakım ıvır zıvır işlerden sonra, ‘73’te sanat okuluna girdim. Sid’i orada tanıdım. O zamanlar da pozcuydu. Adı John Simon Ritchie’ydi, Sid ismini ben taktım, pet hamster’ımdan ötürü. Vicious sonra geldi, Lou Reed’in şarkısından. ‘75’te evden kovuldum, saç yüzünden. Herkes uzun saçlıydı, bir gün lanet olsun deyip kısacık kestirdim ve yeşile boyadım. Marul gibi olmuştu. Peder o halimi görünce, “çık git bu evden” dedi, “bir daha da gelme”. Ben de Sid’in evine yerleştim.
Malcolm McLaren: 70’lerin başında, kültürü ters yüz etmemiz gerekiyordu. Zira, uyuşturucuların etkisinden ayıldığımızda, gezegenin metalaşması kapıdaydı. Punk rock, kariyerizme ve ticariliğe karşı bir tavırdı. Plak şirketlerinin temsil ettiği şeyin zıddıydı punk felsefesi; alternatif bir hayat tarzıydı. Plak şirketleri olup bitene akıl erdiremiyordu. Ama ben onlar gibi fildişi kulede değildim. Olup biteni biliyordum, çünkü gözümün önünde cereyan ediyordu: Butiğim, kendisine kimlik arayan, ama bu kimliği gidip büyük mağazalardan satın almak istemeyen yeni kuşağın bireyleri için bir buluşma yeri olmuştu. Topu topu 25 kişiydik. Ama o 25, 25 bin oldu, 250 bin oldu, iki-üç yıl içinde iki milyona ulaştı. Başlangıçta da, nihayetinde de müzik endüstrisine ilgi duymadım. Ama, DIY –Do it yourself (Kendin pişir) kültürünün promosyonunu yaptım. Ve bence son savaştan bu yana en tesirli olay DIY kültürüdür.
Gözlerindeki ifade, büyük bir grup olacaklarını söylüyordu. Ertesi gün Bazooka Joe’dan ayrıldım. Pistols, benim de çalabileceğim basitlikte şarkılar söylüyordu. Kendi grubumu kurmaya karar verdim.
Jah Wobble: (Killing Joke) King’s Road’un revaçta olduğu günlerdi. Oraya ilk takılan, McLaren’la da ilk tanışan Sid’di. Sex tayfasını John’la tanıştıran da oydu. Grup kurma fikri ortaya çıktığında Sid, Portobello’da seyyar tezgah açmıştı.
Jon Savage: McLaren, Bernie Rhodes’un tavsiyesiyle, Lydon’a Pistols’a katılmasını teklif etti. Steve Jones’un gitarı fena değildi, ama şarkıcılığı berbattı. McLaren, grubun lokomotifi olabilecek bir solist arıyordu. Lydon teklifi reddetti, McLaren ısrarla provaya davet etti.
John Lydon: Çok şaşırmıştım, “ben keman çalıyorum” gibi bir cevap vermiştim. Müzik dünyasının, her ne kabiliyetim varsa, ona bir kanal olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Jon Savage: 1975 sonbaharında müzik sanayii, sosyo-kültürel müzik yapmak isteyen yeni gruplara sempati duymuyordu. İngiltere müzik piyasasının yüzde 60’ı altı çokuluslu şirketin elindeydi. Pistols’ın kurulduğu günlerde, 1975’in sonlarına doğru, müzik sanayiinin gözdesi, ‘74 Eurovision birincisi Abba’ydı. isveçli topluluk, son elli yılın sentetik Amerikan kültüründen türettiği şarkılarını İngilizce –popun esperantosu– söylüyordu. Popüler müzik, Abba’vari şarkılar ve büyük grupların stadyum konserleri arasına sıkışmıştı. Genç müzisyenler için pub’lar dışında pek fazla bir seçenek kalmamıştı. 1975 sonbaharında, bu kapıyı Dr Feelgood açtı ve The Stranglers, Eddie & The Hot Rods ve Strummer’ın 101’ers’ı gibi yeni kuşak gruplar o kapıdan sökün etti.
Paul Cook: (Sex Pistols) Elimizi çabuk tutmamız gerektiğini farkettik. Dipten gelen bir dalga vardı, bir sürü insan grup kuruyordu. Bir şeylerin olacağı hissediliyordu.
Jon Savage: Grubun adı Sex Pistols oldu, Lydon’sa çürük dişlerinden ötürü Johnny Rotten. McLaren, Larry Parnes’ın müstear isim anlayışını tersyüz ediyordu, “Çılgın” değil “Çürük”, “Seksi Tabancalar” değil, “Seks Tabancaları”. Hareketin adıysa, ‘75 eylülünde New York’ta konacaktı.
Legs McNeil: (rock eleştirmeni) Dergiye isim arıyorduk, John’a (Holmstrom) “neden punk olmasın?” dedim. O sıralarda televizyonda Kojak ve Baretta gibi popüler polis dizileri vardı. Polisler suçluyu yakaladıklarında, “seni pislik, seni punk” derlerdi.
Jon Savage: Punk hareketi birçok öğeyi bir araya getiriyordu. Ramones’in çizgi roman niteliği, Talking Heads’in üslûpçuluğu, Suicide’ın posta koyan tavrı, Blondie’nin 60’lardan yadigar edası, Tom Verlaine ve Richard Hell’in “yüzyıl sonu romantizmi” bunlardan bazılarıydı. İlk sayısının kapağına Lou Reed’i koyan Punk dergisinde, Patti Smith’le Rimbaud, Television’la Gerard de Nerval ve Richard Hell’le Nietzsche üzerine söyleşiler yer alıyordu.
Mary Harron: (rock eleştirmeni) Legs’in Punk’ta Richard Hell’le yaptığı harika bir söyleşi var. O günlerin havası çok iyi dile getiriliyor: İnsanlar olumsuz şeyler söylemek istiyorlardı. Atmosferde nihilizm vardı, ölüm arzusu… Her şey çözülüyor, iflas ediyor, şehir çatırdıyordu. Yine de neredeyse mistik, harikulâde bir duygu vardı.
İlk zamanlardaki seyirciler bulvar gazetelerinin klişeleri gibi değildi. Travolta tipleri vardı, süslü püslü Roxy Music’çiler vardı, çizmeli, motorlu tipler vardı. Ve bir sürü kız. Punk olayı, kızların utanacak bir şeylerinin olmaması demekti. Herkesin ve her şeyin harmanlanmasıydı.
Jon Savage: Sex Pistols’ın ilk defa sahneye çıktığı hafta, David Bowie’nin altı yıllık Space Oddity’si listelerde bir numaraya çıkmıştı.
Malcolm McLaren: Stooges ve David Bowie’yi dükkândan kovmuştum. Bir boka yaramaz hippi güruhu gibiydiler.
Simon Barker: Hepimiz şu veya bu şekilde Bowie ve Roxy görüntüsündeydik. Siouxsie’nin göz makyajı Otomatik Portakal’ın uzantısıydı. Saçını ilk boyayan da oydu. Sonra biz de boyamaya başladık.
Gavin Martin: Sex Pistols, ilk kez 6 Kasım 1975’te St. Martin’s Art School’da sahneye çıktı. O konser ve sonrakiler hep kaotik ve anarşizan bir manzaraydı.
Paul Cook: Sonradan efsane haline gelen o ilk konser yirmi dakika sürdü. Tepeden tırnağa kaostu.
Johnnny Lydon: Tek bir alkış olmadı.
Paul Cook: Çok saldırgandık o zamanlar. Bu da insanların pek hoşuna gitmiyordu.
John Lydon’la sitüasyonistler ve anarşistler hakkında birçok şey konuşmuştuk. Sex Pistols, sol politikaların topluma ulaştıramadığı mesajlar için mükemmel bir vasıtaydı.
Gavin Martin: Glen Matlock, New York Dolls albümlerinin eşliğinde gitarı sökmeye çalışan Steve Jones’a bildiklerini öğretmeye çalışıyordu, ama bunlar Steve için fazla rafine kaçıyordu.
Steve Jones: Glen bana Beatles şarkılarını öğretiyordu, oysa o şarkılar beni hiç ilgilendirmiyordu, ilgilendirse bile beceremeyeceğim ortadaydı. Dolayısıyla aramızda bir çatışma vardı. Ayrıca, dediği gibi çalabilsem, bizi biz yapan sound ortaya çıkamazdı. Glen, ukala herifin tekiydi.
Julian Temple: Sex Pistols’la ilk karşılaşmam çok acayipti. Sinema okulunda öğrenciydim ve beş dakikalık bir kısa film ödevi hazırlamam gerekiyordu. Aklımdan The Kinks veya Small Faces’la ilgili bir şey yapmak geçiyordu. Bir gün rıhtımda dolaşırken, bir depodan Small Faces’ın bir şarkısının geldiğini duydum. Kapı açıktı, içeri girdim, merdivenleri çıktım. Çok çarpıcı bir görüntüyle karşı karşıyaydım: Görüntüleri, tavırları çok etkileyiciydi. Rotten daha gelmemişti, şarkıyı Steve söylüyordu, yine de gerçek bir karizmaları vardı. Onları daha sonra Central School of Art’taki konserlerinde seyrettim. Etkileyici olan sadece grup değildi, fanları da bir o kadar çarpıcıydı. Şok edici bir görüntüleri vardı, üniforma gibi değildi, tek biçimli değildi, her birinin façası başkaydı. Ve grupla fanları arasında teatral bir ilişki vardı.
Johnny Lydon: Hot Rods, Marquee’de çalıyordu, bir gece (12 Şubat 1976) bir plak şirketine görücüye çıkacaklardı, namımız duyulmaya başlandığı için bizi de davet ettiler.
Neil Spencer: (gazeteci) NME adına oradaydım, kulüp yarı yarıya boştu. Pistols moher sveterleri, kirpi saçlarıyla çok özgündü. Onlara benzeyen kimse yoktu. Seyirciler onlara bağırıp çağırıyordu, onlar da aynen karşılık veriyordu. Müzikal olarak heyecan verici ve karizmatiktiler. Sohbet ederken, sonradan ünlenen o lafı ettiler: “Bizim mevzumuz müzik değil, kaos.”
Pistols’ın nihilizmi yıkıcı, Clash’inkiyse yapıcıydı. Yıkıcılık ve yapıcılık el ele gider zaten, insanın kafasını duvara vurması yeterli değildir, niye vurduğunu bilmesi gerekir. Anarşi hakkında biraz okumuştum, Bakunin “yıkıcılık yaratıcı bir duygudur” diyordu.
Adam Ant: Sex Pistols’ın ilk konserinde oradaydım. Benim de içinde bulunduğum Bazooka Joe’nun öngrubu olarak sahne almışlardı. Hiç unutmadığım bir görüntüydü. Kimseyi iplemedikleri her hallerinden belliydi. John’un üzerinde “I Hate Pink Floyd” (Pink Floyd’dan nefret ediyorum) yazan bir tişört vardı. Jones genç bir Pete Towshend gibiydi, Paul Cook Rod Stewart’a benziyordu. Glen Matlock’un üzerinde pembe meşin bir kadın bluzu vardı. Gitar solosu filan yapmıyorlar, basit, sade şarkılar söylüyorlardı. O güne kadar hiç görmediğim bir tavırları vardı. Gözlerindeki ifade, büyük bir grup olacaklarını söylüyordu. Ertesi gün Bazooka Joe’dan ayrıldım. Pistols, benim de çalabileceğim basitlikte şarkılar söylüyordu. Kendi grubumu kurmaya karar verdim.
Joe Strummer: 101’ers gayet iyi gidiyordu, ilk single’ımız çıkmıştı; “Keys To Your Heart”, hızlı bir pub rock şarkısıydı. Çok sıkı çalışıyorduk. 14 günde 12 konser vermiştik. Sex Pistols, Nisan 1976’da –ön grubumuz olarak– Nashville kulübünde sahne almıştı. Seyircilerin arasında oturup onları seyrettim. Lydon, “hâlâ tahmin edemediyseniz, söyleyelim: biz Sex Pistols’ız” dedi ve “Substitute”a dörtnala daldılar. Ardından “Steppin Stone”u çaldılar. Bizden fersah fersah ilerideydiler. Biz bardaki sarhoşlara “Route 66”i çalıyorduk, “n’olur bizi sevin” edasındaydık. Onların tavrıysa “ne düşündüğünüz ipimizde değil, biz bunu çalmak istiyoruz ve çalıyoruz”du. Başka bir yüzyıldan gelmiş gibiydiler. Aklım durdu. Gerçekten kimseyi iplemiyorlardı. Seyirciler şaşkınlık içindeydi. Bağlanmış konserlerimiz vardı, fakat grubu dağıttım. Çıldırdığımı sandılar. Haklıydılar. Ama, Bernie Rhodes ve Malcolm McLaren’ın dizayn ettiği tişörtte ne yazıyordu: “Hangi taraftasın?” Her şey çok netti.
Roger Armstrong: Strummer, “101’ers’dan ayrıldım” dedi. Sonra da Sex Pistols’ın geleceği temsil ettiğini anlatmaya başladı. O üçlüyü King’s Road’dan tanıyordum. Malcolm McLaren, Bernie Rhodes ve Andy Czezowski: Terzi, haham ve muhasebeci. Tuhaf bir işbirliğiydi. Her biri kendi gruplarını yarattı. Malcolm Pistols’ı, Bernie Clash’i, Andy Damned’i.
Howard Devoto: (Buzzcocks) Sex Pistols’ı seyrettiğim gün hayatım değişti. Birdenbire hayatıma yön bulmuştum, tutkuyla dahil olmak istediğim bir akımla karşılaşmıştım.
Jon Savage: Howard Trafford, Devoto oldu, Peter McNeish’se Shelley adını aldı ve punk’ın köşetaşlarından Buzzcocks ortaya çıktı.
Caroline Coon: (rock eleştirmeni) Lydon, Rimbaud gibiydi. Düşünceli, öfkeli, güzel.
Jon Savage: Nihilizm, bir tanıma göre, olumsuzlama ya da inancın sinik bir reddi değil, inançsız olarak yaşamanın pozitif cesaretidir. Pistols ve fanları bir negatif patlamaydı ve bu hemen hemen bütün değerlerin reddi anlamına geliyordu. Fakat kısa bir süre sitüasyonist ve Maocu fikirleri kendilerine kılavuz yapmışlardı.
Mayıs ‘77’de, kraliçenin tahta çıkışının 25. yılının kutlanmaya başlandığı hafta piyasaya çıkan “God Save The Queen” beş günde 150 bin satmıştı, o güne kadar görülmemiş bir sansüre rağmen. TV ve radyolar plağın duyurusunu yapmadılar, şarkıyı çalmadılar, büyük mağazalar plağı satmayı reddettiler.
Viv Albertine: Saçlarımızı en akıl almaz şekillere sokuyorduk. Bu, bir kadın için çok ilginç bir şeydi. Ya da Siouxsie gibi göğüsleri açıkta bırakan şeyler giymek… İnsanın düşüncelerini giymesi gibi bir şeydi. Giysiler, insanın hayatla ilişkisini temsil eder.
Johnny Lydon: İlk zamanlardaki seyirciler bulvar gazetelerinin klişeleri gibi değildi. Travolta tipleri vardı, süslü püslü Roxy Music’çiler vardı, çizmeli, motorlu tipler vardı. Ve bir sürü kız. Punk olayı, kızların utanacak bir şeylerinin olmaması demekti. Herkesin ve her şeyin harmanlanmasıydı.
Jon Savage: Warhol gibi, McLaren ve Westwood da kanı kaynayan gençliğe istedikleri gibi davranabilecekleri özgür bir yaşam alanı sağlamışlardı. Warhol gibi, onların da konvansiyonel ahlâka prim vermemeleri hem özgürleştiriciydi, hem de güçlü olmalarını sağlayan bir kaynaktı. Punk, düzene hasmane bir tavır alarak yola koyuldu. Ahlâki bir içeriği ve niyeti vardı, ama bu şiddetle, şok etmeyi hedefleyen taktiklerle ve sinizmle gölgelendi; safiyetini yitirdi. Ancak, muhteviyatındaki varoluşsal hakikat sayesinde Soho ve benzeri “ada’ların ötesinde toplumla etkileşim içine girmeyi başardı.
Pete Shelley: (Buzzcocks) “Boredom”ı yazdığımızda Howard bir kravat fabrikasında gece vardiyasında çalışıyordu. Sözleri fabrikada yazmıştı.
Howard Devoto: Saldırgan, agresif bir tarafımız vardı, ama başlangıçta öyle olması kaçınılmaz. “Size biraz varoş öfkesi göstereyim” diyor insan ister istemez.
Caroline Coon: Punk grupları arasında, hep bir “Sex Pistols’dan önce, Sex Pistols’dan sonra” tartışması vardı. “Johnny Rotten’ı görünce müzik anlayışımız tepeden tırnağa değişti” (Clash, Buzzcocks) ya da “Sex Pistols’dan yıllar önce biz böyle müzik yapıyorduk” (Slaughter and the Dogs) ya da “biz Sex Pistols’dan fersah fersah ilerideyiz” (Damned).
Jon Savage: Pistols, Manchester’daki ikinci konserlerinde “Anarchy in the UK”i ateşledi. Bu, bir savaş ilanıydı. İlk iki dizedeki (“I’m an anti-christ / l’m an anarchist” –Ben bir deccalim, ben bir anarşistim) o yarım kafiye değildi büyüleyici olan: On saniye içinde iki tabu birden yıkılıyordu. Ortaçağ’da dehşet veren bir kelime olan “deccal” , 1976’da hâlâ bir kıyamet tehdidi tonu taşıyordu. Toplumsal demonolojide anarşist yakın zamanlara ait bir sözcüktü, deccalin seküler versiyonuydu. Toplumsal imgelemde, bu iki sözcük isyan, karmaşa çağrışımı taşıyordu. Bunların Vivienne Westwood ve Jamie Reid tarafından Lydon’a fısıldandığına hiç şüphe yoktu. McLaren ve Westwood, dizayn ettikleri tişörtlere İspanyol anarşisti Durruti’nin sloganlarını işlemişlerdi. Jamie Reid de, Fourier gibi özgürlükçü düşünürlerle ve William Morris gibi İngiliz anarşistlerin fikirleriyle haşır neşirdi.
Jamie Reid: (grafik tasarımcı) John’la (Lydon) sitüasyonistler ve anarşistler hakkında birçok şey konuşmuştuk. Sex Pistols, sol politikaların topluma ulaştıramadığı mesajlar için mükemmel bir vasıtaydı.
Simon Barker: Malcolm’un organize etmeyi düşündüğü “Punk Festivali” iyi bir fikirdi. Çünkü medya, punk’ın bir festival organize edebilecek kadar büyük bir hareket olduğuna kani oldu. Aslında bütün hikâye 100 Club’daki birkaç kişinin marifetiydi, ama olay punk’ın Mekke’sine dönüşmüştü.
Siouxsie: (Siouxsie and the Banshees) Yeterli sayıda grup yoktu, Malcolm “bir gruba ihtiyaç var” dediğinde, ben “biz varız” demiştim. Ortada grup filan yoktu. Ertesi gün provalara başladık. Sid Vicious, Marco Pirroni, Stephen ve ben. Daha önce The Cry of the Banshee diye bir grup 100 Club’da sahne almıştı, Banshee (Kelt folklorunda Azrail) harika bir kelimeydi.
Vic Godard: (Subway Sect) O günlerde giysilerimizi griye boyardık. Velvet Underground’un gitar stilini apartmıştık. Rock şarkılarının yazılış biçimini değiştirmeye çalışıyorduk. Şarkılardaki Amerikanizmi elimine ediyorduk. Sözlere pek aldırmıyordum, dilin farklı olması yeterliydi. “Yeah” ve “baby” gibi kelimelerin geçmemesi gerekiyordu.
Jon Savage: 20 Eylül 1976’da Sex Pistols, Subway Sect, Siouxsie and the Banshees, Stinky Toys, Buzzcocks, Damned ve Clash katılımıyla ilk punk festivali gerçekleşmişti. Aynı günlerde Sex Pistols’ın EMl’la sözleşme imzalaması, projektörleri punk’a çevirmişti. Ekim ayının ilk haftasında Melody Maker ve Sounds dergileri uzun punk dosyaları hazırlamış, Melody Maker yazarı Caroline Coon, punk’ın şiarı olacak deyişi, “do it yourself”in adını koymuştu. Punk’ın medyadaki bu ilk görüntüleri gayet olumluydu ama, çok geçmeden aksi istikamette yol alınacak, hareketin medyayla ilişkisi Faust’yen bir sözleşmeye dönüşecekti.
Caroline Coon: Kendi kuşağımın idealizminin punk’lar tarafından –üstelik bayağı agresif bir biçimde– olumsuzlanmasını ummamıştım doğrusu. Fakat sonra farkettim ki, bu çocuklar tabloid basındaki hippi imajıyla büyümüştü. Şimdi aynı basın hippilere yaptığını punk’lara yapıyordu.
Jon Savage: Pistols Soho’da üslenmişti, mutena semt Chelsea’nin iki adım ötesindeydi. Clash’se varoşlardan geliyordu, daha sıcak, daha halktandı. Pistols açık ya da örtük şekilde bütün değerleri imha etmekten söz ediyordu, Clash’se daha insani, toplumsal meselelere daha duyarlıydı, ayakları daha bir yere basıyordu… Clash’i en önemli iki gruptan biri haline getiren şarkı “White Riot”tı. Notting Hill Karnavalı, İngiltere’nin siyah nüfusunun nadir mutlu günlerindendi. Pek dostane olmayan bir atmosferde yaşayan siyahlar, bu karnavalda kendi geleneklerini ifade etme imkanı buluyordu. ‘75’e gelindiğinde, karnaval siyahlarla İngiliz polisi arasında sert çatışmalara sahne olmaya başlamıştı. ‘76’daki festivalse iki gün süren bir sokak savaşıydı. 456 kişi yaralanmış, 60 kişi tutuklanmıştı.
Joe Strummer: Çok güzel bir gündü. Bernie (Rhodes) ve Paul’la (Simonon, Clash’in gitaristi) reggae’ye kaptırmış, karnavalın tadını çıkarıyorduk. Yirmi aynasızın kalabalığın üzerine yürüdüğünü gördüm, bir sonraki sahne bir kola kutusunun polislerden birinin kafasında patlamasıydı. Akabinde yirmi tane daha havada uçmaya başladı. Sonrası arbedeydi. O gün “White Riot” diye bir şarkı yazmam gerektiğini düşündüm.
Jon Savage: “White Riot”, beyaz mülksüzlerin öfkesini ve umut arayışını dile getiriyordu: “Siyahların bir sürü sorunu var, ama onlar polise taş atmaktan çekinmiyor, beyazlarsa okula gidiyor, kalın kafalı olmayı öğreniyor.” “White Riot” beyazların kendi isyanını örgütlemelerine çağrıysa, “What’s My Name” de kimlik arayışındaki gençliğe sınıf kimliğini öneriyordu. Strummer, bir söyleşide “insanın pantolonu beynini yansıtır” demişti. Clash, giysilerini sloganlarının mecrası olarak görüyordu.
İşçi Partisi milletvekili şu yorumu yapıyordu: “Eğer pop müzik bizim kurumlarımızı yok edecekse, o zaman kendilerinin yok edilmesi gerekir.” Sunday Mirror’ın manşeti “punk’ları cezalandırın”dı ve artık punk’a saldırı sözlü değil, fizikseldi.
Joe Strummer: Kılavuzumuz Bernie Rhodes’du: Bütün kitapları okumuş, bütün akımları öğrenmişti. Giysilerimize yazı yazma fikri büyük ihtimalle ondan çıkmıştı. Sitüasyonistlere dair bildiğim bir şey yoktu, hâlâ da bildiğimi söyleyemem, ama yazılı elbiselerin kaynağı oydu.
Steve Connoly: Clash’i sahnede seyretmek büyük zevkti. Pistols’dan fan devşiren ilk grup onlardı. Pistols’ın nihilizmi yıkıcı, Clash’inkiyse yapıcıydı. Yıkıcılık ve yapıcılık el ele gider zaten, insanın kafasını duvara vurması yeterli değildir, niye vurduğunu bilmesi gerekir. Anarşi hakkında biraz okumuştum, Bakunin “yıkıcılık yaratıcı bir duygudur” diyordu.
Mary Harron: 1976 sonbaharında Pistols’la röportaj yapmıştım. Havada şiddet vardı. Sokaklarda şiddet vardı. 100 Club’da gamalı haçlı kızlar görmüştüm.
Siouxsie: Gamalı haçı anne-babalarımızı tilt etmek için kullanıyorduk. Yaşlılardan nefret ediyorduk. “Hitler’e gününü gösterdik” diye gururlanırlardı. Gamalı haç onlara küfür gibi gelirdi; onlara küfretmek için takardık bunu.
Milliyetçi Cephe’den iğreniyorum. Bu kadar gayrı insani bir güruha kim, nasıl oy verebilir, hiç anlamıyorum.
Sophie Richmond: Başlangıçta bir şakaydı sadece. Fakat gamalı haçlı tişörtler ortaya çıkınca herkes alarma geçti.
John Lydon: Gamalı haç, Siouxsie’yle Sid’in salaklığıydı. Gerçi, arkadaki fikir, maziye dair her şeyi gömmek, tarihi sıfırlamak, taptaze bir başlangıç yapmaktı. Ama yol o değildi. Olmadığı anlaşıldı zaten.
Jon Savage: 1976’nın son günlerinde punk plakları yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Sadece Patti Smith Group’un Radio Ethiopia’sı gibi büyük şirketlerin etiketini taşıyan albümler değil, bağımsız şirketlerin single’ları da art arda patlıyordu: Pere Ubu’nun “30 Seconds Over Tokyo”su, Television’ın “Little Johnny Jewel”ı, Wayne County’nin “Max’s Kansas City”si… Punk’ın dünyanın dört bir yanında geçer akçe olduğunu Avustralya’dan gelen bir 45’lik kanıtlıyordu: The Saints’in “l’m Stranded”ı o güne kadar görülmüş en sert, en yırtıcı sesti. Sex Pistols’ın EMl’la sözleşme imzalamış olması müzik endüstrisi için ciddi bir sinyaldi. EMI yetkilisinin sözleri, sanki McLaren’ın ağzından çıkmış gibiydi: “Sex Pistols, Stones’u safdışı bırakıyor. Pistols’ın gözünde Stones düzeni temsil ediyor. Bu grup yeni bir dalganın habercisi.”
Richard Boon: Sex Pistols olayında birçok fikir iç içeydi. New York’taki post-Fluxus hareketi, İtalyan ve Alman performans sanatı ve bir miktar da, henüz emekleme halindeki, ama güzel sanatlar öğrencileri arasında revaçta olan İngiliz performans sanatı.
Jon Savage: 12 Ekim 1976’da Pistols ilk albüm için stüdyoya girdi. “Anarchy” Pistols’ın manifestosuydu, dolayısıyla o şarkıyla kamuoyunun önüne çıkmak istiyorlardı. “Anarchy” 26 Kasım’da piyasaya çıktı ve çok geçmeden büyük gürültü koptu. Dönüm noktası 2 Aralık’tı. Prime time’da yayınlanan Today News adlı programa çıkan Pistols, ünlü anchorman Grundy’yle kapışıp birkaç küfür sallayınca ortalık birbirine girdi. Tabloid’inden ağırbaşlısına, İngiliz basını ateş püskürüyordu. EMI sözleşmeyi feshetti, Pistols konserleri birçok şehirde iptal edildi. Grundy skandali Pistols’ı hem zirveye taşıdı, hem de uçuruma itti.
Caroline Coon: Bu çocuklara enjekte edilen anarşizm naftalin kokuyordu. Punk’ın çözülmesine bu eski kafalı anarşizm sebep oldu. Kendilerini yok edecek bir felsefeyi benimsemiş oldular.
Jon Savage: Çok az yıl 1977 kadar büyük görülmüştür. İki 7’nin yan yana gelmesi her türlü kıyamet tellallığına gerekçe olmuştu. Müzik dünyasında da iki 7’nin cazibesi hissediliyordu. Daha ‘72’de Bowie kıyamet mecazını kulanmış, “beş yıl sonra kaos gelecek” demişti. Marcus Garvey’in dillendirdiği Rasta inancı da ‘77’nin (“iki yedi çarpışınca”) vaat edilmiş topraklara dönüş yılı olduğunu söylüyordu. ‘77 aynı zamanda Britanya kraliçesinin gümüş yılıydı, düzenin temsilcileri büyük bir kutlamaya hazırlanıyordu. Punklar içinse ‘77, Britanya’nın bugünüyle ve yarınıyla yüzleşeceği yıl olacaktı. Yeni yılı muştulayan Pistols değil, Clash olmuştu. 1977, Culture’ın şarkısındaki gibi, “iki 7’nin clash’i”ydi. Ve “clash” yılının şerefine Strummer, üzerinde koskocaman 1977 yazan bir tişörtle çıkmıştı sahneye. Ama 1977’nin ilk üç ayında New York menşeli şarkılar dillerdeydi. Talking Heads’in ilk single’ı “Love Goes To Building A Fire”, Blondie’nin ilk albümü, Television’ın Marquee Moon’u ve Ramones’in Leave Home’u…
Yine de 1977 Clash’in uğurlu yılıydı. CBS’le yaptıkları sözleşmeden sonra çıkardıkları “White Riot” polis sirenleri, cam kırıkları ve çığlıklarıyla “radyofonik”likten çok uzak olmasına rağmen nisan ayında Top 40’a girmişti. Aynı günlerde Pistols, yeni şirketleri Virgin’den “Anarchy in The UK”i yayınlamıştı. Bu yeni baskının ithaf listesinde anılanların bazıları şöyleydi: Che, Durruti, Watt isyanı, 1972 maden işçileri grevi, Black Power, Kadın Hareketi, Gene Vincent… Britanya kraliçenin 25. yılını kutlamaya hazırlanırken, Pistols da alternatif milli marş üzerine çalışıyordu. Şarkının adı Lydon’la McLaren arasında hararetli tartışmalara yol açmıştı. Lydon, şarkının orijinal adı olan “No Future”da diretiyordu, McLaren “God Save The Queen” dizesine tutulmuştu, şarkının adının o dize olmasını istiyordu.
Nisan 1977’de, ilk majör punk manifestosu çıkageldi. 14 şarkıdan oluşan The Clash albümünde, “White Riot” ve “Police and Thieves” gibi Rasta melodili şarkılarında, mavi yakalı hedonizmi ve agresyonu dile getiren Clash, punk’ı toplumsal gerçekçilikle buluşturuyordu. Clash’in albümü listelerde 20. sıraya çıkmış, birkaç hafta sonra da Paul Weller’ın grubu The Jam, ilk single’ları “In The City” ile listelere girmişti. Damned’ın Damned Damned Damned’iyse albüm listelerinde “ilk beş”teydi. Mayıs ayında Clash, CBS’ten aldığı parayı son büyük punk turnesine yatırmış, Jam, Slits, Subway Sect ve Buzzcocks’un yer aldığı “White Riot” turnesi 27 konserle müthiş bir punk rüzgârı estirmişti. Fakat asıl bombayı Pistols patlatacaktı.
Mayıs ‘77’de, kraliçenin tahta çıkışının 25. yılının kutlanmaya başlandığı hafta piyasaya çıkan “God Save The Queen” beş günde 150 bin satmıştı, o güne kadar görülmemiş bir sansüre rağmen. TV ve radyolar plağın duyurusunu yapmadılar, şarkıyı çalmadılar, büyük mağazalar plağı satmayı reddettiler.
“God Save The Queen”in insanları dehşete düşürmesinin sebebi yalnızca bugünün koca bir yalan olduğunu söylemesi değildi, karanlık bir gelecek öngörmesiydi. Gümüş yıl kutlamalarının haftası dolduğunda, plağın satışı 200 bine ulaşmıştı. Daily Mirror, bütün engellemelere rağmen “God Save The Queen”in listelerde birinci sıraya yükseleceğini tahmin ediyordu. Aynı gazetede İşçi Partisi milletvekili şu yorumu yapıyordu: “Eğer pop müzik bizim kurumlarımızı yok edecekse, o zaman kendilerinin yok edilmesi gerekir.” Sunday Mirror’ın manşeti “punk’ları cezalandırın”dı ve artık punk’a saldırı sözlü değil, fizikseldi. İlk mağdur, Jamie Reid’di; bacağı ve burnu kimliği bilinmeyen saldırganlar tarafından kırılmıştı. Sonra sıra Paul Cook’a ve Lydon’a gelecekti. 1977 ağustosunun ortasında gündelik hayat, sanatı geride bıraktı. Yıl boyunca punk isyandan söz etmişti, ama olaylar punk’ın estetize çağrısını sollamıştı. National Front (Milliyetçi Cephe) Mart 1977’deki ara seçimlerde geleneksel üçüncü parti olan liberalleri geride bırakmıştı. Birden, gerçek tehdit haline gelmişlerdi. Sokakları ele geçirme atağına kalkan Milliyetçi Cephe (MC), Londra’nın işçi ve siyah ağırlıklı semti Lewisham’da bir gösteri düzenleyeceğini ilan etti. Açık bir provokasyondu bu. Çatışma çıkmasının kaçınılmazlığına rağmen MC’nin yürüyüşüne –Pistols konserlerinin aksine– izin verilmişti. Sonuç, arbede: MC’yi protesto eden 5 bin göstericiyle 4 bin polis ve bin kadar MC militanı arasında bir sokak savaşı yaşanmıştı.
John Lydon: Milliyetçi Cephe’den iğreniyorum. Bu kadar gayrı insani bir güruha kim, nasıl oy verebilir, hiç anlamıyorum.
Jon Savage: Basının Lewisham olaylarını tartıştığı hafta, Tom Robinson Band (TRB) EMI’yla sözleşme imzalıyordu. Robinson’ın eşcinsel olduğunu açıkça beyan eden ilk şarkıcı olmasına ve Irkçılığa Karşı Rock hareketinin faal bir üyesi olmasına rağmen, TRB, rock klişeleriyle malûl bir topluluktu. Tutucu müzik ve radikal politik fikirler bir aradaydı… Örgütlü sol politikayla punk’ın bir araya gelmesi bir sürü çelişki içeriyordu. “Enteller”le “toplumcu gerçekçiler” arasındaki uyuşmazlıkta iki taraf da yanlıştı. Yanlışları, özgül bir duruma gösterilen tepkiyi kültürel bir prensip haline getirmeye çalışmalarıydı. TRB’nin müziği berbatsa, bu, politik tavrının da berbat olduğunu gösterir miydi? Elbette hayır, ama bu ikisi birbirinden ayrılmaz bir hale gelmişti. Hep aynı soru ortaya çıkıyordu: Hangi taraftasın?
Howard Devoto: Ben tamamen apolitiktim. 1977 sonbaharında Magazine’le yaptığımız ilk şarkılardan biri “Shot By Both Sides”dı –iki ateş arasında kalmak. Şarkının adı, sosyalist bir arkadaşımın bana söylediği cümleydi: “İki ateş arasında kalacaksın.”
Jon Savage: Kasım 1977’de Pistols’ın Never Mind The Bollocks’ı ABD’de yayınlandı. Ajanslar, San Fransisco’da, Aquarius Records’ın önünde kalabalıkların toplandığını duyuruyordu. Ama 1978’in ilk haftasında, ABD’deki cazibe merkezi Bee Gees’di, Saturday Night Fever’ın soundtrack’i ağır ağır tırmanarak zirveye oturmuştu. 1970’lerin sonu 1920’ler gibiydi. Bu, Andy Warhol’un günlüklerinde de ayan beyan görülüyordu.
John Holmstrom: (rock eleştirmeni) Saturday Night Fever’la disko olayı patlayınca, herkes bize “punk öldü, artık disko var” demeye başladı.
Jon Savage: Disko’nun birçok öğesi, punk’ın övülen niteliklerinin kopyasıydı: Püriten ahlâkçılığa karşı cinsellik üzerinde ısrar, rock’un standart grup formatına karşı teknolojiye yönelme, bireyciliğe karşı kitlesellik. Saturday Night’ta Travolta, sıkıcı hayatından kurtulmanın tek yolu olarak şehirdeki en iyi dansçı olmayı görür. Ancak, bu bireyselliği elde edebilmek için kendi kişiliğini reddetmek zorundadır. Bir disko şampiyonunun dans adımları robotluk derecesinde otomatiktir. Punk’çılar böyle bir açmaza hiç düşmediler. Öte yandan diskonun getirdiği hedonizm, kurulu düzenin ahlâkına punk’ınkinden daha etkili bir darbeydi. Buna müzik endüstrisinin tepkisi, Woodstock starı Country Joe McDonald’ın dediği gibiydi: “Müzik endüstrisi, zararsız hippi gruplarına milyonlarca dolar dökmeye başladı.” Fakat bu süreçten kazançlı çıkanlar Country Joe gibi keskin hippiler değil, Paul McCartney ve Wings, Eagles, Linda Ronstadt ve Peter Frampton gibilerdi. Sürecin zirve noktası Fleetwood Mac’ti. Rumours adlı albümleri 1977’de 31 hafta listelerde bir numaraydı, 7 milyon adet satmıştı.
1978 İngiltere’sinde “şimdi” umut vermiyordu, “gelecek”se daha beter görünüyordu. Muhafazakârlar, Thatcher’ın önderliğinde, seçmenlerin önemli bir bölümünün gönlünü fethetmişti. Bireyci retorikleri punk’ın özgürlükçü, anarşizan söyleminin ters yüz edilmiş şekliydi. Thatcher, özgürlük sözcüğünü yeni sağ için yeniden tanımlamıştı. Bu, emekçi sınıfların örgütlenmelerini zaafa uğratmak ve hür teşebbüsü güçlendirmekti.
John Holmstrom: O dönemde hippi olayının muhafazakâr kanadı itibar kazandı. Devlet 60’larda olanlardan hazzetmemişti, punk’la birlikte o tavrın dirilmesini engellemek istiyordu. Jimmy Carter, bir caz konserinde ve Beyaz Saray’ın bahçesinde yaptığı toplantıda punk’ı durdurmak istediğini beyan etti.
Peter Buck: (REM) Georgia’da her şeyden o kadar uzaktık ki, benim için Sex Pistols’la Ultravox arasında bir fark yoktu. 1976’dan 1978’e, ne çıkarsa alıyorduk. Eksisini, artısını düşünmüyorduk. Bizim için punk, dayatılan kurallara başkaldırmak, kendi şarkılarını yazmak ve plaklarını kendi firmanla çıkarmaktı.
Jon Savage: Punk sanatla hayat arasındaki sınırları yıkmak, idealize edilmiş bir geçmişte değil, “şimdi”de ve “gelecek”te yaşamak istiyordu. Ne var ki, 1978 İngiltere’sine tosladı. “Şimdi” umut vermiyordu, “gelecek”se daha beter görünüyordu. Muhafazakârlar, Thatcher’ın önderliğinde, seçmenlerin önemli bir bölümünün gönlünü fethetmişti. Bireyci retorikleri punk’ın özgürlükçü, anarşizan söyleminin ters yüz edilmiş şekliydi. Thatcher, özgürlük sözcüğünü yeni sağ için yeniden tanımlamıştı. Bu, emekçi sınıfların örgütlenmelerini zaafa uğratmak ve hür teşebbüsü güçlendirmekti. 1977 yazında işşizlik 1.6 milyona çıkmıştı; bu, aktif işgücünün yüzde 6’sı demekti. IMF’nin talebiyle kamu harcamalarında yapılan kısıntı huzursuzluk yaratıyor ve sokak şiddeti olarak tezahür ediyordu. Yeni politik çizgi, bölünmeydi. Thatcher, 30 Ocak 1977’de TV’de şöyle diyordu: “İnsanlar, ülkelerinin farklı kültürler tarafından istila edilmesinden ürküyor.” Bu, söylenemez olanı söylemekti. Fakat, artık söylenmez şeyleri söylemek mümkün, hatta arzu edilen bir şeydi. Thatcher’ın söylemi toleransını yitirmiş, korkmuş ve günah keçisi arayan bir toplumun hassasiyetlerine hitap etmişti. Artık ırkçılık Milliyetçi Cephe’nin tekelinde değildi, İngiltere’nin siyasi gündeminin merkezindeydi.
30 Nisan 1978’de, Irkçılığa Karşı Rock (IKR) hareketi, Victoria Parkı’nda 100 bin kişiyi topladı. Punk’ın o sıralarda önde gelen isimleri sahne aldı: X-Ray Spex, Tom Robinson, Steel Pulse ve Clash… Ertesi gün büyük basında bu miting-konser kısa haberlerden biriydi. Yine de IKR mesajını ulaştırmıştı.
Lucy Toothpaste: IKR, konserlere gelen insanları politize etmekte çok başarılıydı. Irkçılığı, faşizmi, seksizmi konu alan dergiler, broşürler, el ilanları dağıtılıyordu. Seyircilerin birçoğu politik tavrı olmayan insanlardı, ama müzisyenlerin sahnede yaptığı çağrılara olumlu karşılık veriyorlar, faşist fikirlere karşı mücadele edilmesini onaylıyorlardı.
Jon Savage: IKR ile punk grupları arasındaki ilişki sütliman değildi. Strummer’ın Victoria Park’taki konsere Kızıl Tugaylar tişörtüyle çıkması IKR için sorun olmuştu. Fakat yine de IKR’nin politik çizgisini punk kitlesi büyük ölçüde benimsiyordu. Punk’çılar da yekpare bir topluluk değildi, aralarında çeşili düzeylerde çelişkiler mevcuttu. Bir toplantıda Tom Robinson o kritik soruyu, “Hangi taraftasın?”ı sorduğunda, “İki Ateş Arasında”nın solisti Devoto’nun cevabı manidardı: “Benim kafam o kadar net değil.”
Punk hareketinin büyük bölümü, IKR’nin toplumcu gerçekçi çizgisini benimsedi. Temmuz 1978’de, Sham 69, Güney Afrika’nın özgürlük şarkısı “ If The Kids Are United”ın uyarlamasıyla listelerde ilk 10’a girdi. Reggae grupları punk kulüplerinin demirbaşı haline gelmeye başladı. Punk’ın avangard tarafında elektronik eğilimler göze batmaya başlamıştı ve Captain Sensible yeni ilahtı. ‘78 ilkbaharındaki turnede Pere Ubu’nun teknolojiye hâkimiyeti ve olgun estetiği, öngrup olarak sahne alan genç The Pop Group için aydınlatıcı olmuştu. Punk’ın siyah funk müziğiyle ilk ikna edici füzyonu gerçekleşiyor, James Brown’ın ismi fısıldanır oluyordu. Siyahların müzikal formlarını dışlamak punk’ı zafiyete uğratmıştı, şimdi yanlıştan dönülüyordu. The Pop Group punk arketipini siyah müziğin formlarına tercüme ederken, Leeds’li grup Gang of Four funk ritmlerini kullanıyordu. Şarkılarındaki can alıcı polemiklerin varoluş sebebi, Yorkshire’daki faşist dalganın yükselişiydi.
Andy Gill: (Gang of Four) Ortalıkta feci bir şiddet vardı. Üniversite kampüslerinde milliyetçi hareketin üyeleriyle solcu öğrenciler arasında çatışmalar oluyordu. Biz sola sempati duyuyorduk, ama yaklaşımımız köşeli siyasal terimlerle değildi. Daha çok kapitalist bir toplumda yaşamanın kaygılarını taşıyorduk. Aynı zamanda Thatcherizm kâbusunun ülkeyi götüreceği yerden endişe duyuyorduk.
Jon Savage: Pistols’ın çözülmesi, punk’ı dumura uğrattı. Merkezsiz kalan hareket güç kaybetmeye başladı. “Enteller” toplumsal bağlarını yitirince, sonuç laboratuar pop’u olmuştu. Toplumcu gerçekçilerse estetik bir radikalizmden yanaydılar, ama “enteller”i lanetleyerek siyasi radikalizmi gündelik sloganların ötesine taşıyabilecek biçimlerden ve fikirlerden mahrum kaldılar… Haziran sonunda Pistols, Lydon’sız ilk plaklarını piyasaya sürdü. Plağın A yüzü, grubun ünlü tren soyguncusu Ronnie Biggs’le Rio’da kaydettiği “Punk Prayer”, B yüzüyse Sid Vicious’ın Sinatra’nın “My Way”ini yorumlamasıydı. Bu single hit oldu, temmuzda altıncı sıraya kadar yükseldi ve “God Save The Queen”den daha fazla sattı. Ama, kısa zamanda anlaşıldı ki, plağı sattıran Biggs’in varlığı değil, Sid Vicious’ın bir efsaneyi yıkmasıydı.
Al Clark: Biggs’in şarkısını değil, Sid’in “My Way”ini sevmiştim. Yıkılması gereken bir ikondu o, gelmiş geçmiş en narsist şarkıydı. Ama iş giderek bir şaşırtma oyununa dönüşmüştü. Şimdi ne yapabiliriz? Artık ortada bir grup yoktu.
Jon Savage: Biggs’in gruba dahil edilmesinde dahiyane bir fikrin tohumu vardı belki, ama icrası tesirsizdi. Birçok niteliklerine rağmen, ne Cook’ta ne Jones’da, Lydon’ın ahlâki tavrı vardı. Ayrıca bağlam da önemliydi: Temel prensipleri şaşırtmak, provoke etmekti. Fakat artık söylenmeye cüret edilemeyeni milliyetçi cephe ve muhafazakârlar söylüyordu ve bu hiç çekici değildi. Gelecek hızla geliyordu… Strummer “solun sağdan daha iyi olmasının sebebi, çoğunluğun bir azınlığa köle olmasına karşı çıkmasıdır” diyordu, ama zamanın ruhunu Ray Gange’ın sözleri özetliyordu: “Ben azınlıktan biri olmak istiyorum, kapitalist olmak istiyorum.”
Şubat 1979’da kamu sektöründeki dört büyük sendika greve gitti. Sonuç, toplumsal ilişkilerin felce uğramasıydı. Tabloidler punk’vari manşetler atıyordu: “Road To Ruin…” Grev, mart boyunca devam etti. Clash’in “English Civil War”u “top 40”taydı. 30 Mart’ta meclis güvenoyuna gitti, hükümet düştü, 3 Mayıs’ta genel seçime gidilmesi kararı alındı. Muhafazakârlar sendikaların tırnaklarını sökeceklerini, kanun ve nizamı yeniden tesis edeceklerini ve aile değerlerini yeniden güçlendireceklerini vaat ettiler. Bunlar sol kanat sendikalara, şehirlerin harap haline ve gençlik kültürüne –ister punk, ister rasta olsun– tepki duyan kesimlere cazip geldi. Artık iktidarda Thatcherizm vardı.
Muhafazakârların galibiyeti, punk’ın fitilini ateşlediği toplumsal huzursuzluk döneminin sona erdiğini ilan ediyordu. Savaş sonrası toplumsal uzlaşma yürürlükten kalktı, punk’ın vazetmekle kalmayıp kuvveden fiile çıkardığı özgürlüğü yeni sağ rehin aldı ve ona bambaşka bir anlam atfetti: Eşitsizlik yalnızca kurumsallaşmadı, hâkim sosyal ve kültürel ilke haline geldi. Punk yenilmişti, ama “galip sayılır bu yolda mağlup” misali bir mağlubiyetti bu. Özgürlük talebi yeni sağ tarafından katledilmişti ama, başkaldırısı ufuk açmıştı. Punk’ın ütopik isyanı dünyaya bir armağan oldu.
Roll, sayı 62, Mart 2002