Görmeyen var mı? Yol TV’nin sokak röportajlarının birinde, aniden gelişen bir kontratak ve doksana takılan top: “Bu devlette hard kapitalizm var.” Sosyal medyada izlenme rekorları kıran bu video bize ne söylüyor? Hard kapitalizm nedir, nasıl işler, bir topluma neler yapar? Türkiye hard kapitalizmi nelere gebe? Altı bölümlük Hard Kapitalizm dosyasının ikinci bölümünde Altınbaş Üniversitesi öğretim üyesi, BirGün yazarı, ÖDP’nin eski genel başkanı Hayri Kozanoğlu’na bağlanıyoruz. Önceki bölümde Ümit Akçay söz almıştı, sonraki bölümlerde söz sırası Yahya M. Madra, Bahadır Özgür, Başaran Aksu ve Aslı Odman’da.
Sokaktaki yurttaş “Bu devlette hard kapitalizm var, içtiğimiz bir bardak suyun yarısı vergi” diyor. Hard kapitalizm nedir? Neoliberalizm midir?
Hayri Kozanoğlu: Vatandaşın tespitlerinde büyük doğruluk var, ama bu durumu iki yönüyle değerlendirmek gerekiyor. Neoliberalizm büyük ölçüde vergi yükünü harcamalardan alınan vergilere yıkan, gelir ve servetten alınan ve miras yoluyla geçen vergileri en aza indiren bir sistemdir. Basit bir örnek: Bir zengin bir yoksuldan daha fazla ekmek ya da yoğurt yemez. Ancak birbirlerine yakın dolaylı vergi öderler. Dolayısıyla, vergileri dolaylı vergiler dediğimiz ÖTV, KDV gibi vergilere yıktığımız zaman, bu, gelir ve servet dağılımında bozucu bir ekonomi yaratır. Bunun neoliberalizm içindeki mantığı şudur: “Yatırımdan, üretimden ve bunun sonunda elde edilen kârlardan daha az vergi alırsanız işverenler daha fazla yatırım yapar, istihdam yaratıcı girişimlerde bulunur, böylelikle herkesin yüzü güler, herkesin kovası dolar.” Demek ki vatandaşımızınki bir yönüyle doğru bir tespit. Bu işin yapısal boyutu. Konjonktürel boyutu ise şu: Türkiye’de vergi sistemi AKP iktidara geldiği zaman da böyleydi. İnsanlar bunun adaletsizliğini dile getiremiyor, genel olarak yurtdışı kaynaklara, teknik ifadeyle ise yabancıların tasarruflarına dayalı bir büyüme modelinin sonunun hüsran olduğunu fark edemiyorlardı. Yani, AKP’nin uyguladığı kapitalizm modeli değişmedi, ama konjonktür değişti; şimdi büyümeyi sağlayamıyor, istihdam yaratamıyor ve ekonominin içinden geçtiği kriz bu insanların canını daha fazla yakmaya başladı. Haliyle, şikayetler de böylelikle arttı. İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre, Türkiye’de 4 milyon 700 bin işsiz var. Ama geniş çaplı işsizlik –iş arayamayanlar, geçici çalışanlar, iş bulmaktan umudunu kesenler gibi kategoriler– hesaba katıldığında bu sayı 7 milyona çıkıyor. Bunları aileleriyle hesap ettiğimiz zaman ise toplum ekonominin karaya oturmasından çok ciddi etkileniyor, böyle olunca da insanların şikayetleri, yakınmaları artıyor.
2007-2008 küresel finansal krizi sonrasında, kapitalizm kendisine bir çözüm bulamadı. O dönemden beri yeni bir model bulamamanın ciddi sıkıntısını yaşıyor kapitalizm. Bugün IMF, Dünya Bankası, OECD gibi kurumlar da bu sistemin yüzde 1’i zengin ettiğini itiraf ediyorlar.
Soft kapitalizm var mı? Sokaktaki yurttaşa “kapitalizm” değil de “hard-kapitalizm” dedirten nedir?
Kapitalizmin değişik modelleri var. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası uygulanan “sosyal devlet”, “refah devleti” tarzı kapitalizm –o dönem hızlı büyüme oranlarının da sağlanmasıyla birlikte– herkesin yaşam standardını ileri taşıyan bir boyut kazandı. Elektrik, su, gaz dağıtımı gibi işlerin yanısıra demiryolu taşımacılığı, çelik fabrikaları ya da petrol rafinerileri tarzı büyük işletmelerin kamuda olduğu, eğitim, sağlık ve konuta yönelik sosyal politikaların daha yaygın uygulandığı, bir şekilde gelir ve servet dağılımı bozukluklarının daha sınırlı olduğu bir kapitalist uygulamaydı bu. Daha sonra, 70’li yılların sonu 80’li yılların başında, Şili’nin bir laboratuvar ülke olarak kullanıldığı, ilk deneylerin hayata geçirildiği neoliberal sistem hâkim oldu. Bu sistem daha sonra Reagan döneminde ABD’de, Thatcher döneminde Britanya’da olmak üzere, Batı’nın metropol ülkelerinde de uygulandı. Neydi bu? Acımasız kapitalizmdi; tüm kararları piyasaya sevk eden, büyük ölçüde zenginliği finansal piyasalarda ve borsa endeksinin yükselmesinde arayan bir sistem. Zaman içinde buna –Almanya tarzı– sosyal devletin farklı versiyonlarının uygulandığı ülkeler de katıldı. Türkiye’de de Turgut Özal’la neoliberal politikalara yelken açıldı.
Daha sonra, 90’lı yıllarda neoliberalizmin yarattığı geniş kitlelerdeki hoşnutsuzluk, küreselleşme karşıtı hareketlerin yükselmesi, artan gelir ve servet dağılımı ile yaygınlaşan işsizliğe karşı tepkiler karşısında “sosyal liberalizm” diyebileceğimiz bir orta yol, Tony Blair’in “Üçüncü Yol” dediği, yani en acımasız kapitalizmin törpülendiği bir dönem geçerli oldu. Yine Blair’le Britanya’da, Clinton’la ABD’de başlamak üzere Kıta Avrupası’na yayıldı bu.
2007-2008 küresel finansal krizi sonrasında ise yeterli büyüme sağlayamama, yatırım oranlarının düşmesi, işsizlik sorununun çözülememesi, işsizlikten de öte çalışanların reel ücretlerinin gerilemesi karşısında kapitalizm kendisine bir çözüm bulamadı. O dönemden beri yeni bir model bulamamanın ciddi sıkıntısını yaşıyor kapitalizm.
Azadî Kaya videonun sonunda “Bunu devrim paklar” diyor, o aşamada da güç ve mülkiyet ilişkilerinin çalışanlar lehine değiştiği bir dönüşüm olmaksızın bu sorunun çözülemeyeceğini de söylemiş oluyor. Hard kapitalizm lafını ortaya atan arkadaş, bizim zahmetle ulaştığımız doğru sonuca kendisi ulaşıyor.
Bugün IMF, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası finans kurumları dahil dünyada gelir ve servet dağılımının çok bozulduğunu, bu sistemin yüzde 1’i zengin ettiğini itiraf ediyorlar. Nihayetinde, çalışanlar sistemin kendi deveranını sağlamak, mal ve hizmetlere talep yaratmak açısından önemli. Yani kapitalizmin “gerçekleşme sorunu” denen etkin talep yaratma sorununu kendileri de çözememiş durumdalar. Bu bakımdan yeni arayışlar söz konusu. Bu bağlamda Joseph E. Stiglitz’in ortaya attığı “ilerici kapitalizm” var.[1] Geçmişteki sosyal devlet uygulamalarının –bugün teknolojinin geldiği yeni aşamanın göz önüne alınarak ve dünyadaki ekolojik dengenin bozulması da gözardı edilmeyerek– yeniden ısıtılarak kamuoyunun önüne konulması demek. Yani kısaca, kapitalizm, sonsuz bir kâr arayışına ve özel mülkiyete dayalı, son sözü piyasanın söylemesi gerektiğine inanılan bir üretim tarzı olmakla birlikte, bunun geniş kitleleri bir ölçüde gözeten, onların sosyal anlamda ortaya koyabilecekleri hoşnutsuzluğa karşı da sistemi güvenceye alan “soft” versiyonlara sahip. “Hard versiyonları” ise artık sınıra dayanmış durumda. Bu bakımdan kapitalizmin kâra ve sömürüye dayalı özünü gözardı etmeksizin, farklı versiyonlarının, “merhametli” versiyonlarının olduğunu da söyleyebiliriz.
Azadî Kaya videonun sonunda “Bunu devrim paklar” diyor, o aşamada da güç ve mülkiyet ilişkilerinin çalışanlar lehine değiştiği bir dönüşüm olmaksızın bu sorunun çözülemeyeceğini de söylemiş oluyor. Aslında hard kapitalizm lafını ortaya atan arkadaş, bizim zahmetle ulaştığımız doğru sonuca kendisi ulaşıyor.
Neoliberal projenin Türkiye’de varolan tekçi rejimle ya da başkanlık sistemiyle birleşmesi diğer ülkelere kıyasla Türkiye’de daha acımasız bir kapitalist sistem mi yarattı? Türkiye’de kapitalizmi daha da sertleştirenin başkanlık sistemi olduğunu söylenebilir mi?
Bu çok önemli bir nokta, çünkü Hollanda, İngiltere ve hatta Güney Afrika ve Brezilya’da neoliberalizmden bahsederken sınıfsal analizlerle, emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkileriyle, sosyal hizmetlerin yaygınlık düzeyiyle ekonominin tasarımını çözümlemek mümkün. Devletin sosyal rolünden bahsederken, “Emek gelirleri ne kadar, kârlar ne kadar?”, “Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamaları artmış mı?”, “İnsanlara en temel hizmetler ücretsiz ya da piyasa dışından verilebiliyor mu?” gibi sorular üzerinden sadece emek ve sermaye ekseninde yapılan bir analiz ile o ülke gerçeğini çözümleyebilirsiniz. Türkiye, daha doğrusu AKP usûlü neoliberalizmin farklı bir boyutu var. Daha önce de belki belli işaretleri olmakla birlikte, AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle belirginleşen ve giderek de başkanlık sistemiyle çok rahatsız edici bir boyuta gelen Türkiye’ye özgü bir durum var. En son İBB seçimlerinde gördük, rakamlar ortaya döküldü; Okçular Vakfı, Ensar Vakfı, TÜRGEV gibi vakıflar yoluyla belediyelerin kültür hizmetleri yoluyla sosyal hizmetler belli bir yaşam tarzında olanlara (muhafazakârlar, cemaat tarikatları) ya da yandaşlık ilişkileriyle kendilerine bağlı olan insanlara doğru kaydırılıyor. Bu ilişki ağlarının dışında olanlar (Alevi, Kürt, sosyalist, seküler ve hatta liberal yaşam tarzına sahip oldukları için) dışlandılar, bundan yararlanamadılar. Sosyal yardımları da bu vakıflara, derneklere, AKP yönetimindeki yerel yönetimlere bağladığınız zaman toplumda AKP’ye oy veren ya da muhafazakâr olanlar ile ona oy vermeyen, seküler yaşam tarzına sahip olanlar arasında sosyal devletin olanaklarından yararlanma konusunda belirgin bir asimetri oluyor.
Yeni Osmanlıcılık düşleri, Abdülhamit imajını canlandırma aslında boşa değil. Sol, sosyalist, sosyal demokrat ve hatta liberal partiler bütün analizlerini eşit yurttaş üzerinden yaparlar. Böyle tanımladığınız zaman yurttaş hak sahibi olan bir kişidir, tüm harcamalar yurttaşın vergileriyle yapılıyordur, o vergilerin hesabını sormak hakkına sahiptir yurttaş. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu tasarımı üzerinden insanların zihin dünyasını oluşturmaya çalışmak insanlara yurttaş değil, teba olduğunu söylemek demektir. Bu tasarıma göre, karnınız doyuyor, tencereniz kaynıyorsa, sorgulamak, hesap sormak bir yana, karşınızdakine minnet duymak zorundasınızdır. Çünkü o padişah-sultan, siz de tebasınızdır.
Nitekim Erdoğan, 31 Mart seçimlerinden sonra, “Karınlarını doyuruyoruz, yine de oy vermiyorlar” demişti.
Evet. Bu tasarıma göre siz onun şefaati sonunda o imkânlara kavuşuyorsunuzdur. Dikkat edilirse “Ben verdim, ben yaptım” deniyor. Halbuki bu yapılanlar sonunda kamunun paralarıyla yapılıyor. Başta konuştuğumuz kapitalizmin yumuşatma operasyonlarının biri de özellikle ABD’de çok belirgin halde karşılığı bulunan hayırseverliktir. Kapitalizm büyük gelir ve servet uçurumları oluşturur, ama zengin kişiler kendi vakıfları aracılığıyla hayırseverlik faaliyetleriyle bunu yumuşatırlar. İnsanların da bunun sonunda hem kapitalizmin o kadar acımasız bir sistem olmadığına inanmaları, hem de hayırseverlere şükran duymaları beklenir. Türkiye’de AKP rejimi, özellikle Tayyip Erdoğan ağzıyla kamunun harcamalarını, yatırımlarını, hizmetlerini bir hayırseverlik gibi sunuyor. Bizim vergilerimizle yapılan hizmetler var ve bu hizmetlerin de harcanan paralara denk bir tarzda yurttaşa yansımadığı açık şekilde görülüyor.
AKP kapitalizme nasıl eklemleniyor ve nasıl kabul görüyor?
Dikkat edilirse, gerek Erdoğan, gerek Hazine ve Maliye Bakanı her kritik anda piyasa ekonomisine bağlı olduklarını ifade ediyorlar. Türkiye’ye şu âna kadar, özellikle “sıcak para” denen sermaye akışından, gündelik kaçar göçer sermaye açısından bir ayrımcılık uygulanmadı. Sadece kapitalizm açısından da kanun hâkimiyeti olmadığından, hukukun üstünlüğü olmadığından yola çıkılarak Türkiye’ye uzun vadede doğrudan yabancı sermaye yatırımları engellendi. Burada da şöyle bir gerilim noktası olduğunu düşünüyorum, 31 Mart’taki seçimlerin iptali ile de belirginlik kazandı: Erdoğan-Saray’ın, kapitalizmin mantığına uymayan uygulamaları var. Kapitalizm kurumlar ister, kurallar ister. Türkiye’de oluşturulmuş kurumsal yapıların hepsi yıkılıyor. Meclis’in yetkileri azaltıldı. Yargı vesayet altında. Kapitalizmin kendi işleyiş mekanizmalarına da aykırı bu. Kapitalizmin iş bölümüne dayalı bir sistem olduğunu düşünürsek, Türkiye gibi orta büyüklükte bir ülkenin tek başına saraydan yönetilmesi mümkün değil. Yani kapitalizmin duvarlarına da toslayan bir mantık söz konusu.
Yeni Osmanlıcılık düşleri, Abdülhamit imajını canlandırma aslında boşa değil. Sol, sosyalist, sosyal demokrat ve hatta liberal partiler bütün analizlerini eşit yurttaş üzerinden yaparlar. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu tasarımı üzerinden insanların zihin dünyasını oluşturmaya çalışmak, insanlara yurttaş değil, teba olduğunu söylemek demektir.
Bir tarafıyla da sistem açısından şöyle bir boyutu var, sadece Erdoğan için geçerli değil bu: Dünyada sağ popülist, otoriter güçler var; Filipinler’de Duterte, Macaristan’da Orban, Rusya’da Putin, ABD’de Trump, Brezilya’da Bolsonaro. Bu liderler aslında kapitalizmle çok ciddi sorun yaşamıyorlar. Kapitalizmin yoksullaştırdığı insanların öfke ve gazaplarını sisteme, düzene ve mülkiyet ilişkilerine yönlendirmek yerine, her ülkede farklı farklı olmak üzere ötekilere (Batı Avrupa’da göçmenlere, yabancılara, LGBTİ’lere, Müslümanlara) yönlendiriyorlar. Türkiye’de değişik versiyonları var bunun: Zaman zaman “İki sarhoş” denerek, bazen Kürtlere ya da Sünni-İslam üzerinden bir tasarım yapıp Alevilere tepki örgütleyerek toplumun çoğunluğunu oluşturan ve kendini Türk- Sünni olarak tanımlayan insanların ekonomik temelde oluşacak taleplerini, şikâyetlerini, tepkilerini başka bir alana kanalize edebiliyorlar. Ama bu anlamda da AKP’nin artık sınırları aştığını, bu gündem üzerinden ülkeyi germeye, kutuplaştırmaya devam etmekte çok güçlük çektiğini, ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte sokaktaki tartışmaların hararetleneceğini, Türkiye’de rıza mekanizmalarının kendini yeniden üretemediğini düşünüyorum.
23 Haziran sonuçlarını da göz önünde bulundurarak, önümüzdeki altı aya ilişkin öngörüleriniz neler? Türkiye kapitalizmi daha ne kadar sertleşir?
23 Haziran seçimlerine en genel hatlarıyla bakılırsa, çeşitli vesilelerle bir araya gelen, özellikle 2013 Gezi Ayaklanması sırasında farklı kesimlerden insanları içeren bir birliktelik söz konusuydu. Aslında, son on yılda, önce Cumhuriyet Mitingleri ile Kemalistlerin isyanları gündeme geldi, 2015 seçimlerinde HDP’nin barajı aşmasına yönelik toplumun geniş kesimlerinde bir birliktelik oldu, 16 Nisan Referandumu’nda “Hayır” kampanyasında bir araya gelindi, ama tartışmalı bir seçim sonunda istenilen noktaya varılamadı, 2017’de Adalet Yürüyüşü vardı, 2018’de ise Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanlığı kampanyası… Sonunda AKP’nin kurduğu düzenin hem siyasi boyutundan, ayrımcı yönünden şikâyeti olanlar, hem de o ekonomik mekanizmalara tepkisini yükseltenler bir arada durmayı başardı ve muhalefet bir seçim başarısı elde etti.
Önümüzdeki dönemde iki hat görünüyor. Solcular, sosyalistler, emekten yana mücadele verenler, kamucu bir iktisat özleminde olanlara büyük bir sorumluluk düşüyor. Kabataslak iki senaryo var. Bunlardan biri, 23 Haziran İttifakı’na AKP’den kopacak bir parçanın eklenmesi. Burada yine serbest piyasanın biraz yumuşatılmış bir versiyonu, AB’cilik, NATO’culuk ekseninde bir birliktelik söz konusu olabilir. İkincisi de bu 23 Haziran’daki ittifak, yani geçmişteki uygulamalarda Erdoğan-Saray kadar vebali ve sorumluluğu olan AKP’den kopacak kesime itibar etmeyecek. Ekonomik krizin de giderek şiddetlenmesi karşısında daha emekten yana, Türkiye’nin daha bağımsız bir çizgi izlemesini savunan, seküler özellikleri öne çıkaran veya bu niteliklerini kaybetmeyen halkçı bir ittifak olacak. Halk muhalefetinin bu ikinci eksende yer alması, kendisini orada kemikleştirmesi, sağlamlaştırması gerektiğini düşünüyorum.
ABD’nin, AB’nin, uluslararası kapitalizmin telkinleri birinci eksende bir restorasyon yolunda olacak. Buna muhalefet eden, bunu teşhir eden sol izlenirse, birinci eksene savrulma önlenir veya birinci eksene savrulmak isteyenleri dışlayan, daha emekten yana, Türkiye’nin kimlik sorunlarına da cevap arayan, buna çözümler sunan bir birliktelik olur.
Türkiye’de önümüzdeki dönemin bu iki yönelim arasında bir sarkaç gibi gidip geleceğini, AKP ve Saray rejiminin düşüşünün başladığını, bunun giderek hızlanacağını düşünüyorum. İşin siyasi boyutu da şu: AKP’den kopup buraya eklemlenecek parçanın “FETÖ” örgütüyle bağı bu sefer inandırıcı kanıtlar eşliğinde gündeme gelir. Bunun alevlendiği, bu suça muhalefet kesimlerinin de bulaştırıldığı, savunma pozisyonuna sürüklendiği bir tartışmaya Türkiye sahne olabilir. O açıdan Babacan-Gül-Davutoğlu isimleriyle ifade edilen bir ya da birden fazla oluşumdan muhalefetin uzak durması, bunların kendilerine eklemlenmesine izin vermemesi, onların kendi iç kavgalarını uzaktan seyretmesi gerektiğini düşünüyorum.