Kenya’nın başkenti Nairobi’de, uluslararası yardım kuruluşu Oxfam Küresel Strateji Forumu düzenledi. 16-18 Eylül’deki foruma katılan Ege Üniversitesi öğretim üyesi Aslıhan Aykaç Yanardağ izlenimlerini aktarıyor.
Dünyanın önde gelen yardım kuruluşlarından Oxfam International, [1] 16-18 Eylül arasında gelecek on yıllık eylem stratejisini belirlemek üzere, Kenya’nın başkenti Nairobi’de bir Küresel Strateji Forumu düzenledi. Çeşitli ülkelerden ve kalkınma düzeylerinden gelen yaklaşık 120 katılımcı, dünyada öne çıkan toplumsal sorunlara odaklanarak Oxfam’ın etkinlik alanının hangi yönde evrilmesi gerektiği konusunda görüşlerini belirttiler. Türkiye’den Oxfam International Türkiye ve KEDV (Kadın Emeğini Destekleme Vakfı) temsilcileri ile iki dış katılımcının yer aldığı toplantılar, güncel sorunlara yönelik kurumsal yaklaşımları ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin durumunu gözler önüne sermesi açısından da aydınlatıcıydı.
Toplantının Nairobi’de olması katılımcıların kalkınma, uluslararası yardımlar ve küresel sivil toplumun insani kalkınmadaki yeri hakkında daha fazla düşünmesine imkân tanıdı. 19. yüzyıl sonlarından itibaren Britanya sömürgesi olan Kenya’nın bağımsızlık mücadelesi 1950’lerde başladı, ülke 1963’te Jomo Kenyatta liderliğinde bağımsızlığını elde etti. Kenyatta ülkesinde toplumsal dönüşümü hızlandırmak için Harambee felsefesini rehber aldı.
Eski kuşak aktivistler saha deneyimlerini çeşitli sivil toplum kuruluşlarına profesyonel olarak aktararak ve kurumsal bakış açısını inşa ederek öne çıkarken, yeni nesil aktivistler kurumların bürokratik mekanizmalar haline geldiğini, kurumsal bakış açısının değişen toplumsal koşullara cevap vermekte yavaş kaldığını vurguladı.
Kiswahili dilinde işçiler tarafından “birlik olalım” anlamında kullanılan Harambee sözcüğü, Kenyatta için imtiyazdan yoksun az gelişmiş halk için bir dayanışma, işbirliği ve birlikte başarma motivasyonunun kaynağı oldu. Komünal düzeyde, az sayıda hane ile örgütlenme, esnek bir istihdam yapısıyla emek sürecinin yerel dinamiklerin kullanışlı bulduğu biçimlerde düzenlenmesi, karşılıklılık ilkesine dayalı bir işbirliği ve iş paylaşımı Harambee anlayışının temel prensipleriydi.
Köylüler işbirliğine dahil oldukları anda kendileri de talepte bulunabiliyor ve küçük topluluklar bu işbirliği ve bölüşüm ilişkisini geleneksel sosyal yapı içinde yürütebiliyordu. Kurucu prensipler içinde en belirleyici olanı ise, yerel topluluğun geleneksel biçimde kendi kendine yetmesi ya da dayanışmasıydı. Bu durum Türkiye’de imece biçimde gözlemlenen geleneksel dayanışma mekanizmalarının kırsal kalkınma sürecindeki kullanımına benziyor.
Ancak Kenyatta’nın birlikte çalışmayı vurgulayan Harambee felsefesi [2] ulusal kalkınma modeli olarak sahiplenilse de, bağımsızlık sonrası gelen fonların etkin kullanılmaması, siyasi yolsuzluklar, Afrika’ya özgü “avcı devlet” (predatory state) [3] yaklaşımıyla siyasi mevkiinin bireysel ekonomik çıkar için kullanılması gibi sorunlar birçok Afrika ülkesinde olduğu gibi Kenya’da da ekonomik bağımsızlık ve kalkınma sürecine ket vurdu.
Bugün Kenya’da yarısından fazlası gençlerden oluşan nüfusun yine yaklaşık yarısı yoksulluk sınırının altında gelir düzeyine sahip. İnsanlar şehirlerde büyük gecekondu mahallelerinde altyapıdan yoksun. Kırsalda ise daha çok küçük köylülük diyebileceğimiz tarım düzeyi hâkim; çay, kahve ya da şekerkamışına dayanan bir kapitalist tarım yaratmak ve dünya ekonomisine eklemlenme imkânı olsa da böyle bir dönüşüm bugüne kadar gerçekleşmemiş. 2017 verilerine göre, kişi başına düşen milli gelir 1500 dolar civarında, turizme ve tarımsal gelirlere rağmen ülke ekonomisi kendi kendine yetmekten ve bağımsızlıktan çok uzakta. Yoğun yoksulluk ve dış yardımlara bağımlılık yaklaşık altmış yıldır bağımsız olan ülkede sömürgecilik döneminden kalma bağların biçim değiştirerek de olsa devam ettiğini gösteriyor.
Yeni kuşak aktivistler
Oxfam’ın Küresel Strateji Forumu’nda en dikkat çeken unsur, toplantının katılımcı ve demokratik bir yapıda yürütülmesiydi. Katılımcıların yüzde 75’i kadınlardan, yaklaşık yüzde 60 kadarı Küresel Güney temsilcilerinden ve yüzde 40’ı da Oxfam dışından gelenlerden oluşuyordu. Bu çeşitlilik örgütün alternatif görüşlere açık olduğunu, küresel düzeyde katılım doğrultusunda özel çaba harcadığını gösteriyor.
Bunu destekleyen bir başka boyut ise toplantının ikinci gününde katılımcılardan yükselen eleştiriler oldu. Bu eleştirilerin en çok ses getireni gençlik hareketlerini temsil eden katılımcılardan geldi. Peru, Mısır, Lübnan ve Kenya’dan gelen genç katılımcılar akademik perspektifleriyle aktivist hedeflerini iyi harmanlamış önceki aktivist kuşaklara kıyasla alternatiflere daha açık bir perspektife sahipti.
Eski kuşak aktivistler onlarca yıllık saha deneyimlerini çeşitli sivil toplum kuruluşlarına profesyonel olarak aktararak ve bu deneyimlerin sonucunda belli bir kurumsal bakış açısını inşa ederek öne çıkarken, yeni nesil aktivistler kurumların zamanla bürokratik mekanizmalar haline geldiğini, söz konusu kurumsal bakış açısının değişen toplumsal koşullara cevap vermekte ve çerçevelerini yenilemekte yavaş kaldığını vurguladı.
Burada asıl mesele kuşak farkı değil, bir önceki kuşağın sahip olduğu deneyimin ve birikimin zamanla esiri haline gelmesi, bu yüzden de yeni neslin açıklığından yoksun olması. Bir uluslararası örgütte profesyonel olarak çalışmakla bir toplumsal hareketin içinde gönüllü olarak yer almak arasında önemli bir değer farkı var. Birincisinde kişisel çıkarlar ve maddi kaygılar denklemin içinde yer alırken, ikincisinde daha çok katılımcının politik duruşu ve dünya görüşü içinde bulunduğu harekete yönelik aidiyet duygusu söz konusu.
Bir sivil toplum kuruluşunun hesap verebilirliği yalnızca fonların boşa harcanmadığını göstermekten ibaret değildir, fonların hedeflenen toplumsal çıktıları ortaya koyduğunu, yararlanıcılar için gerçek bir dönüşüm yarattığını da göstermesi gerekir. Tartışmaların ve eleştirilerin gösterdiği, yeni nesil aktivistlerin beklentisinin daha çok toplumsal fayda odaklı olmasıydı.
Oxfam’ın kurumsal yapısının belli bir muhafazakârlık içerdiğine ve strateji arayışlarının yeni sorunlara yönelmek yerine yerleşik çerçeveler içinde yürütüldüğüne dair eleştiriler her zaman doğrudan ve sadece Oxfam’a yönelik olmasa da, farklı seslerin duyulması açısından anlamlıydı. Oxfam toplantısının demokratik bir biçimde yürütülüyor olması kurumun farklı görüşlere açık olduğunu gösterse de, yürüttüğü faaliyetlerin başarısı konusunda özeleştiriye açık olduğu anlamına gelmeyebilir. Bir sivil toplum kuruluşunun hesap verebilirliği yalnızca fonların boşa harcanmadığını göstermekten ibaret değildir, aynı zamanda fonların hedeflenen toplumsal çıktıları ortaya koyduğunu, yararlanıcılar için gerçek bir dönüşüm yarattığını da göstermesi gerekir. Tartışmaların ve eleştirilerin gösterdiği, yeni nesil aktivistlerin beklentisinin daha çok toplumsal fayda odaklı olmasıydı.
Bu eleştiriler toplantının sonraki oturumlarına ve grup çalışmalarına doğrudan yansıdı ve takip eden oturumların daha talep odaklı, ihtiyaçları cevaplayıcı olması yönünde bir çabaya dönüştü. Burada bir dakika durup demokrasi pratiğinden ne anladığımızı düşünmemiz gerekiyor: Siyasi alanda temsili demokrasinin sınırlı imkânlarına karşılık, kamusal alanda sivil toplumun sunduğu demokratik olanaklar nelerdir? Demokrasiyi sivil toplumun varlığı için devlet tarafından sunulan bir önkoşul yerine toplumsal hayatın her düzeyinde varlık gösteren bir düşünce biçimi olarak kavramsallaştırmak, demokrasinin farklı zeminlerde ve biçimlerde gerçekleştirilmesini mümkün kılar.
Dokuz tema
Küresel Strateji Forumu dokuz temayla tartışmaya açıldı: Şehirler, iklim değişikliği, alternatif ekonomiler, demokratik yönetişim, dijital veriler ve teknoloji, çok-ulusluluk ve küresel düzen, patriarka ve toplumsal cinsiyet adaleti, barış ve güvenlik ve son olarak da sosyal koruma. Bu dokuz tema Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ile de paralellik gösteriyor. Birleşmiş Milletler, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nı “yoksulluğu ortadan kaldırmak, gezegenimizi korumak ve tüm insanların barış ve refah içinde yaşamasını sağlamak için evrensel eylem çağrısı” olarak tanımlıyor. Oxfam’ın dokuz temasının tamamı bu eylem çerçevesinin içinde yer alıyor. Bu anlamda Oxfam, uluslararası örgütsel yapının entegre bir bileşeni olarak bugün hâkim olan ana akım çerçeveyle uyumlu hedefleri strateji tartışmalarına dahil etmiş oluyor.
Küresel Strateji Forumu dokuz temayla tartışmaya açıldı: Şehirler, iklim değişikliği, alternatif ekonomiler, demokratik yönetişim, dijital veriler ve teknoloji, çok-ulusluluk ve küresel düzen, patriarka ve toplumsal cinsiyet adaleti, barış ve güvenlik ve son olarak da sosyal koruma. Bu dokuz tema BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ile de paralellik gösteriyor.
Bu temalara bakarak Oxfam’ın toplumsal sorunlar kadar uluslararası politik sorunlar ve bunların insani güvenlik alanındaki yansımalarıyla da ilgilendiği söylenebilir. Alternatif ekonomiler ve sosyal koruma temaları ise neoliberalizmin yarattığı derin eşitsizlik biçimlerine karşı alternatif arayışların giderek daha da önem kazanacağına işaret edebilir.
Bu dokuz tema, büyük bir kesimi Afrika ülkelerinden olmak üzere Küresel Güney’i temsil eden katılımcıların da katkılarıyla beş tematik kümeye indirgendi. Bunlar anahatlarıyla toplumsal cinsiyet adaleti, iklim adaleti, sosyal koruma-yeni ekonomik modeller-şehirler, yönetişim-aktif yurttaşlık-teknoloji-şehirler ve son olarak insani yardımlar ve müdahaleler.
Oxfam acil olarak politika geliştirilmesi gereken bu alanlarda ne yapılması gerektiği ve hedeflere yönelik stratejiler konusunda bir arayış içinde. Bu bağlamda Oxfam sorunların merkezinde yer alan kitleleri hedeflerken çeşitli aktörlerle işbirliğinin de yollarını arıyor. Ancak, sorun odaklı yaklaşımın kilit taşı küresel düzeyde seyreden toplumlar arası eşitsizlik. Eşitsizlik basitçe gelir eşitsizliğinin ötesinde, yoksulluk, temel yaşam standartlarından yoksunluk, cinsiyete dayalı eşitsizlik veya iklim değişikliğinin etkilerine maruz kalmadaki eşitsizlik gibi çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkıyor. Oxfam’ın kurulduğu 1942 yılından bu yana küresel eşitsizlik azalmadığı gibi, insani kalkınma göstergeleri Batı ülkeleri ve Küresel Güney arasındaki uçurumun biçim değiştirerek ve derinleşerek devam ettiğini gösteriyor.
STK’ların ikilemleri
Oxfam toplantısından yola çıkarak küresel sivil toplum ve uluslararası örgütler hakkında bazı ikilemlerin altını çizmek gerekiyor. Sivil toplum ister ulusal düzeyde, isterse de küresel düzeyde örgütlensin, genellikle demokrasinin yerleşik ve orta sınıfın görece büyük olduğu toplumlarda gelişim gösteriyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri, bu tür örgütlerin ihtiyaç duyduğu kaynakların, aktivist diliyle fonların, bu kesimlerden gelmesi. Sivil toplumun piyasadan bağımsız ve devletin ideolojik güdümünden özerk olabilmesi kendi kaynaklarına sahip olabilmesine bağlı.
Oxfam veya Greenpeace gibi küresel düzeyde faaliyet gösteren örgütlere ciddi bir kaynak akışı söz konusu. Bu bağlamda uluslararası yardım kuruluşları ve hak mücadelesi veren örgütlerin en temel ikilemi bir taraftan neoliberalizmin sebep olduğu tahribata karşı mücadele verip diğer taraftan fonların hatırına kapitalizme ses çıkarmamak. Bir başka deyişle, hedef kitlenin ihtiyaçlarını karşılamak için “donörleri” hoş tutmak zorunda kalan uluslararası örgütler politik anlamda radikalleşmekten kaçınıyor, ekonomik anlamda sisteme meydan okumaktan geri duruyor.
Uluslararası yardım kuruluşları ve hak mücadelesi veren örgütlerin en temel ikilemi, bir taraftan neoliberalizmin sebep olduğu tahribata karşı mücadele verip diğer taraftan fonların hatırına kapitalizme ses çıkarmamak. Bir başka deyişle, “donörleri” hoş tutmak zorunda kalan uluslararası örgütler politik anlamda radikalleşmekten kaçınıyor.
Uluslararası örgütlerle ilgili ikinci büyük ikilem ise Batı’nın hâlâ çok “beyaz” olması ve Batılı aktörlerin kapsayıcı yaklaşımlarına, demokrasi prensiplerine ve empati çabalarına rağmen, imtiyazlı konumlarının sağladığı güvenli suların ötesini anlamakta güçlük çekmeleri. Yöneticilerin, insan kaynağının ya da hedef kitlenin Küresel Güney odaklı olması hâkim zihniyetin imtiyaza dayalı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hak savunuculuğu dışsal bir unsur olduğu sürece talep edenlerle savunucular arasında belirsiz bir sınır kaçınılmaz oluyor.
Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Dünya Sosyal Forumu ya da Küresel Adalet Hareketi çerçevesinde yer alan örgütler daha çok tabandan gelmeleri ve yerel kökleri sebebiyle daha radikal, politik anlamda daha gözükara, stratejik olarak daha etkin ve protest bir tavır sergilerken, Oxfam, Kızıl Haç, CARE (Cooperative for Assistance and Relief Everywhere) gibi örgütler mümkün olduğunca politikadan uzak durmaya çalışıyor, devlet politikalarına veya uluslararası çatışmalara değinmeden yardım faaliyetlerini yürütmeye odaklanıyor.
Bu durum bu tür örgütlerin kaynakları kullanma biçimine de yansıyor. Yardım kuruluşlarının uluslararası düzeyde faaliyet gösterebilmeleri için belli bir bürokratik yapı kurmaları ve idari işleri yürütmeleri gerekiyor. Bu tür örgütlerde kaynakların önemli bir kısmının kuruluş ofislerinde çalışan beyaz yakalıların ücretlerine ayrılması, doğrudan faydalanıcı kesime ayrılan kaynağın azalmasına neden oluyor. Bu durumda insan sormadan edemiyor: Örneğin Belçika’da bir beyaz yakalı personele ödenen aylık ücretle Kenya’da kaç kişiye nasıl bir destek sağlanabilir?
Uluslararası örgütlerle ilgili üçüncü ikilem de örgütlerin kurumsallaşma düzeyiyle ilgili. Tabandan gelen, gönüllülük esasında işleyen yerel örgütler katılım açısından daha değişken ve esnek bir yapıya sahip. Katılım süreklilik göstermeyebiliyor, katılımcılar faaliyetlere düzenli olarak destek sağlamayabiliyor, örneğin üyelik aidatı ya da katılım payı söz konusu olduğunda bunu toplamak zor olabiliyor. Fakat bu yapıların avantajı sorun odaklı olmaları, hızlı mobilize olmaları, eylem repertuarı açısından daha cesur olmaları.
Öte yandan, kurumsallaşmış hareketlerde gönüllü katılım önemli olsa da, bu örgütlerde profesyonel bir ekip işleri yürütüyor, maaşlı çalışanların hareketle kurdukları ilişki de gönüllülükte olduğu gibi aidiyet duygusu ve ortaklığa dayanmıyor. Örneğin, bu tür profesyoneller sıklıkla bir örgütten çıkıp başka bir örgüte geçebiliyor, deneyimlerini beşeri sermaye olarak kullanabiliyor. Kurumsallaşma arttıkça örgütün güvenilirliği, dolayısıyla fon alma potansiyelleri artsa da eylem repertuarı daralıyor, bu nedenle daha muhafazakâr kalıplara sıkışıyorlar.
Türkiye’nin çelişkileri
Uluslararası örgütlerin işleyiş biçimi iki temel yönüyle Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Öncelikle Türkiye, kendi sınırları içinde uluslararası yardıma muhtaç büyük bir göçmen kitleye sahip. 2011’den bu yana yaşanan mülteci akını sonucu korumasız bir biçimde Türkiye’de yaşayan göçmenler düzenli bir ekonomik faaliyet gösterememeleri nedeniyle ya devletten ya da yardım kuruluşlarından destek almak zorunda kalıyor. Devletin yasadışılık, yoksulluk ve dışlanmışlık nedeniyle yardıma muhtaç kesime yönelik yaklaşımı araçsallaşabiliyor ve sıklıkla Batı ülkelerine karşı bir tehdit unsuru olarak siyasi söylemlerde yer alıyor.
Dünya Sosyal Forumu ya da Küresel Adalet Hareketi çerçevesinde yer alan örgütler tabandan gelmeleri ve yerel kökleri sebebiyle daha radikal, politik anlamda daha gözükara, stratejik olarak daha etkin bir tavır sergilerken, Oxfam gibi örgütler mümkün olduğunca politikadan uzak durmaya çalışıyor, devlet politikalarına değinmeden faaliyetlerini yürütmeye odaklanıyor.
Uluslararası sivil toplum Türkiye’de mülteci ve göçmenlere yönelik önemli bir destek sunsa da, gerek hükümetle yaşanan gerginlikler ve faaliyet lisanslarının iptal edilmesi, gerekse hedef kitlenin çok yönlü hareketliliği, söz konusu desteklerin kalıcı bir çözüm ve düzen yaratmasına engel oluyor.
Türkiye’yi ilgilendiren ikinci bir boyut ise, Türkiye’nin yaptığı dış yardımlar ve yatırımlarla yükselen bir bağışçı ülke olma çabası. Özellikle Afrika ülkelerine yönelik işbirliği, kamu diplomasisi ve yardım faaliyetleri Türkiye’nin uluslararası yardımları bir politika aracı olarak kullanma eğilimini gösteriyor. Ancak bunu yaparken, uluslararası örgütlerle işbirliği içinde olmak hedef kitlenin sorunlarına kalıcı çözümler üretilmesi açısından çok önemli. Doğru yaklaşım içeride ve dışarıda insani yardımları dış politika çatışmalarından ayrı tutmak, insani müdahale ve uluslararası yardım alanlarında işbirliğine açık olmakken, kendi sınırları içindeki yardım kuruluşlarının lisanslarını iptal ederken Türkiye’nin Afrika’da bu kurumlarla ilişki kurmak zorunda kalması dış politikada ve kaynakların etkin kullanımında bir çelişki ortaya çıkarıyor.
Yardımların sınırlı etkisi
Bir başka açıdan bakıldığında, dünyada artan eşitsizlik, kalkınma düzeylerindeki farklılık, dijital uçurum ve sosyo-ekonomik kutuplaşmayı kalkınma perspektifinden değerlendirmek de mümkün. İkinci Dünya Savaşı sonrası öne sürülen kalkınma, modernleşme anlayışı bugün çok geride kaldı. Bağımlılık teorisyenleri Batı’nın kalkınma söylemlerinin arkasındaki politik motivasyonu ve çevre ülkelerinin bilinçli bir biçimde geri bırakılmasını somut kanıtlarla ortaya koydular.
Ancak bütün bu eleştirel yaklaşımlar çevre ülkelerin bağımlılığını ortadan kaldıracak politikalara yol açmadı. Hatta neoliberalizmle beraber kapitalist prensiplerin, tüketimciliğin ve metalaşmanın çevre ülke ekonomilerine nüfuzu göz önüne alındığında bugünkü sömürünün sömürgecilik dönemine denk düşecek düzeyde olduğu dahi söylenebilir. Neoliberal küreselleşme çevre ülkelere doğrudan yabancı sermaye yatırımları ve serbest ticaret bölgelerinin kurulması aracılığıyla girdi. Beklenti bu süreçte istihdamın artması, işgücünün vasıf kazanması, uzun vadede yerli yatırımların gelişmesi ve gelir dağılımının iyileşmesiydi.
Sivil toplum kuruluşları, devletin geri çekildiği ve piyasanın sürekli atakta olduğu bu ortamda tabana ve sıradan insana azımsanmayacak imkânlar sunuyor, ancak bu imkânların harekete geçmesi kitlesel bir örgütlenme, tüm sosyal katmanlarda bilinçlenme ve yenilikçi stratejileri mobilize etmekle mümkün.
Oysa istihdamın getirdiği sömürü, yerli ekonominin ne yatırım ne de hammadde üretiminde rekabet gösterebilmesi bağımlılık ilişkisinin derinleşmesine yol açtı. Bugün çevre ülke ekonomilerine yönelik üç temel yaklaşım öne çıkıyor: Birincisi, bu ülkelerle ticaret ilişkilerinin artırılması. Ancak, çoğu zaman çevre ülkeler tarımsal ürünler karşılığında katma değeri yüksek mamul ürün aldıkları için ticaret aracılığıyla kalkınmaları mümkün olmuyor. İkincisi, yoksul Afrika ülkelerinin borçlarının silinmesi. Ama bunun yapısal bir çözüm olduğunu söylemek mümkün değil. Üretimi güçlendirmeden, bağımlılık ilişkisini kırmadan, beşeri sermayeyi yükseltip daha fazla katma değer yaratılmasını sağlamadan bu ülkelerin borçlarını silmek yalnızca kısa vadeli bir çözüm olur.
Üçüncü yaklaşım ise uluslararası yardım. Burada iki yardım türünü birbirinden ayırmakta fayda var. Bir tarafta gelişmiş ve bazı gelişmekte olan devletler tarafından verilen yardımlar var. Ancak, bu yardımların arkasındaki politik motivasyon, yardımların bağışçı devletler tarafından bağımlılık ve baskı aracı olarak kullanılması bu yaklaşımın pek güvenilir olmadığını düşündürüyor. Politik bağlam değiştiği an yardımlar kesilebilir ve yardıma muhtaç ülkeler zorda kalabilir.
Diğer tarafta ise Oxfam ve benzeri uluslararası örgütlerin yardımları söz konusu. Bu yardımlar Batılı bireysel veya devlet dışı kurumsal bağışçılar tarafından destekleniyor. Çoğu zaman altyapı yatırımları, eğitim, sağlık, hijyen alanlarında çalışmalar yürütülüyor. Kuşkusuz desteklenen yerlerde yaşayanların hayatında azımsanmayacak iyileştirmeler olsa da uluslararası yardımların sistemik değişikliklere ya da ülke çapında yapısal dönüşümlere yol açtığını söylemek zor. Bu tür yardımlar ancak ve ancak yerel aktörler tarafından desteklenerek bir çarpan etkisiyle yayıldığında, örneğin tekrar ederek başka bölgelerde uygulandığında, örnek alınarak devlet tarafından da kullanıldığında kalıcı bir dönüşüm yaratabiliyor.
Sonuç olarak sivil toplum kuruluşları, devletin geri çekildiği ve piyasanın sürekli atakta olduğu bu ortamda tabana ve sıradan insana azımsanmayacak imkânlar sunuyor, ancak bu imkânların harekete geçmesi kitlesel bir örgütlenme, tüm sosyal katmanlarda bilinçlenme ve yenilikçi stratejileri mobilize etmekle mümkün. Oxfam’ın Küresel Strateji Forumu’nda elde ettiği bilgileri ve geri bildirimleri değerlendirerek bir strateji metnine dönüştürmesi birkaç ay alacak. Bu belgenin tartışmaları ve toplantılarda öne çıkan stratejik hedefleri ne kadar yansıtabileceği henüz belli değil.
Küresel sivil toplum ve uluslararası yardım kuruluşları toplumsal sorunlara çözüm üretmede, insani kalkınma, toplumsal cinsiyet ve güvenlik gibi alanlarda yapıcı bir rol üstlenebiliyor, buna yönelik fonları ve insan kaynaklarını kullanıyor. Ancak, kalıcı çözümler ve yapısal dönüşümler ancak ve ancak yerelde örgütlenmeyle, hedef kitlenin ve faydalanıcıların uygulanacak programlara, bu programlardaki karar alma süreçlerine doğrudan katılımıyla mümkün olabilir.