Güncel veriler ne söylüyor, bunlara yapısal kriz konjonktürü perspektifiyle bakıldığında önümüze nasıl bir tablo çıkıyor? 2020 ne tür iktisadi ve siyasi gelişmelere gebe? Ümit Akçay’a bağlanıyoruz.
2013 yılı 2002 sonrası AKP iktidarları dönemi için önemli bir dönüm noktasıysa, 2020 yılı bu dönemin en gerilimli yıllardan biri olmaya şimdiden aday. İktisadi kriz ile siyasi krizin/devlet krizinin birbirini besleyerek ilerlediği dönemleri yapısal kriz konjonktürü olarak tanımlıyoruz. Bu tanıma göre, 2013 sonrasında bir yapısal kriz konjonktüründeyiz. Bu yazıda, 2020 yılı için iktisadi ve siyasi gerilimlerin yoğunlaştığına dikkat çekerek bu durumun neden olabileceği bazı gelişmeleri dört başlıkta ele alacağım. Ama önce kısa bir yöntemsel giriş ile konjonktür analizinin neden önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.
Konjonktürün önemi
Türkiye gündemini, özellikle de siyasi ve ekonomik gelişmeleri takip ederken farklı analiz düzeyleri kullanılabilir. Şematik olarak ifade edersem, üç tür analiz düzeyi tanımlanabilir: 1) Olgusal/gündelik, 2) Konjonktürel, 3) Yapısal.
En yaygın olanı ilki iken, daha az görülmekle birlikte yine de yaygın olan analiz tipi üçüncüsü. Ancak bu iki tip yaygın analizde de konjonktürel düzeyin gözardı edilmesiyle sıklıkla karşılaşıyoruz, ki bu önemli sorunlar yaratıyor.
2019 ve sonrasında Erdoğan yönetiminin bir IMF programı uygulamak zorunda kalmaması ve 2019 yılının yaşanabilecek çok daha sert bir ekonomik daralma yerine sıfır büyüme ile kapatılabilecek olması, küresel finansal döngünün genişleme aşamasına geçmesiyle ilgili.
Analiz düzeyleri arasında hiyerarşi kurmak gibi bir önerim yok. Aksine, yapısal analize dayanmayan olgusal analizlerin genellikle isabetli sonuçlar üretememesi gibi, olgusal gelişmelerle desteklenmemiş yapısal analizler oldukça sınırlı bir açıklama çerçevesi sunuyor. Ancak bu ikisini birbirine bağlayacak, deyim yerindeyse bu iki düzeyi birbirine tercüme edecek ara kategorilere, nedensellik mekanizmalarına yoğunlaşacak ve “nasıl” sorusunun yanıtını arayacak bir analiz düzeyine daha ihtiyacımız var: Konjonktürel analiz.
Konjonktürel analizin bir önemi, olgusal ve yapısal analizi dinamik hale getirmesidir. Bunu analize zaman boyutu katarak yapar. Yapıları olgularla ilişkilendiren konjonktürel analizdir. Zira gündelik gelişmeler, belirli siyasi ve ekonomik konjonktürün getirdiği sınırlamalarla gerçekleşir. Ancak (t) zamanındaki konjonktürü belirleyen (t-1) zamanındaki olgusal gelişmelerdir. Yine benzer şekilde (t) zamanındaki ekonomik ve siyasi konjonktür (t+1) zamanındaki yapısal durumu belirlerken, bu (t-1) zamanındaki yapısal kısıtlar içinde gerçekleşir.
İkinci olarak, konjonktürel analiz olgusal gelişmeleri içine yerleştirebileceğimiz belirli bir örüntü sağlar. Bir siyasal ya da iktisadi konjonktür, belirli bir süre düzenlilikler gösteren, hatta bazı modellerin oluşmasına olanak veren toplumsal ilişkilerin bütünü olarak görülebilir. Ya da daha basitçe olgusal gelişmelerin içinde aktığı bir nehir yatağı gibi düşünebiliriz. Bu tespit edilmeden yapılacak olgusal analizler, boşlukta kalmaya mahkûmdur, açıklayıcılıkları sınırlıdır.
Konjonktürel analizin bir diğer önemi, sosyal sınıfların, siyasi, etnik, cinsel, dini grupların geliştirdikleri stratejileri tartışabilmemize olanak sağlamasıdır. Yani hem iktidar bloğunun içindeki mücadele ve gerilimleri, hem de toplumsal muhalefet içindeki dinamikleri ele almamızı mümkün kılar. Biraz uzattım, farkındayım. Buraya kadar anlattıklarımı 2020’ye uygularsak nasıl bir analiz yapabiliriz sorusunu sorarak bir sonraki bölüme geçiyorum.
Yapısal kriz konjonktürü
2018-2019 krizi üzerine yapılan değerlendirmeler, olgusal düzeyde kaldığı sürece, sorun ya iktidar çevrelerinin ileri sürdüğü gibi “Türkiye ekonomisine yapılan bir saldırı” ya da yaygın olarak yapıldığı gibi, “rahip Brunson krizi” olarak görülür. Tıpkı 2001 krizinin “anayasa fırlatma” nedeniyle ortaya çıktığını söylemek gibi. Oysa, 2018-2019 krizi, 2013 sonrasındaki yapısal kriz konjonktürünün üçüncü aşaması olarak görüldüğünde, gerek krize neden olan dinamikler ve krizin tetiklenmesini sağlayan olgusal gelişmeleri, gerekse yapısal düzeyde Türkiye’deki sermaye birikim rejiminin temel özelliklerini bir arada ele alma imkânı doğar. Yani üç farklı düzeydeki analizi, bunların birbiriyle içsel bağlantılarını gözeterek aynı anda yapmak mümkün.
2013 sonrası dönem, iktisadi darboğazların devlet krizine eşlik ettiği bir konjonktür yaratmıştır. Aşağıdaki şemada iktisadi ve siyasi olarak birbirini besleyen gelişmeleri özetledim. Böyle bir çaba şemayı biraz kalabalık yaptı, ama özetleyerek bu konjonktür analizinin bize ne söylediğini sıralamaya çalışayım.
Önümüzdeki dönemde döviz ile faiz arasındaki makasın kapanması için ya doların 4 liranın altına inmesi ya da tekrar faiz artışının gündeme gelmesi olasılığı beliriyor. Ancak bu ikisi de yaşanmayacaksa, 2020’nin ya çok kuvvetli sermaye girişlerinin yaşandığı ya da sermaye hareketlerinin tamamen sınırlandığı bir yıl olması gerekiyor.
İlk olarak, şemanın en üstündeki mavi oklarla işaretlendiği gibi, 2013-2018 arası dönem küresel finansal döngünün daralma aşamasında olduğunu, 2019 ve sonrası ise bunun genişleme aşamasına geçtiğini ifade ediyor. Bu önemli bir değişken, zira 2013 sonrasında gerek Türkiye ekonomisindeki darboğazların yaşanmasında, gerekse devlet krizinin giderek şiddetlenerek artmasında ve nihayetinde de rejim değişikliği ile sonuçlanmasında küresel finansal akımların yönü etkili idi.
Aynı şekilde, 2019 ve sonrasında Erdoğan yönetiminin bir IMF programı uygulamak zorunda kalmaması ve 2019 yılının yaşanabilecek çok daha sert bir ekonomik daralma yerine sıfır büyüme ile kapatılabilecek olması, küresel finansal döngünün genişleme aşamasına geçmesiyle ilgili. Bu aynı zamanda mevcut yönetim için yeni rejimi oturtabilecek bir otoriter konsolidasyon girişiminin kapısını aralayan gelişme idi.
Yapısal kriz konjonktürü şeması
İkinci olarak, 1’den 4’e kadar sıraladığım siyasi gelişmeler devlet krizinin sürekliliğini, oklarla işaret ettiğim yuvarlaklar ise bunun farklı iktisadi değişkenler üzerine etkilerini gösteriyor. Benzer, ancak daha sade bir tabloyu, daha önceleri “döviz-faiz kıskacı” olarak adlandırmıştım. Bu kıskaç, bizzat Türkiye ekonomisinin dünya kapitalizmi ile eklemlenme biçiminin bir sonucu olarak oluşan yapısal çelişkilerin bir ürünüdür. Ancak çelişkilerin grafikte görülen olgusal biçimleri almasını sağlayan, 2001 krizi sonrasında IMF programı ile dizayn edilen birikim modelini takip eden AKP hükümetlerinin tercihleridir. Son olarak olgusal düzeyde görülen iktidar bloğundaki gerilimler, bir yandan ekonomik gerilimlerle derinleşmiş, diğer yandan da ekonomik krizleri perçinlemiş, bir yapısal kriz konjonktürü oluşmuştur.
Üçüncü olarak, bizzat döviz, faiz ve enflasyondaki gelişmelere baktığımızda şunu görüyoruz: 2013 sonrasında faizlerin baskılanarak enflasyonun gerisinde seyrettiği her bir dönem (1, 2 ve 3 numaralı yuvarlaklar), farklı siyasi istikrarsızlık dinamikleri ile tetiklense de bir döviz atağı ile karşılaşmış. Şimdi gelelim sert viraj kısmına.
Otoriter konsolidasyon girişimi iktidar bloğu için bir zorunluluk halini almış durumda, ancak bu zorunluluk çok kırılgan bir ekonomik zemin üzerinde hareket ediyor. İnce buz tabakası üzerinde yürüyen cüsseli birinin hareketlerini ürperti ile izliyoruz.
Sert bir viraj yaklaşıyor
2019’da küresel finansal döngünün genişleme aşamasına geçmesi, ekonomi yönetiminin faizleri sert bir şekilde indirebilmesinin önünü açtı (grafikteki siyah çizgi, özellikle 4 numaralı alan). Bu faiz indirimi 2019’un ekim ayına kadar enflasyondaki gerileme ile beraber sürse de, sonrasında enflasyon –büyük oranda baz etkisi nedeniyle– yukarı hareketlenmeye başlamasına rağmen faiz indirimi sürdü. Faiz indirme ısrarı, ekonomi yönetiminin zaten yapısal kriz konjonktüründe gittikçe eriyen seçmen desteğini yeniden artırabilmek için bir an önce ekonomik büyümeyi canlandırma zorunluluğundan kaynaklanıyordu.
Mevcut durumda (4 numaralı yuvarlakta) iktidarın girdiği bu yolda döviz ve faizin arasındaki makas açılmaya devam ediyor (mavi ve siyah çizgiler). Bu durumun neden olabileceği bazı gelişmeleri aşağıda sıraladım:
- Faiz düşüşlerinin sonuna geldik, bundan sonra 3-5 puanlık faiz indirimleri söz konusu değil. Bir başka ifadeyle, para politikası ile yapılabileceklerin sınırına gelinmiş durumda.
- Önümüzdeki dönemde döviz ile faiz arasındaki makasın kapanması için ya doların 4 liranın altına inmesi (!) ya da faiz indirimi değil, tekrar faiz artışının gündeme gelmesi olasılığı beliriyor. Ancak bu ikisi de yaşanmayacaksa, 2020’nin ya çok kuvvetli sermaye girişlerinin yaşandığı ya da sermaye hareketlerinin tamamen sınırlandığı bir yıl olması gerekiyor.
- Her ne kadar küresel finansal genişleme konjonktürü faiz indirimleri yaşanırken TL’deki değer kayıplarının ılımlı seyretmesini mümkün kılsa da, bundan sonrası için ekonomi yönetimi bir tercih yapmak zorunda kalacak. Zira krizden çıkış için ekonomi yönetiminin tercih ettiği, borca dayalı ekonomik canlandırma stratejisi sonucunda özellikle tüketici kredisinde yaşanan muazzam artış, enflasyon üzerinde yukarı yönlü baskı yaratabilir.
- Otoriter konsolidasyon girişimi iktidar bloğu için bir zorunluluk halini almış durumda, ancak bu zorunluluk çok kırılgan bir ekonomik zemin üzerinde hareket ediyor. Deyim yerindeyse, ince buz tabakası üzerinde yürüyen cüsseli birinin hareketlerini ürperti ile izliyoruz. Buzdaki çatlaklar, iktidar bloğu içinde yaşanacak yeni bir gerilim sonucunda mı, yoksa yine iktidar bloğunun mevcut bileşimi gereği girişilen dış politika aktivizmi sonucunda ortaya çıkabilecek yeni bir dış politika krizi ile mi genişler ya da kırılır, bunu öngörmek mümkün değil. Ancak 2020 yılı başında, Erdoğan yönetiminin sert bir viraja yaklaşmakta olduğunu söylemek mümkün.
Bitirmeden son bir not ileteyim. Bu olasılıklara işaret etmek, “kriz gelsin, iktidar düşsün” apolitizmini harlamak anlamına gelmediği gibi, “felaket tellallığı” yapmak da değil. Yapmaya çalıştığım, güncel verilerin bize söylediklerini mevcut yapısal kriz konjonktürü perspektifinden değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan tabloyu özetlemekten ibaret.