ÇAY ÜRETİCİLERİNİN KOTA VE KONTENJAN MÜCADELESİ

Söyleşi: Bekir Avcı
14 Haziran 2021
SATIRBAŞLARI
27 Mayıs’ta Hopalı çay üreticileri on yıl önceye, Metin Lokumcu’nun öldürüldüğü güne geri döndü adeta. Dertleri ve sloganları aynıydı: çay, toprak, doğa. Seslerini duyurmak için Çaykur’a yürümek istediklerinde büyük bir şiddetle gözaltına alındılar, yaralananlar oldu. Talepleri neydi, bu sert saldırı niyeydi? Çayda kota ve kontenjan üretici açısından ne ifade ediyor? Çay tarımının geleceği nasıl bir tehdit altında? Hopalı çay üreticileri Canan Topaloğlu ve Nurcan Vayiç’i dinliyoruz.
Hopa (21 Nisan 2020)

27 Mayıs günü Hopa Meydanı’ndan Çaykur fabrikası önüne yürüyüşe geçmek isterken polisin sert saldırısına maruz kaldınız. 30’u aşkın kişi gözaltına alındı, yaralananlar oldu. O günü siz nasıl yaşadınız?

Canan Topaloğlu

Canan Topaloğlu: Bu çay sezonuyla birlikte, kota ve kontenjan uygulamasına karşı önce 25 Mayıs’ta Hopa’daki çay fabrikası müdürlüğü önünde bir basın açıklaması yaptık. Taleplerimizin karşılanmasını istedik, ama müdürlükten cevap alamadık. Ertesi gün Rize’ye, Çaykur Genel Müdürlüğü’ne gidildi. Aynı talepler oraya da iletildi. “24 saat içinde bize bir cevap verin, üretici mağdur, en azından kısa vadeli çözümleri olan taleplerimizi karşılayın” dendi. Yine cevap alamayınca bu kez 27 Mayıs’ta, taleplerin yinelenmesi ve artık bir cevap alınabilmesi için daha büyük bir kitleyle Hopa Meydanı’nda bir araya geldik. Talepleri iletmek üzere fabrikaya yürüyecektik. Fakat polis Hopa Meydanı’nı ablukaya aldı, adım dahi atamadık. Son müdahaleyse benim yaptığım konuşmaya oldu, ardından ben de gözaltına alındım.

Yaptığınız konuşmada ne söylemiştiniz?

Kotayla ilgili yapılabilecek şeyler olduğunu, günlük alım kontenjanının kademeli artırılarak 30 kiloya çıkartılması gerektiğini söyledim. Ayrıca, biz Hopalıların gündem maddelerinden biri Hopa’daki sahil dolgu projesi. Buna itiraz ettik, bilirkişi heyeti geldi. Bir forum düzenledik. Konuşmamda bunu hatırlatarak “Hopa’ya ayrılan bir bütçeniz varsa bu bütçeyi köyleri taş ocağına çevirip sahili doldurmak yerine halka ayırın, fabrikaya ayırın” dedim. Bu konunun ardından zenginle fakir arasında gün geçtikçe artan uçurumdan bahsettim. Biz günbegün yoksullaşırken birileri milyon dolarların içinde poz veriyor. Bir aydır çarşaf çarşaf anlatılıyor talan ve soygun, memleketin her yerinde bu konuşuluyor. “Kim aklanıyor, kime, nasıl para kazandırılıyor?” diye sorduğum an konuşmama müdahale edildi. Bunun üzerine, özellikle tarımda çalışan orta yaşlı kadınlar “derdimiz var, biz fabrikaya gideceğiz” dediler. Uzun süre bunun tartışması oldu. Memlekette her konuda en çok ezilen biz kadınlarız, çay tarımında da bu böyle. Bu yüzden ısrarla “söyleyecek sözümüz var” dedik ve fabrikaya doğru yürümeye başladık. Ancak, üç adım sonra, hiçbir pazarlık olmadan polis çok sert bir şekilde müdahale etti. Genç, yaşlı, kurum temsilcisi olan olmayan herkes müdahaleden nasibini aldı. Ciddi şekilde darp edilerek gözaltına alındık. Polis otobüsünde de darp etmeye devam ettiler, ta ki emniyete kadar. Biz emniyetin bahçesinde beklerken kaymakam binadan çıktı gitti. Atanmış da olsa bir mülki amir Hopa’da halkın talepleri varken neden çekip gider? Benim muhatabım polis değil ki, mülki amir.

Türkiye’nin dört bir yanında hükümetin politikalarından insanlara gına geldi artık. İnsanca yaşamak istiyoruz, emeğimizin karşılığını almak istiyoruz. “Hopa fitili ateşler, engellemek lâzım” düşüncesiyle bize sert müdahale edildi diye düşünüyorum. Fakat engelleyemezler, çünkü Türkiye buna gebe. İnsanlar aç. Birileri çok zenginleşirken halk yoksullaştı.

Sizce neden bu denli sert bir müdahale yapıldı?

Böyle eylemlerde kurum temsilcilerinin, sosyalistlerin gözaltına alınmasına alışığız. Fakat bu kez genç, yaşlı, örgütlü, örgütsüz herkesi aldılar. Alınan herkes de çay üreticisiydi. Hükümete yakın basında aksi söylendi. Ama soruyorum, acaba hiç akıllarına gelmiyor mu bir çay üreticisinin hem okuyup hem düşünüp, hem talep edip hem de üretici olabileceği? Birinin hem sosyalist hem devrimci hem de üretici olabileceğini düşünemiyorlar mı? Ben 37 yaşındayım, önce anneyim, sonra işçiyim, sonra üreticiyim, sonra da Kadın Savunma Ağı’nın aktivistiyim. Bunların hepsiyim ve üretim alanında sorunlarımız var, devlet buna cevap vermek zorunda. Sadece Doğu Karadeniz’de değil, Türkiye’nin dört bir yanında hükümetin politikalarından insanlara gına geldi artık. İnsanca yaşamak istiyoruz, emeğimizin karşılığını almak istiyoruz. Hopa’daki eylemde dile getirdiğimiz de buydu. “Hopa fitili ateşler, engellemek lâzım” düşüncesiyle sert müdahale edildi diye düşünüyorum. Çünkü eylemler Hopa’dan Türkiye’nin bir sürü yerine yayılabilir. Fakat engelleyemezler, çünkü Türkiye buna gebe. İnsanlar aç. Birileri çok zenginleşirken halk yoksullaştı. “Birileri yoksullaştı” demiyorum, halk yoksullaştı!

Nurcan Vayiç

Nurcan Vayiç: Karadeniz’de herkes mayısta gelecek çay parasını bekliyordu ki, kıştan yaptığı borçları ödeyip bir şekilde hayatına devam edebilsin diye. Ama öyle olmadı. Çayda kota ve kontenjan uygulamasına dair dile getirdiğimiz rahatsızlıklar yavaş yavaş eyleme dönüşmeye başladı. Kemalpaşa ve Hopa’da başlayan eylemler Fındıklı ve Ardeşen’e kadar taşındı. Uzun vadede bu eylemlerin Karadeniz geneline yayılmasını engellemek için o sert saldırıyı gerçekleştirdiler. Çünkü devlet aklı biliyor ki, ilk nereden başladıysa oradan fitillenecektir ateş. Hopa’daki saldırı günü Van’da mermer ocaklarına karşı direnenlere kurşun sıkıldı. Bunlar birbirinden ayrı şeyler değil. Onlar orada yaşam alanlarını savunuyordu, biz burada emeğimize ve çayımıza sahip çıkmaya çalışıyorduk. Ülkenin farklı bölgelerinde yaşananlar birbirine bağlanıyor.

Çayda kota ve kontenjan üretici açısından tam olarak ne anlama geliyor?

Topaloğlu: Çay yıl içerisinde üç kez toplanan bir ürün. Öncesinde tarla temizliği ve gübreleme işlemleri yapılır. Bir dönümden ortalama 1 ton 200 ya da 1 ton 100 kilo civarında çay çıkar. Bugün devlet bir dönümden çıkan çayın yarısını, yani sadece 600 kilosunu alacağını söylüyor. Dönüm başına alacağı 600 kiloyu da günlük alım kotasıyla sınırlandırıyor. Adına kontenjan denen şeyle üreticinin bir günde verebileceği çay miktarını belirliyor ve “günde bir dönümden 15 kilo verebilirsin” diyor. Özetle, üretici kotayla çayının sadece yarısını, kontenjanla da günlük topladığı çayın sadece bir kısmını devlete verebiliyor. Elinde kalan çay içinse “ne yaparsan yap” deniyor.

Hopa’daki saldırı günü Van’da mermer ocaklarına karşı direnenlere kurşun sıkıldı. Bunlar birbirinden ayrı şeyler değil. Onlar orada yaşam alanlarını savunuyordu, biz burada emeğimize ve çayımıza sahip çıkmaya çalışıyorduk. Ülkenin farklı bölgelerinde yaşananlar birbirine bağlanıyor.

Bu uygulama neye yol açıyor?

Tabii ki özel sektörün fırsatçılığını yaratıyor. Devlet bugün alım fiyatını dört lira olarak açıkladı. Özel sektörse alımları üç liradan yapıyor. Kota ve kontenjan uygulamasını özel sektör tam anlamıyla fırsata çeviriyor. Talebimiz günlük alım kontenjanının kademeli olarak artırılması. Fakat herkes şunun farkında, kota biz istiyoruz diye artırılabilecek bir şey değil, çünkü yıllardır fabrikaların içini boşalttılar. Çay fabrikalarına yönelik bir politikaları yok. Bugün fabrikaları getirdikleri yer burası maalesef. Çaydan zarar edilip edilmediği tartışılıyor. Çay zarar edilebilecek bir ürün değil. Üreticiden dört liraya aldığınız kuru çayın kilosunu bugün piyasada 40 liradan satıyorsunuz. Nasıl zarar etmek bu?

Vayiç: Çaykur’un 2017’de Varlık Fonu’na devredilmesinden sonra zarar ettiğini görüyoruz. Öncesindeki üç yıl ise kâr etmiş. Neden Varlık Fonu’na devredildikten sonra zarar ediyor? Nasıl bir dönem tarım politikaları üretmektense Tekel’i kapatıp fabrikaları boşa çıkartarak tarım arazileri kaybolan insanları tarım işçisi haline getirdilerse, bugün de Karadeniz’deki çay politikasıyla aynısını yapmak istiyorlar. Karadeniz’de çayda 151 özel sektör, bir de Çaykur var. Yıllardır Çaykur fabrikalarında yenilenmeye gidilmiyor, emekli olan işçilerin yerine yenileri alınmıyor, çay fabrikalarını boşa çıkartma çabası söz konusu.

Hopa, 27 Mayıs 2021 (Fotoğraf: sendika.org)

Karadeniz’de çay tarımı dışında bir geçim aracı yok. İnsanlar bununla geçinmek, çocuklarını buradan elde ettiği gelirle okutmak zorunda. Sanayisi olmayan, doğasıyla hayat bulan bir yer Karadeniz. Çay üretimini ortadan kaldırdığınızda bu insanlar ne yiyip ne içecek? Hangi dala tutunacaklar? Büyük şeyler istemiyoruz, diyoruz ki, “bu bizim geçim kaynağımız, aşımız, yemeğimiz, devlet bu konuda üzerine düşeni yerine getirsin, bizi özel sektöre mahkûm etmesin.” Aslında bu bugünün talebi de değil. 2011’de Metin Lokumcu’nun katledildiği günkü talebimiz de aynıydı. O zaman da çayda kota ve kontenjan uygulamasının kaldırılmasını, Karadeniz’deki HES projelerine son verilmesini, doğa katliamının durdurulmasını istiyorduk. Bugün dile getirdiğimiz talepler yeni değil. Fakat, Varlık Fonu’na devirle birlikte bizi tamamen özel sektöre teslim etmek istiyorlar. Böyle yapıyorlar diye taleplerimizden tabii ki geri adım atacak değiliz. Çay üreticileri taleplerinde ısrarcı. Sonuçta çayın ikinci, üçüncü sürümü olacak. Mücadelemizi sonuna kadar götürmekte kararlıyız. Çünkü bu bizim ekmek teknemiz.

Çaydan zarar edilip edilmediği tartışılıyor. Çay zarar edilebilecek bir ürün değil. Üreticiden dört liraya aldığınız kuru çayın kilosunu piyasada 40 liradan satıyorsunuz. Nasıl zarar etmek bu? Çaykur’un 2017’de Varlık Fonu’na devredilmesinden sonra zarar ettiğini görüyoruz. Öncesindeki üç yıl ise kâr etmiş.

Metin Lokumcu’yu anıp o günkü taleplerin bugün de geçerli olduğunu söylediniz. O zaman yaşananlarla bugün nasıl birbirine bağlanıyor?

Vayiç: 31 Mayıs 2011’de dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Hopa’da seçim mitingi yapmak istemişti. O gün Hopa’da düzenlenen protestoda temel sloganımız çay, toprak, doğaydı. O nedenle sorunlarımız bugünün meselesi değil diyoruz. O zaman da devlet yetkilileri sesimizi kısmak için büyük bir polis yığınağı yapmış, saldırı gerçekleştirmişti. Ellerindeki biber gazı tükenmişti. Polisler kendi aralarında “bu kadar gaz sıktık kimse kaçmıyor, boğulmuyor, nasıl bir yer burası” diyorlardı. Aslında birini boğmayı başardılar, Metin Hoca’yı katlettiler. 27 Mayıs’taki görüntü bizi 2011’e götürdü, o zamanları hatırlattı. Altı ilden çevik kuvvet polisleri getirilmişti. “Bizi herhalde 31 Mayıs’a geri götürecekler” dedik aramızda. Sohbetlerimizde Metin Lokumcu anmasını nasıl yapacağımızı konuşurken bir anda polis yığınağıyla karşılaştık. Fakat o gün de bugün de direnişle karşılık verdik, yarın gelirlerse yine aynı şekilde karşılık vereceğiz.

Topaloğlu: O dönem HES şirketleri Hopa’ya dadanmıştı, ama başaramadılar, biz kazandık. Bu mücadelede deresine, suyuna, çayına sahip çıkarken öldürüldü Metin Hoca. Onu sevgi ve saygıyla anmaya devam edeceğiz. Geçen on yılda ise her şeyin daha kötüye gittiğini görüyoruz. Gün geçtikçe halkın talepleri, bu taleplerin karşılanması tartışılacağına, halk daha kötü koşullarda yaşamaya itiliyor, zorlanıyor. Üreticinin bugün geldiği nokta 2011’den çok daha kötü. O dönem de üreticinin talepleri vardı, her zaman var, ama bugünkü pervasızlık özel sektörün üreticiye saldırmasına sebep oluyor. Üzerinden on yıl geçti, aynı taleplerle insanlar sokağa çıkıyor. Aradaki fark şu ki, her geçen gün biraz daha yoksullaşarak sokağa çıkıyoruz. 

Fındıklı, 27 Mayıs 2021 (Fotoğraf: Ali Osman Ertaş/Evrensel)

Siz kaç yıldır çay tarımındasınız, çay üreticisi olarak bir yılı nasıl geçiriyorsunuz?

Vayiç: 41 yaşındayım. Altı yaşımdan beri çay topluyor, taşıyor, temizliyorum. Çay tarımı tütün kadar zor değil, çünkü tütünü topladığın zaman kurutmak zorundasın, asla nem almaması, yağmur yememesi gerekir. Çayınsa bir avantajı var, yağmurda da güneşli havada da toplayabiliyorsun. Çamur olsa da satılabilecek bir ürün. Martta temizliği, gübrelemesi yapılır, mayıs beklenir ve toplanır. Satabiliyorsak devlete, satamıyorsak mecburen özellere satarız. Temmuzda ikinci sürüm gelir. Tekrar tarlalar dolaşılır, tek tek kötü otlar temizlenir. Yeniden bir hazırlık başlar, torbalar dikilir, makaslar toplanır, yağlama yapılır. Üçüncü sezona hazırlanırken yine ot temizleme işlemi olur. Ekime kadar bu şekilde sürer. Çay üretimi 45-50 gün arayla yapılır, bazen 50-55 güne de çıkar. Üç sezon bu şekilde bittikten sonra insanlar mayıs gelsin de para kazanayım diye bekler. O arada yine veresiye yazdırmalar başlar.

Topaloğlu: Burada doğmuş büyümüş herkes, ilkokul yaşlarında anneleriyle birlikte tarlalara girer. Hem çayı taşımak hem toplamayı öğrenmek hem de anneleri yalnız bırakmamak için tarlalara gidilir. Çay tarımının içinde büyüdük biz. O zamanlar anne babamızın bütçesine katkıydı, bugün kendi bütçemize. Tarımın diğer alanlarında pek çalışmadım. Manisa’da üzüm toplamışlığım var bir tek. Nurcan’ın anlattığı gibi, mart ortalarında başlayıp ekime kadar devam eden bir süreçte, yağmur çamur demeden tarlalara gidilir, çay toplanır. Bedensel olarak ciddi efor sarf ederek yapılır. Kolay bir iş değildir, ama ürün kolay bir üründür. Kış çok sert geçmemişse ürünün üzerinden ya da tam filizlenmeye dururken aşırı soğuklar gelmemişse kendi ürününü verir çay tarlaları.

Vayiç: Ayrıca şunu belirteyim. Çay üretimi artsın diye gübrenin içindeki azot oranı artırıldı. Azot oranı daha yüksek olan gübre tercih ediliyor artık. Bu yüzden toprak öldü. Gitgide sebzeye, meyveye elverişsiz hale gelse de çay üretimine hâlâ elverişli. Bizler son dönemde organik tarıma geçilerek toprağın nefes alacağı beklentisi içindeydik, ama öyle olmadı. Özelleştirmeler devreye girdi, var olanı da satamaz olduk.

31 Mayıs 2011’de Metin Lokumcu’nun katledildiği günkü talebimiz de aynıydı. O zaman da çayda kota ve kontenjan uygulamasının kaldırılmasını, Karadeniz’deki HES projelerine son verilmesini, doğa katliamının durdurulmasını istiyorduk. Bugün dile getirdiğimiz talepler yeni değil.

Çay sektöründe 151 özel şirket olduğunu söylediniz. Bunlar büyük ölçekli şirketler mi?

Vayiç: Özel şirketler devletten nemasını almadan hiçbir yerde rahat rahat cirit atamazlar. Muhakkak iktidarla bağlantılılar. En bilinenleri Doğuş, Karali, Ofçay, diğerlerinin ismi pek bilinmiyor, ama Doğu Karadeniz’de 151 özel şirket var.

Topaloğlu: Sermaye yukarıda kardeş ve birbirlerini kolluyorlar. Üreticinin bu denli pervasızca özel sektöre mahkûm edilmesinin başka bir açıklaması olamaz. Ürünün yarısını almak, diğer yarısını özele verdirmeye zorlamak nedir? Birileri ciddi oranlarda pay almıyorsa neden özel şirketleri korusun, neden halkını korumasın?

Çay tarımı kadın ağırlıklı, çalışma şartlarınız nasıl?

Vayiç: Çay tarımının yükünü esasen kadınlar çekiyor. Çayın temizlenmesinden gübrelenmesine, çaya gidecek insanların yatağının hazırlanmasından kaldırılmasına, kahvaltıların hazırlanıp yola koyulmalarına kadar tüm yük kadınların omzunda. Zaten tarlada çayı toplayan da kadın. Esprisi de yapılır hani, “Karadeniz erkekleri kahveden, kadınları tarladan çıkmaz” diye. Doğrudur. Bu yüzden 27 Mayıs’taki eylemde kadınların feryadı boşuna değildi. Evin ve tarlanın tüm yükünü sırtlandıkları için polise, “benim ellerime bak, ben bu ellerle bu çayı topluyorum ve bunun muhatabı siz değilsiniz. Çaykur benim fabrikam ve bunun için izin almayacağız” diye bağırdı kadınlar. Tabii sadece tarladaki ezilmişliğine itiraz etmek için de değil, erkekten gördüğü şiddete karşı kendini var etme mücadelesini de görüyoruz o bağırışlarda.

Topaloğlu: Kadın emeği görünmeyen bir emek. Sadece çay üretimiyle ilgili konuştuğumuzda bile, çaya gidilmeden önceki hazırlık süreci, çayın toplanması, aynı zamanda ev içindeki emeğin devam etmesi… Bunların bir karşılığı olsun istiyoruz artık. Toplumsal olarak erkeklerle asla eşit değiliz. Eşit iş yapıyoruz ve hatta daha fazla iş yapıyoruz, ama emeğimiz mütemadiyen çalınıyor. Hopa’daki tepki, kadınların can havliyle pankartı alıp yürüme sebebi buydu. Emeğinin karşılığını alamayan kadınlar artık bir sınırda. Çünkü tarımda çalışıyor, evde çalışıyor, şiddet görüyor ve tüm bunların üzerine devlet diğer ülkelere şirinlik olsun diye girdiği İstanbul Sözleşmesi’ni bir geceyarısı, tek bir kadına dahi sormadan feshedebiliyor. Hayatta kalma mücadelesi veriyor kadınlar. Bütün bunların toplamı olarak ortaya çıkıyor kadınların isyanı. Bu yüzden sadece Hopa’da değil, her yerde kadınlar en önde.

Vayiç: Karadeniz kadınları söyleyemedikleri sözlerin çoğunu çay tarlalarında ya da bir dere kenarında türkü olarak söylerler. O yüzden türküler doğa, çay, dere, su, suyun sesi, yaylalar üzerine kuruludur hep. Sevgisini de, öfkesini de, derdini de doğaya anlatan kadın için doğa ve yaşam alanı çok kıymetli. Çünkü başka kimseye derdimizi anlatamıyoruz. Öfkemizi, çığlığımızı, söyleyemediklerimizi derenin suyuna söylüyoruz, alıp götürsün diye. O yüzden Karadeniz kadını için doğa ve yaşam alanı çok kıymetli. Tam da bu nedenle doğasını yani yaşam alanını kaybetmek hayatının büyük bir parçasını kaybetmek anlamına geliyor. İkizdere’de de, Hopa’da da kadınların direnişlerde önde olmasının ana sebebi bu bence.

Pandemi süreci sizi, çay üretimini nasıl etkiledi?

Topaloğlu: Çayın toplanmadan önceki ön hazırlık döneminde, gübrelenmesinde, temizlenmesinde pandemi koşullarındaki yasaklarla çeşitli sıkıntılarımız oldu. Ama ilginçtir ki, pandeminin başında, ilk sürümde, alım kotasında artırma yapıldı. Kontenjan şimdikine göre daha iyiydi. Pandemi koşullarında, yani aslında devletin maddi olarak yükümlülüğünün arttığı bir dönemde çayın bu şekilde toplanmasının önü açılabilirken neden bunun devamı getirilmedi? İkinci sürümde hemen geri adım atıldı. Belli ki devletin olanakları var, ama bu olanaklar bölgedeki üretici için kullanılmıyor. Pandeminin başında kota konusunda attığı adımı devam ettirebilir, uygun koşulları yaratabilirdi devlet, ama yapmadı, aksine tam tersi bir uygulamaya gidildi.

Çay üretimi artsın diye gübredeki azot oranı artırıldı. Bu yüzden toprak öldü. Gitgide sebzeye, meyveye elverişsiz hale gelse de çay üretimine hâlâ elverişli. Son dönemde organik tarıma geçilerek toprağın nefes alacağı beklentisindeydik, ama öyle olmadı. Özelleştirmeler devreye girdi, var olanı da satamaz olduk.

Siz de söylediniz, Çaykur 2017’den bu yana sürekli zarar açıklıyor. Bu kâr-zarar meselesini de açarak, çay üreticisi için Çaykur’un önemini anlatabilir misiniz?

Topaloğlu: Tüpraş ya da Petkim gibi bir gecede “zarar ettik, kapatıyoruz” diyemiyor devlet. Çünkü Çaykur istihdam ettiği işçilerin dışında on binlerce üreticiyi bünyesinde barındıran bir kurum. Bu üreticilere ailelerini de dahil edince milyonlardan bahsediyoruz. Tam da bu yüzden “Çaykur halkındır, kapatamaz, at koşturamazsınız” diyoruz. Çok kolay gözden çıkartılabilecek bir yer değil yani. Aslında şanslı olduğumuz nokta da burası, çünkü Çaykur’u buranın üreticisi besliyor. Çaykur demek halk demek. Biz fabrikaya yatırım yapılmasını, kapasitesinin artırılmasını, olanaklarının genişletilmesini istiyoruz. Bu hem üreticinin mağduriyetini çözer, daha insanca yaşamasının önünü açar, hem de işsizliğe çözüm olabilir. Bu olanakların hepsi bu ülkede var, ama ne yazık ki yanlış politikalara kurban edilmiş bir ülkede yaşıyoruz.

Vayiç: Ordu’dan Artvin’e kadar milyonu bulan çay üreticisi var. Ailelerle beraber düşününce, bu kadar insana “fabrikaları kapattık” demek infilaka neden olur. Bu yüzden, yavaş yavaş sanki zarar etmiş gibi gösteriyorlar. Dünya Çay Örgütü kişi başına 3,5 kilo çay tüketildiğini söylüyor. Türkiye 80 milyonluk bir ülke. Normalde üretilen çayın iç piyasaya bile yetmediğini görürsünüz. O zaman Çaykur nasıl zarar ediyor?

Topaloğlu: Zarar etmiyor, ettiriliyor…

Vayiç: Evet. Demek ki devlet yavaş yavaş zarar gösterip, tarımla ilgili politikalarında kendi yükümlülüğünü üzerinden atmak, halkı sermayenin kucağına oturtmak istiyor. Tanık olduğumuz şey yeni değil aslında. Tekel’de ya da şekerde olduğu gibi bir devlet politikasından söz ediyoruz.

Tüketici bu tablonun neresinde?

Sen çay tarımını özel şirketlere bağladığın zaman o şirketler piyasada istediği gibi çay satabilir. İki yıl önce 20 liraya içtiğin çay paketi şimdi 40-45 lira. Asgari ücreti düşündüğünüz zaman, bu inanılmaz bir rakam. İnsanların çay da alamayacağını görüyoruz. Çayı sadece üreten ve satan için değil, çayı tüketen için de durum vahim. Doğal olarak çay satın alan tüketici de tarım politikalarına karşı çıkmalı ki ucuz çay içebilsin. Birbirimize sıkı sıkıya bağlıyız. Ülkenin bir sınırında biz, bir sınırında bir başka üretici var, ama dert bir, sorun bir. Mücadele etmemiz gereken nokta da tek yerde. Bunu bilince çıkarabilirsek daha kalıcı çözümler üretebiliriz.

Topaloğlu: Özel sektörün ürettiği çayla Çaykur’un ürettiği çay da farklı. Zannedersem üç ya da dört kalitede çay çıkartıyor Çaykur. Hopa’daki özel şirketlerin ürettiği çaydan da elimize geçiyor, ama asla Çaykur’un kalitesini karşılayamıyor. Bu kadar köklü bir kurumun, onca üretici ve işçiyi bünyesinde barındıran bir kurumun zarara sürüklenmesi devlet için de üzücü aslında.

Çaykur’un Varlık Fonu’na verilmesinin ardından çay üreticileri çeşitli dernek ve kooperatiflerin çatısı altında da örgütlenmeye çalışıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Topaloğlu: Burada uzun yıllardır bir çay kooperatifi var: Hopa Çay Kooperatifi. Birçok yere ulaşmaya çalışıyorlar. Ancak, yıllardır kooperatif hep zarar ettirildi, halkçı bir kooperatif mantığından ziyade, olduğu yeri idare etmeye çalıştı. Üreticinin ürününü alıp, çay fabrikası gibi işletecek bir kapasitesi yok. Yani üreticinin bütün talebine cevap veremez. Bölgedeki bütün üreticilerin sorunlarına cevap verebilmek için yeniden, daha örgütlü bir yapıyla yükselmesi gerekiyor.

Emeğinin karşılığını alamayan kadınlar artık bir sınırda. Tarımda çalışıyor, evde çalışıyor, şiddet görüyor ve tüm bunların üzerine devlet diğer ülkelere şirinlik olsun diye girdiği İstanbul Sözleşmesi’ni bir geceyarısı feshedebiliyor. Bütün bunların toplamı olarak ortaya çıkıyor kadınların isyanı.

Yani tüketicinin sorunlarına cevap olabilecek bir kooperatifleşme zor da olsa mümkün mü?

Kooperatifi üreticiye en az devletinkiyle aynı fiyatı verecek, üyeleriyle birlikte aynı kurumsal yapıya sahip olabilecek bir yere getirmek zorundasınız. “Özellerden bir tık ileride” dediğiniz zaman halkın kooperatifini konuşmuş olmuyorsunuz. “Biz bu konuyu kooperatifler üzerinden çözeriz” demek de çok doğru değil bana kalırsa. Çünkü Çaykur gibi çok kurumsal, köklü bir fabrika var; kooperatifle birlikte bu yapının pekiştirilmesine dair bir tartışmanın yapılması önemli olacaktır. Yoksa “madem olmuyor biz Çaykur’u kenarda bırakalım, kooperatifler üzerinden yürüyelim” denmemeli. İkisini birden örgütleyip yönetebilecek bir süreç en doğrusu.

Çay tarımında mevsimlik işçiler işçiler de var mı, onlar açısından durum nasıl?

Vayiç: Yan tarafımızda Gürcistan var, oradan insanlar gelip burada çay toplamak için uğraşıyorlardı. Mayıs ayındaki son sürümde Afganlar vardı Hopa’da, Diyarbakır’dan, Urfa’dan gelenler oldu. Bu insanlar akşam aç yatıp, gündüz çay toplayarak alacakları 70 lirayla karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Dışarıdan mevsimlik işçi olarak Hopa’ya gelen binlerce kişinin insanca yaşam koşulları asla sağlanamıyor, buna dair bir politika da yok.

Toplaoğlu: Çok zor koşullarda yaşıyorlar. Başlarında ne yazık ki insan simsarları var! Bunu bilmek o kadar ağır ve kötü ki. Ama üretici açısından durum şu. Çay dalında kilo kaybeden bir ürün. “Zaten özel sektöre vereceğim bari tamamını vereyim” diyor üretici. Bir tonuna ortalama 1200-1300 lira az bir para değil üretici için. Eğer bir ay bekletirse çay çok daha altında, bir de özele verilecek. O yüzden “bari bir an önce toplattırayım, özele vereceğimi kilosunda vereyim, en azından ondan kazanayım” diyor. Bu nedenle burası mevsimlik işçi göçü alan bir yere dönüştü. Mevsimlik işçiler 10-15 kişi aynı odada kalıyor. Sabah dörtte kalkıyorlar. Biz de o saatte kalkıyoruz, ama onlar için farklı, onların durumu içler acısı. Kazandıkları paranın büyük bir kısmını onları buraya getiren simsarlara vermek zorunda kalıyorlar. Sadece günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmek, karınlarını doyurabilmek için bu işi yapıyorlar. Çay toplamak zor iştir. Çay alım saatine yetişsin diye sabah 4 ya da 5’te çaylara girilir. Mevsimlik işçiler günün sonunda 70 lira alır, ceplerinde 50 lira ya kalır ya kalmaz. Günlerce bununla yaşamak zorunda kalırlar. İnsanlık dışı bir uygulama ve bizim topraklarımızda yaşanıyor. Bir düzenleme gerekiyor, ama burada kör, sağır ve dilsiz herkes.

Vayiç: Diyarbakır, Urfa ya da Gürcistan’dan gelen işçiler kendi arazilerinden edildikleri, tarım olanakları ellerinden alındığı için mevsimlik işçi konumuna sürüklenerek burada çay toplamak zorunda kalıyorlar. “Bugün Batman’daki tütün işçileri başka yerlerde çalışıyor, yarın öbür gün biz de kendi çay tarlalarımızda işçi olacağız, bugünleri de göreceğiz belki” diye konuşuyoruz aramızda. Tekel fabrikalarındaki durumu görünce bunları konuşmamak elde değil. Belki yarın birkaç büyük şirket bir araya gelecek, çay tarlalarını satın alacaklar ve biz de kendi tarlalarımızın işçisi olacağız. Aslında mesele tam da bu.

Karadeniz’de çay tarımı o eşikte mi sizce?

Bazen büyük alışveriş merkezlerinin reklamlarına denk geliyorum. “Bahçeden AVM’ye ucuza domates” diyor reklamlar. Nasıl, nereden geliyor o domatesler? Tarlası olan üretici tonlarca domatesini satamadığı için, son çare olarak büyük alışveriş merkezlerine ucuz fiyatlara satmak zorunda kalıyor, onlar da bize bu şekilde pazarlıyor. Yarın bir gün 20-30 dönüm tarlası olan çay üreticisinin de bununla karşı karşıya kalmayacağının garantisi yok. Bir özel fabrika gelip, “şu miktarda alacağım, sen topla” diyebilir. O yüzden aslında bugünkü mücadele önemli. Biz tarlamızın işçisi değil, üreticisiyiz. Bu bizim yaşam hakkımız, burada yaşayacağız. Devlet sosyal devlet sorumluluğunu yerine getirmek zorunda. Biz senden iş istemiyoruz, alın terimizin karşılığını istiyoruz.

Karadeniz’de çayın aslında hayat olduğunu, yaşam alanınız olduğunu, doğayla emeğin iç içe geçtiğini anlatıyorsunuz. Bu alanları savunmak için verilen mücadeleler arasında bağlar kuruluyor mu?

Vayiç: Burada herkesin yaşam kaynağı çay. Çay tarımıyla ilgili mücadele verirken aynı zamanda “Hopa’daki sahile dolgu yapamazsınız” diyoruz, demek de zorundayız. Çünkü oraya dolgu yapıldığında köylerimiz taş ocağı için kazılacak, böylece bahçedeki çayımız, lahanamız yok olacak, çocuklarımız kapıda oynayamayacak, içtiğimiz su zehirlenecek. Bu nedenle tarım politikaları, üretim, ekoloji mücadelesi, emek hareketi iç içe girmiş durumda. Birkaç kişi zengin olacak diye milyonlarca insanın yaşam hakkına kimse saldıramaz. Hepimizi öldürmeleri lâzım ki bunu başarabilsinler. Yine de buna teşebbüs ediyorlar tabii. Aç susuz bırakarak, yoksulluğu dayatarak bizi yavaş yavaş öldürmeye çalışıyorlar.

Karadeniz kadınları söyleyemedikleri sözleri çay tarlalarında, dere kenarında türkü olarak söylerler. Öfkemizi, çığlığımızı, söyleyemediklerimizi derenin suyuna söylüyoruz, alıp götürsün diye. Sevgisini de, öfkesini de, derdini de doğaya anlatan kadın için doğa ve yaşam alanı çok kıymetli, doğasını kaybetmek hayatının büyük bir parçasını kaybetmek demek.

Topaloğlu: Topyekûn bir saldırı var. Evet, burada metropollere göre üretim bir var, insanların bağı, bahçesi, bostanı var. Ama bunun karşılığı olmadığında bir anlamı yok. Arhavi hemen yanımızda. Vadi olarak taş ocağına çevrilmiş bir yer. Bugün aynısı Hopa’ya da yapılmak isteniyor. Sahili Arhavi’deki taş ocağından dolduracaklarını söylüyorlar. Neticede Arhavi’yle uzaklığımız on dakika. Neden taş ocağı derinleşsin ve daha çok alana zarar versin? Aksine, yapılanların kapatılması ve doğanın yeniden kendisine bırakılması gerekiyor. Pandemideki çalışma şartlarından bahsettik az önce. Memurlar evlerinden çalıştı, diğer işçiler dışarıda yüz yüze çalışmaya devam etti. Ben de bunlardan biriydim. Mecburduk çalışmaya. Covid oldum, sadece bir kez sağlık ekipleriyle konuşabildim. Neticede ekoloji, işçi olmak, doğanın talanı, hepsi iç içe. Bütün alanlarımız tahrip edilmiş durumda. Bir dönem “halkın hakları var” deniyordu, bugün yeniden o hakları alma mücadelesi veriyoruz. Çünkü bütün haklarımız elimizden alındı. Artık gelinebilecek son yerdeyiz, bundan sonrası açlık ve açlıktan ölüm.

Son söz?

Vayiç: Bu bir yaşam ve hayat mücadelesi, aynı zamanda demokrasi mücadelesi, yaşadığın yere sahip çıkma mücadelesi. Giderek yoksullaşıyoruz, giderek yalnızlaştırılmaya çalışılıyoruz. Bütün tarım üreticilerinin birbirlerinin sesini duymasını istiyorum. Taleplerimiz belli, bunları talep edeceğimiz yer belli. Kimse keyfinden göç etme lüksüne sahip değil, şehirler artık yaşanmaz durumda. O yüzden varolduğumuz yerlerde, varolduğumuz alanlarda mekânımızı ve yaşamımızı savunarak mücadele etmeye devam etmeliyiz. Artık sadece savunarak değil, kazanarak mücadele etmeliyiz. Haksızlıklara karşı verdiğimiz yaşam mücadelesi daha sertleşecekse sertleşsin, yılmadan devam etmeliyiz.

Topaloğlu: Birinci sezonda yaşadığımız mağduriyetle sokağa çıktık, taleplerimizi ilettik, devlet sopasını gösterdi. Ama sanılmasın ki süreç böyle noktalandı. Bu iş burada bitmedi, bizim için başlangıçtı bu. Önümüzde yeni sezonlar, yeni çay toplama süreçleri var. Bu süreci daha kitleselleştirerek, daha kurumsal bir şeye dönüştürerek örgütlemeye devam edeceğiz. Taleplerimiz karşılanana kadar mücadeleyi genişleterek sürdüreceğiz.

^