İLİÇ’TE ALTIN MADENCİLİĞİ VAHŞETİ VE EKOKIRIM

Söyleşi: Zeynep Alpar, Bekir Avcı
29 Mart 2024
"O sıradağların arasında kalmış bir bölge İliç. Yalnızlığına terk edilmiş, sınırlarını madenin çizdiği bir yer." Fotoğraf: Füsun Kayra
SATIRBAŞLARI

İliç nasıl bir yer?

Füsun Kayra: İliç’e ilk kez iki yıl önce gittiğimde, “İliç diye bir kasaba var, burada yaşayan insanlar var” gibi bir şey hissetmemiştim. “Bir çarşısı, pazarı, birtakım kurumları var, bir de maden işliyor. Ve Kanada-ABD-Türkiye ortak yapımı bir felâket alanı var” diye düşünerek gidiyorsunuz, ama durum öyle değil. İliç madenin kendisi. Bunu kafanızda canlandırmadan İliç’in durumunu anlamak çok zor.

“İliç madenin kendisi” ne demek?

Maden bütün İliç’i ele geçirmiş demek. Vahşi madenciliğin yuttuğu bir yerden bahsediyoruz. Zaten sıra dağların arasında bir yer. Erzincan çevresinde, rakımı iki bin metrenin üstünde dağ sıraları var. Bu dağlar Kaz Dağları’ndaki gibi sıkı ormanlık değil. Step bitki örtüsüyle dolu kayaçların olduğu bir coğrafya. O coğrafyada, o sıra dağların arasında kalmış bir bölge İliç. Yalnızlığına terk edilmiş, sınırlarını madenin çizdiği bir yer. Bir ilçe sınırı yok. İliç’in kasaba ve köylerinden oluşan bir sınırı yok. Madenin belirlediği sınırları var. Madenin her kapasite artışıyla, satın aldığı her toprak parçasıyla çizdiği sınır içinde kalan yerin adı İliç. Yani madenin devletin idari birimleri gibi işlediği, kendi kurallarının geçerli olduğu bir yerden bahsediyoruz. Kazaya giden süreci işleten tüm bu çark. Bunu çok net koymak lâzım. Bu böyle algılanmıyor çünkü. Sanki Anagold Madencilik başka bir yerde işletiliyor da sadece oradaki köyleri yutuyor sanırsınız. Vahşi madencilik doymak bilmez, önce cevheri çıkaracağı alanı yok eder, sonra o alanda cevher bitince onu çevreleyen her ne varsa onu da yok etmek ister. Kaz Dağları’nda da öyle bir süreçteyiz. Cengiz Holding’in Halilağa Altın ve Bakır Madeni Projesi’nde üç köy haritadan silinecek. Ama biliyoruz ki, madeni işletmeye başlarsa Cengiz Holding de durmayacak, bütün çevre köyleri de madene katacak, tüm bölgeyi yutacak.

Füsun Kayra (Fotoğraf: Zeynep Alpar)

İliç merkezle maden ocağı arasında ne kadar mesafe var?

Maden, İliç merkeze, çarşıya, insanların yaşadığı yere 650 metre mesafede. Bunu bir hayal edin, bir kilometre değil, 650 metre. O kadar dibinizde olan şey, Çöpler Altın Madeni’nin tesisleri, girişi, nizamiyesi falan değil. O cevherin çıkarıldığı alan.

Bir vadi düşünün, pasa dağının (maden ocağından çıkarılan, aranan madenin dışında kalan topraklar)yıkılıp kimyasal atıkların aktığı bu vadinin bitiminde, yani madenin dibinde bir köy inşa etmişler. O köy, madene ismini de kaderini de teslim eden, madenden önce vadinin üstünde yer alan Çöpler Köyü. Çöpler Köyü’nü oradan taşıyarak vadinin bitimine, madenin tam dibine kurmuşlar. Köy demek de biraz tuhaf olacak, çünkü göz boyamak için lüks villalar inşa etmişler. Adı da Yeni Çöpler Köyü. Yerin seçimi, köyün oraya kurulması bile akıllara zarar. Daha da kötüsü, tam bu vadinin bitiminde, Yeni Çöpler Köyü’nün olduğu yerin yanı başında Bağıştaş Barajı var, HES var. HES’i işleten şirketi Yeniköy Termik Santrali’nden, Akbelen’den çok iyi tanıyoruz: İÇTAŞ. Aynı İÇTAŞ, Bağıştaş Barajı’nın karşı yakasına, madenin çıktığı vadinin karşı tarafına GES (Güneş Enerji Santrali) yapmak için binlerce dönümlük alanda, binlerce güneş paneli kurmaya hazırlanıyor. Yani İliç sadece Anagold’un değil, beşli çeteden bildiğimiz İÇTAŞ’ın da talanına maruz kalıyor.

Maden, İliç merkeze, çarşıya, insanların yaşadığı yere 650 metre mesafede. Bunu bir hayal edin, bir kilometre değil, 650 metre. O kadar dibinizde olan şey, Çöpler Altın Madeni’nin tesisleri falan değil. O cevherin çıkarıldığı alan.

Bu manzara içinde gündelik hayat nasıl İliç’te?

Madenin kıyısında kalan azıcık yerde İliç’in bir merkez çarşısı var. Merkezde şaşaalı belediye binaları, kamu binaları var. Ben de bir köyde yaşıyorum. Bizim köylerde de bildiğimiz bazı araba markalarının çok eski modelleri kullanılır halen. Ama hayatımda ilk kez böyle bir bölgede Audi, Passat, Porsche marka araçlar gördüm. Şaşkınlıkla geziyorsunuz. Akıl tutulması yaşıyorsunuz, İliç’te değil de Bağdat Caddesi’ndesiniz sanki!

Bu zenginliğin sahibi kim? O madende işçileştirilmiş İliç halkı değil herhalde?

İliç’te Şavak adlı aşiret baskın. Bu aşiret Elazığ’dan İliç’e göç ettirilmiş. 1970’lerde, Keban Barajı yapılırken toprakları satılan ve göç etmek zorunda bırakılan bir aşiret. İliç’te de kaderleri pek değişmemiş aslında, maden şirketine satılan topraklarında madene çalışır hale gelmişler. Çöpler Altın Madeni’nde çalışan işçilerin büyük çoğunluğu Şavak aşiretinden. Ölen dokuz işçinin yedisi bu aşirete mensup.

Madenden önce orada ne yapıyordu yerel halk?

Maden gelmeden önce, Şavak aşireti dahil, İliç’teki yerel halk hayvancılık yapıyor. Meraları, tarım arazileri, otlakları ellerinden alınınca bitiyor hayvancılık. Binlerce hayvanı olan, arıcılık yapan insanlar. Yörenin ünlü tulum peyniri üretimiyle, hayvansal gıda üretimiyle geçimlerini sağlıyorlardı. Geçim sıkıntısı olan bir bölge değildi. Ama maden öyle vaatlerle geliyor ki, daha kolay para kazanacaklarını düşünüyorlar. Sigortalı bir iş olması da etken.

Şirket nasıl vaatlerle kuşatıyor maden yapacağı bölgeyi?

Altın madenciliğinde rant çok büyük olduğu için, dağıtılan teşvik –rüşvet– de diğer projelendirmelere göre daha fazla. Bunu Kaz Dağları’ndan da biliyoruz. Hele ki bu şirketler Kanada, ABD gibi ülkelerdense çok daha cömert oluyorlar. Madenin bulunduğu bölgedeki bütün kurumları, bürokratik ilişkileri satın almanın ötesinde, halkı ikna etme sürecinde de çok başarılı bir halkla ilişkiler kuşatması yönetiyorlar. Muhtara, kaymakama, belediye başkanına, valiye, oradaki bütün idari yetkililere sızıyorlar. Altının ışıltısı cazip geliyor, gözleri kamaştırıyor. Gözleri kamaştıracak kaynaklar aktarıyorlar çünkü. İliç’te Anagold, hem bürokrasiyi hem yereldeki tüm siyasi yapılanmaları, madene çalışan taşeronları itinayla içine aldığı bir yağma düzenini işletiyor.

Muhtarları toplayıp Kanada’ya götürüyorlar. Maden ziyaretleri yaptırıyorlar, güya zararsız olduğuna ikna edebilmek için. Kaz Dağları’nda Cengiz Holding’den takip ettiğimiz süreçte, bütün muhtarlara Türkiye gezisi yaptırdılar. Muhtarların Antalya’da beş yıldızlı otellerde çekilen boy boy fotoğrafları yayınlandı. Kimin ne eksiği varsa ona koşuyorlar. Köye cami mi lâzım, cami yapıyorlar. Köye düğün yeri mi lâzım, düğün salonu yapıyorlar. Cenazen mi kalkacak, düğünün mü yapılacak, evin mi yandı, tadilat mı yapılacak, köyün yolu mu eski, yol mu yapılacak, hepsine yetişiyorlar. Devletin kamu adına olması gereken her yerde şirket devrede. A’dan Z’ye bütün hizmetleri götürüyorlar. Yeni Çöpler Köyü bildiğimiz veya hayalimizdeki köy imajından çok farklı. Doğalgazlı müstakil villaların olduğu bir köyden bahsediyoruz.

Devlet destekli Anagold’un bu gücü karşısında alternatif bir örgütlenme var mı İliç’te?

Toprağını, havasını ve suyunu savunmanın imkânsızlaştırıldığı bir coğrafyada Anagold ve devletin manipülasyonu, baskısı hâkim. Sedat Cezayirlioğlu’nu biliyoruz İliç’te. Ve son dönemlerde köylerden de birkaç isim çekinmeden kameralar önünde konuştu. O kadar. Cezayirlioğlu’nun dokuz yıldır kişisel inadıyla ördüğü mücadeleyle İliç’in sesi ülkenin dört bir yanında duyuldu. Çokça tehdit, korkutma ve yıldırma politikası da izlendi.

Atık yığını altında kalan madencilerin aileleri ve yakınlarının maden sahasına doğru yürüyüşü, 21 Şubat 2024. Fotoğraf: Bağımsız Maden-İş

“İliç madenin kendisi” sözünüzü tekrar hatırlarsak, madende çalışmayanlar yok mu, onlar ne yapıyor?

Madende çalışmayanlar da madenin hizmetine girmiş aslında. Sadece madende çalışan işçi şirkete mahkûm değil. Öyle bir ağ ki, bölgede neye ihtiyaç varsa ona göre taşeron firmalar kuruluyor. Örneğin, diyorlar ki, “Burada bir sürü gidip gelme olacak, sen git bir taşımacılık şirketi kur.” Sadece taşımacılık değil tabii, madende iş yapacak doğrultuda bir sürü taşeron firma kuruluyor.

Gazete Duvar yazarı Bahadır Özgür “Altın-siyaset-ticaret: İliç’teki yerel oligarşi” başlıklı yazısında bunu detaylarıyla aktarıyordu: “Maden sahasında daimi olarak irili ufaklı yaklaşık 36 taşeron şirket çalışıyor. Bunun dışında sipariş usulü iş gören 100’e yakın şirket daha bulunuyor. 10 bin nüfuslu İliç’te 2010’lardan sonraki şirket patlaması muazzam. Lakin yerel sermaye birkaç çekirdek ailenin elinde toplanmış. Sülalelerin geri kalanları ise sahada işçilik yapıyorlar.”

Böyle onlarca taşeron firmayı İliç’in kendi halkı kuruyor. Madende işçi olarak çalışan İliçlilerin sayısı 4200. O işçilerin haricinde, İliçli olup taşeron firmalar aracılığıyla oraya hizmet sunan bir kitle var. Şirket zaten bu yolla yıkılmaz bir yapı inşa ediyor.

Madenin kıyısında kalan azıcık yerde İliç’in bir merkez çarşısı var. Merkezde şaşaalı belediye binaları, kamu binaları var. Audi, Passat, Porsche marka araçlar… Şaşkınlıkla geziyorsunuz. İliç’te değil de Bağdat Caddesi’ndesiniz sanki!

O yapı gerçekten de yıkılmaz mı?

Kaz Dağları’nda içinde olduğumuz süreç üzerinden bir örnekle anlatayım. Şu an Cengiz Holding’e ait Truva Bakır A.Ş.’nin 18 yıllık Halilağa Bakır Madeni Projesi var. Üç yıldır Cengiz Holding’e karşı hukuki mücadele içindeyiz. Hukuki süreç devam ederken köylülerin büyük kısmı arazilerini sattı. O arazilerde her an ağaç kesimine gidilebilir. Kirazlı’da 350 bin ağaç kesildi. Ama tehdit altındaki bölge Kirazlı’nın on katı büyüklüğünde, yani milyonlarca ağacın kesilebileceği bir alan var. Ayrıca, aynı İliç’te olduğu gibi, fay hattı ve köylerin su havzası üzerinde bir maden kurmayı amaçlıyorlar. Bakır diyorlar, ama sadece bakır çıkarmayacaklarını biliyoruz. “Altınla bakır bileşik madendir” dediler en son. Bilirkişi keşfinde bunu çekincesiz açıkladı şirket yetkilileri. Çıkaracakları cevherin sadece bakır değil altın içerdiğini de söylediler. Üç köyün içinde olduğu, hayvancılığın yapıldığı, Ezine peynirinin, sütünün toplandığı Kaz Dağları silsilesinin eteğinde bir ekosistemi dümdüz edecekler. Kaz Dağları grupları olarak yörede çalışmalar yürütüyoruz, köylüyle irtibat halindeyiz, bilgilendirme toplantıları yapıyoruz. Pazarlarda imza toplanıyor, davalar açılıyor. Yani maden açılmasın diye bütün süreçleri çalıştırıyoruz.

Yerelde belediyeler madene karşı mücadele vermekte, görünür olmakta çekimser. Muhalif belediyelerden bahsediyorum. Çekimser kalıyorlar, çünkü 18 yıllık projede limana taşıma yapılması gerekiyor. Yani 365 gün, 7/24, üç vardiya çalışacak, her gün patlatmanın olacağı olağanüstü bir sistem. Hiç durmayı düşünmüyorlar. Buradan çıkardıklarını Samsun’a, yine Cengiz’in olan Eti Maden’e gönderecekler. Dolayısıyla, devamlı bir sirkülasyon olacak, kamyonlar devamlı işleyecek. Nakliyeciler için ciddi bir rant alanı demek bu.

Nakliyecilerin öyle bir gücü var ki. Örneğin, Bayramiç’te belediye Çanakkale’ye ücretsiz otobüs kaldırıyor, insanların hastaneye kolaylıkla gitmesi için. Ama nakliyeciler belediyeye “Bu hizmeti kaldır, kaldırmazsan sana oy vermeyiz” diye rest çekiyor. Seçimlerde nakliyeciler aileleriyle birlikte oy vermedi ve o seçimi –2014 seçimlerini– AKP aldı. O taşeronlar, o nakliyeciler oradaki yapıyı da değiştiriyor. Bayramiç halkının Cengiz Holding’e olağanüstü bir tepkisi var; karşılar madene, ama madenle ticari ilişki kuracak gruplar farklı düşünüyor. Maden açıldığında sadece lojistik değil, inşaat, sondaj, mühendislik, catering, elektrik gibi pek çok alan çıkar taşeron firmalar için. Maden karşıtlığını böyle kontrol ediyorlar aslında.

İliç’teki lüks araçlar, Audi’ler, Passat’lar bu taşeronlarda Anagold’la iş tutanların diyebilir miyiz?

Evet. O markalar bu taşeron şirketlerin sahiplerinin ailelerinde var. İliç dağın başında, merkeze uzak bir yer, ama kargo araçları vızır vızır. Herkes internetten alışveriş yapıyor çünkü. Yoğun bir harcama, daha gösterişli arabalara binme, bir evde iki araç bulundurma… Herkesin belki çok parası yok. Bunları borçlanarak yapıyorlar çoğu zaman. Zaten şu an en korktukları şey madenin kapatılması. Çünkü maden kapatılırsa o borçlar nasıl ödenecek?

İliç’te bu ilişkilerden azade insanlar yok mu? Onlar ne diyor?

Madenle hiç ilişkisi olmayan, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan insanlar yok değil. Madenin getirdiği zenginliğe temas etmemiş bir halk da var. Az da olsa var. Ve onlar bu zenginliğin peşinden gidilip toprağın, suyun hiçe sayılmasına tepkili. Ama bu tepkiyi yüksek sesle veya görünür bir şekilde dile getirmiyorlar. Çünkü çoğunluk madenle temas halinde olan ve bu temas yüzünden her ne olursa olsun sesini çıkaramayanlardan oluşuyor.

Çok başarılı bir halkla ilişkiler kuşatması yönetiyorlar. Gözleri kamaştıracak kaynaklar aktarıyorlar. İliç’te Anagold, hem bürokrasiyi hem yereldeki tüm siyasi yapılanmaları, madene çalışan taşeronları itinayla içine aldığı bir yağma düzenini işletiyor.

Göçük altında kalan ve hâlâ çıkarılmayan işçilerin ailelerinin kurduğu taziye evlerini ziyaret ettiniz. Aileler ne halde, ne diyorlar?

Sanıyorum 19 Şubat’ta işçileri arama-kurtarma çalışmaları durdurulmuştu. Aileler bu yüzden yürüyüş yapmışlardı. Kazadan bir hafta sonra gittiğim taziye evinde erkekler sokakta bir çadır içindeydi, evde ise kadınlar vardı. Ağlayan insanlar, onları teselli etmek isteyenler ve başsağlığı dilekleri canlanmıştı kafamda. Ama öyle değildi. Küçücük bir oda düşünün, karşılıklı iki kanepe, bir televizyon, bir de pencere. O odanın içinde otuz kadar kadın, yan yana, sıkışık bir halde yerde, kanepede. Ben de bir kenara çömeldim.

Ağır bir kasvet, ağır bir hüzün, ağır bir yas hali vardı taziye evinde. Ama ne bir ağlama ne bir ağıt ne bir yakarış. Sadece arada bir kendi aralarında kısık sesle Kürtçe konuşan yaşlı aile büyükleri vardı. Onlardan biri ölen bir işçinin annesiydi, biri de halası. Onun dışında hiçbir hareket yoktu. Gelen çömüyor ve duruyordu. Böyle bir sessizlik, bir çaresizlik hali. Aslında bu tam da İliç’in içine düştüğü genel halin aynası. O ne yapacağını bilememe, o yalnızlık, o sesini yükseltememe hali, o haykıramama, kocasını kaybetmiş kadının çığlığını bastıran o baskılanma hali.

Evinde kaldığım teyzenin kulağına, “Başsağlığı dileyeyim mi? Bir şey söylememek ayıp değil mi?” diye fısıldadım. Onun söyledikleri manzaranın en iyi tarifiydi. “Hiçbir şey demeye gerek yok. Cenaze yok ki başsağlığı dileyelim, hasta değil ki geçmiş olsun diyelim. Ne diyelim?” O cenazelerin çıkarılmaması, dini vecibelere uygun gömülmemesi, yasal olarak da ölü sayılmamaları demek olacak. Tüm bunun ağırlığını taşıyor o aileler.

Göçük altında kalan dokuz işçiden ikisi İliç’e dışarıdan gelme. Konuşan anne babalar, videoları internete düşenler dışarıdan gelen o iki aileden. Diğerlerinin hepsi aşiretten. Dolayısıyla konuşmuyorlar basına. Dışarıdan gelen işçilerden birinin babasının konuşmasını paylaşmıştık. “Yer üstünde yaşayan bir canlıyı yerin altına gömmüş, bunu çıkarmak zorunda. Mezar taşını okşamadan, mezarını ziyaret etmeden rahat etmem. Benim kültürüm bu, inancım bu, felsefem bu!” demişti. Bu çok kritik bir şey. Cenazelerini almadan aileler ritüellerini yerine getiremeyecekler. “Biz oradan o işçileri çıkartacağız” deyip, sonra da aramaları durdurup cenazeleri değil cevheri çıkarmayı planlayamazsınız!

İliç’te kimyasal atık yığını altında kalan ve cenazeleri hâlâ çıkarılamayan işçiler: Ramazan Çimen, Kenan Öz, Adnan Keklik, Uğur Yıldız, Abdurahman Şahin, Hüseyin Kara, Mehmet Kazar, Şaban Yılmaz, Fahrettin Keklik

Cenazeler çıkarılamaz mı?

Beş bakan gelmişti kazadan bir hafta sonra. Bu kadar bakan niye geldi acaba, hayırdır, diye düşünürken, arama-kurtarma çalışmalarının heyelan nedeniyle durdurulduğunu öğrendik. Üç ayrı yerde kayma olmuş. Bunun durdurulması için kontrollü patlatma yapılması düşünülüyor diye madenden bilgi sızmıştı. Toplamda 30 milyon metreküpün olduğu alanda 10 milyon metreküp zaten kaymıştı. Geri kalan alanda da ayrı ayrı üç noktada kayma riski var. Bu da demek oluyor ki, akan 10 milyon metreküpün üstüne kalan 20 milyon ton atığın daha çökme riski var. Bu, bakanların açıklaması. Akademisyenler ise sadece kayan kütlenin 20 milyon 160 bin metreküp hacimli olduğunu beyan ettiler daha sonra.

Eğer patlatma yapılarak diğer heyelan riski taşıyan kısmın da indirilmesi söz konusu olursa, cenazeler neredeyse üzerlerindekinin iki katı daha tonlarca kimyasal zehirli atığın altında kalacak. Bu yüzden “Cenazelerin çıkarılmaması için ailelerden izin istenecek” dendi. Taziye evlerinde aileler bu gerçeklikler karşısında, o anda donmuş duruyor. İliç de öyle donmuş bir anda duruyor.

Aynı günlerde yakınlarını kaybeden kadınlar sessiz bir yürüyüş yaptılar Yeni Çöpler Köyü’nde. O yürüyüş çok çarpıcı ve çok önemli İliç için. O kadınlar yürüdüğünde anladım ki, gerçekten ailelerle böyle bir anlaşma yapılmaya çalışılmış; bakanların toplu olarak gelmesinin de sebebi bu. Belli ki ailelerden “Bu cenazeleri çıkarmayacağız, üzerini daha da kapatacağız” diye izin almaya çalışıyorlardı.

Öyle bir ağ ki, bölgede neye ihtiyaç varsa ona göre taşeron firmalar kuruluyor. Madende iş yapacak doğrultuda yüzlerce taşeron firmayı İliç’in kendi halkı kuruyor. Madende işçi olarak çalışan İliçlilerin sayısı 4200. O işçilerin haricinde, taşeron firmalar aracılığıyla oraya hizmet sunan bir kitle var

Bu üç ayrı yerdeki kaymalar nereye doğru akacak ya da akıyor?

Vadiye ve Bağıştaş Barajı’na. Yani direkt Yeni Çöpler Köyü’nün de bulunduğu alanın başındaki vadinin içine doğru kayıyor. O fotoğrafı tam çekemiyorsunuz. Bağıştaş Barajı’nın karşı tarafına geçmeniz gerekiyor. Bize “Gün doğmadan oraya geçerseniz çok net görüntü alırsınız” dediler, ama gidemedim. Basından arkadaşları yönlendirdim, ama o mesafeden net görüntü alabilecek yeterlilikte kameraları yoktu. Anagold’un kendi sayfasında var tabii, madeni güzel güzel fotoğraflamışlar. Ama bütün İliç’i de alan bir fotoğraf karesi gözükmüyor, gözükemez çünkü o zaman İliç ile madenin iç içe geçmiş görüntüsü de verilmek zorunda kalınacak.

Özetle, devrilmemiş, göçmemiş, akmamış atığı da kontrollü patlatmayla akıtmayı düşünüyorlar. Bunun altında o siyanür depolarının, maden tesislerinin bulunduğu bir nokta var. Yani konumlandırma açısından da çok ciddi sorunları olan bir madenden bahsediyoruz. Çünkü bununla ilgili herhangi bir denetim yapılmamış. Çöpler Köyü’nü oraya taşımanın mantığı ne olabilir? Neden işçi konteynırları o liç sahasının, öyle devasa bir pasa dağının hemen altında durur? Onun yeri orası mıdır? Ve en önemli soru: Cevherin çıkarıldığı, patlatmaların yapıldığı alanın bu kadar yakınında böyle devasa bir atık depolama alanı, pasa dağı yapılmasının uygunluğu denetlenmiş mi?

Yani yukarıya doğru da koyabilecekken madenin altına doğru koymuşlar, öyle mi?

Cevherin çıkarıldığı yer –lojistiğini bile düşünmüş olabilirler– ilk manganez ocağına da yakın. Orada çıkarıp, cevheri işleyip, atığını böyle dizmeye başlamışlar. Dağ gibi yığınlar. İliç ve çevresinde bölgeye has çok büyük kayaç dağlar var demiştim ya, algılayamıyorsunuz ilk önce, bunlar da dağ mı acaba diyorsunuz. Dağın bir parçası zannediyorsunuz. O denli büyük bir şeyden, bir gökdelen kadar büyük bir şeyden bahsediyoruz. Dağ görünümüne gelmiş artık. Bunları gölgelemek için tüplü sistemle ağaç dikiyorlar üstüne, ki görüntüyü kamufle etsin. Sanki orada ağaç yetiştiriyorlarmış gibi.

Siyanür liçinin üstüne mi ağaç dikiyorlar?

Evet. Bütün o atık depolama alanlarını böyle kamufle ediyorlar. Tüp içinde büyütülen fidan kökleri atık dağı eteklerine yerleştiriliyor. “Bakın, burasını ağaçlandırdık, toprak zehirsiz” demek için herhalde.

İşçilerin çoğu konteynırların içinde öldü. Neden atık dağının dibindeydi o konteynırlar?

Kaza cevherin çıkarıldığı rezerv alanında meydana geldi. Liç sahasının yerinin seçimi için pek çok kriter mevcut, tabii bu kriterler İliç’te uygulandı mı, denetlendi mi, esas soru bu. Açık ocak alanına, patlatma sahasına bu kadar yakın olması zaten bu denetimlerde ciddi bir sorun olduğunu da gösteriyor. İşçi konteynırlarının aynı yerde bulunabilmesi de öyle. Burada bulunan liç sahası için iki kez kapasite artışı istendi, yani yıllar içinde yetmez oldu bu alan. O yüzden ısrarla kapasite artışına gitmeye çalışıyorlar. Dördüncü kapasite artışındalardı en son. Maden ocağının inşaatı 2009’da oldu. 2010’da işlemeye başladı maden. Dördüncü kapasite artışı ne demek biliyor musunuz? Sivas Divriği, Malatya, Munzur, bütün bölgeyi istiyorlar. Vahşi altın madenciliği böyle bir şey çünkü. Durmaz, yayılır. Orada onu engelleyecek hiçbir mevzuat, hiçbir kanun kalmadığı sürece, siyasi iktidar onun yanında yer aldığı ve kamuoyu baskısı, tepkisi olmadığı sürece, bu sömürgeci anlayış önü alınmaz bir şekilde ilerler. Altın madenciliği bu yüzden vahşidir. Vahşi kelimesi tam karşılığı. Çünkü vahşi kapitalizmin bir yüzüdür bu. Süregelen sömürgeciliğin sonucudur.

Kuşbakışı İliç’teki tablo: Anagold Madencilik Ortaokulu, İbrahim Çeçen Camii (İçtaş’ın İ ve Ç’si buradan geliyor), Binali Yıldırım Sanayi Sitesi

TMMOB’un bu kapasite artırımına karşı Anagold Madencilik ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na açtığı davada, Erzincan İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı aldı. TMMOB kararla ilgili olarak, “İliç’te yürütmeyi durdurma kararları yetmez, verilmiş bütün ÇED ve işletme izinleri iptal edilmelidir” dedi.

Tam da TMMOB’un dediği gibi, yürütmeyi durdurma kararı yetmez, böyle büyük bir kazadan sonra da hiçbir şey ifade etmez. 13 Şubat’tan sonra kamuoyuna bir şey sunmak zorundalar, o yüzden bu karar alındı. Madeni kapatmaları gerekiyor esas olarak. Ama biliyoruz ki, asla kapatmayı düşünmüyorlar. 2022’deki siyanür sızıntısında da aynı süreç işledi. O zaman da “Yok canım, o kadar ton siyanür gitmedi” dendi. Siyanürün tonajında kimse uzlaşamadı. Ondan sonra göstermelik bir para cezası verildi. 16 milyon lira kadardı. Oradaki o rezervden kazandıklarını düşününce buna ceza bile diyemeyeceğim. Madeni iki-üç ay kapattılar kamuoyunun gazını almak için, sonra tekrar açtılar. TMMOB’un da dahil olduğu kapatma davaları devam ediyordu o sırada. İki kez üst üste bilirkişi keşifleri oldu. Bu yüzden verdikleri yürütmeyi durdurma kararının, çevre ve lisans iptalinin hiçbir önemi yok. Altı tane işletme ruhsatı var o alanın. Hepsini iptal etmeleri gerekiyor. Kapatma böyle olabilir ancak.

Ağır bir kasvet, ağır bir hüzün, ağır bir yas hali vardı taziye evinde. Ama ne bir ağlama ne bir ağıt ne bir yakarış. Bir sessizlik, bir çaresizlik hali. Aslında bu İliç’in içine düştüğü genel halin aynası.

Halk sağlığına ve çevreye etkisi ne bu olanların?

Sadece siyanür ve sülfürik asit de değil sorun. Altını topraktan ayırırken toprakta bulunan bir sürü zararlı metal açığa çıkıyor. Arsenik, kurşun, cıva gibi ağır metaller de serbestleştirilmiş oluyor. Çünkü siyanürle sadece altını çözeltmiyorlar. O kayan atığın olduğu alanın altından siyanür boruları geçiyordu. O borular büyük olasılıkla patladı. Oradaki siyanür toprağa karıştı. Ne yapıyor toprakta şu an? Çözüldüğünde zehirli hale geçecek diğer metallerin hepsini açığa çıkarıyor. Onlar ne olacak? Bütün yeraltı sularına karışacak. Yeraltı suları Yukarı Fırat Havzası dediğimiz yerde. Derelerde balık ölümleri başladı. Sazan balığı ölümleri olduğu için “Dip balığıdır, nefessiz kalıyordur” denebilir, ama kirlenmeden dolayı oluyor zaten bu.

Bunu diyen kimdi?

Anagold Madencilik’in açıklamaları oldu. “Zaten kıyıya vuruyor o balıklar, orada sular çekiliyor, balık ölümleri o yüzden oluyor” dediler. Dereyi görmedim, ama bölgeden çekilen bazı video görüntülerini gördüm. Bir kayıkla bir adam ölen balıkları derenin içinden topluyordu. O kişi madenin adamı büyük olasılıkla.

Patlatma yapılarak diğer heyelan riski taşıyan kısmın da indirilmesi söz konusu olursa, cenazeler neredeyse üzerlerindekinin iki katı daha zehirli atığın altında kalacak. Bu yüzden “Cenazelerin çıkarılmaması için ailelerden izin istenecek” dendi. Aileler bu gerçeklikler karşısında, o anda donmuş duruyor. İliç de öyle donmuş bir anda duruyor.

“Dereyi değil, videoları gördüm” diyorsunuz. Dışarıdan birinin madenin çevresini görmesinin önünde bir engel mi var?

Tabii ki engel var. Kuş uçurtmuyorlar. Kuzey Kore’yi örnek veriyor İliç savunucusu Sedat Cezayirlioğlu, haklı. Madenin yanına, nizamiye kapısına basın dahi zorlukla geçiyordu. İliç içinde devamlı sivil polislerin takibinde hareket ediyorsunuz. Daha önce de gittiğimizde çok ciddi aramalardan, GBT’lerden, durdurulmalardan geçmiştik. Ama kazadan sonra sadece İliç sınırından itibaren üç durdurma oldu. En son durdurulmada şoföre, “Tanıyor musun, herkes İliçli mi?” diye dahi sordu kolluk.

2022’deki siyanür sızıntısını hatırlattınız. Ondan sonra bir etki hissetti mi halk? Zehirlenmenin hissedilen, görülen başkaca bir yüzü var mı İliç’te?

Gittiğimiz her evde kanser vakaları vardı. Ya tedavi görmüş, kanseri yenmişler ya da tedavi için Sivas’a, Erzurum’a gidiyorlar. Ama kanseri madenle ilişkilendirmiyorlar.

Ne diyorlar?

“Olacağı varmış, Allah’tan geldi, ne yapalım” diyorlar. İnancın kaderciliğe sıkıştırıldığı anlayışın, maden kazasında ölmenin madenciliğin fıtratında olduğu söylemlerinin olağanlaştırılmasının sonucu bunlar tabii.

Tedavi için başka şehirlere gidilmesinin özel bir nedeni var mı?

Erzincan’da, İliç’te kanser oranları yüksek. Bu oranların istatistiklere geçmemesi için hastalar Erzincan’da tedavi edilmiyor. Farklı illerin onkoloji servislerinde tedavileri sürüyor. Genelde Erzurum ve Sivas’a yönlendiriliyorlar.

Israrla kapasite artışına gitmeye çalışıyorlar. Dördüncü kapasite artışındalar. Dördüncü kapasite artışı ne demek? Sivas Divriği, Malatya, Munzur, bütün bölgeyi istiyorlar. Vahşi altın madenciliği böyle bir şey. Durmaz, yayılır. Onu engelleyecek hiçbir mevzuat, kanun kalmadığı, kamuoyu baskısı olmadığı sürece, bu sömürgeci anlayış önü alınmaz bir şekilde ilerler.

İnsanlara “Siyanürden, madenden zehirleniyorsunuz” demenin bir karşılığı yok mu?

Akut bir rahatsızlık değil ki siyanür zehirlenmesi, kronik bir rahatsızlık. Bütün vücuduna, iç organlarına zamanla işleyecek ve sonra tezahürleri olacak. Keşke akut olsa da hemen anlasak, anlatsak. Herkes de “Bak başımıza ne geldi” dese. Mesela şu an İliç’te çeşmeden akan su içiliyor, o suyla yemek yapılıyor, çay demleniyor. Oradayken “Acaba içmeseniz mi, devlet kabul etmedi, ama kirlendiği söyleniyor, en azından bu süreçte içmeseniz mi?” dedim. İliç’in sağ ve sol tarafı dağlık. Dedikleri şu: “Bizim suyumuz sol taraftaki dağdan geliyor. Kaynak suyu o, ona bir şey olmaz.” Kaynak suyu ne demek ki zaten? Yeraltı kaynaklarından, gözelerden gelen su. Israrla, “O siyanür yeraltına geçecek, size ulaşmaması, o suyun kirlenmemesi mümkün değil” demek gerek. Halk sağlığı uzmanlarının devreye girmesi gereken nokta da bu. Hızlıca insanlara neye maruz kaldıklarını, kalacaklarını, nasıl bir zehirlenme olasılığı olduğunu, uzun vadede görülebilecek belirtilerini anlatan broşürler, bilgilendirmeler gerekiyor. Biz bunu ev ev dolaşıp anlatmalıyız. Şu an Kaz Dağları’nda teknik veriye boğulmamış broşürler hazırlıyoruz örneğin. İliç için de “Bu zehir toprağa, havaya, suya karıştı. Gaz olup havaya çıkacak. Senden uzak köylere de gidecek. Sadece bu bölgede kalmayacak. Suyuna girdi. Barajını da kirletecek, balıklarını da öldürecek. Toprağına da karışacak, toprağında yetiştirdiğin ürüne de geçecek. Orada otlayan hayvanın etine de geçecek, o hayvandan çıkan süte de geçecek” diyen broşürler hazırlanmalı. “Kanser oldun, çünkü madenin dibinde, dibinde de değil içinde yaşıyorsun. Tabii ki hastalanacaksın” demek lâzım. Bağıştaş Barajı’nın karşısındaki köylerde merası olan, hayvancılık yapanlar, “Bizden kimse artık süt almayacak” diyeah vah etmeye başladılar.

Öncelikle yapılması gereken şey, yöre halkına başlarına gelecek olanın anlatılması. Böyle bir ekokırımdan sonra harekete geçmesi gereken, kamu sağlığını önceleyen bir devlet yok ne yazık ki. Çernobil’den sonra da böyle olmuş, oradaki radyasyon oranı reddedilmiş, ama sonra kabul etmek zorunda kalmışlar. Bizde öyle bir süreç de işlemeyecek. Bunu hep reddedecekler. “Toprak kaydı” diyecek vali. “Atıkların geçişini önledik, suya karışmadı, hiçbir kirlenme yok, ölçüyoruz devamlı” diyecek bakanlar. Peki, kim ölçüyor? Örneğin, Bağıştaş Barajı’nı kim ölçüyor? İÇTAŞ yetkilileri ölçüyor. İÇTAŞ’a mı güveneceğiz? Akbelen’de rant uğruna yaptıkları haksızlıklar, hukuksuzluklar bilinirken, İÇTAŞ’a mı güveneceğiz? Onun “bağımsız kuruluş” diye gönderildiği yerlerden verdiği analiz sonuçlarına mı güveneceğiz?

Gittiğimiz her evde kanser vakaları vardı. Ya tedavi görmüş, kanseri yenmiş ya da tedavi için Sivas’a, Erzurum’a gidiyorlar. Erzincan’daki, İliç’teki yüksek kanser oranlarının istatistiklere geçmemesi için hastalar Erzurum ve Sivas’a yönlendiriliyorlar.

Kanser vakalarına dikkat çekerken yöre halkının bunu “kader” diye nitelediğini söylediniz. Bu algıyı tek başına şirketin yaratması zor değil mi? Nasıl bir şebeke var orada?

Bu algıyı yaratan maden şirketi ve devlet. Bunu dini kullanarak yapıyorlar. İnancın kaderciliğe boyun eğdiren bu yanını tüm ülkenin yönetiminde görüyoruz, laiklikten uzaklaştıkça görüyoruz. “Bir coğrafyanın kaderi vahşi madencilik olmamalı” diyoruz, ekoloji mücadelemiz bunun üzerine kurulu, ama orada yaşayanlar “Madem burası altınla kaplı, devlet bunu çıkarsın” diyor. Bıkkınlık geldiği noktada ise “Bizi bir kenara alsınlar, hakkımızı versinler, madeni çıkarmaya devam etsinler” diyorlar en fazla. Ölenler için “Ölmeseler iyiydi, ama Allah’ın verdiği ve aldığı can” diyorlar. Madenin tüm rasyonelden uzak durumunu reddedip batıla sarılıyorlar. Bunu sadece geleneksel dini kalıplarla da yapmıyorlar, tarikatların daha keskin inanç kalıplarında yapıyorlar. Bölgede Nakşibendiler, Menzilciler var.

“Onlar da madene satmasaymış kendini, biz mi düşüneceğiz onları” diyerek suçlamadan önce, oradaki toplumsal yapıyı sosyolojik olarak doğru adlandırmak gerekiyor. Bu tarz üsttenci bir bakış ekoloji hareketinde bile olabiliyor ne yazık ki.

İliç’teki ekokırımın çevreye ve insanlara verdiği zararın etkileri ortadan kaldırılamaz. Yüzlerce yıl etkisi olabilecek bir kirlenme yaşandı. Bütün Fırat Havzası’nı etkileyen bu büyük felâketi, madenin neden olduğu kirlenmeyi bas bas anlatmamız gerekiyor.

Nasıl?

Ekoloji hareketi içinde,“Topraklarını satıyorlar zaten, ben mi kurtaracağım köylüyü” diyen aktivistler var. İçinde bulundukları toplumsal yapıyı, o yapıyı belirleyen dünya görüşünü anlamamız gerek bu yargılamalarda bulunmadan önce. 

Ekoloji hareketinin taleplerinden biri, bütün altın madenlerinin kapatılması, siyanür liçli altın madenciliğinin Avrupa’da olduğu gibi yasaklanması. Bunun devletten talep edilmesinden ziyade, halkın bilgilendirilmesinin ve halkın desteğiyle talep edilmesinin bir karşılığı olabilir. Halkın desteğini alabilmenin yolu, halkın başına gelenlerin, geleceklerin idrakine varmasından geçiyor. Bundan bihaber kitleye “siyanür” demenin, ekokırımdan bahsetmenin bir karşılığı yok.

İliç oldu bitti mi, 13 Şubat sonrasında nasıl bir noktadayız?

Vahşi madencilik son bulmalı, siyanür, sülfürik asit gibi zehirli kimyasallarla yapılan liç yöntemi acilen yasaklanmalı. Bu kadar risk, önlenmesi mümkün olmayan risk barındıran bir madencilik kabul edilemez. Siyanür liçli madenciliğin çıkarmış olduğu atığın etkilerini ortadan kaldıracak bir bütçe yok. İliç’teki ekokırımın geri dönüşsüz olarak çevreye ve insanlara verdiği zararın etkileri ortadan kaldırılamaz. Yüzlerce yıl etkisi olabilecek bir kirlenme yaşandı, aslında maden faaliyete başladığından beri yaşanıyor. Bütün Fırat Havzası’nı etkileyen bu büyük felâketi, madenin neden olduğu kirlenmeyi bas bas anlatmamız gerekiyor. Ülkenin en büyük maden kazası yaşandı, bunu unutturmamak, sorumluların cezalandırılması için bu mücadeleyi büyütmek zorundayız.

Çernobil benzetmesi yapılıyor…

Sedat Cezayirlioğlu felâketin boyutuna dikkat çekmek için “İliç Türkiye’nin Çernobilidir” diyordu. Haklıydı. Bazılarına bu söylem çok abartılı geliyordu, ama şu an tam da bu gerçeklikteyiz. Türkiye’nin Çernobil’i olan bir kazanın içindeyiz, bir farkla; maruz kaldığımız şey radyasyon değil, siyanür, sülfürik asit, doğayla temasında çözülen zehirli bir sürü maden. O yüzden, evet, Türkiye’nin Çernobil’i İliç’tir. O yüzden “ekoloji mücadelesi yürütüyorum” diyen herkesin, her ekoloji aktivistinin sınavıdır İliç. Bu kazayı unutturmamak, gündemde kalması için eylemler düzenlemek, gerçek sorumluları ifşa etmek görevimizdir. Çünkü siyasi iktidarın ve şirketin yapmaya çalıştığı bu, unutturmak. Üzerinden bir buçuk ay geçti, bölgeden sınırlı sayıda haber alınıyor. Birtakım belgeler ifşa ediliyor, ama çıt yok. Mesela, ÇED raporunda Devlet Su İşleri’nden (DSİ) 2020’de görüş isteniyor. DSİ’nin cevabı “madenin içme ve kullanma suyu havzasında olmadığı” yönünde. Anagold madeninin altından geçen diri fay hattı MTA haritasından silinmiş.

Bugün İstanbul’da belediye başkan adayı olan Murat Kurum ÇED raporlarının altında imzası olan Çevre Bakanı’ydı o zaman. Ahlâki olarak o kadar büyük bir toplumsal çöküntünün içindeyiz ki, pişkinlik, vurdumduymazlık tavan. Eski bakan çıkıp “ÇED raporunun altına imza atmışım, benim sorumluluğum yok, bu yaşananın ÇED’le ne ilgisi var ki” diyebiliyor. Bunlar devletin kamu yararını gözettiği, yasaların bu yönde işletildiği demokratik bir ülkede büyük skandallar. Ama bizde göstermelik reflekslerle geçiştiriliyor.

Feminist Gece Yürüyüşü, 8 Mart 2024. Fotoğraf: Cansu Acar

Yürütülen soruşturma kapsamında, son olarak maden şirketinin idarecilerinden iki mühendis mart başında tutuklandı. Böylece tutuklu sayısı sekiz oldu.

Tutuklu sayısından çok kimlerin tutuklandığı önemli. Nasıl taziye evlerine gidiliyorsa, tutuklanan ailelerin de evlerine gidiliyor. Çünkü o tutuklananlar da İliç’in çocukları. İliç halkı ölenlerle tutuklananları ayrı tutmuyor. Onların suçsuz olduğunu biliyorlar. Gerçek sorumlular, üst düzey yetkililer sorumluluk almadığı için, onlar tutuklanmadığı için, suçun o sekiz kişiye kaldığının farkında İliç halkı.

Ne madenin ne şirketin ne devletin kendisinde sorumluluk gördüğü uydurma bir gerçekliğin içindeyiz. O yüzden de gerçek suçlular tutuklanmayacak. Bunun ifşası yetmez. Kamuoyunu bilgilendirmeye ısrarla devam etmek, devlete de sorumluluk alması için yılmadan baskı kurmak gerekiyor.

Bütün madencilik mevzuatı madencilerin yararına uygun hale getirildi.  Kamu yararını gözetmesi gereken devlet mekanizması tümden değişti. Yasadan “ekonomik cevher” tanımı çıkarıldıktan sonra, cevherin tonajının çok ya da az olmasına bakılmaksızın her yer madenciliğe açık alan haline getirildi. MTA’nın yeni maden arama helikopterleri var. Kaz Dağları’nın üzerinde dönüp duruyor geçtiğimiz yazdan beri. Yangın önlemek için helikopter almazlar, ama yeraltında maden bırakmamak için bu özel teçhizatlı arama helikopterlerini alıyorlar. Ülke sömürgeci madenciliğinin ele geçirdiği,  gelişmiş ülkelerin hammadde kaynağı haline getirildi. Bu yaratılan pazarda kendi rantının peşinde bir siyasi iktidar ve bu siyasi yapının yanında nemalanan yandaşlar, beşli, onlu çeteler var. Bu gerçeklikte ekoloji hareketi ülkenin en kritik öneme sahip hareketi haline gelecek. Bu bir savaş çünkü, ekoloji mücadelesi cephesinde birleşmemiz gereken bir savaş.

Gitgide sertleşen bu koşullarda ekoloji hareketi nasıl devam etmeli? Ne yapmalı?

Maden şirketlerine ve onlarla işbirliği içindeki devlete karşı, madenin olduğu yerin dışından eklemlenen ekoloji aktivistlerinin ekoloji mücadelesi veren kitleleri desteklemesiyle yol almaktan daha fazlasına ihtiyaç var. “Kitlelere yayalım, örgütlenelim” diyoruz, ama asıl önemli olan, madenin olduğu bölgede yaşayan insanların bilinçlenmesini sağlamaya çalışmak. Şirketin bölge insanını ikna etmedeki yürüttüğü halkla ilişkileri ekoloji aktivistlerinin yürütmesi.

Türkiye’nin Çernobil’i olan bir kazanın içindeyiz. “Ekoloji mücadelesi yürütüyorum” diyen herkesin, her ekoloji aktivistinin sınavıdır İliç. Bu kazayı unutturmamak, gündemde kalması için eylemler düzenlemek, gerçek sorumluları ifşa etmek görevimizdir. Kamuoyunu bilgilendirmeye ısrarla devam etmek, devlete sorumluluk alması için baskı kurmak gerekiyor.

Nasıl?

Cengiz Holding Kaz Dağları’nda köy köy, kapı kapı nasıl herkese gidiyorsa bizim de gitmemiz lâzım. Onlar bunu rüşvetle, parayla, çocuklara hediye ettikleri tabletlerle yapıyor. Cengiz Holding deli gibi çalışıyor. Bayramiç Ziraat Odası’na gidip drone hediye ettiler, “İlaçlamayı daha iyi yaparsınız” diyerek. Hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Ramazan gelmiş, hemen Ramazan paketleri dağıtıyorlar. Böyle ekipleri var. Biz onlar gibi rüşvet dağıtmayacağımıza göre, yöre halkını ikna edecek argümanlar geliştirmemiz, başlarına geleceği yılmadan, bıkmadan anlatmamız gerekiyor.

İliç için “telafisi mümkün değil” dediniz ama, bir karşılığı olacaksa ne olmalı?

Geri dönüşsüz bir tahribatın içindeyiz. İnsanlığa, yeryüzüne karşı işlenmiş suçtur İliç. Bu suçu işleyenler insanlığa karşı suç işlemekten yargılanmalı. Onların yargılanacak olması Fırat’ı, Fırat’ı besleyen su kaynaklarını, dereleri, meraları, toprağı, havayı geri getirmeyecek. Ama “iklim adaleti” diyoruz. Bir şekilde bu adaletin sağlanabilmesi için, bu felâketlerin tekrarlanmaması için, bunların önünün alınması için, sorumluluğu olanların, şirket ve devlet yetkililerin yargılanması önemli. ÇED raporlarının altında imzası olan bütün akademisyenlerin ifşa edilmesi gerekiyor. Bilirkişilerin, mahkemelerde maden lehine karar verenlerin, yalan beyanlarda bulunan kurumların hepsi hakkında soruşturma açılmalı, yargılanmalarının takibi yapılmalı.

Sorumluların ifşa edilmesi ve yargılanmasının ötesinde, talep ne olmalı?

1950’lerden itibaren madencilik yasası dönüşe dönüşe bu hale geldi. “Maden çıkartılmasın da ne yapalım” deniyor bugün. “Sürdürülebilir madencilik” gibi ikiyüzlü tanımlar ortaya atılıyor. Altın madenciliği yasaklanmalı. “Yerin üstü altından daha değerlidir” diyoruz, bu boşuna edilmiş bir söz değil. Altın dediğimiz şey ne? Dünyanın buna ihtiyacı var mı? Yeraltından altın çıkartıyoruz ve yeryüzünün yüzde 1’inin daha çok zenginleşmesi için banka kasalarında tutuyoruz. Yeryüzünün yüzde 99’unun kaybettiği bu sistem kabul edilemez.

Yasa değişikliği talep ediyorsunuz yani?

Şüphesiz. 1950’lerden başlayarak maden şirketleri lehine yapılan bütün mevzuat değişikliklerinin yeniden ve kamunun yararına göre düzenlenmesi gerekiyor. Bundan sonrası için suyun, toprağın korunacak bir alan haline getirilmesi gerekiyor. Bugün yaşayanlar için değil, bundan sonra gelecek olanlar için bunun mücadelesini vermeliyiz.

İliç’te altın çıkarılmasından kazanç sağlayan kitlenin bir işi gücü vardı maden gelmeden önce. Bu insanlar hayvancılık yapıyordu, tarım yapıyordu. Devlet bunu desteklemiş olsa, o insanlar yine aynı kazanca sahip olacaktı. Devlet kendi rantı için coğrafyasını tepsiyle şirkete sunuyor. Ben kendimi bu nedenle bir savaş içinde hissediyorum. Çünkü devletin kendi halkına, toprağına karşı açmış olduğu bir savaş var. Ekoloji mücadelesi bunun alanı. Bu, son 22 yılın meselesi değil. Madencilik yasaları 1950’lerde değişmeye başladı. Turgut Özal zamanında ve sonrasında, 1990’larda, 2000’lerde tamamen şirketlerin çıkarlarına göre düzenlendi.

Bingöl-Karlıova’da 7 şiddetinde deprem beklendiği söyleniyor. O durumda siyanür liçi daha ciddi düzeyde yayılacak. Olası bir depremde zehrin saçılmaması için ne yapılabilir?

13 Şubat’tan sonra yapılan ilk açıklamalarda “Sabırlı Deresi’nden Fırat’a giden menfez kapaklarını kapattık, geçmeyecek” dediler. Sonra öyle bir kapak olmadığını öğrendik. Hem olsa ne olacak? Geçirimsizlik tabakası olmadan o kadar geniş alanda birikmiş zehirli atığın, nisan yağmurlarıyla yeraltı sularına karışmaması mümkün mü? Siyanür liçli madencilikte çıkarılan milyonlarca ton atığın etkilerini ortadan kaldırabilecek bir bütçe yok.

Olası depremde bunun daha büyük bir hasara neden olmaması için yapılacak bir şey yok mu?

Yok. Deprem olduğunda daha da büyük bir felâket bizi bekliyor olacak. Çernobil’in etkisi yüz yıllar sürecek dendi. İliç de öyle, uzun yıllar etkisi hissedilecek. Ekokırım dediğimiz şey bir kavramdan ötesi. Burada bir kırım var. Bunun uluslararası yaptırımlarının olması gerekiyor, yeryüzüne, tüm insanlığa karşı bir suç cezasız kalamaz!

Örnekleri var mı?

Hem ulusal hem de uluslararası alanda ekokırımı suç olarak tanımlayan ilk AB ülkesi Belçika oldu. Buna göre, doğaya karşı işlenen ciddi, büyük ölçekli ve geri dönüşü olmayan suçlar için, yani İliç’teki gibi suçlar için, 20 yıl hapis ve 1,6 milyon avro para cezası öngörülüyor. İnsan soyuna yönelik suçlar soykırım ise, ekosistemi yok etmeye yönelik ekokırımın da aynı önemde ele alınması zorunludur.

^