Ne zamandan beri Agos’un imtiyaz sahibisiniz?
Sarkis Seropyan: İmtiyaz sahipliğim üç-dört senedir. O da şöyle oldu: Bazı arkadaşlar Agos’tan ayrılıyordu, ayrılırken “hisselerimizi de üstümüzden alın” dediler. Sembolik hisselerimiz vardır bizim, para etmeyen hisseler. Hrant notere gidip hisseleri üzerine devralacaktı. “Hrant’ın gazetesi” muhabbeti de vardı, bir de bütün hisseler kendi üzerinde olmasın istedi. Bana “abi sen git, al bu hisseleri” dedi. Eski imtiyaz sahibinin izin hisselerini mecburen ben alınca, otomatikman imtiyaz sahibi oldum. Agos’un imtiyaz sahibi olmak hoştu.
Agos’un kuruluşunda vardınız ama, değil mi?
Tabii, beraber kurmuştuk Agos’u. Sonra, bir biz kaldık o zamandan. Birtakım arkadaşlarıyla “bir gazete kuralım” diye konuşmuşlar. Daha ortada isim, cisim yok, Hrant geldi, bana “var mısın abi?” dedi. Ben de, bir dergi olsa da, bir şeyler yazabilsek diye düşünüyordum. Benim aklıma bir aylık dergi geliyordu.
Sizin arzu ettiğiniz, ihtiyacını duyduğunuz ne tür bir dergiydi?
Politik olmayan, bir kültür sanat dergisi. Ermeni kültürünü, Ermeni insanını büyük topluma tanıtmaya yönelik bir dergi. Agos’un da başlıca amaçlarından biri buydu. Benim aklımda olan, Agos’un ilk zamanlarında yaptığımız ve şimdi ne yazık ki yapmadığımız gibi, büyük Ermeni yazarlarını tanıtan çeviriler yapmaktı; o zamana kadar cesaret etmediğimiz çeviriler… Hovhannes Tumanyan, en büyük Ermeni şairi, Türkler tanımaz, çünkü Türkçeye çevrilmemiş. Biz Agos’tan evvel yapmıştık o işi, Arto Berberyan’la. Bir tiyatrocu arkadaş, “şu ‘Anuş’u çevirsene” demişti. “Saçmalama, Hovhannes Tumanyan’ı çevirmek mümkün mü?” dedim. Kaldı ki, mümkün olsa bile, bizim cemaatimizin içinde bu kadar ünlü şairler, ozanlar var, bize mi düştü? “Abi, bir denesene” diye ısrar etti. Olmayacak bir şeydi ama, aklımdan bir dörtlük seçtim, çevirdim. Baktı, fena da olmadı. Şakayla karışık, Tumanyan’m “Anuş” poeminden bazı bölümler çevirdik. Arto “ben onu şiirsel dile çeviririm” dedi. Arto Berberyan şimdi rahmetli, Şişli’de yatıyor, yürekli bir arkadaştı.
“Bir gazete çıkaracağız, var mısın?” dedi, o kadar. Ama ben Hrant’ı tanıyordum. Hrant taviz vermeyen bir solcudur. Başı beladan kurtulmayan bir solcuydu. Hrant’ın kuracağı gazete, tam da benim istediğim gazeteydi, başka bir şey olamazdı. O nedenle, sormaya bile gerek yoktu.
Bu deneyimden sonra, Tumanyan’ı çevirebilirmişiz gibi bir cesaret geldi. Açık söyleyeyim, edebiyatla da pek aram yoktur. Ama nedense, hep edebiyat çevirmek kısmet oluyor bize. Aras’ın ilk kurulduğu yıllarda, bana Hamasdeğ’i çevirsene diye teklif ettiler. Hamasdeğ Harputlu bir köy yazarı (Güvercinim Harput’ta Kaldı, Hamasdeğ, Aras Yayıncılık). Bir-iki hikâye çevirmeye çalıştım, tabii o çevirdiklerimiz müthiş bir redaksiyona tâbi tutuldu. Fakat, çevirdikçe bir cesaret geliyordu. Üçüncü, dördüncü hikâyede sarmaya başladı. Nitekim , Hamasdeğ’i çok sevdim. Sonra, Hamasdeğ’in memleketini merak ettim, Harput’a gittim. Harput’un köylerini, Hamasdeğ’in köyünü gezdim. Ondan sonra da kaç senedir hep Harput’a gider gezeriz.
Pek niyetim yokken, edebiyata bir yaklaşımım oldu. Bu birikimi Agos’ta yavaş yavaş değerlendiriyordum. Bir şairi, bir ozanı tanıtayım derken, bunlar Agos’un aranan sayfaları oldu. Türk edebiyat meraklıları buradan Ermeni edebiyatıyla tanıştılar. Bu arada, inkâr etmemek lâzım, Agos’tan önce Aras kurulmuştu ve Ermeni edebiyatından sayfaları okuyucunun önüne akıtıyordu. Agos ve Aras hiçbir zaman ortak çalışma yapmadılar ama, hep birbirlerine yakın durdular, çünkü amaç aynıydı. Genelde olduğu gibi, hiçbir zaman birbirlerine çelme takmadılar. Biz, tam tersine, paslaşıyorduk.
Sizin kafanızda zaten bir dergi fikri varken, Hrant geldi ve “gazeteye var mısın?” dedi…
Benimki çok uzak bir hayaldi, bir ütopyaydı. Hrant “var mısın” deyince, tereddütsüz “varım” dedim. Belki Hrant bile şaşırdı: Hazır mı bekliyordun birader, hemen atladın, oltaya atlayan balık gibisinden… Vardım, çünkü emekli olmuştum.
Mesleğiniz neydi?
Benim mesleğim ağır bir meslekti, ısı teknisyeniydim, soğuk hava odaları yapardım, soğutmacılık ağır meslekti. Genç elemanlar çalışıyordu, ben artık iyice hantallaşmıştım ve emekli oldum. Onun için, gazeteye “varım” dedim. Haftanın dört günü, Agos için kiraladığımız ilk yerde bir şeyler yazmaya, düzenlemeye çalıştık.
Hrant size ilk geldiğinde gazete projesini nasıl anlatmıştı?
Bir şey anlatmadı, “bir gazete çıkaracağız, var mısın?” dedi, o kadar. Sonra, gazete yavaş yavaş şekillendi tabii. Ama ben Hrant’ı tanıyordum. Hrant biraz sert, taviz vermeyen bir solcudur. Başı beladan kurtulmayan bir solcuydu. Hrant’ın kuracağı dergi, tam da benim istediğim dergiydi, başka bir şey olamazdı. O nedenle, sormaya bile gerek yoktu. Sonra, bir grup gazeteci, Anna (Turay), Cengiz (Turan), Lale (Tayla) isyan çıkarıp Cumhuriyet’ten ayrıl dılar, bu işe girdiler. Kemal’i (Gökhan), Ümit’i (Kıvanç), Harut’u (Şeşetyan) sonradan tanıdım… Onların kurduğu bir gazetede bulunmak benim açımdan çok güzeldi. Hayır deme ihtimalim yoktu.
Agos’un çıkma zamanıydı, yani Ermenilerin sesini yükseltme zamanıydı. Ermenilerin de, hangi Ermenilerin? “Ağam, paşamcılar”ın değil de, biraz daha sol tarafta bulunan yahut da sahipsiz Ermenilerin.
Agos ilk çıktığında Türkiye’nin siyasal, sosyal atmosferi nasıldı?
Bana göre, Türkiye’nin aslında böyle bir gazeteye ihtiyacı vardı, ama bu ihtiyaç hissedilmiyordu. Daha doğrusu, kimse böyle bir şeye cesaret etmiyordu. “Nasıl olsa yaşamaz” diye düşünülüyordu. Ama, sosyal şartlarda, ülkenin şartlarında yavaş yavaş bir ileriye gidiş vardı. Artık Agos’un çıkma zamanıydı, yani Ermenilerin sesini yükseltme zamanıydı. Ermenilerin de, hangi Ermenilerin? “Ağam, paşamcılar”ın değil de, biraz daha sol tarafta bulunan, yahut da sahipsiz, “taşralı” dediğimiz, biraz küçümsediğimiz Ermenilerin. Bizde bir “taşralı” deyimi vardır.
“Taşralı”yı ne mânâda kullanırsınız?
Anadolulu. Aslında hepimizin kökeni Anadolu’dur. İstanbul Ermenilerinin yerleşiminin tarihi bilinir, ama Anadolu’nunki hâlâ bilinmiyor! İstanbul’un bellidir, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’da altı odaları kurduğunda, Karaman’dan, Kırım’dan, Sivas’tan, Bursa’dan, Edirne’den, öteden beriden Ermenileri getirerek burada alternatif bir Hıristiyan toplum oluşturdu. Gerçi o zaman, zaten bir kısım Ermeni vardı İstanbul’da ama, azdılar. Bizans zamanında bile Ermeniler vardı, hatta Bizans imparatoru bile oldu Ermenilerden bazıları. Hamallık yapmak için Muş’tan gelen bir Ermeni Bizans tahtına oturdu tesadüfen. İnanmayacaksın ama, öyledir, Ermeni edebiyatına da girmiştir. Bir Ermeni yazarı, bir hikâyesinde, Katolik bir Ermeni genci konuşturur, o genç Muş’ta bir kadınla sohbet ederken “çocuklarının babası nerede?” diye sorar. Kadın “İstanbul’a gitti, hamallık yapar” der. Eskiden, Muş’tan İstanbul’a gelen Ermeni erkekleri, hamallık yaparlardı. Kadın “hamallık yapar” dediğinde, genç “Vay sana Muş bu hale mi düşecektin, eskiden senin insanların İstanbul’a giderdi imparator olmak için, şimdi hamal olmaya gidiyor” der. Bu doğrudur, Bizans tarihini karıştıranlar bilirler, bir-iki Ermeni imparator var yani.
Her neyse, gazeteyi kurmak isteyen arkadaşlar artık kendimizi tanıtmamızın zamanının geldiğine inanmışlardı. Ve Hrant ısrarla, dergi değil, gazete diyordu. Hrant’ın ölümüne kadar, en azından benim sorumlu olduğum Ermenice sayfalarda, dergivari yazılar, yani biraz daha edebi, biraz daha anlatıya dönüşen yazılar yazdığımda, Hrant itiraz edip o yazıları hep son dakikada kaldırtırdı. Habere merakı çoktu, haber isterdi. “Abi onu çıkar, haber koy, biz gazeteyiz” derdi ve biz çarşamba günleri sabahlamak zorunda kalırdık. Şimdi artık Hrant yok, ben de kendi başıma buyruk olduğumdan, gazetenin iki sayfasını biraz dergiye çevirdim, itiraz eden de yok.
Agos ilk çıktığında Ermeni toplumu tarafından nasıl karşılandı?
“Bu gazete yaşamaz” diyen bir kesim vardı. Bu kesim Ermenilerin elit kesimiydi. Çok iyi tanıdığım, hatta içlerinde dostlarım olan, kendim duymasam söylediklerine inanmayacağım kimselerin “abone oluyorsun ama, yaşamayacak” dediklerini biliyorum. Bizim açılış kokteylimizde bile “abone oluyorsun ama, bir senelik olma, bak ben altı aylık oldum, nasıl olsa altı aydan fazla yaşamaz” diyen arkadaşlarımız vardı. Bunları önemsemedik, altı ay geçti, o sözleri hatırlatmadık kendilerine; bir sene geçti, yine hatırlatmadık; on sene geçti, halen hatırlatmıyoruz onlara. On seneyi devirdik.
“Bu gazete yaşamaz” diyen bir kesim vardı. Bu kesim Ermenilerin elit kesimiydi. Altı ay yaşamaz diyen arkadaşlarımız vardı. Bunları hiç önemsemedik. On seneyi devirdik.
Ermenileri, Ermeni kültürünü tanıtmanın dışında. Ermeni toplumunun kendi içinde de böyle bir gazeteye ihtiyaç yok muydu?
Ermenilerin 1936’dan beri sivil yönetimi kalmadı. Daha doğrusu, cemaatin sivil yönetimi “devlet içinde devlet” gibi görülerek, Tanzimat’ın bahşettiği serbestlik geri alındı. Sivil toplum örgütleri, yani cemaatin sivil yönetim başkanlığı ve ona bağlı olarak eğitim, adli gibi alt komisyonların hepsi yasaklandı. İnanır mısınız bilmem ama. Adli komisyon mahallede iki Ermeni ailenin kavgasını barıştırır, mahkemeye gitmesini önler, hatta gerekirse, birinden birini cezalandırabilirdi. Böyle de yetkileri vardı. Cezalandırdığında da, Patrikhane’nin altında bugün müze olan yer Patrikhane’de hapishaneydi, oraya hapsederdi. Devlet bu durumdan memnundu, çünkü kendi işi hafifliyordu. Bütün bunlar yasaklandı, hele Eğitim Komisyonu kökten yasaklandı, artık Milli Eğitim uygulanacaktı. Bu durumda, Ermeni toplumu yavaş yavaş kimliğini kaybetmeye başladı. Okullarda Ermenice yabancı dil dersine dönüştü. Halbuki eskiden, benim öğrenciliğimde, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi ve Türkçe dersi dışındaki bütün dersler Ermenice diliyle verilirdi. Bu nedenle, biz aramızda Ermenice konuşurduk. Bunlar yasaklandı, aslında yasaklandı demek yanlış olur, bugün aynı dersler yine Ermenice yapılabilir, ama, o dersleri verecek öğretmen kalmadı, çünkü öğretmenlere tahdit getirdiler. Öğretmen okulundan mezun olmayan öğretmenlik yapamaz şerhini koydular. Değişik yollardan konan tahditler bizim okullarda dilin kullanımını giderek zorlaştırdı ve imkânsız hale getirdi sonunda.
Bu arada, bir de politik baskılar, on senede bir devletten gelen “tokat” var: 20 Kura askerlik, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Kıbrıs olayları, falan filan… Bu tokatların sonucunda, her on senede bir, elit tabakadan, yani maddi durumu iyi olan tabakadan insanlar göç eder. Maddi durumu iyi olanlar da, genellikle, İstanbul kökenli veya en eski İstanbullulardır, Ermenice konuşan kesimdir. Onların yerine Anadolu’dan başka Ermeniler gelir ama, onlar artık Ermenice konuşamazlar. Ermeni kültürünü, geleneklerin çoğunu kaybetmişlerdir. O yüzden de İstanbul Ermenilerinin çehresi değişir, ancak küçük bir kesim Ermeniceyi kullanır. Bu toplum çıkan Ermenice gazeteleri okuyamadığı için Ermeni toplumunun gidişatından da haberdar değildir. Bir anlamda “eğitmek”, bir araya getirmek, Ermeni toplumunu Ermeni kültürüne dahil etmek gerekiyordu. 1990’larda yavaş yavaş artık bunun zamanı geliyordu. Çünkü biraz daha geçse, büsbütün kaybolacak, kopacaktık. Nesiller birbirinden ayrılacak gibiydi. Agos bu yüzden çıktı.
Agos bu işlevi yerine getirebildi mi?
Tabii. Agos çıktığı günden beri, tirajı az olduğu halde, Ermenice çıkan iki gazetenin tirajının toplamının iki buçuk katı satıyordu. Bugün o tiraj katlandı. Gazetenin ilk çıktığı zamanlar, demin bahsettiğim, “altı aydan fazla yaşamaz” diyen tabaka, bu sefer çaresiz kalınca, Agos’un Ermenice konuşan cemaate, Ermenice gazetelere zarar vereceğini yaymaya başladılar. Daha fazlasını da yaptılar.
Gazetenin yayın politikası, Hrant’ın solcu olması rahatsız ediyor muydu?
Zaten sorun oydu ya. Hrant, solcu olmakla beraber, bir Ermeniydi. Ve Ermeniliğini de kimseye ezdirmezdi, ne sağcıya, ne solcuya. Hem Ermeni hem iyi bir solcuydu. Sosyalistliği rahatsız ediyordu ama, onun Ermeniliğinden, Ermeni kimliğine sahip çıkışından da memnundu bu üst tabaka, “atv’ye çıktı, aslanlar gibi konuştu! Gözleri yaşardı milletin. Ali Kırca bile gözyaşı döktü…” Timsahları ağlattı Hrant. Ama Hrant’ın solculuğu, bu ağlayanları bile rahatsız ediyordu! Çünkü solculuk eskiden beri onlar tarafından kötü algılanan bir görüştür. Onların servetine göz dikmiş gibi görürler solcuları. Solculuğu anlamak için, ancak solcu olmaları lâzım, olamayacaklarına göre de anlamayacaklar. Ayrıca Hrant, bir Ermeniye hitap ettiği kadar, gazetede bir Türke de hitap ediyordu. Onlar belki bunu da kıskanıyorlardı. “Yalnız bize hitap etsin. Niye bizim sanatımızı, kültürümüzü Türkler öğrensinler?” Öğrensin ki, beni tanısın! Nitekim, bugün az da olsa, Agos’un etrafında bu kadar kişinin toplanması Ermenileri tanımalarından dolayıdır. Ermenileri tanıdıklarında, “yahu bunların da bizim gibi değerleri, belki bazen bizden de yüksek değerleri varmış” diye gören, inkâr etmeyen insanlar bir araya geldiler. Hrant öldüğünde, bizim gazete ana baba gününe dönmüştü. O gelen entelektüelleri görseniz, içlerinde büyük kapitalistler bile vardı. Bu insanlar Hrant’la bu hale geldiler, Hrant’la tanıdılar bizi.
Hrant’ın vurulmasından sonra, sanki bir yılgınlık, bir bıkkınlık hali, “Hrant’ı da vurduklarına göre, burada hayat kalmadı” diyerek akın akın bir göç olacak gibi düşündü herkes. Ben de korkmuştum. Fakat bu olmadı. Olmamasının bir nedeni var. O da, bu işin içinde olan benim bile ummadığım kadar güçlü bir gençlik hareketinin başlaması. 20-25 yaşındaki Ermeni gençler tek bir yumruk olup sessiz sedasız çabalıyorlar.
Ermeni meselesinin çözülememesinde bilmemenin, tanımamanın payının büyük olduğunu düşünüyor musunuz?
Olmaz mı? Tanımamanın demeyelim, tanıtılmamanın diyelim. Tanıtmadılar ki bizi, yasaklıyorlar. Yasaklayan kim? Komplo teorilerine girmek istemiyorum, ama birileri gerçekten bu işleri yönetiyor. Politikaya girmeyelim demiştim, geldik yine. Bu memlekette, Ermenilerin tanınmasını istemeyen, bundan ülkenin zarar göreceğini düşünen ve bundan gelir sağlayanlar olduğu müddetçe –ki vardır–, bize karşı olanlar olacak. Ve bizim tanınmamızı, bizim sevilmemizi engelleyecekler.
Hrant’la nasıl tanışmıştınız?
Hayli eski, çok eski. Bir ara, bazı arkadaşlarla bir okulun yöneticisi olmuştuk. Taşralı Ermeni ailelerin çocuklarını yatılı barındırdığımız bir okuldu bu. Mardin’in, Şırnak’ın köylerinden gelmiş, Ermenice de, Türkçe de bilmeyen çocuklardı bunlar, Kürtçe ve Arapça biliyorlardı. Onlara, okul dışında da Ermenice öğretecek eğitmenler gerekiyordu. Gazeteye “bir eleman aranıyor” diye ilân verdik. Hrant’ın üniversite yıllarıydı, iş arıyormuş, yanında bir arkadaşıyla geldi. “Bizim bir kişiye ihtiyacımız var” dediğimizde, “bir kişinin maaşıyla ikimiz birden çalışırız” dediler. Hrant’ı öyle tanıdık. Hrant’ın gençliği maddi açıdan sıkıntılı geçmişti. Bir gün itiraf etti, “hiç para vermeseydiniz de biz o işi kabul edecektik, yatacak yerimiz yoktu” dedi.
Hrant’la ilgili ilk intibanız nasıldı?
O zaman çok muhabbetimiz olmazdı. Sonra, Hrant için çok şey duyduk okul arkadaşlarından. Solculuk yüzünden liseden kovulmuştu. Onun okuduğu lise de zaten solcu diye isim yapmıştı, oradan çıkanlar ya solcu oluyor ya da papaz. (gülüyor) Daha sonra, dost olduk, artık o gençlik vartalarını atlatmış, hayata atılmıştı, evlenmişti. Hrant’ın evliliği de ayrı bir macera. O çok uzun uzun anlatıldı zaten. Rakel de o zaman öğrenciydi. Hrant belki gençlik sevgilisine yakın olmak için de biraz orada çalışmayı istemişti. Daha önce Tuzla kampında beraber olmuşlardı, Hrant’ın Rakel’e olan o büyük aşkı orada başlamıştı.
Aranızda bir yaş farkı da var, ilişkiniz nasıl dostluğa dönüşmüştü?
Okulun yöneticilerinden olmakla beraber, Anadolu’dan gelen taşralı, fakir insanlara iş güç, ev bark arayıp bulmak, yardım etmek için çabalayan bir heyetin içinde çalışmam Hrant’ın dikkatini çekmiş olmalı mutlaka. O heyetin içinde her çeşit insan vardı, sağcısı da, solcusu da, ama hepsi yardımsever insanlardı, çoğu öldü, onların tarihi de yazılmadı, o da yüreğime derttir. Hrant içimizden birkaçını kendisine daha yakın hissetmiş olmalı ki, Agos’u kuracağı zaman, “abi var mısın?” diye beni aradı.
Agos’ta on küsur yıl beraber çalıştınız. Nasıl bir iş arkadaşıydı, gazeteciliğe bakışı nasıldı?
Çok hoşgörülüydü. Heyecanlıydı, sürekli çarpan bir kalpti. Hrant’ın derdi gençleri yetiştirmekti. Agos’un kapısı hep açıktı, gelene de, gidene de. Kim gelse kabul ederdi. Benim “yapma, etme, bu adamdan bir şey olmaz” dediğim kişileri bile alırdı. Sabırla onlara iş öğretirdi. Benim sinirlenip, afedersiniz resmen kovduğum insanları, “Abi sen niye sinirleniyorsun? Sen git içeri, işine bak” diyerek yine gerisin geri alırdı. Ve o insanlar aramızda yaşlandılar. Herkesi, özellikle gençleri etrafına toplardı, onların sırtlarını sıvazlardı, iş verirdi. Günün birinde de “abi beni … tv’den istiyorlar, gideyim mi?” dediğinde biri, “tabii git kızım” derdi. Bir gün jenerikte onun ism ini görünce, “bak gördün mü abi, bu da Agos okulundan yetişti” derdi. Böbürlenmezdi ama, neler hissettiğini anlardım. Bugün bakıyorum da, etrafta, yurtdışında, Amerika’da, Ermenistan’da, Agos’un kıyısından, kapısından geçmiş bir sürü genç var. Ve Hrant’ın ölümünden sonra, farkında mısınız, onlarca genç bize öyle güzel yazılar yazmaya başladı ki. Bu, Hrant’ın açtığı yolda oldu. Agos bir okuldur.
Biliyordu sanki başına gelecekleri. Tedirgindi. Bir şey seziyordu belki. Araba kullanmıyordu, taksiyle dolaşıyordu. Çanta taşımıyordu, elini kolunu sallayarak yürüyordu. Hep etrafına, arkasına bakıyordu. Ama, biz bunu hissetmemeye direndik sanki.
Agos’un Hrant’tan sonra çok değiştiğini düşünüyor musunuz?
Gazeteyi eleştirenler, ne yazık ki yine aynı elit tabaka. “Agos, Ermeni gazetesi olmaktan çıktı” diyorlar. Haberlerimizde cemaat haberleri azaldı, bu doğru. Ama bunun suçlusu hiç kimse değil, eğer bir suçlu aranacaksa, en başta benim olmam lâzım. Ancak, Hrant varken, o haberleri Hrant toplardı. Bütün kokuları Hrant alırdı cemaatten. Çok iyi koku alırdı, çok iyi sezerdi. Entrikaları sezer, onların üzerine üzerine giderdi. Geniş de haber kaynakları vardı. Açık söylüyorum, bunu yapacak kimse kalmadı Agos’ta, ben dahil. Hrant’ın İstanbul Ermenileri haberlerini artık yakalayamayız. Zaten her hafta gelip Hrant’la çay, kahve içen o insanlar da yavaş yavaş koptular artık. Dolayısıyla, biraz daha dışarıya dönük haberlere ağırlık verdik. Ama buna karşılık, Ermenice sayfaları artırdık. Daha okunabilir, insanların ilgileneceği bir hale getirmeye çalışı yoruz, orijinal yazılar, ilk kez basılan hikâyeler koymaya çalışıyoruz. Kendimize göre, yeni yazarlar keşfettik, Agos için her hafta bir hikâye yazıyorlar.
Ermeni toplumunun, çeşitli kesimlerinin bugünkü ruh hali, hissiyatı nasıl?
Hrant’ın vurulmasından sonra, sanki bir yılgınlık, bir bıkkınlık hali, “artık Hrant’ı da vurduklarına göre, burada hayat kalmadı” diyerek akın akın bir göç olacak gibi düşündü herkes. Ben de korkmuştum. Fakat bu olmadı. Olmamasının bir nedeni var. O da, bu işin içinde olan benim bile ummadığım kadar güçlü bir gençlik hareketinin başlaması. 20-25 yaşındaki, 30 yaşlarındaki Ermeni gençler tek bir yumruk olup sessiz sedasız çabalıyorlar. Onların ilk başarıları Hrant’ın cenazesini organize etmeleridir. İnanılır şey değil, bunu valla ne belediye ne devlet böyle organize edebilirdi; muhakkak bir karışıklık çıkardı. Hiçbir karışıklık çıkarmadan bunu organize ettiklerinde hayran oldum bu insanlara.
Hrant’ın hedef haline geldiğini, öldürülebileceğini hissetmiş miydiniz?
Valla, konuşuyorduk, söylüyordu, ama demek ki kör olduk, inanmak istemiyorduk. Ama o, biliyordu sanki başına gelecekleri. Tedirgindi. Gazeteden çıkıyor, on dakika sonra geri dönüyor, biraz daha oturup çalışıyor, bir daha çıkıyordu. O saatlerde ben yalnız oluyordum. “Ben burayı kapatırım” diyordum. O gidiyordu, bir de bakıyorum, pat kapı açılıyor, Hrant gelmiş. “Birazdan gideceğim” diyordu. Bir şey seziyordu belki. Araba kullanmıyordu, taksiyle dolaşıyordu. Ters istikametlerden taksiye biniyordu. Çanta taşımıyordu, elini kolunu sallayarak yürüyordu. Hep etrafına, arkasına bakıyordu. Ama, biz bunu hissetmemeye direndik sanki. Görmezlikten gelir gibiydik. Görmedik. Vurulduğunda da inanmadık.
Cuma öğleden sonraydı, vurulduğu anda gazetede miydiniz?
Evet. Yanına ilk ben gittim kızlardan sonra. Gördükten sonra da arkamı döndüm, insanları teskin etmeye çalıştım. Ben inanmadım kendime, bir hafta gayet soğukkanlı davranmışım. Meğer, şoktaymışım. Cuma günü toplantısı yapmıştık. Cuma toplantılarında geçmiş sayıyı konuşuruz, oradan buradan sohbet ederiz. Toplantıdan sonra, odalarımıza gittik. Benim odam caddeye bakan tarafta. On dakika geçmedi, çat çat çat! Üç el silah sesi duyuldu. Ben yerimden bile kalkmadım. Çalışan arkadaşlardan biri koşa koşa geldi, “ya yine kimi vurdular!” diye odadaki balkon kapısını açtı, baktı. Fakat, arada cumba olduğu için göremedi. Muhasebenin penceresinden bakanlar görmüşler. Çığlıklar atarak aşağıya koştular. Merdivenlerden gelen çığlıkları duyunca, fırladım gittim. Bir sürü gencin içinde en yaşlısı benim ya, ne oluyor, bu kızlar neye bağırıyor diye bakayım dedim. Ama üzerine kondurmuyorum hiç. Asansörde biri kalır bağırırlar, biri merdivende tökezler bağırırlar… Öyle bir şey oldu diye düşünüyorum. Baktım kızlar çığlık çığlığa, dehşet içinde yukarı koşuyorlar. Aşağıda, girişte yemek yapan Anna Mayrik yerde saçlarını yoluyor. “Kalk kız, ne yatıyorsun yerlerde, kalk” dedim. “Petronu vurdular!” dedi. Dışarı fırladım. Kapının önünde Hrant yüzüstü yatıyordu. Bir baktım yanında bir mermi kovanı, rüzgârda bir o yana bir bu yana yuvarlanıyor… Müthiş bir rüzgâr vardı o gün. İlk aklıma gelen, şu boş kovanı alayım, cebime koyayım, hatıra olur, oldu. Düşünebiliyor musun? Hrant yatıyor burada… Sonra bir baktım, ensesinde koca bir delik var. Hrant ölmüş, gitmiş. O sırada, caddenin karşısındaki dükkânlardan birinin sahibi, bir arkadaşımız koşa koşa geldi. Başladı ağır küfürler savurmaya: “Sonunda yaptmız yapacağınızı, alçak herifler!” Onu sakinleştirmeye çalışıyorum. O arada kameralar geldi. O kadar hızlı. Ambulans neden sonra ağır ağır geldi, bir hemşire indi, baktı. Ambulans gitti. İki saat sonra, götürmek için başka bir ambulans geldi. Bütün basın geldi, herkes geldi…
Kaçma modundan çıktı insanlar. “Kaçmayalım, direnelim , burada kalalım” hissine girdiler. Ben nereye gideceğim? Benim ülkem burası. Atalarım burada yaşamış. Anadolu’ya gittiğimde, “dedem Van’dan gelirken belki bu yoldan geçmiştir” diye düşünerek, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarıp o yolda yürümekten zevk alan bir insanım.
Bazı televizyonların yayınlarında kendimi gördüm daha sonra. Bu gerçekten ben miyim, niye böyle duruyorum diye kendime şaştım. Halen şaşıyorum. Odama çıktım. Yandaki plakçı sürekli “Sari Gelin” türküsünü çalıyordu. Yalnız onu duyuyordum. “Sari Gelin”i dinliyorum, dinliyorum, dinliyorum… Sonunda, çocuklardan birini çağırdım, “git şu plakçıya söyle, başka bir şey çalsın” dedim. “Ne çalsın?” diye sordu. ‘“Fırat’ın Ağıtı’ var onu çalsın” dedim. “Şu Fırat’ın suyu akar” diye bir türkü var, Hrant çok severdi onu. Çocuk gitti. Biraz sonra baktım, onu çaldı adam. Bir-iki gün sonra, bizim çocuğa dedim “Adama gidin, teşekkür edin. Günlerdir, işi gücü bıraktı, Hrant’ın sevdiği parçaları, ağıtları, Ermenice müzikleri çalıyor”. Çocuk gitmiş, “abi yukarıdan teşekkür ediyorlar” deyince, plakçı, “ben sizin için mi çalıyorum” diye çıkışmış, “o benim yoldaşımdı” demiş. Sonradan öğrendim , o da eski bir solcuymuş.
İlk şok nasıl geçti?
Nasıl oldu biliyor musun, cenazeden bir-iki gün önceydi, ailesi geldi. O olaydan sonra, kızlarını, kardeşlerini görmüştüm ama, Rakel’i ilk defa görecektim. Dediler ki “Rakel içeride, Hrant’ın odasında”. Gideyim de kıza bir başsağlığı dileyeyim diye kalktım. Oda cenaze odası, kalabalık. Doğru Rakel’in yanına gittim. Kızcağız kalktı ayağa, birbirimize sarılıp başsağlığı dileyecektik. Ben onu teselli etmeye çalışacaktım. Söyleyecek söz de bulamıyor insan. “Sıkı dur, ayağını yere sıkı bas, bak sen bize lâzımsın” falan diyecekken, nasıl oldu bilmiyorum, birden ağlamaya başladım. Çok canı yanan küçük çocuk gibi, yüksek sesle ağlıyorum. Hüngür hüngür dediklerinden. Saklanmak için de Rakel’in saçlarının içine kafamı gömmüşüm, öyle ağlıyorum. Hiç unutmayacağım, Rakel beni teselli etmeye başladı. “Geçecek, geçecek, üzülme, tamam, tamam” diyor. Kaçtım odadan. İlk o zaman ağladım.
Cenaze yürüyüşünün o kadar kalabalık olmasını neye bağlıyorsunuz?
Olayın oluş şekline falan filan değil, daha önce vurulan hiç kimsede böyle kalabalık görmedik. Bir şeye, tek bir şeye bağlayamıyorum. Hrant’ın kişiliği, Hrant’ın bu kadar sempati toplaması tabii bir etken. Gizli Ermeniler, kripto Ermeniler diyorlar… (gülüyor) O gün, bir kolumda eşim, bir kolumda Karin (Karakaşlı) yürüyorduk. O kalabalıkta cenaze arabasından kopmuştuk. Boynumuza gençler Agos çalışanı kâğıdı asmışlardı. Önümüzde yürüyen bir aile vardı. Kadın, kocası, oğlu, kızı, parka gider gibi yürüyorlar. Adamın başında, namaz kılarken Müslümanların taktığı takkeden vardı, kadın da başörtülü, türbanlıydı. Biz yürürken, adım adıma geldik, ayağına basacak kadar yaklaştık. “Pardon” dedim, biz öne geçelim diye. Adam biraz kızgın arkaya baktı, kim bu gibisine. Boynumdaki Agos çalışanı kâğıdını görünce, kenara çekildi, “buyrun, buyrun” dedi. Kenara çekildiler, bize yol verdiler. Cenaze sahibi gibi gördüler. Sonra, onlar da Taksim’e kadar bizimle yürüdüler. Onların ne Ermenilerle ne Ermenilikle bir ilgisi vardı. Ama bizimle beraber Hrant’a hürmet ederek yürüyorlardı. Onların İslamcı oluşu, Hrant’ın Ermeni oluşu, Hıristiyan oluşu fark etmedi. İnsanlar insan olarak, Hrant’ın insanlığına yürüdüler.
Fakat bir kesim de ortaya çıktı ki, ne kadar hümanist olsanız, ne kadar insanları sevseniz, o kesim sevilemez. Öküz altında buzağı arar gibi, kalabalığa sebep aradılar. “Efendim, hepimiz Ermeniyiz de ne demek, hepimiz Türküz” falan; türküler besteleyenler… Kusura bakmasınlar ama, o insanları sevmiyorum. Onlar düşmanlık besliyor. Ne yaptık biz birbirimize? Ne yaptık? Hadi, birbirimizin babasını, dedesini öldürdüysek bile, nereye kadar bu kan davasını sürdüreceğiz?
Cenazede toplanan kalabalık size biraz olsun “o kadar da yalnız değiliz” duygusu verdi mi, yoksa gelip geçici bir duygusal an olarak mı gördünüz?
Sanki bu sorunun cevabını bu yılın 19 Ocak’ında bulacağız gibi geliyor bana. O kalabalıktan ne kadarı gelecek? Göreceğiz. Duruşmalara, Adliye’nin önüne birkaç yüz kişi geliyor.
Davanın hakikaten gitmesi gereken yere kadar genişleyip bu olayın gerçekten aydınlatılacağına umudunuz var mı?
Aile ve avukatlar çok çalışıyor, Vakıf da kuruldu, artık seslerini duyuruyorlar, etkili olabiliyorlar. Ama, nereye kadar etkili olabilirler, bilemiyorum. Aşağıdan yukarı doğru komployu çözmeye doğru gidiyorlar. Katil çok çabuk yakalandı. Silahı veren, azmettiricisi yakalandı, azmettirici ihbarcı çıktı. İlişkiler giderek basamak basamak yükseliyor. Avukatlar kararlı, “sonuna kadar gideceğiz” diyorlar. Göreceğiz.
Arat Dink’in ve sizin mahkûm olduğunuz dava için ne diyorsunuz?
Komik. Gazeteye Hrant’ın haberini yazdık, koyduk. İmzasız haber olduğu için gazetenin sorumlu yaziişleri müdürüne dava açıyorlar. Yazı Hrant’ın yazısı. Öldükten sonra, Hrant’ın davası düştü. Yaziişleri müdürü olarak Arat beraat edecek diye beklenirken mahkûm oldu. Avukatı, eski Baro Başkanı Yücel Sayman bile şaşırdı, kesin beraat bekliyordu, çünkü hiçbir dayanağı yoktu. Bana niye mahkûmiyet veriyorsunuz diye sordum savcıya? “Sen yazıişleri müdürünün bağlı olduğu makam sahibisin” diyor.
Bütün bu şartları, olan biteni düşününce, Arat Dink’e Türkiye’den gitmesini tavsiye eder misiniz?
Hayır, zaten gitmeyeceğini de biliyorum. Gazetede bu konuda yalan yanlış haber çıktığında da kızdım. Gazeteciler en enti püften şeyler için günde yirmi kere telefon açıyorlar. O haberi yazan muhabirin de bir arayıp “Arat gitmiş, doğru mu?” diye sorması lâzımdı. Hâlâ herkes Arat’ın gittiğini sanıyor. At çamuru, izi kalsın. Bizim cemaatte bile “Arat da iyi yaptı gitmekle, kaçması gerekiyordu” diyenler var. Arat’ın burada olduğunu anlatıyorum. Her gün beraber resim mi çektireyim, Milliyet’e inanıyorlar, bana inanmıyorlar.
Gençlerin etkisiyle ilk yılgınlık hali geçti dediniz, şimdiki ruh hali nasıl?
O kaçma modundan çıktı insanlar. “Kaçmayalım, direnelim, burada kalalım” hissine girdiler. Ben nereye gideceğim? Benim ülkem burası. Burası benim ülkem. Atalarım burada yaşamış. Anadolu’ya gittiğimde, “dedem Van’dan gelirken belki bu yoldan geçmiştir” diye düşünerek, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarıp o yolda yürümekten zevk alan bir insanım. İsviçre’ye kızımın yanına gittiğimde, 15 gün sonra cehennemden kaçar gibi buraya dönüyorum. “Kurtuldum o ezici medeniyetten” diye. Ben nereye gidebilirim ki? Kaldı ki, gitmek de istemiyorum. İnsanların bir kısmı herhalde yavaş yavaş benim gibi düşünmeye başladı.
Siz kendinizi tehdit altında hissediyor musunuz?
Yok canım. Benim yaşım 74 oldu, artık ne fark eder?
Express, özel sayı no. 5, Ocak 2008