ADİL YARGILANMA TALEBİ VE ÖLÜM ORUÇLARI –III

Söyleşi: Tuba Çameli
26 Haziran 2020
SATIRBAŞLARI

Adalet herkesin talebi. Adaletin temel şartının adil yargılanma olduğu da herkesin malûmu. İki avukat bu en temel hak için ölüm orucunda. 27 Haziran itibarıyla, Ebru Timtik 177., Aytaç Ünsal 146. günde. “İktidara ısrarla ‘bu insanların ölümüne neden olmayın’ demek gerekiyor.” Ebru Timtik’in avukatı Several Ballıkaya’yı dinliyoruz.

 

Selahattin Demirtaş Twitter hesabından “İnsanlığın ölmesine izin vermeyin. Meslektaşlarımız için, ilk defa bir siyasetçiden ricada bulunuyorum. Lütfen konuyla bizzat ilgilenin. Av. Ebru Timtik ve Av. Aytaç Ünsal yaşasınlar” diyerek Adalet Bakanına seslendi. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Several Ballıkaya: Çok değerli buldum bu paylaşımı. İki açıdan önemli: İlki, bir meslektaşımızdan geliyor olması ve iki meslektaşının hayatının kurtarılmasından bahsetmesi. İkincisi, bir siyasi liderden geliyor olması. Bu paylaşım üst seviyede bir duyarlılık ve Demirtaş’ın çok endişelendiğinin göstergesi. Diğer siyasi liderlerin ve avukatların da bu dayanışmayı göstermesi halinde Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ı hayatta tutmanın daha kolay olacağını inanıyorum. 

Adil yargılanma ve cezaevi koşullarının düzeltilmesi talebiyle ölüm orucunda olan Didem Akman ve Özgür Karakaya, 26 Haziran gecesi Şakran Cezaevi’nden alınıp hastaneye kaldırıldı. Benzer bir müdahale Aytaç Ünsal ve Ebru Timtik için de gündeme gelebilir mi?

Tokyo ve Malta Bildirgeleri açlık grevcisine veya ölüm orucunda bulunan kişiye iradesi dışında müdahale edilemeyeceğini ifade etmesine karşın, Didem Akman ve Özgür Karakaya zorla müdahale tehdidiyle hastaneye kaldırıldı. Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın zorla hastaneye kaldırılıp kaldırılmayacağını tahmin etmek zor, ama böyle bir şey olmayacağını umuyorum.  

23 Haziran’da müvekkiliniz Ebru Timtik’le görüştünüz. Sağlık durumu nasıl?

Kırk kiloya düşmüş, vücudunda ve ellerinde morluklar oluşmuş. Ağzında yaralar ve boğazında problemler var. Rahat konuşamıyor, işitmesinde bazı sorunlar oluşmuş. Buna karşın, dinç durmaya çalışıyor, ama çok büyük hasar gördüğü belli oluyor. Aytaç Ünsal da çok kilo vermiş. Maalesef bunlar bizim için ölüme giden yolun işaretleri.

Ölüm orucunu nasıl görüyor olursam olayım, eylemcinin kararına saygı duymaktan başka bir seçeneğin olmadığını düşünüyorum. Eylemcinin iradesine saygı duymayı tüm dünya tartışmış, eyleme ve eylemciye saygı duyularak bu duruma yaklaşılması gerektiğini kabul etmiş. Adalet herkesin talebi ise bu talep uğruna hayatını ortaya koyan insanların talebine sahip çıkmalıyız.

Bianet’teki yazınızda,“Adalet için ölünür mü? Buna evet veya hayır diye cevap verenler olabilir” diyor ve Halil Cibran’ın “İnsanın kendini savunmak için kendine kıydığı da olur” sözünü hatırlatıyorsunuz. Adil yargılanma talebini destekledikleri halde “ölüm orucuna hayır” diyenler olabilir. Bu görüşe ne diyorsunuz?

Halil Cibran’ın sözü bir gerçekliği ifade ediyor. Sokrates de yargılamanın sonucunda ölüm cezası verileceğini bile bile kendisini savunur. “Sürgüne git, seni affedelim” önerisini kabul etmez. Bu değerlendirmeler tümüyle savunma hakkına bakışla ilgili. Bazen bir şeyleri o kadar önemsersiniz ki, kendi hayatınızdan daha önemli hale gelebilir. Mahkemelerin yarattığı hukuka aykırılıklar listelense, Çağdaş Hukukçular Derneği ve Halkın Hukuk Bürosu avukatlarının davası bu listeye en üst sıradan girecek yargılamalardan olurdu. Yargılamanın ortasında mahkemeye müdahale edildi, heyet değiştirildi, yeni gelen heyet ceza verme endeksli bir yargılama yaptı, savunma hakkı tanınmadı. Ağır hakaretler, saldırılar yaşandı yargılama sırasında. Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal adil yargılanmadı, onlar da bunun üzerine ölüm orucuna başladı. Ölüm orucu eyleminde sadece eylemin türüne karşı çıktığı için onları bu nokta üzerinden eleştiren ve mahkûm eden anlayışı haklı görmüyorum. Ölüm orucunu nasıl görüyor olursam olayım, eylemcinin kararına saygı duymaktan başka bir seçeneğin olmadığını düşünüyorum. Eylemcinin iradesine saygı duymayı tüm dünya tartışmış, eyleme ve eylemciye saygı duyularak bu duruma yaklaşılması gerektiğini kabul etmiş. Öte yandan, eylemi bu anlamda kritik etmek o eylemi yapıp yapmayacağınızla ilgili. Hepimizle ilgili bir sorun var ortada. Altmışa yakın baro başkanı tuvalete bile gitmelerine izin verilmeksizin yağmur altında polis ablukasında bekletildi bir gece sabaha kadar. Bu yaşananlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın verdiği mücadelenin bir parçası değil mi? Veya her gün adliye koridorlarında yaşananlar, verilen kararlar, itirafçı beyanlarıyla müebbet hapis cezasına çarptırılanlar, kumpas olduğu ortaya çıkarılan yargılamalar; tüm bunlar adaletin ciddi tehdit altında olduğunu göstermiyor mu? Adalet talebi herkesin talebi ise bu talep uğruna hayatını ortaya koyan insanların talebine sahip çıkmalıyız. 37. Ağır Ceza’nın verdiği karar yeterince tartışılsa bu sonuç ortaya çıkmazdı. Ölüm orucu üzerinden yapılan hiçbir tartışma bu eyleme mesafeyle yaklaşılmasına yol açmamalı.

Ebru Timtik

 

Ebru Timtik’in hem 2013 hem 2018 davasında müvekkilleriyle ilişkileri nedeniyle suçlandığını görüyoruz. Mahkûm edilmek istenen bir avukatlık biçimi mi?

İktidar yargının iki ayağını, iddia ve karar mekanizmasını kontrol ediyor. Şimdilik bağımsız olan üçüncü ayağına, savunmaya müdahale etmek istiyor. Bu kapsamda savunmanın nasıl yapılması gerektiğine, kimlerin savunulması, kimlerin savunulmaması gerektiğine ilişkin müdahaleler olacak. Aynı şekilde, baroları bölerek çoklu baro oluşturma girişimiyle de temsil sistemine, örgütlenmesine ve kararlarına kadar her aşamada müdahale edilebilir bir baro yaratmak ve bu yolla savunma anlayışına müdahale etmek isteniyor. Bu girişim savunmaya, dolayısıyla yargıya yönelik müdahalenin bir parçası. İktidarın yıllardır savunmayı kısıtlamaya yönelik tedbirleri ve girişimleri var. Bunların olmadığı dönemlerde ise belli bir türde avukatlık yapmayanlara yönelik girişimler oluyor.
Ebru Timtik’in veya Halkın Hukuk Bürosu’nun da yaşadığı bu. 2013’te ilk gözaltına alındıklarındaki suçlama son dosyadakiyle aynıydı: “Emniyette müvekkiline susma hakkını hatırlatmak”. Oysa, bu bir avukatın hakkı ve görevi. Emniyette işkence gördüğünü söyleyen müvekkiline “ifade vermek zorundasın” diyen avukat meslek suçu işlemiş olur. İşkence gören müvekkilinin durumunu takip etmesi de bir görev. 2013’te, dava dosyasında bunlar birer suçlama olarak vardı. “Kaç kişiyle emniyette avukat olarak görüşmüş” şeklinde çizelgeler vardı. Buna benzer çizelgeler son dosyada da karşımıza çıktı. Ebru Timtik Çağdaş Hukukçular Derneği yönetim kurulu üyesiydi o dönem, dernek adına katıldığı eylemler 2013’te suçlama konusuydu, son dosyada da suçlama konusu. Cenazesine katıldığı müvekkilleri her iki dosyada da suçlama konusu oldu. Demek ki, bu tarz bir avukatlık istemiyorlar. 2013’ten 2017’ye, iki dosya arasında yeni delil bulmak zor olmuş olmalı ki, 2013 dosyasında yöneltilen suçlamaların tümü son dosyada da var. Halbuki, savunma tarihi kadar eski bir haktır: Bir kişi bir suçtan iki kez yargılanamaz.

2013’te ilk gözaltına alındıklarındaki suçlama son dosyadakiyle aynıydı: “Emniyette müvekkiline susma hakkını” hatırlatmak. Oysa, bu bir avukatın hakkı ve görevi. 2013 dosyasında yöneltilen suçlamaların tümü son dosyada da var. Halbuki, savunma tarihi kadar eski bir haktır: Bir kişi bir suçtan iki kez yargılanamaz.

Her iki dosyada da Halkın Hukuk Bürosu’nun topyekûn örgütün bir kolu olduğuna ilişkin bir iddia öne sürüyorlar ve bunu bir itirafçının beyanına dayandırıyorlardı. İtirafçı, gizli tanık B.E. şöyle diyor mesela avukatları kastederek: “Nuriye Gülmen’in avukatları olduklarını ve onları ziyarete gittiklerini biliyorum”. Aslına bakarsanız, avukatları oldukları için görmeye gidebilirler. Ama tanığın söz ettiği dönemde, sözü edilen avukatların ziyarete gitmedikleri ortaya çıkmıştı. Buna rağmen, mahkeme heyeti bu bilgiyi dikkate almadı. “Soma, Ermenek, Berkin Elvan dosyalarını halkta infial yaratmak üzere takip etmek”; suçlamalardan biri buydu. Böyle davalarda avukatlık yapılmaması ve de Halkın Hukuk Bürosu’nun yaptığı türden bir avukatlığın yapılmaması, verilen cezaların temel nedeni bu aslında.

Ebru Timtik’le yaptığınız son görüşmede baro başkanlarının Savunma Yürüyüşü gündeme geldi mi?

Ebru bütün gün televizyonda gelişmeleri takip etmiş, gazeteleri okumuş ve çok heyecanlanmıştı. Baroların gösterdiği refleksten duyduğu heyecan nedeniyle çok canlıydı tepkisi. “Baroların talebi bizim de taleplerimizden biri değil mi zaten” dedi. İzlediği görüntüleri heyecanla anlatıyordu. Bu eylem ona büyük bir destek ve moral vermişti. Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın ölüm orucuyla talep ettikleri ile baroların yaptığı eylem özünde aynı: Savunma hakkı, savunmanın bağımsızlığı ve adil yargılanma talebi. Baro başkanları da o gün Ankara’da büyük bir adaletsizliğin muhatabı oldular, iktidarın onlara yönelik saldırısını gördüler. Barolar müvekkillerimizin adil yargılanma talebini tümüyle sahiplendiklerinde iktidarın buna kayıtsız kalabileceğini düşünmüyorum.

Silivri, 20 Mart 2019. Karar hakkında yapılan basın açıklaması

Görüşten çıkınca ne hissettiniz?

Ebru Timtik’i avukatlığa başladığı ilk günlerden beri tanıyorum. Ona açılan ilk davalardan beri de avukatlığını yapıyorum. Müvekkilim olmasının dışında kişisel olarak çok severim. Bu sürecin ölümle sonuçlanma olasılığına çok üzülüyorum. Daha önce de ölüm oruçlarında müvekkillerim yaşamlarını yitirdi. Gözümün önünde erimelerini görmek çok zordu. Bazen son kez görürsünüz ve artık yaşama şansı kalmadığını hissedersiniz. Buna benzer anları yaşadım. Ebru’nun çok zayıflamış olduğunu her gidişimde görüyorum. Bu insanı çok hırpalıyor. Ama, 23 Haziran’daki görüşe o kadar coşkulu geldi ki, yaşama inanç ve isteğinin yüksek olduğunu gördüğüm için, bu kez o kadar umutsuz ayrılmadım cezaevinden. Onun yaşama isteğinin bize adaleti sağlayacak zamanı vermesini umuyorum. Üzgün başlayan, ama umutlu çıktığım bir görüşme oldu. Ancak gerçeklik şu ki, biz ne kadar umut duyarsak duyalım, 177 günü geçen bir açlık grevinde yaşama tutunamama olasılığı yakın bir tehlike. Ebru ve Aytaç’ın adalet taleplerine sahip çıktığımız oranda onların hayatta kalmasını sağlayacağız, aksi takdirde insan onuruna, haklarına, adalete dair sözler havada kalacak.

Dosya Yargıtay aşamasında, neler öngörüyorsunuz?

İstinaf incelemesinden dosya çok hızlı geçti. Sonraki süreçte de çok hızlı bir biçimde Yargıtay savcısının tebligatnamesi açıklandı. Yargıtay aşamasında duruşma yapılmasını istedik, taleplerimiz ve itirazlarımız vardı. Yurtdışından gelen raporlar sunuldu. Yargıtay’ın bir an önce karar vermesini bekliyoruz. Müvekkilimin ölüm orucunda olduğunu, sağlığının kötüleşmeye başladığını belirterek bir an önce karar verilmesini istedim. Yargıtay’dan zamana yaymadan, bir an önce, onları yaşamda tutacak bir karar çıkmasını bekliyoruz. Şu ana kadar yaşanan hukuksuzlukların Yargıtay aşamasında olmamasını umuyorum. Bu kararın adli tatil sonrasına bırakılması yaşanan haksızlıkların tekrarı olur.

Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın ölüm orucuyla talep ettikleri ile baroların yaptığı eylem özünde aynı: Savunma hakkı, savunmanın bağımsızlığı ve adil yargılanma talebi. Barolar müvekkillerimizin adil yargılanma talebini tümüyle sahiplendiklerinde iktidarın buna kayıtsız kalabileceğini düşünmüyorum.

1980 sonrası gündeme gelen ölüm oruçlarına bakarak, bugünkü kamuoyu tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

1982 ve 1984’te Diyarbakır, 1984’te İstanbul Metris, sonra 1991’de Eskişehir cezaevlerinde açlık grevleri, ölüm oruçları yapıldı. Bunların tümünde ölümler yaşandı maalesef. Kamuoyu da devlet de açlık grevleri belli bir aşamaya gelinceye kadar tepki göstermedi. 1996’ya gelindiğinde, Refah-Yol hükümeti dönemiydi, Adalet Bakanı Mehmet Ağar’dı ve hücre tipi “tabutluk” cezaevlerini gündeme getirdi. O güne kadarki en geniş kapsamlı ölüm orucu eylemleri o zaman başladı. 355 ölüm orucu, 2174 açlık grevi eylemcisi vardı. Mehmet Ağar istifa etti ve yerine Şevket Kazan Adalet Bakanı oldu. “Ölüm orucu yok, içerde yiyorlar” dedi ve 12 eylemci yaşamını yitirdikten sonra, 69. günde haklı talepleri kabul etmek ve hücre tipi hapishaneleri kapatmak zorunda kaldı. 2000’lerde açlık grevleri F Tipi hapishaneler açılmadan gündeme gelmişti. O hapishanelerin yapıldığı anlaşılınca eylemciler ölüm orucuna çevirdiler eylemlerini, ülke çapında 350 kişi ölüm orucuna başlamıştı. Cezaevi koşulları ve uygulamalarına yönelik olarak gerçekleştirilen açlık grevleri ve ölüm oruçlarının sonunda, belki de yapılan propagandanın etkisiyle ölüm gerçekleşene kadar izlemek gibi bir tutum ortaya çıktı. 2000’lerdeki eylemlere rağmen F Tipi cezaevleri açıldı. Sayıları iki binlere varan ölüm orucu isim listeleri yayınlanmaya başladı. 19 Aralık 2000 gecesi Tufan Operasyonu’yla cezaevleri yıkıldı. Bu süreçte de ölümler başlayana kadar gereken tepki verilemedi. F Tipi cezaevlerine karşı başlatılan ölüm oruçlarında 124 kişi yaşamını yitirdi. Bugün pek çok kimse bu isimleri hatırlamıyor olabilir.
Avukat Behiç Aşçı’nın ölüm orucuna kadar devam etti bu dönem. Behiç Aşçı ölüm orucuna, “tecridin son bulması için ölüm orucu yapan son kişi olmak istediğini” söyleyerek başladı. Tıpkı Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal gibi, 5 Nisan 2006’da Avukatlar Günü’nde başlamıştı o da. Bir avukattı ve dünya tarihinde ilk kez bir avukat kendisi için değil, müvekkilleri için ölüm orucu eylemine başlamıştı. 100’lü günler geçildi, 200’lü günler gelinceye kadar ölümün yaşanabileceği uzak bir olasılık olarak algılandı ve tepkiler son ana kadar büyütülemedi. Ne zaman Behiç’in ölebileceği ihtimali ortaya çıktı, o zaman tepki yükseldi. Eylemler büyüdü, dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin Behiç Aşçı’nın talebini kabul ederek bir genelge yayınladı. Behiç Aşçı her an ölebileceği bir aşamada, belki birkaç saat farkla 293. günde eylemine son verdi ve hayata tutundu.
Devletin kayıtsızlığı hep vardı, ancak meslek örgütlerinin, sendikaların, aydınların, sanatçıların, yazarların ve siyasetçilerin daha güçlü bir tepki vermesi beklenirken, maalesef son yıllarda bu tepkinin geçmiş dönemlere göre zayıf kaldığını görüyoruz. Kamuoyundaki tepkisizliğin bir kısmı konjonktürel olabilir, ama tamamen buna bağlayamayız. Genel olarak ölümün gerçekliğinin kavranamadığını görüyoruz.

15 Eylül 2018. Kınalı Gişeleri, Silivri. Cezaevinden tahliye edilen avukatlar, aileleri ve davanın savunma avukatları bir arada

Grup Yorum üyelerinden Helin Bölek 3 Nisan’da, Mustafa Koçak 24 Nisan’da, İbrahim Gökçek ise ölüm orucuna ara vermesinden iki gün sonra, 7 Mayıs’ta yaşamlarını yitirdi. Birkaç ay önce yitip giden bu hayatlar ölümün gerçekliğini kavramayı” sağlayamadı mı?

Evet, çok yakında yaşadık tüm bunları. Helin Bölek ve İbrahim Gökçek konser verebilmeyi, üzerlerindeki baskıların son bulmasını ve özgürce sanatlarını icra edebilmeyi istiyorlardı. Bu insanî taleplerin kabul edilmesi yönünde adım atılmış olsaydı, hayatta olacaklardı. Mustafa Koçak ise sadece “adil yargılanmadım” dedi ve tanığının Yargıtay tarafından dinlenmesini istedi. Tüm bunlar pekâlâ yerine getirebilir taleplerdi. Bu talepler görmezden gelinerek ölüme giden bir süreç yaşandı. Bugün iki avukatın adil yargılanma talebine gözlerimizi kaparsak savunmaya dair söyleyeceğimiz hiçbir şeyin gerçekliği kalmayacak. İktidarın kayıtsızlığına göz yummamak gerek. İktidara ısrarla “bu insanların ölümüne neden olmayın” demek gerekiyor. Bu tutum ölümü durdurabilir. Ne yazık ki, şu ana kadar gösterilen tepki zayıf, gelinen aşamanın çok ciddi olduğunun dilerim herkes farkına varır ve bu ölümler böyle izlenmez.

Bugün iki avukatın adil yargılanma talebine gözlerimizi kaparsak savunmaya dair söyleyeceğimiz hiçbir şeyin gerçekliği kalmayacak. İktidarın kayıtsızlığına göz yummamak gerekir. İktidara ısrarla “bu insanların ölümüne neden olmayın” demek gerekiyor. Bu tutum ölümü durdurabilir.

Açlık grevlerinde ve ölüm oruçlarında devletin yükümlülüğü nedir?

Devletin uymak zorunda olduğu kurallar var. Öncelikle cezaevlerinde insan onuruna yaraşır şartların sağlanması ve ikinci bir ceza anlamına gelecek uygulamalara başvurulmamasını içeren kurallar bunlar. Devlet cezaevi koşullarıyla ilgili kurallara uymuyor. Bu nedenle de açlık grevleri, direnişler yaşanıyor. Her dönem mahpusların talepleri oldu, direnişler sonucunda elde edilen hakları kısa bir süre sonra geri aldığı bir pratiği var devletin.
Bugün yaşanan ölüm oruçları ise en temel hak olan ve OHAL dahil hiçbir dönemde askıya alınamaz “adil yargılanma” talebiyle gündeme geldi. Devletin buradaki refleksi de en temel hakkı görmezden gelmek üzerine kurulu. Ölüm orucu ve açlık grevlerini ortaya çıkaracak koşulları yaratmamak devletin yükümlülüğü.
Dünyada da kabul edilen bir eylem biçimi olarak açlık grevi başladığında eylemi gerçekleştiren kişinin hayatta kalmasını sağlamak için bu hak talebinin nedenini anlamak ve hukuk kuralları çerçevesinde çözüm bularak insan yaşamını ve onurunu korumak devletin bir diğer yükümlülüğü.
Geçmiş dönemlerde yapılan tartışmalar neticesinde tıbbi müdahaleye imkân veren yasal bir düzenleme yaptılar. Bu düzenleme de insan onuruna ve tıbbi kurallara aykırı bir düzenleme. Zorla tıbbi müdahale yaşamsal fonksiyonlara zarar verebilecek ve sakatlanmalara yol açabilecek sonuçlar yaratıyor. Geçmiş yıllardaki açlık grevleri ve ölüm oruçları bunun örnekleriyle dolu. Çok sayıda kişi sakat kaldı, kalıcı hafıza kaybı ve denge sorunları yaşadılar. Bu aşamada tıbbi müdahalenin Türkiye’nin imzalayıp iç hukukuna kattığı sözleşmeler çerçevesinde uygulanması da diğer bir yükümlülüğü devletin.

Ekim 2016, İstanbul Barosu seçimleri. Ebru Timtik’in yönetim kurulu adayı olduğu Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar listesinin basın açıklaması (ortada Several Ballıkaya, en sağda Ebru Timtik)

İktidar baro seçimlerine müdahale edilmesini öngören yasal değişiklikten vazgeçmedi. Bu değişiklik yapılabilir mi?

Baro başkanlarının eylem günü Adalet Bakanı açıklama yapmıştı: “Böyle bir tasarı yok ki, neden böyle bir eylem yapıyorlar” dedi. Aynı gün AKP grup başkan vekili Bülent Turan ise “Tasarı var, ama sadece üç büyük kentin boralarıyla ilgili” dedi. Anlamakta güçlük çekiyoruz gerçekten. Adalet Bakanlığı’nın dışında bir yerlerde hazırlanmış bir tasarı mı var, yoksa Adalet Bakanı mı gerçek dışı beyanda bulunuyor? Sonraki günlerde gördük ki, bir tasarı var ve siyasi partilerin önüne üç farklı seçenek halinde kondu. Üç seçeneğin her birinde de baroların bölünmesi gündemde. Üçü de kabul edilemez nitelikte. Barolardan görüş alınmadan gündeme getirilen bu uygulamaya ilişkin CHP, HDP ve İYİ Parti karşı olduklarını açıkladı. Tasarıda genel olarak barolar bölünüyor, nispi temsil gündeme geliyor, Barolar Birliği başkanının seçilmesi konusunda 40 bin üyesi olan İstanbul Barosu ile 30 üyeli bir baroyu eşitlemek isteyen bir yöntem öneriliyor. İktidar bloku Her şeye rağmen çıkaracağız” diyor. Ancak bu o kadar kolay değil artık. 120-130 bin avukatı temsil eden barolar bizlerin iradesini temsil eden bir eylem ortaya koydu. Bu savunma hakkına yönelen müdahalenin bir parçası; ne barolar ne avukatlar bunu kabul edecektir.

Bu hafta Yargı Reformu Strateji Belgesi kapsamında hazırlanan Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi’nin 22 maddesi kabul edildi. Bu düzenlemenin tümüyle kabul edilmesi halinde nasıl bir hukuk düzeni bekliyor bizi?

Bildiğim kadarıyla, uzaktan duruşma meselesi var. Hakimlerin yetkilerinin artırılması ve duruşmalara avukatların bile alınmaması söz konusu. Mahkemelerde SEGBİS yöntemi uygulanmaya başladığında şöyle bir eleştiri yapmıştık: “Bu sistem sanıkların getirilmediği ve avukatların alınmayacağı, hakimlerin tek başına karar verdiği yargılama sürecine gider.” Önümüzdeki hafta tümünün kabul edilmesi beklenen yasal düzenleme “gizli celse” gibi kararlarla savunmanın olmadığı bir yargılamaya doğru gidişe işaret ediyor. Bu da bizi Ortaçağ engizisyon yargılamalarına götürüyor. Hakim tüm süreci işletir ve karar verir. Sanığın buna uymak ve merhamet talep etmek dışında bir hakkı yoktur. Sanık bir özne değil nesnedir. Götürülmek istenen bu noktada ne sanığın ne de avukatın/savunmanın hakkı olabilir. Bu gidişat son derece tehlikeli. Barolara müdahale edecek değişiklikten daha tehlikeli ve onunla bağlantılı bir yasal değişiklik.

Ölüm orucu ve açlık grevlerini ortaya çıkaracak koşulları yaratmamak devletin yükümlülüğü. Dünyada da kabul edilen bir eylem biçimi olarak açlık grevi başladığında, bu eylemi gerçekleştiren kişinin hayatta kalmasını sağlamak için bu hak talebinin nedenini anlamak ve hukuk kuralları çerçevesinde çözüm bularak insan yaşamını ve onuru korumak devletin bir diğer yükümlülüğü.

Bir aşama sonra doğrudan infaz mı gündeme gelecek?

Aslında nisan ayında çıkarılan İnfaz Yasası ile bir miktar yapıldı bu zaten. TCK’da devlete karşı işlenen suçlar bölümüne kadar olan suçlar infaz indirimi ve denetimli serbestlik kategorisine alındı. Ama siyasal suçlar, ifade özgürlüğü dahil tüm suçlarda, hem ağır infaza hem de sağlık dahil olmak üzere, pek çok haktan yararlanmamaya dayalı bir düzenleme yapıldı. Sonuçlarını şimdiden görmeye başladığımız çok büyük bir adaletsizliğe imza attılar. Cezayı sadece yargılamada verilen bir hüküm olarak algılamamak gerek. İnfaz da cezanın bir parçasıdır. Yargılamada adaletsizlik yaparak ağır bir ceza verirsiniz, ama onu katbekat artıracak koşullarda gerçekleştirirsiniz. Maalesef İnfaz Yasası ile sistem tümüyle bu hale dönüştürüldü. Bir itirafçının beyanına göre ağırlaştırılmış müebbet cezası alan yüzlerce insan var. Ağırlaştırılmış cezanın infazı da çok ağırdır. Görüşme hakkınız yoktur, ölünceye kadar cezaevinde kalırsınız. Adaletsizce verilen ağırlaştırılmış cezalara ek olarak getirilen ve ağırlaştırılmış infaz hükümleri içeren İnfaz Yasası parlak bir döneme girilmediğini gösteriyor.

^