İMRE AZEM’LE EKÜMENOPOLİS ÜZERİNE

Söyleşi: Merve Erol
16 Haziran 2022
SATIRBAŞLARI

İstanbullu musun, hep İstanbul’da mı yaşadın? İstanbul’un “ekümenopolis”leşmesine ne oranda şahit oldun?

İmre Azem: İstanbul’da uzun seneler kaldım, insanın karakterinin olgunlaştığı ortaokul-lise döneminde İstanbul’daydım. İlkokulu üç değişik yerde okudum, 13 sene de New York’ta kaldım üniversite için. O dönem sık gidip geldim İstanbul’a; bu durum, şehrin içinde yaşarken edinemeyeceğin bir perspektifi de veriyor. Bir bakıyorsun, bir park alanı bir anda yok olmuş mesela ya da şurada bir bina belirivermiş…

“İstanbul ekümenopolis oldu” gibi bir savım yok aslında, henüz. Doxiadis adında bir Yunanlı şehir plancısının 1967’de yazdığı bir makalede ürettiği bir kavram “ekümenopolis”. Kentlerin boyutsal olarak evrilmelerini 15 aşamaya ayırıyor. Metropolis var, megapolis var, en son safha da ekümenopolis. Bütün dünyadaki şehirleşmiş bölgelerin kuşaklar halinde birbirleriyle birleşmiş olmaları hali… Buradan Kocaeli’ne yahut Tekirdağ’a gittiğimizde otoyolların iki tarafının da yapılaşmış olduğunu görürüz. Ya konut alanları ya ticaret ya sanayi alanlarıyla bu şehirler birleşmiş gibi. Bu kuşakların da gitgide kalınlaştığını görüyoruz. Üçüncü köprünün de parçası olduğu kuzey otoyolu projesi, aslında Marmara denizini çevreleyen, üç köprüden oluşan bir otoyol. Bir de İzmit Körfez geçişi ve Çanakkale Boğazı köprüsü var. Bundan 10-15 sene sonra Marmara Denizi belki bir göl haline gelecek ve bu otoyolun etrafı tamamen yapılaşacak, denizin etrafı yapılaşmış bir kütle haline gelecek. Ekümenopolis kavramını bu anlamda kullanıyoruz: İstanbul’un azmanlaşarak yanındaki kentleri yutması ve onlarla birleşmesi hali şu an yaşadığımız.

Gidip gelirken İstanbul’u New York’la karşılaştırıyor muydun? New York’ta ya da diğer metropollerde zaten gördüğün gelişmeleri mi takip ediyordu İstanbul?

New York’tayken kentsel dönüşüm, soylulaştırma gibi meselelerin o kadar farkında değildim. Şehir plancılığı, mimarlık gibi bir eğitimim de yok. Zaten New York’la İstanbul çok öyle karşılaştırılabilir şehirler değil. New York’u New York yapan, siluetini belirleyen modern yapılardır, bazı simge binalardır. İstanbul’da o anlamda en akla gelen yer Maslak’taki gökdelenler, banka binaları. New York’ta, Manhattan’da, en büyük gökdelenlerin olduğu alanın içindeyken bunların ne kadar planlı olduğunu görebiliyorsun. Meydanları var, kamusal alanları var, kaldırımda yüyüyebileceğin mesafeler makûl. Bizde adam parsel bazında gökdeleni dikiyor, yanındaki binayla, arsayla hiçbir ilişki kurmuyor. İstanbul Metropolitan Planlama’nın kurucusu Hüseyin Kaptan bile bunu söylüyor filmde: Maslak’a bir ağaç dikmek istesen, bir heykel koymak istesen nereye koyacaksın? Aslında, İstanbul’la New York’u hiç karşılaştırmamamız lâzım. Dünyadaki büyük, önemli kentlere baktığımız zaman bir tarafta Roma gibi, Paris gibi tarihi kentleri görürüz, diğer tarafta Tokyo gibi, Dubai gibi modern kentleri. İstanbul’a bir Roma gibi, Madrid gibi davranmamız gerekirken, Dubai gibi, Manhattan gibi davranıyoruz.

Doxiadis adlı bir şehir plancısı kentlerin boyutsal olarak evrilmelerini 15 aşamaya ayırıyor. Son safha ekümenopolis. İstanbul’un azmanlaşarak yanındaki kentleri yutması ve onlarla birleşmesi hali şu an yaşadığımız.

İstanbul’a döndüğünde aklında belgesel çekmek var mıydı? Sinemayla ilişkin New York’ta mı başladı?

2003’te New York’tayken Irak Savaşı başladı. O ara bir psikiyatri dergisinde çalışıyordum, prodüksiyonla, basım, dağıtım gibi işlerle meşguldüm. Amerikalıların cahilce konuşmalarından rahatsız olduk, “bir belgesel yapıp bu insanlara bir şeyler anlatabiliriz, bu savaşın 500 yıllık kolonileşme tarihinin son halkası olduğunu söyleyebiliriz” dedik. Hikâye anlatmak gibi bir derdimiz yoktu. Makûl paralara bir kurgu seti, bir kamera alınabiliyordu, biz de edindik. O belgeseli hiç bitiremedik. Onda da Ekümenopolis’teki gibi bölümler vardı, bir bölüm de Filistin-İsrail savaşıydı. Washington’da büyük bir fotoğraf ve arşiv kütüphanesi var, orada günlerce arşivlerin içinde kayboluyorduk. Sıfır lirayla dahi iyi bir filmle çıkabilirsin, o kadar güzel materyal var orada. Amerikan hükümetinin çekmiş olduğu bütün videolar arşivlenmiş bir defa. Propaganda filmleri, CIA’in, ordunun çektiği filmler… Röportajlarla da beslemeye çalışıyorduk filmi. Önce savaş karşıtı aktivistlerle konuştuk, Filistin konusunda uzman akademisyenleri, Bağdat’a gidip gelmiş gazetecileri bulduk. Eski Adalet Bakanı Ramsey Clark’la bile konuştuk, Johnson zamanında bakanlık yapmış, sonradan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün, Saddam Hüseyin’in avukatı olmuş. Her şey iyi gidiyordu, fakat o zaman film yapmayı bilmiyorduk daha, bir türlü bağlayamadık. (gülüyor)

İmre Azem, fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Daha sonra belgesel yapma fikri oldu mu zihninde hep? Bu ilk deneme ne kazandırdı sana?

Belgeselin ne kadar etkili bir araç olduğunu anladım bir defa. Yaparken zevk de aldım ayrıca. O arada çalıştığım dergi battı, marangozluk yapmaya başladım, ama bir yandan da kamera arkasında kendimi geliştirdim, bağımsız filmlerde, küçük projelerde, kısa filmlerde görüntü yönetmenliği, kurgu yaptım. “Artık kendi filmimi yapayım” dediğim anda bunu İstanbul’da yapmak istedim. İstanbul’un mekânsal gelişmesine dair bir film yapmak vardı kafamda, aslında ondan da önemlisi, “İstanbul neden planlanamıyor” sorusu kurcalıyordu
zihnimi hep. Bu soruları öncelikle kendim için soruyordum, bu sorulara kendim bir cevap veremiyordum. İstanbul’un gözle görünür mekânında sistemsel bozukluktan kaynaklanan bir problem olduğu bariz ortadaydı, ama derinine inmek gerekiyordu. Okumaya, araştırmaya başladım. Şehrin çeşitli yerlerine yapılan renkli renkli beton binalar dikkatimi çekiyordu. Bunların farkına da en iyi uçakla gelirken, havadan baktığında varıyorsun. Kente entegre değiller, gelişigüzel bir tepeye kondurulmuşlar… Bu çarpık ve plansız yapılaşma yurtdışında görmediğim bir şeydi. Buraya neden böyle bir bina yapılmış, hangi ihtiyaçtan dolayı, kimin için yapılmış? Bu filmi yapma sürecim, benzer sorulara kendim için cevap aramamla başladı. Filme başlamadan önce İstanbul’da bir kentsel dönüşüm projesi olduğundan da haberim yoktu. Filme tam olarak nereden başlayacağımı, nasıl bir iskelete oturtacağımı da bilemiyordum.

2008’in yazıydı galiba, ya Kadir Topbaş’ın ya Ulaştırma Bakanı’nın radyoda üçüncü köprüyle ilgili bir açıklamasını dinledim. Şöyle dedi: “Üçüncü köprüye ihtiyaç var, İstanbullular bunu istiyor, bu köprüyü yapacağız.” O zamana kadar üçüncü köprü lafını hiç duymamıştım. Meğer 2004’te, hatta 90’larda tartışmalar olmuş, ama o günlerde bir tartışmaya da rastgelmemiştim, kimsenin de konuştuğu yoktu, nereden çıktı diye düşündüm. Adam “yapacağız” diyordu bir anda! Üçüncü köprünün film için başlangıç noktası olmasına karar verdim, buraya yoğunlaştım.

Yani mevcut olmayan bir köprüye dair varolmayan tartışmalardan bir film üretecektin…

Aynen öyle. Uzmanlarla görüşmeye başladım, bir kapı başka bir kapıyı açtı. Ulaştırma tarafı, iktisadi, ekolojik tarafı, bütün veçhelere bakmaya çalışıyordum. Sonra anladım ki, üçüncü köprü, çok daha büyük bir İstanbul planının bir parçası. Bunu anlayınca mahallelere gitmeye, kentsel dönüşümü araştırmaya başladım.

İlk gittiğin mahalle hangisiydi?

Ayazma’ya gittim, bir arkadaşım vasıtasıyla. Yoksa yoldan görünen, bilmeden gidilecek bir yer değil. Gittiğimde mahallenin çoğu yıkılmıştı. Hem 2006’da büyük bir yıkım olmuştu, hem de 2007’de kırk küsur kiracının barınmaya çalıştığı barakaların yıkımını yaşamışlardı. Ben gittiğimde barakaları tekrar yapmışlardı. TOKİ, Küçükçekmece ve Büyükşehir belediyeleri üçlü bir protokol imzalayıp Ayazma’yı kentsel dönüşüm alanı ilan etmişlerdi ve “temizlemeye” çalışıyorlardı. Bu görev de Küçükçekmece Belediyesi’ne verilmişti. Evler yıkıldıktan sonra bile orada kalıp direnenleri taciz ederek göndermeye çalışıyorlardı. Kalanlar da daha iyi şartlar için uğraşıyordu, devamlı belediyeye, TOKİ’ye gidip görüşmeler yapıyorlardı. Yeni evlere ev sahiplerine sunulan şartlarda yerleşmek istiyorlardı. Böylece, uçaktan gördüğüm binaların içine girmiş oldum. Benim yukarıdan görüp beğenmediğim binalarda oturmak için bu insanlar sürekli pazarlık halindeydi, istemeyerek de olsa, son çareleri olduğu için. Hâlâ da o mücadele devam ediyor, kiracı statüsünde olanlar bir şey elde edebilmiş değil.

Kasım abi “2006’daki yıkımlardan önce 50 lira kira ödüyorduk” diyor. TOKİ’ye ödedikleri, 300-350 lira. Faturaları, site masraflarını koyunca, 500-600 lira giderleri var. Asgari ücretle karşılaştırdığınız zaman, elde var sıfır. Sulukule’de konuştuğum abilerden biri “ne yapacağım” diyor, “evin duvarlarını mı yiyeceğim?”

Ayazma şimdi ne durumda?

Filmin montajına başlarken, 2010 sonlarında Ağaoğlu’na satıldı. Galiba hasılat paylaşımı üzerine TOKİ’yle bir protokol yaptılar. Ağaoğlu’nun meşhur “yaptım, olacak” reklamlarının döndüğü yer. Proje bitmek üzere.

Başka mahallelere gittin mi?

Tabii. Bir ara her gün kameramı alıp çekime gidiyordum. Mahallelere gidip o mağduriyetleri gördükçe, filmde kullanmasam bile bunların belgelenmesi gerekir diye çekimler yapıyordum. Başıbüyük, Sulukule… Nereye yetişebilirsem gidiyordum. Bir mahalleye kameranla gittiğin zaman, insanlarda da bir beklenti oluşuyor, “sesimi duyuracak” diye. Bu, çok büyük bir sorumluluk gibi geldi bana. “Ya bu sesi duyuramazsam”, “ya buradan bir film çıkaramazsam” diye endişeleniyordum hep. O iki buçuk sene içinde üzerimde hissettiğim en büyük baskı buydu.

Ve böylece, yaşayan insanlarla, filminin iskeletini, çıkış noktasını da bulmuş oldun…

Ayazma’ya ilk gittiğimde “Ayazmalı ailelerin hikâyesini çekeceğim” gibi bir fikir yoktu kafamda, sonradan, kurgu aşamasında ortaya çıktı. Başka bir mahalledeki bir aile üzerinden de süreci anlatabilirdik, ama Kasım abileri (Aydın) daha derli toplu çekmiştik.

Onunla nasıl tanıştınız? Evinin yıkılışının ardından kurduğu derme çatma barakanın dozerlerle yıkılışı dahil, pek çok anda yanındaymışsın…

Ayazma’ya beraber gittiğim arkadaşım Emre, Kasım abiyi tanıyordu. İlk gittiğimizde bir sürü mahalleliyle beraber oturduk. İlk birkaç gidişimde çekim yapmadım, yardımcı olma güdüsü daha öne çıkıyor ilk başlarda, ne yapılabilir, nasıl bir destek verilebilir diye düşünüyorsunuz. Yavaş yavaş, kent hakları için mücadele eden örgütlerle, mesela İmece’yle tanıştım.

İlk soruna, “İstanbul neden planlanamıyor” sorusuna cevap bulabildin mi çekimlerini sürdürürken?

Galiba o soruyu geride bıraktım. Hâlâ planın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum, bu hâlâ gerekli, ama belli bir seviyeye kadar önemli. Kendim için ideali şöyle tarif ediyorum: Kentin anayasası gibi bir bilimsel planlama olmalı ve bu anayasa bir çerçeve çizmeli. Ama bu çerçevenin içinde kentlilerin isteklerinin, arzularının, ihtiyaçlarının yansıtıldığı, onların da katılımının sağlandığı bir mekanizma kurulmalı. Bu demek değil ki isteyen herkes gidip bir dere yatağında ev yapabilsin. Ulaşım da mesela, bir uzmanlık işi, ama bu bilimsel planlamanın benim çocuk parkıma da karışması gerekmez… Filmin bana açtığı pencereden ideal durumu böyle görüyorum.

Filmde evleri yıkılan, barakalara mahkûm kalan aileleri izliyoruz, peki sonra, TOKİ evlerine girmeyi başardıklarında ne oluyor? Şehir dışına serpiştirilmiş birörnek apartmanlarda onları ne bekliyor?

Ayazma’dan bin küsur aile Bezirgânbahçe’ye taşındı. Aslında yerleşilmemesi gereken bir yer, zemini uygun değil, depremde kırmızı bölge. Küçükçekmece gölünün kuzeyi… Bunun dışında, komşuluk ilişkilerini filan da geçelim, bir kere maddi olarak çok zor TOKİ’deki hayat. Kasım abi “2006’daki yıkımlardan önce 50 lira kira ödüyorduk” diyor. TOKİ’ye ödedikleri, 300-350 lira. Bunun üzerine faturaları, site masraflarını koyunca, 500-600 lira giderleri var. Asgari ücretle bunu karşılaştırdığınız zaman, elde var sıfır. Sulukule’de konuştuğum abilerden biri “ne yapacağım” diyor, “evin duvarlarını mı yiyeceğim?”.

Ayrıca yıllarca dahil olduğu, sosyal, iktisadi, coğrafî ilişkilerden de koparıyorsun bu insanları, koparıp bir yere atıyorsun…

Ben bir gecekondu mahallesinde yaşamadığım için bunu birinci elden söyleyemem, ama dinlediğim hikâyelerden, okuduklarımdan şöyle bir tablo çıktığını söyleyebilirim: Bir mahallede, organik olarak, seneler içinde gelişmiş, ekonomik, sosyal ilişkiler var. Evinde o gün yemek pişmemişse, o gün eve para getirememişsen, komşun yemeğini seninle paylaşıyor. Bakkala gittiğinde “Halil abi, haftaya iş olacak, o zaman veririm” diyebiliyorsun. Bu ilişkiler insanların kente tutunabilmelerini, çocuklarını okula gönderebilmelerini sağlıyor. Ama şimdi, asgari ücretle çalışan bir kişi, sadece TOKİ’ye çalışıyor. Aidatını ödemeye çalışıyor, sosyal hayatı filan da yok.

Af Örgütü için Sulukule: Kimin İçin Dönüşüm diye kısa bir film yaptık, Sulukule’den taşınanlara ne olduğunu anlattık. 330 aileden sadece üçü Taşoluk’ta kalmış, onlar da dönmeye calışıyor. Kent merkezine 40 kilometre uzakta Taşoluk, sadece gidip gelmek 10 liraya mâloluyor. Dolmuştan otobüse, oradan minibüse, bir sürü araç değiştiriyorsun. Bir senedir ailesiyle beraber şehre inememiş insanlar var. 30 lira yövmiyen varsa, 10 liran, artı dört saatin o gün yolda gitti zaten.

Bence Afet Yasası bir yandan kentin değerli arazilerini yoksullardan arındırırken, diğer yandan da yüz binlerce boş evin elden çıkarılması için düzenlenmiş bir proje.

Yani taksitler bitene kadar bu şekilde en az 12 yıl geçecek, TOKİ’ye taşınırken doğan bir çocuk o koşullarda büyüyüp 12 yaşına basacak…

Evet. Ama mesela geçen sene Ayazma’dan taşınan 900 ailenin yüzde 60’ı icralıktı. Yasası değişip TOKİ kâr eden bir kuruluş haline geldikten sonra, taksitler artık bankalara ödenmeye başlandı, devlet aradan çekildi. Bankaya üst üste iki ay aidatını ödeyemediğin zaman direkt icralık oluyorsun. Şöyle bir durum da var: Evin yıkıldığı zaman ev sahibiysen eğer, tapun varsa, “hak sahibi” oluyorsun ama, bu sana ev verecekler demek değil. Sadece, daha makûl olduğunu düşündükleri bir ücretle ve peşinatsız sana evi satacaklar. Çoğu insan bu hakkını, bu alımları yatırım için yapanlara devrediyor. Bu paraları ödeyemeyeceklerini biliyorlar. Bu aslında yasal değil, ama Sulukule’de yasallaştırdılar. Projeyi yapanlar da biliyordu o paraların ödenemeyeceğini, sözleşmelere böyle bir madde koydular.

Ev sahipleri böyleyken kiracılar bir de peşinat vermek zorunda. Kasım beyler mesela, istenen o 15 bin lirayı ödeyebildi mi?

Hayır. Hâlâ bir bodrum katında, çok sağlıksız koşullarda yaşıyorlar. Dört de çocuğu var. TOKİ’ye başvursanız ev için, size sunacağı şartların aynısını Kasım abilere de sunuyor devlet. Sadece kuraya girmemiş olacaklar. Bunun dışında, evlerinin yıkılmış olması, proje alanında olmaları, mağdur olmaları, asgari ücretli olmaları, bunların hiçbirini kaale almıyor TOKİ. Diyor ki, “sosyal konut mu istiyorsun, bizim şartlarımız bunlar”. Ben iktisatçı değilim, ama bu yüz binlerce boş konutun ne olacağı konusunu çok merak ediyorum. Diyorlar ki, “Afet Yasası kapsamında iki milyon evin yıkılması lâzım”. Bu, iki milyon evin yeniden yapılması demek, orada oturanların artık orada oturamamaları demek. Ve bu, altı-yedi milyon kişi demek. Acaba bu insanlar, şu anda boş duran konutları almaya mı zorlanacaklar? Bana öyle geliyor ki, bu yeni çıkartılan Afet Yasası bir yandan kentin değerli arazilerini yoksullardan arındırırken, diğer yandan da yüz binlerce boş evin elden çıkartılması için düzenlenmiş bir proje.

Desen: Özlem Ölçer

Ali Ağaoğlu filmde epey görünüyor. My World Europe’u kondurduğu Ayazma’yı gayet iyi bilirken, Ayazma halkının sürüldüğü Bezirgânbahçe sorulunca “orası da neresi?” diye afallıyor…

Daha önce de o insanların ne kadar mutlu olduğundan bahsediyordu… En başında filmde Ali Ağaoğlu’nun olmasını düşünmüyorduk. Küçükçekmece Belediye Başkanı Aziz Yeniay’dan röportaj talep etmiştik, kabul etmedi. Filmin montaj aşamasında görüntüleri ayıklamaya çalışırken TOKİ araziyi Ağaoğlu’na sattı ve reklamlar dönmeye başladı. “O da bu sürecin bir parçası” diye düşündük.

Kolay ulaştınız mı?

Kolay oldu, sekreteri üzerinden hemen ayarlandı. Aslında, başından beri karşı taraftan birinin filmde olmasını önemsememiştim. Çünkü bu onların filmi değil. Onlar istediklerini, istedikleri mecrada, istedikleri gibi söylüyorlar. Filmde onlar da var, fikirlerini söylüyorlar, ama dengeli verdiğimizi söyleyemeyeceğim. “90 dakikalık bir film yapıyorum, bu filmde mağdurlara, sesi olmayanlara yer vermek istiyorum, 90 dakikanın 15 dakikasını bile niye onların propagandasına ayırayım” diye düşünüyordum.

Ağaoğlu’yla söyleşi nasıl geçti?

Önce ofisinde kısa bir röportaj yapmak, sonra lüks arabalarından biriyle bir şantiyeye gidip onu işçilerle beraber çekmek, böyle bir gün geçirmek gibi bir planımız vardı, ama ofisteki röportaj biraz gergin geçti. Sorulardan kaynaklandı herhalde. Depremi konuştuk, Ayazma’yı konuştuk, üçüncü köprüde koptu galiba. Bizi “yobaz” ilan etti. (gülüyor) “Biz yobazı takkeli bilirdik, aslında en büyük yobazlar bazı aydınlardır” gibilerinden bir şey söyledi.

Bir kenti tek hamlede bütünüyle anlatmak imkânsız. Keşke şu konu, şu kişi, şu mahalle de filmde yer alsaydı diyor musun, eksikliğini hissettiğin şeyler var mı?

Olmaz mı? Sağlık hakkı, eğitim hakkı gibi kent hakkıyla bütünleşmiş konulara değinmek isterdim. Ayrıca, neoliberal kentleşme söz konusu olduğunda bir de kır-kent ilişkisi var. Tarım politikaları belki İstanbul’daki ulaşım politikalarından daha önemli İstanbul için. Ya da, en az onun kadar önemli. Direkt göçle ilgili bir konu. Bu kadar insanı kentlere yığıyoruz ve Dünya Bankası’nın dünya için hedeflediği şeyi sağlamaya çalışıyoruz. Nüfusun yüzde 85’i kentlerde yaşayacak ve tüketici olacak, kırsalda yaşayan yüzde 15 de o kentleri besleyecek, böyle bir tahayyül var. Direkt Fritz Lang’in Metropolis filmi gibi. Ekümenopolis’i tamamlayan bir zıttı olarak kırsalı da gösterebilmek isterdim. Belki ikinci filme artık.

Filmin dev gibi bir kadrosu, imece usûlü bir çalışma yöntemi var. Bir kere müzikler, modern dönem İstanbul tarihi anlatımına eşlik eden çizimler, filmin önemli parçaları…

O çizimler gereklilikten aslında. Bütçemiz ve zamanımız yoktu, bir kişiye altı-yedi dakikalık bir animasyon yaptıramazdık, aylar sürerdi, bir kişiyi o kadar uzun süre çalıştıramazdık. Sağolsunlar, arkadaşlar el attı, herkes kısa bir bölüm yaptı. 15 değişik insanın sanatı, emeği var orada. Müzikler de öyle, herkes bir yerinden tuttu, bir parça yaptı. İki albüm dolduracak kadar parçamız var. Bir de tabii profesyonel çalışan ekip var, kurgucumuz, kurgu asistanımız, ayrıca çekimlerde yardımcı olmak isteyen insanlar, öğrenciler… Maddi olarak da birçok insan destek oldu. Emekle çözülemeyecek işler var, helikopter kiralamak gibi. Filmde gerçekten çok insanın payı var. Ama tabii bize bunu bu film yaşattı, filmin konusu bir motivasyon oldu insanlar için. Belki yüzlerce insanın katkısı var filmde. Umarım ucundan tutan herkes ortaya çıkan bütünden memnundur.

Bir+Bir, sayı 17, Mayıs 2012

^