PINAR ÖĞRENCİ İLE “GURBET ARTIK BİR EV” BELGESELİ ÜZERİNE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Ulus Atayurt
7 Temmuz 2021
SATIRBAŞLARI
Sanatçı Pınar Öğrenci, 2018’den bu yana yaşadığı Berlin Kreuzberg’den ilk belgesel filmi “Gurbet Artık Bir Ev” ile çıkageldi. Film, 1984-87 arasında Kreuzberg’in kentsel dönüşüm projesi IBA’ya (Uluslararası Yapı Sergileri), ev işgali hareketinin ve Türkiyeli göçmenlerin ihtiyaçlarına göre şekillenen katılımcı modele odaklanıyor. Alman toplumunda işçi, göçmen, kadın, erkek, çocuk olmanın, evler, hayatlar kurmanın zorluklarını mercek altına alan “Gurbet Artık Bir Ev”, 14. Documentarist Belgesel Film Festivali’nde sinemaseverlerle buluştu. Filmin atmosferini kuran arşiv fotoğraflarını halen Kreuzberg’de yaşayanların anlatısına ekleyen, Türkiyeli göçmenlere tercüman olmuş şarkıları, romanları film için yeniden derleyen Pınar Öğrenci ile Berlin’deki Türkiye’yi, kendi göçmenlik hikâyesini konuştuk.

Gurbet Artık Bir Ev’i yapmaya nasıl karar verdin?

Pınar Öğrenci: 2018’de Berlin’e, Kreuzberg’e göç ettim. Birkaç ay sonra Esra Akcan’ın Open Architecture: Migration, Citizenship and Urban Renewal of Berlin-Kreuzberg by IBA 1984-1987 (Açık Mimari: Göç, Vatandaşlık ve Berlin-Kreuzberg’in IBA tarafından Kentsel Yenilenmesi 1984-87) isimli kitabıyla karşılaştım. Kitap hem göç, hem Berlin-Kreuzberg hem de vatandaşlık haklarıyla ilgili olduğu için ilgimi çekmişti. Kitabın en ilgi çekici tarafı Kreuzberg’de uygulanan IBA (Uluslararası Yapı Sergileri), yani II. Dünya Savaşı sonrası kentsel dönüşüm projesini insan hikayeleri üzerinden ele almasıydı. Esra Akcan bir yandan bu projeyi anlatırken, diğer yandan 1961’den itibaren Berlin’e göçen Türkiye’den farklı kuşakların hikâyelerini yazmış. Aslında mimarlığı insan hakları üzerine konuşmak için bahane gibi kullanmış neredeyse… Almanya ile Türkiye arasındaki göç anlaşması 1961’de imzalanıyor. Sonra 1970’lerin sonuna doğru gelen bir kuşak var. Aralarında 1980 darbesi öncesi ve sonrasındaki siyasi atmosferden kaçanlar bulunuyor. 1990’larla birlikte Kürt ve Alevi akını başlıyor. 1990’larda özellikle kırsaldan, boşaltılan köylerden büyük bir göç yaşanıyor Almanya’ya. Dolayısıyla Türkiye’nin siyasi tarihiyle karşılaştım kitabı okurken.

Kreuzberg’i keşfetmek için neden bu kitaba başvurdun?

Pınar Öğrenci

Mimarlık ve sonrasında restorasyon yüksek lisans eğitimi aldım. İster istemez dünyayı mimarlık gözlüğüyle görüyorum. Mimarlığı sadece inşa ya da bir yapıya form verme değil, aynı zamanda bir sürece form verme eylemi olarak düşünebiliriz. Berlinli politikacılar, Kreuzberg’in kentsel dönüşümü sırasında göçmenlerin yaşam biçimlerinin nasıl dönüşmesi gerektiği konusunda ciddi kafa yormuş. IBA projesinin bir yeni, bir de eski yapı ayağı var. 1980’lerde yapılmış postmodern yeni IBA yapıları fazlasıyla karaktersiz. İlk bakışta dikkati çekmiyorlar, çünkü konuta benzemiyorlar. Yeni IBA yapıları, Aldo Rossi, Peter Eisenman, Oswald Mathias Ungers gibi çok meşhur mimarların yarıştığı bir proje sonucunda yapılsa da, Portekizli mimar Alvaro Siza’nın eğrisel cepheli meşhur Bonjour Tristesse yapısı dışında neredeyse hiçbir bina ilgimi çekmedi. Tamir edilmiş eski binalarla daha çok ilgilendim. Berlin Senatosu, eski yapıların korunduğu, insanların ihtiyaçlarına göre elden geçirildiği eski IBA projesi için katılımcılık fikrini geliştirmiş. Binalarda yaşayan göçmenler projeye dahil edilmiş. Beni en çok etkileyen kısım buydu.

1970’lerde Berlin’deki sol gruplar Kreuzberg’de yıkılması planlanan binaları işgal ediyor, “bu binalar sağlam, tamiratla ayakta tutarız” diyorlar. Çoğunluğu genç yüzlerce kişi binalara yerleşiyor. O dönemde bir kenar mahalle olan Kreuzberg’de işgalciler, misafir işçiler ve Alman işçi sınıfı beraber yaşamaya başlıyor.

IBA başlamadan önce, 1970’lerde Kreuzberg nasıl bir yer? Kimler nasıl, hangi şartlarda yaşıyor?

1960’ların ortasında Kreuzberg’de, bugün ilçenin merkezi olan Kottbusser Tor’un üst geçitlerle doldurulduğu, mahallenin ortasında bugün küçük İstanbul olarak da anılan Oranien Strasse’den büyük bir otobanın geçtiği, turistlere yönelik ticari bir proje tasarlanıyor. Belediye savaştan zarar görmüş birçok yapının yıkılmasına karar veriyor. Tam da o dönemde Türkiye’den, Yunanistan’dan, İtalya ve Yugoslavya’dan göçmenler misafir işçi olarak geliyor. Dolayısıyla konut ihtiyacı var. Yapıların geçici olmasıyla göçmen işçilerin geçiciliği örtüşüyor. Evler, sözleşmeli ya da sözleşmesiz, binalar yıkılana kadar kiralanıyor. 1970’lerin ortasında yıkıma kalkışıyorlar, hatta bazı binalar yıkılıyor. Ancak tam bu dönemde Berlin’deki sol, aktivist gruplar yıkılması planlanan binaları işgal etmeye başlıyor: “Bu binalar sağlam, tamirat yaparsak ayakta tutarız” diyorlar. Çoğunluğu genç, üniversiteli yüzlerce kişi binalara yerleşiyor. O dönemde Kreuzberg’de işgalciler, misafir işçiler ve fakir Alman işçi sınıfı beraber yaşamaya başlıyor. Şu ayrıntıyı da unutmayalım: Kreuzberg, Berlin Duvarı’na bitişik. O dönemde Batı Berlin’in merkezi Kurfürstendamm tarafında. Kreuzberg bayağı kenar mahalle, kimse gitmiyor. Bu yüzden de evler çoğunlukla boş. 1970’lerin sonunda Berlin Senatosu ve Alman polisi işgal evlerini boşaltmaya çalışıyor. Filmde de gördüğümüz gibi, polisle işgalciler arasında ciddi, uzun süren çatışmalar çıkıyor.

İşgalcilerin profili nasıl?

Çoğu genç. Daha çok orta sınıf. Binalara girdiklerinde tadilat yapacak maddi gücü olan, farklı bir yaşam biçimi hayal eden insanlar. Aslında IBA projesinin başlangıç noktası onların örgütlü ve uzun süren direnişiyle mümkün oluyor. Öncesinde Berlin Senatosu başka bir projeyle semtin neredeyse tamamını yıkmak isterken işgalcilerin binaları koruma konusundaki direnci bütün projeyi dönüştürüyor. Projeye mimarların yanısıra sosyologlar da dahil oluyor. IBA yarışması ile beraber II. Dünya Savaşı sırasında yıkılan binaların yeniden yapılması ve hâlâ ayakta duranların da restorasyonu üzerine yeniden bir proje geliştiriyorlar.

Oysa o dönemde sağcı bir Berlin Senatörü şöyle diyebiliyor: “Berlin’e gelen herkes kendini Alman gibi hissetmeli.” Senatodaki sosyal demokratların müdahalesiyle işler işgalcilerin ve göçmenlerin lehine dönüyor diyebilir miyiz?

Senatoda bir çekişme yaşanıyor, ama sosyal demokratların da göçmenleri koruyacak çok parlak fikirleri yok aslında. Belediyenin fikrini esas olarak 1980’lerin başından itibaren IBA projesinde çalışan mimarlar, sosyologlar ve araştırmacılar dönüştürüyor. Binaların restorasyonu ve yeni binaların yapımı 1984-87 arasında gerçekleşiyor. Restorasyon gören bazı işgal binaları, sosyal katkı sağlamaları kaydıyla işgalcilere teslim ediliyor. Kadın evleri, kültür-sanat programları için etkinlik alanları, kreşler kuruluyor. Mesela evsizlerin haftada iki gün yemek yediği, temizlik gibi temel ihtiyaçlarını karşıladığı bir mekân olan Heile Hous bugün hala varlığını sürdürüyor. O dönem kadınların işgal ettiği eski bir çikolata fabrikasında bugün hâlâ kadınlar bir araya gelip örgütleniyor. İşgal evlerinin hepsi korunmuş diyemem, ama dönüştürüldüklerini söyleyebilirim.

Alejandro Aravena gibi mimarların temsil ettiği katılımcı model günümüzde çok yaygın. IBA ise katılımcı modeli 1980’lerin başında, çok erken bir önemde benimsemiş. Bu nasıl olmuş?

1984’te projeye başlamadan önce çok ciddi araştırmalar yapıp bölgenin sosyolojik yapısını anlamaya çalışmışlar. Bu döneme ait yaklaşık elli rapor gördüm. Çocukların ihtiyaçlarından Oranien Sokağı’ndaki dükkanların çeşitliliğine varana kadar incelemişler. Büyük bir problemle baş başa olduklarını bildikleri için meseleyi konut projesine indirgememişler. Sosyolog ve antropologlar orada yaşayan herkesle konuşmuş. Sokaklara göre sınıflandırmalar yapmışlar. Raporlar Berlin Senatosu tarafından okunmuş, kurullar tarafından değerlendirilmiş. Bir taraftan da Heide Moldenhauer, Cihan Arın gibi proje için çalışan mimarlar inisiyatif almış. Ama yine proje için çalışan başka bir mimar, Mathias Ungers “katılımcılık beni ilgilendirmez”, “mimarlığın katılımcılıkla alâkası yoktur, formu ben belirlerim” diyor. “Bir gün birisi binamın önünden geçer ve iyi bir tasarım olduğunu düşünürse, benim için işte bu katılımcılıktır” diyor. Hakikaten hep formdan yola çıkarak, karelerin içine başka kareler yerleştirerek hapishane gibi binalar tasarlıyor. Yaşanmaz mekânlar! Bu tip insanlar da IBA için çalışmış.

Pınar Öğrenci ve Heide Moldenhauer

IBA’da çalışan mimar, sosyolog Heide Moldenhauer müthiş bir tip. O IBA’ya nasıl dahil oluyor?

Heide IBA’da hem dönüştürücü bir rol üstleniyor hem de süreci fotoğraflıyor. O bu fotoğrafları çekmeseydi, bugün bu proje ve dönem hakkında bu kadar bilgi sahibi olmayacaktık. Filmde yaklaşık iki yüz fotoğraf kullandım, Heide’nin arşivinde üç bin fotoğraf var. Heide Moldenhauer daha önce Berlin’in Wedding ilçesinde çalışmış. Babası II. Dünya Savaşı’ında askerken yanında taşıdığı bir fotoğraf makinesiyle savaşı belgelemiş. Heide de babasından gelen arşivleme bilgisiyle babası gibi bütün süreci fotoğrafla kaydetmiş. Heide öncelikle şu soruyu soruyor. “Tadilat yapıyoruz ama, bu evlerde kimler yaşıyor, birileri yerinden edilecekse onlar kim?” Çünkü proje sırasında bir süre için insanların yerleri değiştiriliyor. Heide bir süre sonra düzenlenen toplantılara kadınların gelmediğini farkediyor. “Onlar bize gelmezse biz onlara gideriz” diyor. Hem Türkçe hem Almanca bilen bir asistan buluyor. Kadınlarla uzun sohbetler etmeye başlıyor, evlerindeki organizasyon biçimlerini ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışıyor. Mesela kadınlar banyo ve koridor camlarında şeffaflık istemiyor. Başka bir dinin mensuplarının mahremiyet konusundaki ihtiyaçları üzerine çok düşünüyor. Kadınların mutfakla ilişkisini çalışmasının merkezi haline getiriyor. Heide için göçmen evlerinde gördüğü her şey çok yeni ve heyecan verici olmuş. Ancak fotoğraflarda kendini egzotik bir alanda bulmuş bir Batılının bakışını görmüyoruz. O ânı belgelemiş. Alan derinliği, estetik kaygıları olmaksızın durum tespiti yapmış. Başka türlü olsaydı fotoğrafları kullanma konusunda bu kadar gönüllü olmazdım. Heide insanların yerlerinden olmaması için elinden geleni yapıyor. Binaları olması gerektiği kadar değiştiriyor, çünkü insanların devlete borçlanmasını istemiyor. Mesela bütün pencereler değiştiği zaman kiracılar masrafını ödemek zorunda. Ancak tadilat ihtiyaca yönelik yapıldığında masraf kiracının cebinden çıkmıyor. Heide bu hep sınırı göçmenler lehine gözetiyor.

IBA için çalışan mimar Heide toplantılara kadınların gelmediğini farkediyor. “Onlar bize gelmezse biz onlara gidelim” diyor. Kadınların mutfakla ilişkisini çalışmasının merkezi haline getiriyor. Fotoğraflarında kendini egzotik bir alanda bulmuş bir Batılının bakışını görmüyoruz. O ânı belgelemiş.

Türkiye’den eğitim için ayrılmış olan mimar Cihan Arın da örgütlenmeye dahil oluyor ve önemli bir figür haline geliyor, değil mi?

Cihan Arın da o esnada Berlin Belediyesi’nde çalışıyor. Aktivist gruplarla, işgalcilerle belediye arasındaki ilişkiyi sağlamaya çalışıyor. Hem mimar olarak çalışıyor hem de göçmenlerden sorumlu. Geçtiğimiz ağustosta Berlin’deki ofisinde buluştuk. Bugün başka türlü bir mimarlık faaliyetinin içinde. 1980’lerde daha aktivist bir tavırla çalışmış. O dönem Cihan Arın’ın da içinde bulunduğu bir grup kiracıları örgütlüyor. Kiracıların birçoğunun sözleşmesi yok, binaların ne zaman yıkılacağı belli değil, ev sahipleri sözleşme yapmak istemiyor. Bu arada çok fazla rüşvet dönüyor. Çünkü 1960’ların sonunda göçmen işçilerin Kreuzberg’de yaşamasına izin veriliyor ama, ardından “ilçenin gettolaştığı” bahanesiyle yüzde 10 göçmen sınırlaması getiriliyor. Tabii bu yasak deliniyor. “Bir binada on aile varsa bir tanesi göçmen olabilir” deniyor. Nerede yaşayacak bu insanlar? Dolayısıyla rüşvet çarkı başlıyor.

Yakın zamanda Berlin’de bir kiracı örgütlenmesi yükseldi. Mietenwahnsinn Bündnis (Kira-deliliği İttifakı) gibi örgütler kira tahdidi talebiyle 300 bin imza topladı.  Berlin’de konut hakkı meselesi ne durumda? 

Konut hakkı mücadelesine angaje çok ciddi bir kitle, sıkı örgütlenmeler var. Kiraların dondurulması ve beş yıl yükselmemesi için mücadele ediyorlar. Fakat ev sahipleri buna itiraz edip karşı dava açtı. Davayı kazandılar. Bir ileri bir geri adımlar atılıyor. Burası Türkiye gibi değil, o kadar çok konut üretilmiyor. Berlin’in en büyük sorunu, kiraların artışından ziyade, konut sayısı. Konut sorununun yakın zamanda çözüleceğini zannetmiyorum. Burası dünyanın önemli merkezlerinden biri haline geldi. Dünyanın her tarafından gelenler var, bedava ve nitelikli eğitim için ABD ve İngiltere’den gelen çok insan var mesela… 

Filmi izlerken Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda sarfettiği “ev bizim ilk evrenimizdir” cümlesi aklımıza düştü. 1970’ler Kreuzberg’inde göçmen çocukların, kadınların evreni bu kenar mahalle bağlamında nasıl şekilleniyor?

Bachelard benim de en önemli kaynaklarımdan biri. O dönemde evde ya da fabrikada çalışan çok sayıda kadın var. Her iki grup da çok emek veriyor. Yabancı dil yok. Anaokulu ya da kreş yok. Çalışan kadınlar çocuğunu evde yalnız bırakmak zorunda. Çocukları komşularla birlikte büyütüyorlar. Birbirine güvenmiş insanlar. Almanca bilmedikleri için bir şeyleri tarif ederek, göstererek alışveriş yapıyorlar. Dil öğrenmeye vakitleri yok. Almanya bu göçe hazır değil. Bu sorunlar ancak 1990’larda çözülmeye başlanıyor. Dolayısıyla dil çok büyük engel. Göçmenlerin yaşadığı binalar II. Dünya Savaşı’nda hasar görmüş, delik deşik, metruk. “Refaha gidiyoruz” diye düşünürken ilk gördükleri manzara belki Türkiye’den de kötü. Her yer toz toprak, yıkılmış binalar, hafriyatla dolu. Ama insanlar arasında ciddi bir dayanışma var. Erzurumlu Kürt bir teyzeyle konuştum, “gelir gelmez yabancı dil öğrendim” dedi. “Gerçekten Almanca mı öğrendin?” diye sorduğumda, “yok kızım, Türkçe öğrendim” dedi. (gülüyor) Kürtçe konuşanlar ayıplanıyor. O da komşularından Türkçe öğrenmiş. Kadınlar gibi ilk kuşak erkekler de Almanca öğrenememiş ne yazık ki.

John Berger Yedinci Adam kitabında şöyle diyor: “Böyle göç edip gelenler insan değil, makina gözcüleri, süpürücüler, kazıcılar, harç karıcılar, siliciler, deliciler vb.’leridir. Geçici göçün anlamı budur işte. Bir göçmen işçinin yeniden insan olabilmesi için ancak yurduna dönmesi gerekir. Ona hiçbir gelecek vaat etmediği için terk etmek zorunda kaldığı yurduna.” Bu arada kalma durumu işçiler tarafından, Almanlar tarafından nasıl algılanıyor?

Göçmenler açısından gerçekten bir belirsizlik söz konusu. Ne zaman döneceklerini, ne kadar kalacaklarını bilmiyorlar. Türkiye’de bıraktıkları ailelerini, çocuklarını getirmek için sürekli çaba sarf ediyorlar. Önce bir çocuğunu, sonra ikincisini ya da eşini getirmeye çalışıyor mesela… Bazen bir çocuğunu getiriyor, bir diğerini geri gönderiyor. Çünkü ekonomik açıdan hepsine bakamıyor. Devletin dayattığı bir misafirlik kuralı var. Devlet “geri gideceksiniz” diyor. Onlar da hep “Türkiye’ye döneceğiz” diye düşünüyorlar. Bu yüzden sürekli para biriktirmişler. Zamanla vatandaşlık hakkı elde edince, çocuklar doğdukça, hayat devam ettikçe kök salmışlar. Almanlar ise “bu insanlar geri gidecek” demiş ve göçmenlere hiç yaklaşmamış. Alman solu, işgalevi hareketi de göçmenlerle bir sınıf dayanışması içine girmemiş. Sadece politik göçmenler işgal hareketinin eylemlerine katılmış. Tek taraflı bir dayanışma söz konusu yani… Bu hâlâ Alman solunun bir sorunu olarak görülüyor.

Film fotoğraflardan çıktı. Fotoğraflarda hep kadın gördüm. Kadın bulaşık yıkıyor, temizlik yapıyor, çocuğuna bakıyor, kadın yolda, harabelerin arasında yürüyor. Kreuzberg’deyiz, çok eski bir tarihte değiliz. Kadınlar sokaktan tahta parçaları toplayıp evlerini ısıtmaya çalışıyor.

Filmin tamamına yayılan bir kadın sesi var; Heide Moldenhauer, Esra Akcan, sen ve günümüze gelen sesleriyle göçmen kadınlar…

Almanya’daki misafir işçi (gastarbeiter) mefhumunu öğrenince şunu fark ettim: Tüm misafir işçi terminolojisi erkeklik üzerinden kurulmuş. Sanki sadece erkekler gitmiş ve erkekler emek vermiş gibi. Oysa fabrikada çalışan çok kadın var. Kadın daha çok fabrikada çalışan erkeğin karısı, çocukların annesi, bakıcısı ya da Türkiye’den getirilen gelin olarak geçiyor. Oysa evi ev yapan kadın, evin bütün kahrını çeken de o. Ben aslında fotoğrafları takip ettim diyebilirim. Daha doğrusu film fotoğraflardan çıktı. Uzun süre fotoğraflara baktım. Fotoğraflarda hep kadın gördüm. Kadın bulaşık yıkıyor, temizlik yapıyor, kadın çocuğuna bakıyor, kadın yolda, harabelerin arasında yürüyor. Kadınlar odun taşıyor, odun kesiyor. Tuvaletler ara katlarda, merdiven sahanlığında, ortak kullanılıyor. Bütün bunlardan etkilenmemek imkânsız. 80’lerin Kreuzberg’indeyiz, çok eski bir tarihte değiliz ama, kadınlar sokaktan tahta parçaları toplayıp evlerini ısıtmaya çalışıyor. Filmin görsel ve kavramsal dilini fotoğrafların diliyle kurdum. Göçmenlerin de olduğu renkli fotoğraflar Heide Moldenhauer’in arşivinden. Stern firmasının IBA için çektiği siyah-beyaz cephe fotoğraflarına Kreuzberg Müzesi’nden ulaştım. Cihan Arın’ın helikopterden çektiği fotoğraflar da var filmde.

Heide Molderhauer ile nasıl tanıştın?

Heide’yi çok zor buldum. 60 yaşına bastığı gün Bauhaus’ta büyük bir parti yapılıyor ve o gün ilk kez sahnede dans etmeye başlıyor. Ardından yirmi yıl boyunca modern dans yapıyor, dans alanında tanınan biri oluyor. Onu dansçı arkadaşları aracılığıyla buldum. Dans arşividen performans kayıtlarını izledim. Sonunda ona ait bir telefon numarası buldum, ancak çok uzun süre kendisine ulaşamadım. Arkadaşları haber gönderdi. Telefonlarına, mail’lerine bakmıyor, cep telefonu yok. Bir gün ısrarlı aramalarım sonucunda telefonla ulaştım. Çok sevindi. Pandemi yüzünden, yaşını da düşünerek buluşmak istemedim, ama ısrar etti. Kurfürstendamm’da buluştuk. Çok heyecanlandı.

Nasıl bir kadınla karşılaştın?

Çok zinde. Filmin merkezinde olmak istemedi, “bu benim değil, o insanların hikâyesi” dedi. Oradan bir tür otobiyografi çıkabilecekken, “lütfen göçmenlere git, onları dinle, onları bulabilirsen daha mutlu olurum” dedi. Benim de amacım buydu. Film geçtiğimiz ağustosta, Berlin’de yaşayan küratörler Eylem Şengezer ve Carolin Adler’in Kunstraum Bethanien Kreuzberg’de yaptığı Porous City sergisi için üretildi ve ilk kez orada gösterildi. Heide sergiye gelen ilk kişiydi. İzlemeye başladığı anda gözünden yaşlar akmaya başladı. Filmde beş yaşındaki bir kız çocuğunun elinde odunlarla fotoğrafı beliriyor. Ardından onun ve ailesinin hikâyesini dinliyoruz. O çocuk şimdi 41 yaşındaki Lale, sergiye ablasıyla birlikte geldi. Yanlarına gidip “sizi Heide ile tanıştırayım” dedim. Heide, Lale’yi hemen tanıdı. Abileri Erol’u sordu. Erol 50’li yaşlarında bir elektrikçi. Lale’nin annesi yaşadıkları binanın apartman görevlisi, babası imam. Heide tüm aile üyelerini isim isim sordu. Onları bir araya getirmek çok güzeldi.

Filmin önemli bir damarı da edebiyatla kurduğu ilişki. Kadınların sesine göçmenlerin edebiyatı da dahil oluyor. Buna nasıl karar verdin?

Pandemi nedeniyle uzunca bir zamanı evde okuyarak geçirdim. Mart 2020’de film kafamda şekillendi, fakat pandemi başladı, elim kolum bağlandı. Bir yandan da filmin ağustosa, sergiye yetişmesi lazım. IBA’yla ilgili yeterince bilgi toplamıştım, ama göç ve misafir işçi meselesinin 1960 ve 70’ler edebiyatında nasıl temsil edildiğine de bakmak istiyordum. Aras Ören ve Emine Sevgi Özdamar’ın neredeyse bütün kitaplarını okudum. İkisi de Almanya’ya 1960’ların sonunda tiyatro yapmak için geliyor. İkisi de Brecht hayranı. Aras Ören Brecht bursu alıyor ve bir Kürt arkadaşıyla birlikte İstanbul’dan geliyorlar. Berlin’e gelen Türkiyeli göçmenlerin ilk yerleştiği Naunyn Sokağı’nda kalıyor. Sonradan zaten Niyazi’nin Naunyn Strasse’de İşi Ne? isimli ilk kitabını yazıyor. Kitap sonradan Aras Ören’in Berlin Üçlemesi kitabının da bir parçası oluyor. Kitabı Berlin’e getirtmenin kendisi bile bir göç hikâyesi oldu. Ören işçilerin günlük dertlerini, yaşamlarını, aşklarını, Alman komşularıyla ilişkilerini şiir formunda, ama hikâye gibi anlatıyor, biraz Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları gibi. Bir taraftan hep mekân tasvirleri yapıyor, harap binalardan bahsederken şöyle diyor: “Hangi adamlardı, bu biçim sokaklar yapmışlar / Bu evleri / Bu birbiri içinden çıkan duvarları / Birbiri üstüne devrik bu damları… / Kendileri için olduğunu bilselerdi, mutlak başka yaparlardı / Açınca pencereleri / Dolardı gökyüzü içeri şıngır mıngır…”

Bu şiirdeki tasvirler fotoğraflardaki mekânlarla ciddi ilişki kuruyordu. Mümkün olsa bu kitabın filmini yapmak isterdim. Filmin poetik dili, edebiyatla ilişkisi büyük ölçüde Aras Ören’in kitaplarından esinlendi. Kitaplarını okuduktan sonra 91 yaşındaki Aras Ören’le tanıştım. O da Kurfürstendamm’da yaşıyor. Onu bulmam da çok zor oldu. Almanya’da kalmaya karar veriyor, Alman bir eşi var. Bir yandan şiir yazıyor, bir yandan fabrikalarda çalışıyor. Tunç Okan’ın Otobüs filmindeki oyunculardan biri. O filmdeki rolünden belki de Anadolu’dan gelen biri olduğunu düşünüyordum. Oysa Boğaz’da büyümüş, Robert Kolej’de okumuş, Almanya’ya geldiğinde İngilizce biliyormuş, çok kolay Almanca öğrenmiş. Yazarlık dışında tiyatro oyunculuğu yapmış, sinema filmlerinde rol almış. Hâlâ yazmaya devam ediyor. Birlikte bir Yunan lokantasında yemek yiyip uzo içtik, o günü hiç unutamam.

Aras Ören işçilerin günlük yaşamlarını, Alman komşularıyla ilişkilerini dört dörtlük anlatıyor. Filmin poetik tarafını ondan aldım. Almanya’da bir yandan şiir yazmış, bir yandan fabrikalarda çalışmış. Anadolu’dan gelen yoksul biri olduğunu düşünüyordum. Oysa Boğaz’da büyümüş, Robert Kolej’de okumuş, ama kendini sokakta yetiştirmiş.

En son 2016’da Avrupalıları Tanıyoruz diye illüstrasyonlu bir kitap yazmış.

Evet, hâlâ yazıyor. Çok sağlıklı, üretmeye devam ediyor. Önce ressam olmak istemiş. Çocukken annesi ressam bir arkadaşına sormuş “bu çocuktan ressam olur mu?” diye. “Ressam olmaz bu çocuktan” diye cevap almış. Bu hikâyeyi çok üzülerek anlatıyor. Evinin içi resimlerle doluydu. Hayatı boyunca birçok ressamla arkadaş olmuş. “Resim yapamadım, ama evimi müzeye çevirdim” diye anlattı. Ören’in şiirlerindeki proleter tavır filmin çizgisini de belirledi. Emine Sevgi Özdamar’ın kitapları da çarpıcıydı. Özellikle Aynadaki Avlu kitabı inanılmaz. Film için yazdığım metinlerde Emine Sevgi Özdamar’ın çok büyük etkisi oldu. Onun esprili, oyuncu, zaman zaman kendiyle dalga geçen anlatım diline hayranım: “Misafir işçi kelimesini çok severim. Gözümde hep iki kişi canlanır, biri oturur, misafiri kastediyor tabii, diğeri çalışır…”

Almanya’ya göçenlerin hikâyelerine Türkiye sinemasından da aşinayız. Filmini yaparken yolunun kesiştiği başka filmler oldu mu?

Tuncel Kurtiz’in göçmenlerin Mercedes marka arabalarla Türkiye’ye dönüşlerini anlattığı bir filmi var; o arabaları bulmak için ikinci el, hatta hurda araba pazarına gidip neredeyse çalışmayacak durumda olan arabaları satın alıyor ya da kiralıyorlar. Arabalar yolda bozuluyor, Yugoslavya yolunda bir sürü kaza oluyor, daha Türkiye’ye varmadan yolda ölenler çok oluyor. Bu film çok ilginçti. Tuncel Kurtiz eline bir mikrofon, yanına da bir kameraman alıp gurbetçinin yollarını takip etmiş…

Filmin estetik dilini oluştururken seni neler cezbetti? 

Estetik dili elimdeki malzemeler belirledi. Fotoğrafların boyut farkı, renkli ve siyah-beyaz oluşları, yatay ya da dikey kadrajları ilk başta filmin görsel bütünlüğü açısından büyük bir dezavantaj gibi gelmişti, bu durum zamanla avantaja dönüştü, fotoğrafları basıp yan yana getirerek kolajlar yapmaya başladım. Farklı imajlardan yeni bir görsel üretmek için değil ama, onları film kadrajında bir araya getirmek için kolaj fikrinden hareket ettim. Bir taraftan metinleri filmin içine oturtmak için de çok kafa yordum. Bundan önceki video işlerde de atmosferi hep şiirle kurmaya çalışırdım. Bu kez çıtayı biraz daha yükselttim diyebiliriz. Yırtık şekilde taranmış fotoğrafları, çerçeve izlerini korumak, fotoğrafların diline ve malzemesine sadık kalmak istedim. 

2018’den bu yana Berlin’de yaşayan Türkiyeli yeni nesil bir göçmen olarak film süreci göçmenliğine bakışını nasıl değiştirdi? 

Berlin’e gelince ciddi bir ev sorunu yaşadım. Hala yaşıyorum. Altı kez ev değiştirmek zorunda kaldım. Şu anda nereye yerleşeceğim belli değil. Film sürecinin yaşadığım barınma sorunlarıyla da ilişkisi var. Kadının mutfaktaki rolü, Türklerin “çok” yemek yapması ya da mutfaktaki sarımsak, baharat kokuları ile ilgili yaşadığım deneyimlerden bir kitap çıkar. Burada ayrımcılık hayatın her alanında ansızın karşına çıkıyor. Bu filmi yapmış olmak bütün bunlara bir cevaptı aslında. Kendi hikâyemi anlatmak için henüz erkendi. Bu yüzden benden önce gelen kuşakların hikâyelerini anlattım. Zira hâlâ benzer önyargılarla karşılaşıyoruz.

Göç eskiden de hayatının önemli bir parçası, değil mi?

Evet, yaşadığım ilk göç Van’dan İstanbul’a gelişimle oldu. O zamanlar yaşadığım kültürel şok, yalnızlık, özlem ve gariplik hali göçmene bakışımda önemli diye düşünüyorum. Filmin son bölümünde, biraz da anonimleştirerek, özgürlüğünün peşinde batıya doğru giden bir genç kızın hikâyesine dönüştürerek, kendimle birlikte annemin hikâyesini anlatıyorum.

Film bir yandan da benim kuşağıma, Berlin’e yeni gelenlere bir cevap olsun istedim. Çünkü benim kuşağımın arasında politize olmuş, ancak sınıf bilinci taşımayan insan çok. Bu insanların zorlu emek, hayatla mücadele koşullarını düşünmeden onları Almanca öğrenmemekle, gettoda yaşamakla, muhafazakârlıkla, Türkiye’deki rejimi desteklemekle suçlayan, onlara üstten bakan insan çok. Bu bakışla her yerde karşılaşıyorsun. Kendi kuşağımdan bazı insanlarla bu yüzden irili ufaklı çok çatışma yaşadım. Hem Türkiyelilere hem de Almanlara, Kreuzberg’in Türkiyeli göçmenler sayesinde yaşanılır bir yer haline geldiğini anlatmak istedim. Kendi yaşadığım yeri, benden önceki göçmenlerin yaşantılarını öğrenmek istedim. “Hangi nesli, hangi grubu temsil ediyorum? Eski kuşaklarla ilişkim nasıl, aramızda nasıl bir bağ var?” gibi sorular hep aklımdaydı. Bütün bu soruların cevabını aramak kendi gurbetimi ev yapmak anlamına da geliyor bir yandan. Film Berlin’de çok insan tarafından izlendi. Bu süreç hem sanatçı hem de bir insan olarak Berlin’de köklenmemi sağladı. İki yıl sonra ilk kez Almanya’da bir sergide yer aldım. Burada çok sanatçı var, onların arasında yer bulmak hiç de kolay değildi.

Film sürecinin yaşadığım barınma sorunlarıyla da ilişkisi var. Türklerin “çok” yemek yapması, sarımsak, baharat konularına karşı önyargılar başka başka sanat eserlerinin konusu olur. Burada ayrımcılık hayatın her alanında ansızın karşına çıkıyor.

Almanya’ya gitme sebebini çeşitli vesilelerle anlattın, ama burada da kayıtlara geçirelim… 

2015’in sonunda Barış İçin Yürüyorum grubuyla çıktığımız yolculuğun sonunda Diyarbakır’da 24 kişiyle beraber beş gün gözaltında tutulduk. İki yıl süren davanın ardından bir yıl altı ay hapis cezası aldım. Cezam beş yıl ertelendi. Bu beş yılı Türkiye’de tehdit ve baskı altında geçirmek yerine, daha özgürce üretebilirim düşüncesiyle Berlin’e geldim. Üç yıldır buradayım. Oysa Almanya’da yaşamayı daha önce hiç düşünmemiştim. Biraz da kendi hikâyemden yola çıkarak film sadece misafir işçilerin değil, politik göçmenlerin, sürgünlerin de hikâyesi olsun istedim, filmin başından itibaren sürgün hikayeleri duyuyoruz. Film, 1990’larda Mardin’den Berlin’e kaçan bir kadının Diyarbakır Cezaevi’nde kocasının başına gelenleri anlatmasıyla başlıyor. Şu anda bütün bunların devamını yaşıyoruz. Berlin’de bugün yaşadıklarımızın geçmişine bakmak, Türkiye’nin siyasi tarihine de bakmaktı bir taraftan. Aras Ören “Kreuzberg’in tarihi kapitalizmin tarihidir” diyor. Ben bu yoruma şunu eklemek isterim: Kreuzberg’in tarihi Türkiye’nin de tarihidir. Türkiye’den göçen her neslin, her grubun bu hikâyede bir izi var. Vanlıyım, 1980 darbesi sonrasında Van’a sürülen öğretmenlerin hikâyeleriyle büyüdüm. Çocukluğuma her zaman sürgünlerin hikâyesi eşlik etti. Bunların anlatılmadığı bir göç filmi yetersiz olur diye düşündüm. Kreuzberg’de ağırlıklı Kürt kadınlarının kurduğu bir dernek var. İsmi Yek Mal, Kürtçe “Bir Ev” demek. Her perşembe buluşup kalabalık kahvaltılar yapıyorlar. Yoruldukça gider, orada çay içerim. Yek Mal’daki kadınlar film süreci boyunca bana çok destek oldu. Film gösterilmeye başladıktan sonra hep birlikte filmi izlemek çok güzeldi.

Filmin finaliyle, Cem Karaca şarkısı “Es kamen Menschen An” şarkısıyla, “işçiler çağrıldı, ama insanlar geldi” sözleriyle bitirelim.

Edebiyatta, sinemada ve müzikte göçün temsil biçimlerine baktım. Berlin’de Malve Lippmann ve Can Sungu’nun kurucusu olduğu Bi’Bak adında bir sanat kolektifi var. Müzik yazarı Murat Meriç burada Sound of Gurbet başlığı altında göçmen müziğiyle ilgili sunumlar yaptı. 1960’lardan günümüze farklı göçmen nesillerinin ürettiği müzikleri anlattı. Bağlamadan rap müziğe uzanan çok büyük bir çeşitlilik var artık. Neredeyse bütün şarkıları tekrar tekrar dinledim. Cem Karaca’nın şarkısının nakaratı mimar ve yazar Marx Fischer’e ait. Türkiye’de göçmenlere döviz gözüyle bakılırken, Almanlar da bu insanlara ucuz işgücü diye bakmış. O yüzden yaşamsal ihtiyaçlarını, orada kalmak isteyip istemediklerini, eğitim ve dil haklarını ilk başta pek anlayamıyor Almanlar. Cem Karaca’nın şarkısıyla karşılaşınca tamam dedim, bu şarkıdan başkası olamazdı. Filmin özeti gibiydi adeta… Sonra Cem Karaca’nın oğlu Emrah Karaca’ya ulaşıp film için şarkının haklarını aldım. Film boyunca göçmenin zorlu yaşam koşullarını anlatmakla beraber filmi hüzünlü bir sonla bitirmek istemiyordum. Sonuçta hayat devam ediyor, yeni kuşaklar Almanca konuşuyor, politik, kültürel, sosyal hayatın içindeler. Bu yüzden hem ironik hem de hareketli bir son olsun istedim. Cem Karaca şarkısını çok benimsediğim halde biraz tedirgindim. Bir kadın filmi yaptım ve filmi bir kadın sesiyle bitirmek istiyordum. Selda Bağcan’ı çok dinledim mesela, ancak sonuçta Cem Karaca’nın “Es kamen Menschen An” şarkısı ağır bastı. Cem Karaca’nın iyi Almanca bildiği söylenir, ama şarkıda Almancasını bilerek bozuyor, ağır bir aksanla söylüyor şarkıyı. Şarkının sözlerini ve ritmini çok sevdim, neredeyse her gün dinledim, bu şarkı salgın şartlarında çalışırken bana neşe ve moral verdi. 80’lerde internet, sosyal medya filan olmadığı için bu şarkı zamanla unutulmuş, film şarkının hatırlanmasına sebep oldu. Sergi salonunun çalışan ve yöneticilerinden filmi izleyenler arasında çokça kişinin bu şarkıyla dans ettiğini duydum.

^