Mersin-Kültürhane tam mânâsıyla bir sosyal merkez: çiftçiler, KHK’lı öğretmenler, akademisyenler, öğrenciler, ekoloji ve gıda toplulukları, mahalleliler, müzisyenler… Bir yanda, saatlerce okuma arzusu uyandıran Mehmet Fatih Traş kütüphanesi, diğer yanda derneklerin, kolektiflerin buluştuğu toplantı salonu, öte yanda çeşitli bölgelerin kooperatif ürünlerini bulabildiğiniz kafesi. 26-27 Ocak’ta düzenlenen Paylaşmanın Festivali vesilesiyle ziyaret ettiğimiz Kültürhane’nin hikâyesini üçü KHK’lı dört ortağından dinliyoruz.
Kültürhane’nin kurulmasına bir anlamda vesile olan KHK ile üniversiteden ihraç edilmenizle başlayalım…
Ayşe Gül Yılgör: Bu suça ortak olmayacağız bildirisini imzaladıktan sonra, bir buçuk yıl kadar daha üniversitedeydim. Sözleşmeyle çalışan arkadaşlarımız tek tek üniversiteden uzaklaştırılırken, “kalabildiğimiz kadar kalalım, kendi isteğimizle gitmeyelim” kararı aldık. Ama çemberin daraldığını biliyorduk. Rektör Ahmet Çamsarı’nın bu konudaki cevvalliği malûm. 29 Nisan 2017 KHK’sıyla memuriyetten çıkarılmamız sürpriz olmadı. Daha önce sözleşmeleri feshedilen arkadaşlarımız çeşitli burslarla yurtdışına gitmişti. Bize emanet bıraktıkları kitaplar vardı. Hem kitapları gerçek amacına kavuşturalım hem kendi kamusallığımızı sağlayalım istedik. Kültürhane fikri böyle doğdu. Bir yandan da arkadaşlarımıza gelir kaynağı yaratalım istiyorduk.
Nalan Turgutlu Bilgin: Mersin’e 2009’da İstanbul’dan geldik. Eşim üniversitede memur olarak çalışıyor. Önce Bediz (Yılmaz) ve Ayşegül’le, sonra da Eğitim-Sen’de diğer hocalarla tanıştım. Özel sektörde çalışıyordum. Yüksek hedefler, agresif bir dünya… İstifa ettim. Az tüketmeye odaklı yaşamak istiyordum. Bir sahil kasabasına gidip her şeye sıfırdan başlayacağım yaşta değildim. Plazaya geri dönemezdim. Yakın arkadaşlarım işlerinden edilince bursla yurtdışına çıkmışlardı. Benim Mersin’im o arkadaşlar aslında. Onlar dönene kadar işlere sahip çıkmak gerekiyordu. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra sokak bitti. Kendi inlerimize çekildik. İstanbul’da karamsardım. Mersin’de hatırı sayılır bir örgütlenme var. Kürt hareketinin güçlü olduğu bir yer. Önce İstanbul’a dönmek istedim. Feministler, sosyalistler orada daha yoğun olduğu için daha rahat hissedeceğimi düşündüm, ama referandumla beraber, “biz de az değiliz” diye düşünüp Mersin’e döndüm. KHK sonrasında Kültürhane’yi kurduk. Şimdi konser, matbaa takibi, satışlar, sendikalar, her yere koşturuyorum.
Umudu beslemeye, ülkede faşizm çanları çalarken hâlâ yapılacak bir şeyler olduğunu göstermeye çalışıyoruz. İyimser değiliz, işlerin iyiye gittiğini asla düşünmüyoruz. Ama bu tür mecralarla hâlâ nefes alabileceğimizi, yan yana gelebileceğimizi göstermek iddiasındayız.
Ulaş Bayraktar: Kültürhane fikri daha OHAL öncesinde aklımıza düşmüştü, üzerine konuşuyorduk. Sekiz arkadaşımız sözleşmeleri yenilenmeyince yurtdışına gitmişti. Emanet bıraktıkları kitaplarla Barış Kütüphanesi kuralım diye Mezitli CHP belediyesine gittik. “Hem sizin için kamusal alan olsun, hem de kitaplar değerlendirilsin” dedik. İstemediler. Yayınevi ya da dershane kurma gibi seçenekleri de konuşuyorduk. KHK çıkınca Kültürhane fikrine odaklandık. Hiç tahmin etmediğimiz bir dayanışma gördük. Müteahhit arkadaş tesisatçısını yolladı, bir arkadaş merdiveni yaptı, mimar arkadaşlar tasarımını yaptı. 2017 mayısında kolları sıvadık, eylülde açılışı yaptık.
Siz de yurtdışına gitmeyi ya da başka işler aramayı düşünmediniz mi?
Galip Deniz Altınay: KHK’dan önce rektörlük eliyle ihraç edilenlerdenim. Doktora tezimi yazıyordum. Diğer arkadaşlar gibi burs alıp gidebilirdim. Ama hepimizin bir anda kenti bırakması düşüncesi iyi gelmedi. Belki akademik alan kapatılıyor, ama dışarıda da bir şey yapabiliriz. Dayanışma Akademileri sürecinde yer aldım. Sendikada çeşitli dersler verildi. KHK sonrasında ise Kültürhane’ye yoğunlaştık.
Dayanışma Akademileri çalışmaları devam ediyor mu, sizin temasınız var mı?
Altınay: İlk örgütlenen akademilerden Kocaeli dernekleşerek devam ediyor. İstanbul ve Ankara’da devam eden örgütlenmeler var. İstanbul’da Kampüssüzler, Ankara’da Sokak Akademisi vardı. Ankara’da şimdi ADA ismi altında bir kooperatifleşme çabası var.
Bayraktar: İzmir’de Türkiye İnsan Hakları Vakfı bünyesinde çalışmalar var. Hem bir proje bütçesi aldılar hem de dayanışma derslerine devam ediyorlar. Kocaeli’nde Hayat Bilgisi atölyeleri devam ediyor.
Altınay: Rektörlük ihraçlara başlayınca sendika dışında ders yapmak için çabaladık. Dersler belirli bir çerçevede kapalı kalmasın istedik. Olmadı. Dersler artık sendikada da devam etmiyor. Birçok arkadaşımız çeşitli kentlere dağıldı, yurtdışına gitti. Sayımız çok azaldı. Kültürhane’de farklı kentlerde ihraç edilen arkadaşlarla çalışmalar yapıyoruz. Kentte kalan birkaç arkadaşımız da sendikada ihraç edilmiş öğretmen arkadaşlarımızla, başka sektörlerden KHK’lılarla çalışmalarını devam ettiriyor.
Bayraktar: Dayanışma Akademisi başlığını iki nedenle pek kullanmıyoruz. Birincisi, dayanışmanın sadece terapi amaçlı, birbirimize “Bak hâlâ hocalık yapıyorum, öğrencilerim de beni dinliyor” telkininde bulunduğumuz bir süreç olmasının yetersizliğini acı bir şekilde gördük. Bir Dayanışma Akademisi akşamı KHK ile ihraç edilen Mehmet Fatih Traş arkadaşımız canına kıydı. O günden beri Dayanışma Akademisi’nin dayanışma boyutunun sınıfta kaldığını düşünüyorum. Kültürhane’deki dayanışma akademik iddiadan bağımsız. “Hâlâ hocayım, öğrencilerim benimle dayanışıyor, halk derslerimi dinliyor” gibi değil, maddi boyutu da olan bir dayanışmayı amaçlıyoruz. İnsanlar ekmeğinin peşinde. Buradan bir düzineye yakın arkadaş küçük de olsa bir maddi katkı elde ediyoruz. Bir öğretmen arkadaşımız burada yumurtalarını satıyordu, ihraç edilmiş bir başka arkadaşın ununu satıyoruz. Dayanışmanın maddi temelleri önemli. Başta böyle yapsaydık, Mehmet Fatih aramızda olurdu belki. Maddi kaynak yaratma konusunda sıkı eleştiriliyoruz da. Örneğin, öğrencilerin küçük bir kullanma bedeli ödemesini ilk ilan ettiğimizde bazıları demediğini bırakmadı.
Herkes karanlıkta el yordamıyla bir model bulmaya çalışıyor, kimi dernek, kimiyse kooperatif üzerinden. Dayanışmayı tabana yayacaksak herkesin katılabileceği bir model bulmalıyız. Kültürhane’nin farklı kesimleri bir araya getirebilen bir alan açması ortaklaştığımız yer.
Kültürhane’nin genel işleyişi, ekonomik yapısı nasıl?
Yılgör: Kültürhane kâğıt üzerinde bir limited şirket. Ben işletme hocasıydım. İşletmeler kâr amacı güder, ama bizim büyük kazançlar elde etmek gibi hedeflerimiz yok. Amaç, ihraç edilen arkadaşlarımızın, öğrencilerimizin gelir elde etmesi. İşletmeyi sürdürebilmek için yedek akçemizin olması gerekir. Bu neye yansıyor? Birincisi, fiyat politikamıza; ikincisi, gelir getiren faaliyetler ile gelir getirmeyen faaliyetler dağılımına. Hiçbir etkinliği ücretli yapmıyoruz. Kültürhane şimdilik yalnızca varlığını sürdürebiliyor.
Bayraktar: Fiilen dört ortağız, ama şirket ortaklarını SGK’lı yapamadığımız için Deniz ve Nalan kâğıt üzerinde ortak gözükmüyor. Herkesin katkısı belli, buna uygun davranıyoruz. Kocaeli’nde dernekleşme, Ankara’da kooperatifleşme sürecinde yaşanan sıkıntıları biliyorduk. Devlet kesinlikle kurucular arasında KHK’lı istemiyor. O yüzden hülle yoluna başvurmak gerekiyor. Derneğin işletme kurabilmesi için bir yıl geçmesi gerekli. Kooperatif daha karmaşık bir yasal süreç. Şirket kurunca bakanlıkla değil, vergi dairesi, SGK ve belediyeyle muhatap oluyorsun. Limited şirket olarak gözüküyoruz, ama bildiğimiz bazı derneklerden ve kooperatiflerden daha kamusal bir niteliğe sahibiz. Kâr payı almıyoruz.
Altınay: Önceki sene Dayanışma Akademileri’nin ortak koordinasyon toplantısına Mersin’den katılmıştım. Kültürhane yeni başlamıştı. Hararetli bir tartışma dönemindeydik. Orada şunu gördüm: Herkes karanlıkta el yordamıyla bir model bulmaya çalışıyor, kimi dernek, kimiyse kooperatif üzerinden. Bizim sayımız azdı. Üç-dört kişi olunca dernek veya kooperatifi düşünmek zor. Belli sayıda akademisyen üzerinden dönen dayanışmayı sürdürülebilir kılmak çok zor. Öte yandan, sadece akademisyenler değil, birçok öğretmen, işçi, memur işini kaybetti. Dayanışmayı tabana yayacaksak herkesin katılabileceği bir model bulmalıyız. Bize destek eylemine katılmış, hakkında soruşturma açılmış ve uzaklaştırılmış birçok öğrenci var. Kültürhane’nin farklı kesimleri bir araya getirebilen bir alan açmasını istiyoruz, öğrencisi, çiftçisi, memuru gelsin, buranın bir parçası olsun. Biri geliyor, şöyle bir etkinlik yapalım diyor. Böylece dayanışma tabana yayılıyor.
Bayraktar: Aslında KHK sürecinin en ayrıcalıklı mağdurlarıyız. Birtakım bilgi ve becerilere sahibiz, dil biliyoruz. Aynı zamanda, bir ağın içindeyiz, kültürel sermayemiz var. Derdimiz sadece ekonomik anlamda hayatta kalmak olsaydı, burayı açmadan da bunu becerebilirdik. Burayı sadece kendimizi kurtarmak için açmadık. Gülüp eğleniyoruz ama, gerçekte son derece emek yoğun bir süreç yaşıyoruz. Bilmediğimiz ve alışık olmadığımız birçok değişkeni yönetmeye çalışıyoruz. Bürokrasisi başka, mutfak işleri bambaşka… Mesela şu an fırının nasıl daha iyi pişirebileceğine kafa yoruyoruz, poğaça, börek için maliyet analizi yapıyoruz. Kooperatifler rafımız var. Hopa’dan kooperatif çayı aldık. Zapatista kahvesinin, Mülteci Mutfağı’nın reçelinin, arkadaşımızın ürettiği siyez ununun burada satılmasını istiyoruz. Kooperatif dendiğinde herkesin aklına dolandırıldıkları yapı kooperatifleri geliyor. Kavramın temizlenmeye ihtiyacı var. “Bak işte kolektif bir çabayla üretilmiş iyi bir çayı ucuza içiyorsun” diyebilmek önemli. Peynire, el işine, kitaba, dergiye, fanzine aracı olmaya çalışıyoruz. Ama tabii emeğimiz sınırlı, taşradayız, uzağız. Bir yandan burada da bir şeyler filizleniyor. Mesela Kültürhane’deki ekoloji sohbetleri sayesinde bir gıda topluluğu oluştu. Bisiklet grubu kuruldu, şenlik düzenlediler. Burada bir kütüphane var, ama arkasında bir kamu kaynağı olmadığı için kendi kendini sürdürmesi mümkün değil. Bunu destekleyecek bir ticari faaliyet gerekiyor. O faaliyet de kafe ve toplantı mekânının gruplara kiralanması. Dayanışma Akademileri’ni yaparken toplanacak yer bulamıyorduk. Tabii “haydi kamusal alan olsun” deyince böyle bir alan ortaya çıkmıyor. Bir vesile yaratmak gerekiyor. Akademinin teknik, üstten, kendini aşan dilini kırmaya, popülerleştirmeye çalışıyoruz. Geçtiğimiz yıl bir düzine hoca ağırladık, ama teorik ve teknik ağırlıklı şeyler anlatmadılar. Burada güvenli motosiklet sürüşü eğitimi de verildi, sualtı tarihi, yelkencilik, fotoğrafçılık etkinlikleri de yapıldı. Deniz her hafta bir film gösterimi ve sonrasında sohbet örgütlüyor. Arjantin’den on telli gitar çalan bir arkadaşımız geldi. Mersin’de on telli gitar ancak Kültür Merkezi’nde olur, tuzukurular izler. Ama burada annemin de izlemesine vesile oluyoruz.
Müşterekliğe mecburuz, çünkü karşımızda monolitik bir güç var. Ona karşı, aynı tip solcu olmayı salık veren bir politika da ona benzerdi. İlla da ekonomik, siyasi, ideolojik açıdan aynı şeyi düşündüğümüz için değil, bisiklet, sinema sevdiğimiz için de bir araya gelebiliriz.
Maişet motoru dönüyor mu peki?
Bayraktar: Buranın dönebilmesi için günde bin lira ciro yapmamız lâzım. Oluyor mu? Olmuyor. Ek gelir arıyoruz. Toplantı salonu ücretli kullanılıyor. Bazen derneklerden, vakıflardan destek alıyoruz. “Enflasyonla topyekûn savaş” günlerinde işler zorlaşıyor. Nefesimizin yettiği yere kadar gideriz. Biz istemeden de destekler oluyor. Biri internette görüyor, hesaba para yatırıyor, askıda yemek sağlıyor.
Bilgin: Biraz da gönüllülük üzerinden işliyoruz. Çalıştığımda para almıyorum, ama mutfak zarara giriyor, çünkü çok yemek yiyorum. (gülüyor) İlk sene, kimsenin bir kafe işletme tecrübesi yoktu. Her şey deneye yanıla çıktı.
Bayraktar: İlk başlarda eşim Bediz Almanya’da maaşlı çalışıyordu, maaş almayayım diyordum. Sonra döndü, işler değişti. Burada vardiya sistemimiz var. Vardiya listesinde yer alan birçok arkadaşımız üniversiteden öğrencilerimiz. Hoca-öğrenci hiyerarşisini dönüştürmeye çalışıyoruz. Onlar da genel kurullarda yer alıyor. Mekânın cari işleyişini bilen Deniz’in çok büyük emeği var. Ayşegül daha çok finansal boyut ve idari-bürokratik işleyişle ilgileniyor. Ayrıca mutfakta da çok aktif, tarifler geliştiriyor. Ben bazen kasadayım, bir yandan projeleri yazma, organizasyonlar, etkinliklerle ilgileniyorum. Beni mutfağa pek sokmuyorlar, çok dağınık çalışıyormuşum. (gülüyor)
Bir tür kooperatif gibi çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
Bayraktar: Burası kooperatif olsaydı ne kadar farklı olurdu, pek bilmiyorum. Gerçekten de çok fazla insanın emeği var. Pastasını yapıp getiren, gelir gelmez servise geçen var. İlk konserde arkadaşlar görev edinip yüzlerce bilet sattılar. Bu, Mersin’in siyasal ve sosyal yapısıyla da ilgili. Bir gazete haberi dışında kentte herhangi bir dışlanma yaşamadık. Klasik anlamda akademik ya da siyasi faaliyet de yapmadık. Buranın sadece şuncuların ya da buncuların geldiği bir yer olmaması için uğraştık. Burası gey-dostu bir mekân, ama gey mekânı değil; sol-dostu bir mekân, ama solcu mekânı değil. Sualtı tarihi konusunda Kardak’a bayrak diken komando da burada sunuş yaptı. Mehmet Atlı konserinden rahatsız olan da var, mescit soran da, yeterince solcu bulmayan da.
Yılgör: Kooperatif belirli bir yol gittikten sonra başarıya ulaşabilecek bir model. İlerde, Kültürhane’nin de katılımcı olarak yer alacağı daha farklı bir yapının parçası olarak karşımıza çıkabilir. Kooperatif kurmak isteyen arkadaşlara “önce biraz beraber iş yapın, birlikte bir yol gidin” diye öneriyoruz.
Arkadaşımız Serkan Çiftçi bir trans birey üzerine “Gacı Gibi” isminde bir belgesel çekti. İlk gösterdiğimiz filmlerden biriydi. Film Mersin’de çekilmişti. Gösterim sonrası Serkan’ın ilk cümlesi şuydu: “Mersin’de bu filmi böyle bir seyirci kitlesine başka hiçbir yerde gösteremezdim.”
Kültürhane’nin müdavimleri kimler?
Bilgin: Mersin’de Onur Haftası’nın ilk örgütleyicilerindenim. Mezhep, ırk, iş, söylem, bunların hiçbiri, onurlu bir yurttaş olarak ayrımcılığa uğramanızı meşrulaştırmıyor. Herkes geliyor buraya. LGBTİ’lerin rahat ettiği bir yer. Mersin’de Gezi zamanında bile Kültürhane’deki kadar çeşitlilik bir arada değildi. Açılışta farklı ve çatışan kesimlerden rektör hariç herkes vardı. Mehmet Atlı konserinde çok sevdiğim bir arkadaş salonu terk etti. “Yanlış anlamayın, Kürtçeye karşı değilim, ama insan iki de Türkçe söylemez mi” diye yakındı. Sonrasında temasımız devam etti ama. Günlük hayatta, farkında olmadan işlediğin, genel kabul gören küçük suçlar var ya, işte ayrımcılık asıl orada. Liseliler çok sıkı müdavim oldu. Kütüphanede test çözüyorlar. 90’lı yaşlarda bir teyzemiz var, sık geliyor, kitapları karıştırıyor.
Bayraktar: Mehmet Atlı konserinde 400-500 kişi vardı. Sadece üç kişi “bu ne rezalet, hiç Türkçe şarkı söylenmiyor” diye ayrıldı. Mehmet Atlı’ya, Kürt müziğinde durduğu yere dair fikirleri yok. Anlattık. Pavarotti gelse o da mı Türkçe söyleyecek?
Bilgin: Suruç’tan beri freni patlamış kamyon gibi bayır aşağı gidiyoruz hissindeydim. Halbuki, sevdiğimiz bir yoldaşımızın dediği gibi, cesaret de, umut da bulaşıcıdır. Kültürhane bana psikolojik açıdan da iyi geldi.
Altınay: Arkadaşımız Serkan Çiftçi bir trans birey üzerine Gacı Gibi isminde bir belgesel çekti. İlk gösterdiğimiz filmlerden biriydi. Film Mersin’de çekilmişti. Gösterim sonrası Serkan’ın ilk cümlesi şuydu: “Mersin’de bu filmi böyle bir seyirci kitlesine başka hiçbir yerde gösteremezdim.” Burası yarın kapansa bile bu cümle muradımızı açıklıyor. O gün filmi izleyenler arasında hayatında hiç LGBTİ bir bireyle tanışmamış birçok kişi vardı.
Yılgör: Her faaliyetin ayrı bir izleyici grubu var. Mesela pazartesi günleri sinemanın, perşembeleri ekoloji ve gıdanın standart katılımcıları var. Mersin sohbetleri yaparken Mersin’in beyefendileri ve hanımefendileri teşrif ediyor. Geçenlerde Tanıl Bora’yı konuk ettiğimizde bu grupların bileşimi vardı. Burada Ütopya diye bir kitabevi vardı. İşletmecesi Behiye “Mersin’de tanıdığım herkesle Ütopya’da tanıştım” demişti. Şimdi Kültürhane de biraz öyle. Çok farklı kesimlerin temas noktası. Maya Umut Sohbetleri (Maya Eğitim Kültür Araştırma Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği), yerel basın seminerleri çok güzel oldu.
Üniversite hocalığından sonra Kültürhane’de çalışmaya başlayınca emek türleri arasındaki hiyerarşi üzerine düşünmeye başladık. Hangi emek diğerinden değerlidir? Gerçekten de değerli midir?
Mersin’deki siyasi tablo nasıl?
Yılgör: Ailem Mersinli. 1967’den beri aralıklarla burada yaşadım. 1993’te kurulduğundan beri Mersin Üniversitesi’ndeydim. Hikâye gibi anlatılan, her tarafın portakal ağaçlarıyla dolu olduğu, yapılaşmanın olmadığı, yazlık sitelerle sahil şeridinin darmadağın edilmediği Mersin’i hatırlıyorum. O zaman Mersin küçük bir kıyı kentiydi. Şehrin sosyolojik yapısı beş partinin de belediye kazanmasına neden oluyor. Burada sanayi zayıf, ticaret yoğun. Çevrede tarımla uğraşanlar, hizmet sektöründe çalışanlar, ücretliler var. Bu tablo net bir sınıfsal kopuş getirmiyor. Buna karşılık, göçle beraber ayrışma gözlemleniyor. Ayrışmayı bir ölçüde etnisite belirliyor. Öyle olunca da değişik kesimlerin siyasetlerini dile getirdiği bir yer ortaya çıkıyor. Bir tarafta gelenekten gelen sol mevcut. Kürt hareketinin siyasi örgütlenmesi, hep bir belediyesi var. CHP’nin her zaman bir varlığı var. Çevre ilçeler milliyetçi. Dolayısıyla MHP de var. Bu yelpaze Mersin’de kimliğini buluyor. Mersin her zaman demokratik kamuoyu barındıran bir şehir.
Bayraktar: Mersin’in Türkiye’de benzeri yok. Meclis’teki beş partinin de milletvekili var, muhtemelen beş partinin de belediye başkanı olacak. Burada farklılıklar bir arada varolmak zorunda. Kürt, Arap, Alevi, Roman, Yörük… Biz Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisine imza attığımız için yan yana geldik. Ama “imzacı” diye bir politik kategori yok. Müşterekliğe mecburuz, çünkü karşımızda monolitik bir güç var. Ona karşı, aynı tip solcu olmayı salık veren bir politika da ona benzerdi. İlla da ekonomik, siyasi, ideolojik açıdan aynı şeyi düşündüğümüz için değil, bisiklet, sinema sevdiğimiz için de bir araya gelebiliriz. Buraya gelen her sinema izleyicisiyle illa da devrim yapmayacağım. Buraya gelenler “Biz sizi böyle bilmezdik” diyor. “İmzacı, ayrılıkçı, PKK’lı” gibi kategorilerle de mücadele ediyoruz. Temas edince önyargı kırılıyor. Klikleşme üzerine inşa edilen faşizmde bir çatlak açmaya çalışıyoruz.
Eskiden “hoca” olmanın getirdiği bir yükün üzerinizden kalktığını hissediyor musunuz?
Yılgör: Alışmak açısından bir zorluk olmadı. İlk aşamada çok heyecanlıydık. Bu değişim üzerine düşünme fırsatını çok sonra bulduk. Önceleri misafirlerimiz bize sipariş vermeye utanıyordu. “Estağfurullah hocam, biz yapalım” diyorlardı. Emek türleri arasındaki hiyerarşi üzerine düşünmeye başladık. Hangi emek diğerinden değerlidir? Gerçekten de değerli midir? Asla “Hay allah, ben hocaydım, şimdi burada bulaşık yıkıyorum” demedim. Adımızın önünde yazan titrler kişiliğimiz değil. Başkaları için pasta, börek yapmak eksik bir yanımı tamamladığım hissini verdi.
Altınay: İhraçlar sonrası, öğrenci arkadaşlar gelip “biz de burada yer almak, elimizi taşın altına koymak istiyoruz” diye geldiler.
Bayraktar: Burayı 22 kişi kuracağız diye başlasaydık, belki çoktan kanlı bıçaklı olmuştuk. Aramızda doku, akıl uyumunun olması çok önemli. İhraç edilip de buraya adımını atmayan, bilakis uzak duran hoca da var; onların nazarında yeteri kadar solcu, devrimci, politik değiliz, çünkü para alıyoruz, “light” işler yapıyoruz, çalıp söylüyoruz. Dolayısıyla, “Mersin’in KHK’lıları olarak bu işe girdik” diyemeyiz.
Kooperatif dendiğinde herkesin aklına dolandırıldıkları yapı kooperatifleri geliyor. Kavramın temizlenmeye ihtiyacı var.
Eskiden maaşlı ve tanımlı bir işiniz vardı. Şimdi kafa ve kol emeğinin birleştiği bir iş yapıyorsunuz. Bu nasıl bir fark yarattı hayatınızda?
Bayraktar: Kara kara nasıl geçiniriz diye çok düşünmedik. Mersin’de hayat görece ucuz. Atılacağımızı öngördüğümüz için harcamalarımızı düşürmüştük. Tabii her ayın 15’inde maaşının hesaba yatacağını bilmek, bunun Türkiye standartlarında tatminkâr bir gelire tekabül etmesi… Bunun olmadığı bir hayat… Ailelerimiz de destek oldu.
Altınay: Fiziksel ve psikolojik olarak zorlanıyorum açıkçası. Eskiden kentte daha fazla geziyor, dolaşıyordum. Kendime ayırabileceğim zaman azalınca daha iyi programlamam gerekiyor. Ama bir yandan kentle daha az temas ederken başka bir açıdan daha çok temas ediyoruz.
Bayraktar: Burada çok nitelikli on bin kitap var. Bu bir hazine, ama sen okuyamıyorsun, bitmiş oluyorsun eve gittiğinde. Henüz bünye alışmadı. Ama şu an vazgeçme lüksümüz yok.
“Ülkenin en iyi sosyal bilimler kütüphanesi Kültürhane’de” diye espri yapılıyor. Mehmet Fatih Traş kütüphanesinin kullanımı nasıl?
Yılgör: Öncelikle, gurur duyduğumu söyleyeyim. Çok yorulduğum, “Allahım ne yapıyoruz” diye sorduğumda kütüphaneye girip çıkıyorum. Ama kütüphane istediğimiz kadar işlevli kullanılmıyor. Artık birçok araştırmacı internet üzerinden bulduğu kaynaklarla çalışıyor. Daha işlevsel kılmak için birer atölye açalım diye konuştuk.
Kültürhane’de kararları nasıl alıyorsunuz?
Yılgör: İki tür toplantı yapıyoruz. İlki, genel kurul toplantısı. Ona ortak olmayan arkadaşlarımız da katılıyor. Bunlar, işleyişi, sorunları, emeğimizin karşılığını nasıl daha etkin, verimli, tasarruflu alabileceğimizi konuştuğumuz toplantılar. Onun dışında, arada bir ortaklar kurulu yapıyoruz. Whatsapp grupları aracılığıyla toplanmadan kararlar da alıyoruz.
Cinsiyet ilişkileri nasıl Kültürhane’de?
Yılgör: İşbölümünün bugünden yarına değişmeyen bir cinsiyetçi yansıması bizde de var. Niyetten bağımsız, işin hızının, alışkanlıkların getirdiği bir döngü var. Onun dışında, homofobi ya da kadın-erkek hiyerarşisi gibi sorunlar yaşamadık.
Bilgin: Kendiliğinden şöyle bir şey gelişti: Günü kurtarmak adına mutfakta ne pişecek, temizlik ne sıklıkla yapılacak, kısacası “domestik” işleri biz kadınlar örgütledik, teknik işleri de Deniz ve Ulaş. Bunu bir özeleştiri olarak söylüyorum. Bir etkinlikte kayıt alınıp internete yüklenecekti. Kamera, mikrofon nerede, nasıl yapacağız, biz kadınların hiç bilgisi yokmuş meğer. Bunu çözmemiz gerekiyor. Şimdi küçük küçük değişmeye başladı. Asıl mesele insanların, başta da kendimizin dönüşebileceğine inanıp inanmamamız. Başka bir dünya bize tepside sunulmayacak, ben dönüşeceğim, sen dönüşeceksin.
Devletten baskı ya da taciz var mı?
Bayraktar: Açılışımıza tüm güvenlik şube geldi. Orada bir dosyamız var. Ama biz onları yormamak için bütün etkinlikleri açık yapıyor, canlı yayınlıyoruz. Takip ediliyoruz. İsteseler burayı iki günde kapatırlar. Ama şu âna kadar açık bir baskı, taciz hissetmedik. Kaybedecek neyimiz var ki? KHK’lıyız, terör örgütü propagandasından Ağır Ceza’da yargılanıyoruz. Mersin her zaman devletin dengede tutmaya çabaladığı bir kent. Buradaki herhangi bir kıvılcım hızlıca büyüyebilir. Çatışma ortamı kontrol edilemeyebilir. Bir yandan da Kültürhane’nin gördüğü teveccüh, çok farklı kesimlerin buraya gelmesi, meramımızı bir nebze de olsa paylaşıyor olmaları, hareket alanımızı genişletiyor. Biz de işlerini kolaylaştırmıyoruz. İki etkinlik yaparız, ağzımıza geleni söyleriz, kapatılır burası. Kahramanlık hikâyesine ihtiyacımız yok. Fransızlar “dayak yiyeceksen bile sopayı sen verme” der.
Kültürhane’nin şu âna kadar geldiği yer hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bayraktar: Burada umudu beslemeye, ülkede faşizm çanları çalarken hâlâ yapılacak bir şeyler olduğunu göstermeye çalışıyoruz. İyimser değiliz, işlerin iyiye gittiğini asla düşünmüyoruz. Ama bu tür mecralarla hâlâ nefes alabileceğimizi, yan yana gelebileceğimizi göstermek iddiasındayız. Tohum belki fide olur, serpmeden gitmek istemedik. Bir dolu canciğer arkadaşımız gitti. Herkesin kendi gerçekliği var. Onlar da oradan destek veriyor. Bu bir buçuk senede samimiyetle bir çaba gösteren, etrafında ciddi bir dayanışma halkası örebilenlerin taşıyıcısı olduk. Gidemeyiz artık. Çok fazla insana verdiğimiz taahhüt var.
Yılgör: Bir başka varoluşu keşfettim. Hoca demeyip abla diyenler var, hoca kimliğimi bilmeyen gençler gelip gidiyor. Üniversitenin hiyerarşisinin dışında olmaktan mutluyum. Ama öğrencilerimi çok özlüyorum. Galiba artık Mersin’in temel taşı olan kurumlardan biri haline geldik. Kültürhane’siz Mersin eksik olacak.