Geçmişte de gıda krizleri ve kıtlıklar yaşandı. Onlarla günümüzde yaşanan gıda krizleri farklı nedenlere dayanıyor gibi görünüyor. Bu krizleri nedenleri itibariyle karşılaştırmak istersek neler söyleyebilirsiniz?
Hilal Elver: Eski dönem krizler daha çok kıtlık sonucu aşırı açlıktan kaynaklanıyordu. Mesela 19. yüzyılda patates kıtlığı nedeniyle İrlanda’da bir kriz yaşandı. Bir milyon kişi öldü, Amerika’ya göç başladı. 1943’te Büyük Britanya hakimiyetindeki Hindistan’da 15 ila 55 milyon arası insan kıtlıktan öldü. Afrika’da, mesela Etiyopya’da 1960’lı yıllardaki gibi sık görülen kıtlık örnekleri var. I. ve II. Dünya Savaşları sırasında savaş kaynaklı kıtlıklar yaşandı. Savaşlar açlık ve kıtlığın en önemli sebeplerinden biri.
Şu an uzun yıllardır görmediğimiz aşırı açlık sorunu dört-beş ülkede geri geldi. Bunlardan bazıları savaşlardan, bazıları iklim değişikliğinden, bazılarıysa ekonomik sorunlardan kaynaklanıyor. Mesela, savaşın yaşandığı Yemen’de ciddi bir kıtlık yaşanıyor. Güney Sudan, kuzeydoğu Nijerya, Etiyopya’da Tigray bölgesinde hakeza. Madagaskar ise diğerlerinden farklı. Orada ilk defa iklim değişikliğinden kaynaklanan bir kıtlıkla karşı karşıyayız. Savaş sonrası ABD’nin uyguladığı ekonomik ambargo nedeniyle Afganistan’da ciddi bir kriz yaşanıyor. Özetle söylemek gerekirse, kıtlık ama çok ama az, hâlâ devam ediyor. Öte yandan, kıtlığa neden olan sorunlar çoğalıyor, ekonomik krizler, savaşlar ve iklim krizi nedeniyle de kıtlıklar yaşanıyor.
2011’deki gıda sıkıntısının nedenlerinde biri olarak Rusya’nın 2010’da yaşadığı dev orman yangınlarının ardından tahıl ihracatını yasaklaması gösteriliyor.
Doğru. Rusya dünyanın en önemli buğday ihracatçılarından biri. Yangınların ardından böyle bir kısıtlamaya gidince dünyada buğday fiyatları yükseldi. Mesela 2007-2008’de dünya hepimizin hatırladığı bir finansal krizle karşı karşıya kaldı. Kriz sırasında gıda fiyatları aşırı arttı. Bu artış politik çalkantılara da sebep oldu. 2011’de gıda krizi tekrarlandı. Arap Baharı olaylarının gıda fiyatlarındaki artış nedeniyle yaşandığı artık biliniyor.
İklim krizinin gıda tedarik sorunlarını arttırdığı biliniyor. Diğer taraftan iklim bilimciler gıda üretimi için yapılan tarımsal faaliyetlerin de iklim krizini tetiklediğini söylüyor. İklim krizi ve gıda üretimi arasında nasıl bir ilişki var?
İklim ve gıda krizi birbiriyle çok bağlantılı. İklim krizi gıda üretimini, gıdaya ekonomik ve fiziki olarak erişimi, gıda fiyatlarını, gıdanın kalitesini, işlenmesini, sürdürülebilirliğini etkiliyor. Gıda sektörü derken tarım ve gıdanın bir arada değerlendirildiği bir sistemden bahsediyoruz. İlkim krizinin gıda sistemleri üzerindeki etkisi iklim değişikliğinin bilimsel açıdan ciddi bir şekilde ele alınmaya başladığı ‘90’lı yıllarda fark edildi. Anaakım medyada iklim ve gıda krizinin bir arada konuşulmaya başlanması 2000’li yılları buldu. Aslında, iki krizin bağlantısının ortaya konduğu ve bu konuda politikalar üretildiği dönem çok yeni.
1960’larda ve 1970’lerde gıda sıkıntısı çeken halkları doyuracak mucizevi bir sistem olarak pazarlanan Yeşil Devrim, yatırım imkânları sınırlı, fakirleştirilmiş üçüncü dünya ülkelerinde açlığa çare olamayacağı için eleştiriliyordu. Öyle de oldu. Bugün sağladığı faydalardan çok neden olduğu ekolojik yıkımdan bahsediyoruz. Yeşil Devrim tam olarak ne öneriyordu, nerede hata yapıldı? Bugün yaşanan gıda sıkıntısıyla ilişkisi var mı?
Yeşil Devrim fikri aslında gelişmekte olan ülkelerdeki gıda yetersizliği ve açlığa çare bulmak amacıyla ortaya atıldı. Soğuk savaş döneminde hayata geçirildi. Filipinler, Hindistan, Meksika, hatta Türkiye gibi ABD’nin yakın ilişki içinde olduğu ülkelerde Marshall Yardımları’yla birlikte uygulanmaya başladı. Aşırı gübre ve su kullanımıyla üretimin arttırılmasına odaklanan büyük ölçekli, endüstriyel bir tarım sistemi getirildi. Dağıtım, erişim, adalet konularına dikkat edilmediği için, çare olmaktan çok doğal kaynakların heba olmasına neden oldu. Şu anda Dünya Bankası bile Yeşil Devrim’i eleştiriyor. Bir sistemi bütün olarak ele almak gerekiyor. Artık sadece üretimi artıran politikalarla açlığa ya da gıda güvencesizliğine çare bulunamayacağı biliniyor. Ama şu an farklı uygulamalarla Yeşil Devrim’in geri geldiğini görüyoruz.
Bütün uluslararası toplantıların açılışı şöyle: “Müthiş bir nüfus geliyor, insanları besleyemeyeceğiz. O zaman bol bol üretim yapalım.” Oysa gıdanın yüzde 40’ını çöpe atıyoruz. Üretimi ve büyümeyi öne koyan politikalara devam ettiğimiz takdirde hiçbir yere varamayacağımız kesin.
Aşırı kimyasal ilaç ve suni gübre, toprağa verdiği zararlar bilinmesine rağmen, dünyanın dört bir tarafında kullanılıyor. 2000’li yılların başında ya da Covid-19 pandemisi sırasında kırılan tedarik zincirleri nedeniyle yaşanan gıda krizleri de durumu değiştirmedi. Gıda güvencesizliğini aşmaktan ziyade, gıdadan sağlanacak ekonomik getiri önemseniyor diyebilir miyiz?
İkili bir sistem var. Gıda sistemlerine dair politikalarda gıda sadece ekonomik bir meta olarak görülmüyor. Ama meseleye bu şekilde yaklaşan büyük bir sermaye ve büyük devletler var. Bu nedenle alternatif gıda politikaları pek gündeme gelemiyor. Yeşil Devrim’e benzer bir sistem şu an Afrika’da uygulanıyor. 2007-2008’de gıda krizinden sonra Bill Gates’in de ortaya attığı AGRA (Afrika’da Yeşil Devrim İçin İttifak) adlı bir proje var. Afrika’da teknolojik yeniliklerin, genetiği değiştirilmiş tohumların kullanılmasını, büyük topraklarda, büyük ölçeklerde üretim yapılmasını amaçlıyor. Çok büyük bir para harcansa, pek faydaları olmasa da bu tür projelerin devam ettiğini görüyoruz. Çünkü 2007-2008 krizi sonrası serbest piyasa ekonomisinde gıda sistemlerinin ne kadar önemli olduğu anlaşıldı. Bu alana ciddi bir yatırım talebi var. Başka ülkelerde toprak alımı söz konusu.
2007-2008’deki gıda krizi sonrası dev şirketler tarım sektörüne yatırım yapmaya başladı. Başka ülkelerde tarımsal faaliyetlere giriştiler. Türkiye bile Sudan’da toprak kiraladı. Bu girişimlerden ne anlamalıyız?
Türkiye Sudan’da kauçuk üretmek için, devletlerarası bir antlaşmayla toprak kiraladı. Kauçuk önemli bir meta. Türkiye de bu trene atladı. Özellikle toprak fakiri oldukları için Ortadoğu’daki petrol zengini ülkeler çok büyük toprak alımları ve kiralamaları yapıyor. Bu da yerelde insan haklarını ortadan kaldıran ciddi problemler ortaya çıkarıyor. Bununla ilgili uluslararası birtakım regülasyonlar getirilmek isteniyor, ama işler gizlilik içinde yürütülüyor. Nerede, kimin hangi şartlarla toprak aldığını bilmeniz söz konusu değil. Özellikle gelişmekte olan ülkeler bunu bir gelişme politikası olarak ele alıyor. Yabancı ülkelerden gelen yatırımların ekonomiyi ileri götüreceğini düşündükleri için insanların maruz kaldığı olumsuz etkileri görmezden geliyorlar. Bunun uluslararası alanda mümkün olduğu kadar konuşulması ve kurallara bağlanması gerekiyor. Ama dünyada geçerli olan serbest piyasa ekonomisinin böyle kuralları kolay kolay kabul etmediğini de görmemiz gerekir. Bazı ilkeler belirleniyor, ama yasal hale getirilmiyor.
Ortadoğu ya da Avrupa ülkelerinin Afrika’da tarım toprakları satın alması Afrika’dan Avrupa’ya göçü daha da şiddetlendirmez mi?
Elbette. Aslında bunun farkındalar. Avrupa Afrika’dan gelen göçü önlemenin yolunun, insanları Afrika’da mutlu kılmak olduğunu anladı. Bunun için yeni yeni önlem almaya başladılar. Sonuçlarını belki 10-20 sene sonra alacaklar. Almanya Afrika ülkelerinde ciddi projeler yapıyor. AB’nin de bu tür projeleri var. Göçün duvarlarla, kolluk kuvvetleriyle durdurulmasının mümkün olmadığını, ekonomik projelerle insanların ülkelerindeki yaşam kalitelerinin yükselmesinin, gıda ve barınma haklarının korunmasının gerektiğini anladılar. Ancak, bunun uygulanabilmesi için uzun zaman gerektiğini ve özel şirketleri zapturapta almak zorunda olduklarını görüyorlar. Bununla ilgili bazı prensipler belirlenmeye başladı. Ama yine yasal bir zorunluluk yok.
Öte yandan, mesela İtalya ciddi bir gıda üreticisi. Çok kaliteli zeytinyağını ancak İtalya’da bulabiliyorsunuz. Yüksek kaliteli, organik tarım yapıyorlar. Ancak, sektörde çalışanların hepsi Afrika’dan gelen, evraksız göçmenler. Bu insanlar kendi ülkelerindeki tarım faaliyetlerini bırakmak zorunda kalıp İtalya’da köle gibi çalışıyor. Ürettikleri gıdayı yiyebilecek ekonomik kapasiteleri yok. Günde 10 avro kazanmak için hem yaşadıkları topraklardan hem gıda haklarından oluyorlar. Bu ücret beş-altı yıl önce bir avro civarındaydı. Şimdi biraz yükseldi. Üstelik elde ettikleri gelirin bir kısmını ülkelerine gönderiyorlar.
İtalya ciddi bir gıda üreticisi. Yüksek kaliteli, organik tarım yapıyor. Ancak, sektörde çalışan herkes Afrika’dan gelen, evraksız göçmen. Bu insanlar kendi ülkelerindeki tarım faaliyetlerini bırakmak zorunda kalıp İtalya’da günde 10 avroya köle gibi çalışıyor.
Bu aslında dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bir kölelik sistemi değil mi?
Maalesef öyle. Buna modern kölelik de deniyor. BM’nin modern kölelikle ilgilenen özel bir raportörü var. İtalya’da görev yaparken sunduğum rapora İtalya Büyükelçisi ciddi bir şekilde karşı çıkmış, “yüzde 0,01’lik bir olaydan bahsediyorsunuz, bu İtalya tarım sistemini yansıtmıyor” demişti. Halbuki hakikati onlar da biliyor. Modern kölelerle nitelikli tarım yaparken maliyetleri kısıyorlar. Bu sistem sadece İtalya’da değil, Türkiye’de, tüm dünyada mevcut. Biraz daha ucuz, iyi kalite zeytinyağı yiyeceğiz diye yaşananlara gözlerimizi kapattığımız sürece bu sistemin değişmesi çok zor.
Avrupa ülkelerinin Afrika’dan göçü durduracak projelere dair niyet beyanları biraz küresel ısınmayı durdurmak için öngörülen, ama herhangi bir yükümlülük taşımayan niyet beyanlarını çağrıştırıyor. Öte yandan, fosil yakıt tüketimi artıyor. İklim krizi tırmandıkça, Sahra altı Afrika’da tarım için elverişsiz alanlar genişledikçe, Afrika’dan Avrupa’ya göç daha da artacağa benziyor. Sizce kâr maksimizasyonunu sekteye uğratmamak için yaklaşan felaketi görmezden mi geliyoruz?
Görmezden gelmek de var, kâr adına çözümü ötelemek de. Politikacılar açısından, dört-beş yılda bir seçime gidildiği için, kısa dönem çok önemli. Ayrıca, piyasa ekonomisi büyük şirketlerin ve büyük devletlerin elinde. Bir avuç mega şirket gıda tedarik zincirinin büyük bölümünü elinde tutuyor. İklim değişikliği politikalarında adları ancak yakın zamanda duyulmaya başlandı. Daha önceleri sadece fosil yakıt şirketlerinin büyük sorun olduğunu düşünüyorduk. Şimdi gıda sistemlerinin de ciddi bir sorun olduğu ortaya çıktı. Gıda ve tarımsal üretimin sera gazı salınımında ciddi bir payı var. O nedenle iklim ve gıdanın bir arada düşünüldüğü bir noktaya geldik.
Paris Antlaşması ülkelere birtakım sorumluluklar getirse de müeyyideleri maalesef çok zayıf. Avrupa Yeşil Mutabakat’la “ülkeme girecek her türlü malzemenin karbon ayak izini ölçerim, eğer uygun değilse vergi alırım” şeklinde bir sistem getirdi. Bu jeopolitik açıdan sorunlu. AB kendini korumak istiyor, iklim değişikliğine karşı politikalar geliştirmeye çalışıyor, ama topladığı para Avrupa’da kalıyor. Hem AB hem de diğer ülkeler kendi çıkarlarını öncelikli görüyor. Dayanışmanın olmadığı bu dünya düzeninde tek tek ülkeleri parmakla göstermenin bir faydası yok.
Türkiye de AB’deki yeni sistemden ciddi bir şekilde etkilenecek, çünkü ihracatımızın neredeyse yüzde 50’si AB ülkelerine yapılıyor. Sanayicilerimiz ve devlet bu duruma bir çözüm bulmak zorunda. İklim değişikliğini tetikleyen gazların ortaya çıkmasını önlemek için çeşitli önlemler alacaklar. Sanayi, arıtma sistemleri değişecek. Yeni bir üretim modeline geçilecek. Tabii bu büyük bir sermaye gerektiriyor. Bunun devlet tarafından bir noktada sübvanse edilmesi lâzım.
1992’de yazılan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne göre, iklim değişikliğiyle mücadelede gıda güvenliğine uymayan herhangi bir kısıtlama kabul edilmiyor. Oysa suni gübre sera gazı salınımı içinde en önemli etkenlerden biri. Dünyada tarımsal faaliyetlerin neredeyse tamamı suni gübreye dayalı değil mi?
Sözleşmedeki bir madde gıda güvencesini azaltacak herhangi bir adaptasyon politikasını kabul etmiyor. Bu ciddi bir sorun. 1992’de kimse farkında değildi. Önemi yavaş yavaş ortaya çıktı, çünkü tarımsal üretim fazlası büyük bir sorun. Üretime yönelik politikalar iklim değişikliğiyle ilişkilendirilmeden devam etti. Gıdadaki üretim fazlasının çok problemli olduğunu söylediğimiz zaman bize “ne biçim gıda hakkı savunucususunuz, üretimin fazla olması gerekir ki herkes doysun” diyorlardı. Maalesef arada böyle bir bağlantı yok. Bunu onlar da biliyor, ama kâr beklentisi nedeniyle görmezden geliyorlar. Geniş kitleleri aldatıyorlar.
Et endüstrisi çok ciddi bir biçimde iklim krizini tetikliyor. Bazı ülkeler, mesela ABD aşırı et tüketiyor. Amerika’daki et lobisi en kuvvetli lobilerden biri. Pentagon haftada bir “etsiz pazartesi” uygulamasına geçileceğini açıkladı. Kararın ömrü sadece yirmi dört saat oldu.
Dünyada tarım alanlarının çoğu hayvan yemi üretimi için kullanılıyor. Arjantin, Brezilya gibi ülkeler tüm dünyaya et ihraç ediyor. Brezilya’da hayvan yemi üretimi ve hayvan besiciliğine alan açmak için Amazon ormanları yok ediliyor. AB’de bu yıkıma karşı herhangi bir önlem ya da kısıtlama uygulanıyor mu?
Et endüstrisinin, ete bağımlı diyetlerin çok ciddi bir biçimde iklim krizini tetiklediğini görüyoruz. En önemlisi hayvan yemleri. Hayvan yemi üretimi dünyanın en büyük tarım alanlarını işgal ediyor. Çünkü iyi kâr getiren monokültürel bir sistem. 10-15 kişilik bir işgücüyle yüzbinlerce hektarda hayvan yemi üretilebiliyor. Pazarı geniş. Üretici ülkeler “iyi para kazanıyoruz, engelleyemezsiniz” diyor. Zaten 1992 İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi nedeniyle yasal olarak engellemeniz mümkün değil. Bu türden bir sınırlama serbest piyasa ekonomisinde mümkün değil.
Et tüketimi bazı ülkelerde çok yüksek. Mesela ABD aşırı et tüketiyor. Amerika’daki et lobisi en kuvvetli lobilerden biri. Silah lobisinden farklı değil. Pentagon haftada bir “etsiz Pazartesi” uygulamasına geçileceğini açıkladı. Kararın ömrü sadece yirmi dört saat oldu.
Gelişmekte olan ülkeler yeni yeni et yemeye başladı. Türkiye’de fiyatlar nedeniyle et tüketimi çok az. Şimdi burada “et üretimine son veriyoruz çünkü iklim krizi var” derseniz adil olmuyor, çünkü beslenme açısından protein son derece önemli. Et en büyük protein kaynağı. Bu nedenle bir denge sağlanması lâzım. Aşırı üretim ve aşırı tüketim engellenmeli. Üretimi veya orta ve yüksek sınıfın tüketim iştahını azaltmak kârı ortadan kaldıracağı için bu alana girilemiyor. 30-40 seneye iş işten geçmiş olacak.
Dünyanın en fakir ülkelerinden bazılarının yegâne geçim ve protein kaynakları deniz mahsulleri. Küresel ısınma kaynaklı artan deniz suyu sıcaklıkları nedeniyle denizlerde yaşayan canlı türleri hızla yok oluyor. Yakında bir milyar insan yetersiz protein kaynaklı ciddi bir tehditle karşı karşıya kalacak. BM Gıda Tarım Örgütü’nün (FAO) yaklaşan felaketle ilgili bir eylem planı var mı?
Dünya kadar. En azından bunu söylemek gerekir. BM örgütleri bu konuda son derece ciddi çalışmalar yapıyor. Sadece FAO da değil. Dünya Gıda Programı (WFP), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Dünya Gıda Güvencesi Komitesi (CFS), BM Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) bu konuya kafa yoruyor. Hatta Dünya Bankası bile artık dünya gıda ticaretini savunmayı öncelemiyor.
Dünya kadar rapor yazılıyor, toplantı yapılıyor. Var olan durum, ne yapılması gerektiği biliniyor, ama tatbikata geçilmesi her ülkenin kendi tasarrufunda. Uluslararası kuruluşların bir yaptırım gücü yok. Alınan kararların tek tek ülkelerin politikalarına girmesi lâzım. Kararlar bazı ülkelerde uygulanıyor, bazılarında uygulanmıyor. Bazı ülkeler bir kısmını uygularken, işlerine gelmeyenleri görmezden geliyor. Uluslararası alandaki aktivitelerin milli politikalara, hatta yerel, kentsel politikalara eklemlenmesi gerekiyor. Son aşamada insanların bu politikaları içselleştirmesi gerekiyor. Bunun için devletin yasa koyma ve yaptırım gücünü kullanılması lâzım. Bunu yapan, yapamayan ülkeler var. Bir de ortada dolaşan ülkeler var. AB bu konuda biraz daha sıkı. ABD doğal kaynakları, ülkenin büyüklüğü ve zenginlikleri nedeniyle sorunları ötelemeye çalışıyor, kendini değiştirmeden, diğer ülkelerin politikalarını değiştirmeye çalışıyor.
Türkiye’yi hangi sınıfta değerlendirmeliyiz?
Türkiye yüksek gelirli, gelişmekte olan ülke statüsünde. Bir yol ayrımında. Ne tarafa gideceği şu anda belli değil. Türkiye dışardaki serbest piyasa ekonomisinden ciddi bir şekilde etkileniyor. Bu durum 1980’lerin sonunda başladı. Planlı, kontrollü ekonomiden çıkıp serbest piyasa ekonomisine geçtiğimizde bundan tarım ve gıda politikaları da etkilendi. “Dışarıdan aldığımız daha ucuzsa, içeride üretmeyelim” mantığı geldi. Gelişmekte olan ülkeler dışarıdan gelen ucuz mal nedeniyle üretimlerini durdurdu, ithalatçı ülke haline geldiler. Türkiye de bunlardan biri maalesef. Ama Türkiye için dünyanın sonu gelmedi henüz. Halen değişiklikler yapılabilir.
Bir söyleşinizde “tarımda kendi kendine yetme ancak insanları tarım arazilerinde tutarak, küçük işletmelere sahip çıkarak olur” diyorsunuz. Bu perspektiften baktığınızda Türkiye’nin son çeyrek yüzyılını nasıl değerlendirirsiniz?
Ondan biraz daha geriye gitmemiz gerekiyor. Az önce bahsettiğim gibi korumacı, kontrollü ekonomiyi ‘80’li yılların sonlarında yavaş yavaş bırakıp piyasa ekonomisine geçtik. Yalnız değiliz. Türkiye gibi birçok ülke var.
Kendi kendine yetmek imkânsız. Dünyanın hiçbir ülkesi tek başına yaşayamıyor. Türkiye ise iklimsel avantajları ve ekosistem zenginliği nedeniyle büyük oranda kendi kendine yetebilir. Eğer endüstriyel tarımı biraz yavaşlatır, çeşitliliğe verilen zararı engeller, küçük ve orta ölçekli aile çiftçiliğine, 1960’lı yıllardaki gibi kooperatifçiliğe dönersek çiftçiyi kırsalda tutmayı başarabiliriz. Çiftçiyi kırsalda tutup mutlu edersek iç göç sorununu çözeriz. Böylece doğal kaynakları da gerektiği gibi kullanabiliriz. Agro-ekolojik, organik tarım yoluyla Türkiye’nin şu an bulunduğu dar boğazdan çıkması mümkün.
Şu an yaşadığımız dar boğaz özel bir durumdan kaynaklanıyor. Para politikaları ve bir yapısal ekonomik sorunlar nedeniyle ülkede müthiş bir gıda enflasyonu mevcut. Bu sorun Covid-19 pandemisi nedeniyle diğer ülkelerde de yaşanıyor, ama Türkiye dünya lideri. Onun ardından Arjantin, Brezilya gibi ülkeler geliyor.Türkiye’de paranın değeri çok düştü. Gıda ve tarım üretiminde girdiler dışarıya bağımlı. Kimyasal ilaç, gübre, tohum ve mazot fiyatlarının yükselişi çiftçiyi üretimden uzaklaştırıyor. Çiftçi biraz kâra geçecek bir fiyat yakalayamadığı için toprağını satıp kentlerde tek göz odada yaşamaya başlıyor. Ayrıca Türkiye’de tarım toprakları da heba ediliyor. Bunun bir an önce durması lâzım. Maalesef son 20-25 yılda inşaat sektörüne dayalı ekonomi ciddi büyüdü. Bu nedenle kent çeperlerindeki değerli tarım topraklarını kaybediyoruz.
İklim krizinin gıdaya erişimi zorlaştıracağı bir gerçek. Bu koşulların kadınlar için daha da zor şartlar getireceğini söylemek mümkün mü? Sizce gıda hakkı ve cinsiyet eşitliği kavramları hangi noktada kesişiyor?
Kesişmediği nokta yok. Cinsiyet eşitliğinin yokluğunda kadınlar her alanda geride kalıyor. Kadınlardaki yoksulluk, açlık oranı erkeklere göre daha yüksek. Toprak sahipliği oranı erkeklere göre son derece düşük, yüzde 4-14 arasında değişiyor. Türkiye’de ve dünyada kadınlar hem toprak mülkiyetine hem üretim girdilerine sahip olamadıkları ya da daha az ulaşabildikleri için her şeye geriden başlıyorlar.
Para politikaları ve yapısal ekonomik sorunlar nedeniyle Türkiye’de müthiş bir gıda enflasyonu var. Arjantin, Brezilya’nın önünde dünya lideri. Tarımsal üretimde girdiler dışarıya bağımlı. Kimyasal ilaç, gübre, tohum ve mazot fiyatlarının yükselişi çiftçiyi üretimden uzaklaştırıyor.
Göçler nedeniyle erkeklerin köylerini bırakıp büyük kentlere ya da başka ülkelere gitmesi nedeniyle kadınlar daha fazla çiftçilik yapıyor. Gıda ve tarım sistemlerinde kadınların daha aktif olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu yüzden bazı politikaları değiştirmeye çalışıyorlar. Mesela toprak sahibi siz değilseniz kredi alamıyorsunuz. Tarım ve Orman Bakanlığı toprak sahibi kimse ona eğitim veriyordu. Şimdi bu uygulamalar yavaş yavaş kaldırılıyor. İklim değişikliği konusunda temiz enerjiye geçiş uygulamalarına erkeklerden başlıyorlardı. Yavaş yavaş kadınların da ön plana çıkması gerektiği anlaşıldı. İklim krizinden daha fazla yara alanların kadın ve çocuk nüfusu olduğunu biliyoruz. Çocukların eğitimi ve beslenmesi açısından da kadınlar önemli rol oynadığı için tarım ve gıda politikalarında kadınlara yönelik birçok değişikliğe gidildi.
Sizce iklim krizi nedeniyle yaşanacak küresel bir gıda krizini çözmek için izlenmesi gereken en sağlıklı yol ne olmalı?
Dünyanın önünde iki yol var. Bir yol, aşırı üretimi, teknolojiyi, dijitalleşmeyi destekleyen büyük data toplayarak işleyen tarım sistemlerine geçiş. Maalesef bu eğilim hızlı bir şekilde artıyor. İkinci yol ise yerel tarıma öncelik veriyor, bu konudaki kent hareketlerini destekliyor, küçük çiftçiliği, kooperatifleşmeyi, agro-ekolojiyi, organik tarımı önceliyor. Ama dünyada organik, agro-ekolojik tarım toplam tarım faaliyetlerinin yüzde 10’u bile değil. Kent tarımı ise yüzde bir civarında. Kent tarımıyla ülkeleri doyuramayız, ama yerel halkın acil sorunlarını çözme imkânımız olabilir.
Gıda sistemlerinin tüm dünyada değiştirilmesi gerekiyor. Uluslararası toplantılarda konuşmalar “dünya gıda sistemleri sınıfta kaldı” diye başlıyor. Eylül 2021’de Dünya Gıda Sistemleri Zirvesi yapıldı. O zirve de “yanlış yapıyoruz” diye başladı. Peki, doğrusu ne? Toplantıda yine dijital sistemleri, drone kullanmayı, veri toplayarak nerede en iyi tarım yapılabileceğini tespit edecek teknolojileri savunan görüşler anlatıldı. Bunlar herkesin ulaşabileceği imkânlar değil. Bu nedenle ileride büyük eşitsizlik devam edecek. Artık gerçeklere gözümüzü kapatmamamız gerekiyor. Sadece teknolojiyle sorunu çözemeyiz. Tarım ve gıda yaşamsal bir sorun. Sadece bir sektör değil.
2050 yılında gıda ihtiyacımızın yüzde 60 artması öngörülüyor. SSP 1, 2 ve 3 ürün fiyat modellemeleri 2050’de tarım ürünlerinde yüzde 29’luk bir fiyat artışı öngörüyor. Ama dokuz milyarlık bir nüfusu doyurabilecek üretim yaparken açlık sıkıntısı çeken nüfusu da arttırmayı becerebiliyoruz. Asıl sorun nerede? Ve bu soruna nasıl ve ne zaman bir çözüm üretilebilir?
Bu söyledikleriniz bütün uluslararası toplantıların ilk cümlesi: “Müthiş bir nüfus geliyor. Bunları besleyemeyeceğiz. O zaman bol bol üretelim.” Oysa üretilen gıdanın yüzde 40’ını çöpe atıyoruz. Devletlerin en çok önemsediği şey büyüme. Üretimi ve büyümeyi öne koyan politikalara devam ettiğimiz takdirde hiçbir yere varamayacağımız kesin. Üretim ile tüketimi bir arada planlayamıyoruz. Bunu ortadan kaldırmak için her ülkenin kendine göre ayarlayabileceği, ama genel prensiplere sahip bir politika geliştirmesi gerekiyor. Mesela ABD’nin tarım politikası bize uymuyor. Gıda ve tarım politikalarının küresel ölçekte, tekdüze bir biçimde uygulanması yanlış. Bunu FAO da biliyor. Sadece istatistiklere bakıp ekonomik plan yaparsak yanlışa düşeriz. Planı insan yaşamıyla birlikte ele almamız lâzım. Kırsaldaki sorunun kaynaklarına bakmadan, teknolojik, iktisatçı bakış açılarıyla ne iklim değişikliğini önleyebilir ne de gıda krizini çözebiliriz.
Önümüzde iki yol var. Bir yol, aşırı üretimi, teknolojiyi, dijitalleşmeyi önceleyen, büyük data toplayarak işleyen tarım sistemlerine geçiş. Maalesef bu eğilim hızla artıyor. İkinci yol ise küçük çiftçiliği, kooperatifleşmeyi, organik tarımı önceliyor. Ama organik tarımın toplam tarımdaki payı yüzde 10 bile değil.
Sadece çöpe giden gıdaların toplam karbon emisyonundaki payı yüzde 8-10 civarında. Yeterli gıdayı üretmekten ziyade adaletli bir şekilde dağıtımında sıkıntımız olduğu görülüyor. Bu sıkıntıyı çözmek namına uluslararası platformda neler yapılıyor, yapılabilir?
Önce gıda tedarik zincirlerine bakıp atıkların nerede ortaya çıktığını tespit etmek lâzım. Gelişmekte olan ülkelerde atıklar daha çok üretim aşamasında ortaya çıkıyor. Çünkü altyapıları, yolları, köprüleri, frigorifik kamyonları yok. Bu nedenle pazara ulaşamadan ürettikleri ürünler çöpe gidiyor. Gelişmiş ülkelerde ise ürün süpermarkete kadar geliyor, oradan ya evlere gidip orada atık haline geliyor ya da market raflarında hiç satılamadan çöpe gidiyor. Mal çok olunca şirketler çok fazla satmak istiyor. İnsanlar da çok fazla alıyor, çünkü büyük firmalar ürünü ucuza mal ediyor. Organik domatesi almayınca ya da alamayınca süpermarketteki ucuz domatesi alıyorsunuz. Süpermarketlerde satılmayan malları gıda bulamayan insanlar için gıda bankalarına koymakla atık yönetimi olmuyor maalesef. Ama bütün gelişmiş ülkelerin önerdikleri çözüm bu. Bu yöntem şirketlerin de çok işine geliyor, çünkü atıkları gıda bankalarına yönelttikleri zaman vergi indirimi alıyorlar.Böylece insanlar karınlarını abur cuburla, beslenme açısından son derece tehlikeli gıdalarla dolduruyor.
Açlık yanında yanlış beslenme de son derece ciddi bir sorun. Türkiye Avrupa ülkeleri arasında kadınlarda obezitede lider konumunda. Obezitenin nedeni olan yanlış beslenme dünyada üç milyar insanı etkiliyor. Sağlıklı ve doğru bir diyet günde beş buçuk dolarlık harcama gerektiriyor. Dünyada üç milyar insanın geliri buna yetmiyor. Obezite başta ABD, dünyada ciddi bir sağlık sorunu haline geldi. ABD’de fakir halk obeziteden mağdur. Obezite gıda sistemlerine hükmeden süpermarket zincirlerinin neden olduğu çok ciddi bir sorun.
Türkiye özelinde, iklim krizinin derinleşmesini engellemek, bizi bekleyen muhtemel gıda krizinin yıkıcı etkilerini bir miktar azaltmak adına orta ve uzun vadede neler önerirsiniz?
Öncelikle merkezi ve yerel yönetimlerin bir arada çalışması gerekiyor. Yerel yönetimlerin çoğu politik açıdan merkezi yönetimle birlikte hareket edemediği için sorunlar büyüyor. Ardından gıda konusunda demokratikleşmeyi öne almamız gerekiyor. Gıda ve tarım sistemleri konusunda alınan kararlarda bir açıklık olması lâzım. Herkesin devletin neye, nasıl ve neden karar verdiğini bilmesi gerekiyor. Kararların tartışılarak alınması, sadece büyük şirketlere değil, küçük çiftçilere, kooperatiflere de danışılması gerekiyor. Böyle demokratik bir sistemin ortaya çıkması gıda hakkının hayata geçirilmesi demek.
Türkiye Avrupa ülkeleri arasında kadınlarda obezitede lider konumunda. Obezitenin nedeni olan yanlış beslenme dünyada üç milyar insanı etkiliyor. Sağlıklı ve doğru bir diyet günde beş buçuk dolarlık harcama gerektiriyor. Dünyada üç milyar insanın geliri buna yetmiyor.
Gıda hakkı aç insanlara yemek götürmek değil, gıda sistemlerine dair politikaların toplumca içselleştirilmesidir. Alınan karar doğru mu, yanlış mı? Kimi olumlu, kimi olumsuz etkiliyor? Bunları bilmeliyiz. En öncelikli yapılması gereken böyle şeffaf bir sistem kurmak. Yerel ve merkezi idare birlikte çalışacak, şeffaflık, karar mekanizmalarına katılım olacak, kırılgan gruplara öncelik verilecek. Bu gruplar sosyal güvenlik sistemiyle korunacak, onlara gıda götürmek yerine gıdaya erişebilecekleri iş olanakları sağlanacak. Bir de bir master plan yapılması lâzım. Türkiye’de hangi bölgelerde ne yetiştirilmeli? İklim değişikliği bunları nasıl etkiler? İklim değişikliğinden etkilenmeyecek başka ürünlere mi geçilmeli, başka politikalar, teknikler mi uygulamak gerekiyor? Üretim açısından bilinçli ve akıllı, iklime ve ekosisteme faydalı bir haritanın çıkarılması lâzım. Yanlış ve aşırı beslenme sorunlarının da tarım ve gıda sistemleri politikasının içine girmesi gerekiyor. Sağlık Bakanlığı’nın dahil edilmediği bir master planda yanlışlık var demektir. Neyi ne kadar üreteceğimizi, ne kadar satacağımızı, reklamları ne kadar sınırlayacağımızı, insanların yanlış gıdalarla beslenmesini nasıl önleyeceğimizi planlamamız lâzım.
Yeşil Mutabakat nedeniyle AB kurallarını kabul etmek zorunda kalıyoruz. Paris Antlaşması’nı da kabul ettik. Bir de iklimle ilgili sorumluluklarımız ortaya çıktı. Bu durumda iklim değişikliği, gıda ve diğer sektörlerin hep birlikte tartışılması lâzım. Bir iklim komitesi kurmalıyız. Burada sadece fosil yakıtları, taşıma, inşaat gibi sektörlerindeki sera gazı salınımlarını nasıl azaltacağımızı değil, aynı zamanda iyi bir tarım politikasıyla tarımda kimyasalların ve ortaya çıkan sera gazlarının da nasıl azaltılacağını büyük ölçekte planlamalıyız.