2018 DÜNYA KUPASI: KİM KAYBETSİN, NE KAZANSIN –8

Yücel Göktürk
29 Temmuz 2018
SATIRBAŞLARI

Kupa bitti, tefrika sürüyor. 2018’in iyileri, kötüleri ve güzelleri kimlerdi, nelerdi? Unutulmayacak anlar, hadiseler, beyanlar… İdeolojik boyutlar ve “fiesta”dan geriye kalanlar… Tefrikamızın sekizinci bölümü huzurlarınızda…
Mohamed Mrabet

 

Güzel kupaydı. Güzel takımlar, güzel maçlar, güzel goller, heyecanlı dakikalar, saatler çoğunluktaydı. Güçlüler borularını öttüremedi, kötüler ve çirkinler kaybetti. İyiler kazandı. Çeyrek finale kalan sekiz takımın altısı iyilerdendi. Yüzde 75 iyi oran.

Kupa öncesinde murad ettiklerimizin hemen hepsi gerçekleşti. “Almanya elensin” diyorduk, erkenden yolcu ettik. İspanya ve Portekiz için de aynı dilekteydik, Fas ve İran’ın talihsizliğiyle gruptan çıktılar ama, 16’larda bir güzel postalandılar. Brezilya’nın hüsrana uğramasını istiyorduk, çeyrek finale kadar geldi, ötesini göremedi. Rusya keza. Gruptan çıkmaları yeterince illetti, çeyrek finale kalmaları tahammül ötesi.

16’ya kalanların 11’i iyilerdi. Alfabetik sırayla: Danimarka, İsviçre, Japonya, Kolombiya, Meksika… Ve çeyrek finale kalan altılı: Belçika, Fransa, Hırvatistan, İngiltere, İsveç, Uruguay. Yüzde 69 iyi oran.

16’nın 5’i, “dört çirkin” –Almanya, İspanya, Portekiz, Rusya– ve “3N” olan Arjantin’di: Ne iyi, ne kötü, ne çirkin. Ne öyle, ne böyle, ama güzel olmadığı ortada.

Yanlış aşk   

Gruplardaki Fas’ı, İran’ı, Güney Kore’yi ve Senegal’i saymazsak –ki saymayalım, Fas’ı bir ölçüde hariç tutarsak, kayda değer bir gönül bağı söz konusu değildi– bir tek Arjantin üzdü. “Kader” diyesimiz var, ama yanlış aşka kader denir mi? Ya da “yanlış hayat doğru yaşanır mı?”

Messi için –tartışmaya açık olmakla beraber– “doğru aşk” denebilir, biraz çekiştirerek. Ama Arjantin? Messi haricinde, eski göz ağrımız Mascherano’yu, maalesef epeydir saman alevi olagelen Angel di Maria’yı, zaten kupa boyunca 11’den makaslanan Agüero’yı çıkarınca, geriye ne kalıyor? “Yanlış takım”la doğru oyun ve iyi netice ne mümkün. Öyle bir takımı tutmak, bile bile lades, hüsrana davetiye.

Dylan’ın “Love Sick”ini döndürmenin zamanı.

“Takım tutmaz, adam tutar”

İnsanı hasta eden bir aşk bu. Tutulduk bir kere. Ardiles derken, Kempes derken, Ricardo Villa derken, Valdano derken, Batistuta, Caniggia, Mascherano derken… Saymakla bitmez, başköşeye Maradona’yı oturtmak şart. Şimdi bir de Messi çıktı. Tutmamak olmuyor, tutmak ayrı dert.  

Meşin Yuvarlak altı sayı yayınlanmıştı; yukarıda, Express’in 2006 Dünya Kupası için Meşin Yuvarlak özel sayısı

“Takım tutmak” bahsine girmişken… 1990’lar sonunun kısa ömürlü futbol dergisi Meşin Yuvarlak’ın “Takım tutmaz, adam tutar” şiarını hatırlatalım ve burada, bir kez daha, kayıtlara geçirelim –“tat” diye kısaltarak. İlk bölümde sözünü ettiğimiz “sadakat ilkesi”nin başlıca unsuru bu “tat” zaten. Yine ilk bölümde sözünü ettiğimiz “Camus ilkesi” ile “bale ilkesi” de “tat”ın hamuru.

O “tat” yoksa, sadakatin, takım tutmanın ne âlemi var?

Gelgelelim, bazen de o “tat” adına, tutulmayacak takımlar tutulabiliyor. Bkz. Arjantin. Bazen de, andığımız ilkelerle yoğrulmuş çok sayıda “tat” aynı formayı giyiyor ki, “tadından yenmiyor” deyişine göz kırpıyor. Bkz. Fransa.    

“A Hard Rain”

Kupanın en güzel takımı Fransa’ydı, niye’sine önceki bölümlerde değinmiştik, üzerinde biraz daha konuşmayı hak ediyor, ama onu sonraya bırakıp öbür güzelliklere bakalım şimdi. Önce kupa töreni…

1990’lar sonunun kısa ömürlü futbol dergisi Meşin Yuvarlak’ın “Takım tutmaz, adam tutar” şiarını hatırlatalım ve burada, bir kez daha, kayıtlara geçirelim.

Ne güzel yağmurdu o. A Hard Rain… Film sahnesi olarak tasarlansa bu kadar olurdu. Bir yandan bir arınma duygusu imgesi, bir yandan ortamın kirinin, pasının, çirkefinin hatırlatıcısı. Onca filmde, Hollywood’undan Yeşilçam’ına, bağımsız sinemadan “pulp fiction”lara, yağmurun rol çalarak başoyuncu haline gelmesi boşuna değil.  

Ekran başında tanık olduğumuz yağmur Dylan’ın dizelerini resmediyordu: “Bir oda dolusu adam gördüm, çekiçleri kanlıydı / On binlerce konuşmacı gördüm, dilleri bağlıydı / Genç bir kadın tanıdım, alevler içindeydi bedeni / Bir genç kız tanıdım, bana gökkuşağı verdi / Bir adam tanıdım, aşktı yarası / Bir başkasını tanıdım, nefretti yarası / İtinayla saklanır her zaman celladın suratı…”

Kolinda Grabar’ın çok iyi oynadığını teslim etmek lâzım. Sarılıp öpmediği kimse kalmadı. Görüntüler güzeldi, hakikat başka türlüydü.

Otokrasinin resmi ve “örümcek kadın”

Kapanış törenindeki sağanak yüce erkânın şovuna güzel su koydu. Herkes ıslanırken uzun süre sadece Putin’in –maiyetinin tuttuğu– şemsiye altında olması, o görüntünün “otokrasinin resmidir” yorumuyla sosyal medyada dolaşıma girmesi… Macron’un ıslanmayı ve şampiyon ülkenin başkanı olmasına rağmen kenarda kalmayı bozuntuya vermeme çabasıyla nafile sırıtışları…

Ve Hırvatistan cumhurbaşkanı Kolinda Grabar’ın yağmurla bütünleşerek iki dünya liderinden de, FIFA baronlarından da rol çalması. Çok iyi oynadığını teslim etmek lâzım. Sarılıp öpmediği, canım-ciğerim muhabbeti göstermediği kimse kalmadı. Görüntüler güzeldi, hakikat başka türlüydü.

 “Örümcek kadının öpücükleri” diyebilirdik, Manuel Puig’e, oyuna ve filme haksızlık olacak olmasa. Oradaki trajediydi, buradaki kaba güldürü. Eğlendiğimizi itiraf edelim bu arada.

Madem anmış olduk Örümcek Kadının Öpücüğü’nü, romanın sahne uyarlamasındaki “Spider Woman” şarkısını dinleyelim.

Onca tedbir, onca yasak, ama Pussy Riot sahada. Dile getirdikleri dört talep Putin Rusya’sının özeti. Ve çok tanıdık.

Pussy Riot sahada

Gelelim final maçının futbol dışı güzelliğine. Onca tedbir, onca yasak, ama Pussy Riot sahada –polis üniformasıyla geçmişler engelleri. O ânı Pussy Riot’ın facebook sayfasından okuyalım: “Şu anda sahada Pussy Riot’ın dört mensubu var. Bu protesto şu talepleri içeriyor: 1) Siyasi mahkûmlar serbest bırakılsın. 2) İnsanlar sosyal medyadaki ‘like’ları nedeniyle hapsedilmesin. 3) Siyasal gösterilerde gözaltına almalara son verilsin. 4) İnsanları sebepsiz yere tutuklamak için suç uydurmaktan vazgeçilsin.”  

Pussy Riot’ın dile getirdiği bu dört talep Putin Rusya’sının özeti. Ve çok tanıdık. Ve evet, nerede baskı varsa orada direniş de var. Pussy Riot Rusya’daki direniş mevzilerinden biri. Bu “cadı”ların gündoğumu, 2012’de, Moskova’nın en büyük katedralini işgal etmeleriydi. O günden bugüne üyeleri defalarca yargılandı, hapsedildi, ama efendisizlik elden bırakılmadı. Ve kupayı itibar-meşruiyet tazeleme fırsatı sayan Putin rejiminin gövde gösterisine çomak soktular. Azamet ve ama acz. “Her şeye hâkimim” derken, onca misafirli büyük şöleni polis kılığında basan eksik etekler… Şimdi biraz onları dinleyelim. Önce “Polis Devleti”ni, sonra da sonra “Kropotkin Votka”yı…

Güzel maçlar “kare as”ı

Güzel maçlar dedik, şimdi onlara bakalım… Gruplar evresi için “kare as”a ilk elde şunları yazabiliriz herhalde: Arjantin-Hırvatistan, İspanya-Portekiz, Almanya-Meksika, Almanya-Güney Kore.  

Hırvatistan’ın kupada ses getireceği, Arjantin’in ise tekleyeceği karşı karşıya geldiklerinde ortaya çıktı. İkisinin de sonraki maçları bu 90 dakikanın devamı gibiydi. 3-3’lük İberya derbisi Real-Barcelona kıvamındaydı, heyecan ve yarım düzine gol vardı, ama ikisinin de kafaya oynayamayacağının sinyali de vardı. Bkz. yedinci bölüm: “tiki-taka”dan “tiki-tiki”ye

Meksika, Almanya karşısında dahiyane oynadı, “şampiyon nasıl yenilir”i sahneledi. Önceki bölümde sözünü ettiğimiz “akordeon” tarzının yetkin örneğini vererek. Almanya, İsveç karşısında karaya oturmaktan son anda kurtuldu, tam yeniden yüzmeye başlayabileceğini hesaplarken Güney Kore’ye tosladı, hem de ne toslama.  

Almanya-Güney Kore grup maçlarının en dramatik olanıydı, çünkü gözler sahada, kulaklar İsveç-Meksika’daydı. Oradaki skor grubun ve Almanya’nın kaderini belirleyecekti. Çok uzun zamandır ilk defa, Almanya başkalarının ayağına bakıyordu.

Meksika’nın kazanması veya berabere kalması veya İsveç’in farklı galibiyeti, Güney Kore galibi Almanya’yı –İsveç’ten daha fazla gol atamadığı takdirde– grup ikinciliğine ve dolayısıyla 16’larda Brezilya karşısına düşürecekti. Almanya’nın Kore’ye takılabileceğini düşünenler parmakla gösterilecek azınlıktaydı. Ama onlar da beraberlik şıkkından öteye geçemiyordu.

90 dakikanın 0-0 bitmesi yeterince büyük bir sürprizdi. Kayıp zaman dakikalarında, herkesin aklında Lineker’in ünlü deyişi vardı, Almanya ne yapar ne eder, illa ki galibiyet golünü bulurdu. Tam tersi oldu, 90+’larda golü Güney Kore buldu golü, üstelik iki kez.  

Almanya’nın bu şekilde elenmesi, öznel açıdan, kupadaki “en büyük sevinç anları” kare asında yerini aldı. Diğer “as”lar: Nijerya maçında, bitime dört kala Rojo’nun –Maradona’yı kendinden geçiren– nefis volesi, Arjantin’in gruptan çıkması… Belçika-Brezilya maçının 2-1 bittiğini ilan eden son düdüğün sesi… Fransa’nın finaldeki dördüncü golü.

Eleme turlarındaki güzel maçların kare ası ise şöyle: Fransa-Arjantin, Belçika-Brezilya, Hırvatistan-İngiltere ve final. Fransa’nın 2-1 yenik durumdan üç harikulâde golle skoru 4-2’ye getirişi… Belçika’nın, satrançtaki tabirle, “rok” yaparak (bkz. beşinci bölüm) star karması Brezilya’yı mat edişi… Önceki iki maçı 120’şer dakika oynayan Hırvatların, beşinci dakikada yedikleri golle, adeta yenik başladıkları maçı müthiş bir dirençle uzatmalara götürerek nihayetinde lehlerine çevirişi… Ve final. Yarım düzine gol, her biri O. Henry öyküsü.     

“Üçü bir arada” goller

Gelelim güzel gollere. Grup evresindekilerin şampiyonu, hiç tartışmasız, Kroos’un 90+5’teki muhteşem golü. Hazırlanış dahiyane –o dakika serbest vuruşu defansta gedik açmak üzere paslaşarak kullanmak–, vuruş mükemmel, işlev hayat kurtarıcı. Üçü bir arada az bulunur. O golle Almanya son saniyede galip gelmekle kalmadı, kupaya havlu atmaktan kurtuldu. Güney Kore’nin büyük sürprizi olmasa o gol sayesinde gruptan çıkıp Brezilya’yla karşılaşacaktı.

Rojo’nun 86’daki volesinden söz etmiştik. O da “üçü bir arada”lardandı –Mercado’nun nefis ortasını hatırlayalım. Ve tabii Modrić’in Arjantin’e attığı gol. Önünü boşaltışı, vuruşu ve beraberliği kurtarmak için didinen Arjantin’in umutlarını bitirerek maçı koparması.

Dördüncü as için iki “dev” yarıştırmak isterdik. Messi’nin Nijerya maçında topu alışı, kontrol edişi, vuruşu enfesti. Ama Ronaldo’nun İspanya maçındaki frikiği GOAT’ın –tüm zamanların en büyüğü– ders kitabı golünü sollar her bakımdan.  

Bir maçın son vuruşu olarak kullanılan frikik… O mükemmel kavis ve topun beraberliği kurtaran gol olarak filelere takılışı. Ve öncesindeki ritüel: Yanaklarını şişirişi, şortunu kasıklarına doğru çekişi. Bu pozları –kelimenin en nötr anlamıyla– yakın çekimle milyar insanın izlediğini bilmesi –hatta o gösteriyi o nedenle yapması–, ama değme aktöre taş çıkartacak şekilde bu pozların içinde rolüne konsantre olması. Bu bakımdan, vuruşun nefasetinin ve işlevinin –son anda yenilgiyi önleyişinin– yanısıra, “hazırlanışı”, bu golü de üçü bir arada yapıyor.

Eleme turlarına gelirsek, güzel gollerin en başına Pavard’ın Arjantin maçını 2-2’ye getiren vuruşunu yazmak gerekiyor elbette. Zaten, resmen de kupanın en güzel golü seçildi o tarifi zor vücut hareketiyle –eski tabirle “topa yatarak”– vuruş, topun kendi ekseni etrafında döne döne filelere takılışı.

Öbür aslar ise şöyle: “üçü bir arada”lara enfes bir örnek olarak, final maçında Pogba’nın kaydettiği üçüncü gol… Kevin De Bruyne’ün Brezilya karşısında skoru 2-0’a getiren mükemmel şutu, onun öncesinde Lukaku’nun mükemmel top sürüşü ve pası… Ve Perisić’in İngiltere maçında beraberliği sağlayan kung-fu vuruşu…

Kare as böyle ama, pokerde “flush/ floş” diye de bir şey var, kare asa üstün gelen. Kupanın “floş”u Panama’nın yarım düzine yediği İngiltere’ye attığı şeref golü. “En güzel gol” tacını hak eden o, çünkü yarattığı sevinç öyle böyle değil. 6-0’dan sonra gelse bile, Panama’nın dünya kupalarındaki ilk golü…

En güzel asistler

En güzel asistler bahsinde, golle sonuçlanmamasına rağmen, Mbappé’nin Belçika maçında, topuk pası efsanesi Socrates’i hatırlatan şekilde, Giroud’ya verdiği bitirici pas unutulur gibi değil. Ve, hemen akla gelen Coutinho… Sırbistan maçında Paulinho’nun önüne düşürdüğü “şandel” pas.

Fakat yine de, bu bahsin şampiyonu, hilafsız Lukaku. Brezilya maçında ceza sahasının önünde aldığı topla yarı sahayı tank gibi geçip vuruş mesafesinde ve müsait durumda olan De Bruyne’e aktarışı… Ve Belçika’nın 2-0’dan çevirdiği Japonya maçında, skor 2-2’yken, ceza sahası içinde kendisine gelen topun üzerinden atlayarak arkasındaki Chadli’yi bomboş durumda kaleciyle karşı karşıya bırakması… Topa dokunmadan asist yapmanın, üstelik bunu maçın kaderini değiştirecek bir anda ve pozisyonda yapmanın nadide bir örneği…    

“En ballı asist yararlananı” diye kategori tesis edecek olsak, madalyayı Rebić’le Perišić paylaşır. Arjantin maçında kaleci Caballero’nun, finalde ise Lloris’in tahayyül ötesi asistleri onlara kısmet oldu, kupanın en “bedava” gollerine imza attılar.  

Söz kalecilere gelmişken iki kelâm da onlar için edelim. Resmen “en iyi” Courtois seçildi –Brezilya maçındaki müthiş kurtarışlarıyla büyük ölçüde. Bize kalırsa “en güzel file bekçisi” Subasić’ti. Penaltılara giden iki maçtan galip çıkan bir takımın kalecisinden söz ediyoruz. Danimarka karşısında üç penaltı kurtararak takımını çeyrek finale çıkaran, Rusya karşısında kırk küsur dakikayı sakat sakat oynayan, yarı finalde İngiltere’ye Trippier’in nefis frikiği dışında şans tanımayan bir kaleciden. 2008’de, o zamanki kulübü Zadar’ın bir lig maçında, uğursuz bir kazayla hayatını kaybeden takım arkadaşı Custić’in fotoğrafının basılı olduğu tişörtü kaleci kazağının altına giymeyi hiç ihmal etmeyen Subasić’ten.   

Güzel maçlar, güzel goller, güzel asistler… Güzel hocalar kare asını ihmal etmeyelim. Alfabetik sırayla: Didier Deschamps, Gareth Southgate, Janne Andersson, Oscar Tabarez. Dördü de saha içi ve saha dışı hasletlerinin yanısıra, takımlarının yaratıcısı. Dördü de oyuncularına, dahası rakip takımların oyuncularına müşfik davranan, saha kenarını stand-up sahnesine çevirmeyen hocalar. 

Güzel takımlar, acayip durumlar

Ve gelelim güzel takımlara. Bu bahisteki dört şövalyenin ikisi, kupada elde ettikleri derecenin de imlediği üzere, Hırvatistan ve Belçika. Onlara eski Yugoslavya-Afrika karması İsviçre’yi ekleyelim. İsveç’e kendi kalelerine attıkları golle 1-0 yenilip elenmeleri fena kısmetsizlikti.   

Dördüncüsü ve ama en güzeli Fransa’ydı. Ve en çok taşlananı. Taşlayanların kimliği bleu’lerin güzelliğine delalet. Üzücü olan, yaralayıcı olan “dostun attığı gül”. Öbürleri bildiğimiz ırkçı, milliyetçi kara çalmalar. Peki, kimdi bunlar, neydi dertleri?

Argümana dikiz: “Bu takım Fransızlıkla ve Fransa’yla alâkası olmayan Afrikalı paralı askerlerin takımı. Afrikalı olsaydım, finale kalan Afrika takımını tutardım! Avrupalıyım, finale kalan Avrupa takımı tutuyorum!” 

En başta sağcı ve/veya milliyetçi ve/veya ırkçı Fransızlar. “Ve/veya”lar mecburi ayrımlar: Bütün ırkçılar sağcı ve milliyetçi, ama bütün milliyetçiler ırkçı değil, bütün sağcılar da ırkçı veya milliyetçi değil. Ama konu futbol ve milli takım olunca, ortak paydaları “takımın (yeterince) Fransız olmaması”. Onların “Fransız”dan kastı beyaz, mümkünse katışıksız beyaz.

Fransa takımı ise renkli. Siyahı var, esmeri var, karışık beyazı var. Milli takımın bu renkliliği muhafazakârından liberaline, milliyetçisinden ırkçısına, değişen dozlarda, yoğunluklarda, Fransa sağına dert.  Yukarıdaki “yeterince” parantezi yelpazenin ılımlı sağ tarafına dair, milliyetçilikten ırkçılığa uzanan uçtaki bakışa göre ise milli takımın Fransızlıkla alâkası yok.

Nitekim o uç, final maçında Hırvatistan’ı tutmakla kalmadı, kimi temsilcileri açık bir çağrı yaptı: “Hırvatistan: Finaldeki yegâne Avrupa takımı. Sen kazan.”  

Riposte Laique (Laik Misilleme) adlı Fransız sitesindeki Gérard Brazon imzalı yazıda bu başlığın ardından gelen argümana dikiz: “Bu takım Fransa takımı değil. Fransızlıkla ve Fransa’yla alâkası olmayan Afrikalı paralı askerlerin takımı… Afrikalı olsaydım, finale kalan Afrika takımını tutardım! Avrupalıyım, finale kalan Avrupa takımı tutuyorum!”  

Fransa sağının uçbeyleri milli takımın renkliliğine böyle bir tepki gösterirken, dünyanın dört bir tarafında, bu renkliliği “Fransa’nın sömürgeciliğinin göstergesi” sayarak horlayanlar ve dahi kınayanlar vardı. Basbayağı uluslararası bir gündem, çok yönlü bir polemik konusu oldu bu garabet.  

Daha da acayibi, sağcılara mahsus bir “kafa” değildi bu, anti-Fransa’cı söylem sol cenahta epey yankılandı. İnanması zor, ama öyle. Yaralayan güller de o cenahtan geldi haliyle.  

Bir kısmı kafa karışıklığına yorulabilir, ama öyle dikenlileri ve zehirlileri var ki, insanın nutku tutuluyor, bir “boşunalık” duygusu çöküyor.

Profilinden solcu ve entelektüel olduğu hemen anlaşılan bir hesap şöyle bir tweet yazabiliyor mesela: “bu mbappe başta olmak üzere bütün fransızlar da dingil, adi, pislik. bunu da tarihe not ettim.”

İroni zannedenler yanılır, aynı hesaptan şu tweet de var Uruguay maçı öncesinde: “fransa’nın bu takımı da ağır pislik bi takım.”

Sosyal medyada ve Ekşi Sözlük gibi mecralarda bu minvalde yazıp çizen çok, ama onlar soldan konuşan insanlar değil, kerameti kendinden menkul “orantısız zekâ” iddiasında ve Fotomaç-Fanatik ve küfür kısaltmalı spor gazetesi bozuntusunun frekansında bir topluluk. Fakat bu adreslere bakıp sınırlı bir çevrenin, bir yaş grubunun tutumu sanmayalım. Anti-Fransacılık oldukça yaygın, sola da sirayet eden çok katmanlı bir siyasi-ideolojik hadise, futbola yansıyan hali böyle. Öbür katmanlar apayrı bir yazının konusu.   

Hangi Hırvatistan, hangi Fransa

Söz meclisten dışarıydı, şimdi içeri:  

Hırvatistan’ı tutanlar arasında, “sadakat ilkesi”ni, anti-Fransacılığı sömürgecilik üzerinden teorize ederek kuranlar hatırı sayılır bir ağırlıktaydı. Onlar, Fransız sağcıları gibi, Hırvatların beyazlığını değil, “masumiyetlerini” tutuyordu.

Gelgelelim, hangi Hırvatlar? II. Dünya Savaşı’nda Nazilerle işbirliği yapanlar mı, işgale direnen partizanlar mı? Bosna savaşında Çetniklerle işbirliği yapanlar mı, Bosnalılarla birlikte direnenler mi?

Sartre’ı analım: “Bir futbol maçında her şey, öbür takımın sahadaki varlığı nedeniyle karmaşıklaşır.”

Hırvatistan’ın dünya ikinciliği üzerine Zagreb’de yapılan resmi kutlamaya davet edilen faşist metal grubu Thompson mı, tefrikanın yedinci bölümünde yer verdiğimiz punk rock grubu Pips, Chips & Videoclips mi?

Sahadaki Hırvatlara bakalım. İngiltere maçı öncesinde, Serebnica katliamının yıldönümü olan 11 Temmuz’da, Bosnalı kadınlara dayanışma mesajı gönderen Subašić mi, ikinci yarının başlarında sahaya giren Pussy Riot protestocularından birini Rus polisinden önce davranarak yere seren Lovren mi?

Lovren öyle yaparken Mbappé başka bir boyuttaydı. Orta yuvarlakta Pussy Riot eylemcisiyle karşılıklı “high five” / “çak-çak” yapıyordu. Sırf o jest için Mbappé’nin oynadığı takım tutulmaz mı?

Aynı Mbappé’nin kendisine verilen şampiyonluk primini, 400 bin avroyu “milli takımda oynamak için para alınmaz” diyerek engelli ve hasta çocuklara spor yapma imkânı sağlayan Premiers de Condée örgütüne bağışlamasını da bir kenara yazalım.

Ve Uruguay maçında attığı gol sonrasında, Atletico Madrid’deki Uruguaylı takım arkadaşları Godin ve Gimenez’e saygısından ötürü, sevinç gösterisi yapmayan Griezmann’ı. Ve hep birlikte “N’Golo Kanté” şarkısı söyleyen oyuncuları ve hocayı. Hocanın şarkıyı söylerken Kanté’nin başını okşayışını… “Tat” şiarı gereği, o takım tutulmaz mı?

Geçen bölümde seyretmiştik, bir daha seyredelim:

 Mavi Enternasyonal

Fransa’nın sömürgeci geçmişi, evet, var. Şimdi de post-kolonyal artı neoliberal düzen, evet, var. Ama geçmişten söz edeceksek, 1789 var, ondan yaklaşık yüz yıl sonraki Paris Komünü var, ondan yaklaşık yüzyıl sonraki ‘68 Mayıs’ı var.

Nazileri Paris’e buyur eden Vichy hükümeti varsa, rezistans da var –Camus’sü, Sartre’ı, Beauvoir’ı, Beckett’ı ve nicesiyle… Cezayir’e “çökertme harekâtı” varsa, buna “vatan haini” sıfatını üzerine alarak karşı çıkan, Cezayir’in bağımsızlığını savunan bir sol muhalefet var.  

Bugünden söz edeceksek, dünya genelinde yükselişte olan sağ dalganın Fransa’daki temsilcileri var, onların ırkçılıkları, milliyetçilikleri, dışlayıcılıkları ve artan oy oranları var. Ama öte yandan, neoliberal AB anayasasına geçit vermeyen, 1789’un “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkelerine, Paris Komünü modeline, ‘68 Mayıs’ının ufkuna bağlılığını kitlesel gösterilerde, 1 Mayıs’larda, sık sık çıkılan grevlerde haykıran, envai renkte ve çeşitlilikte bir Fransa solu var.

Sarri’nin şu sözünün Dünya Kupası’nın son düzlüğüne denk gelmesi manidardı: “Futbol bir spor değil, oyundur.

Fransa solu elbette “melez” blue’leri tutuyordu, renk-din-köken ayrımı gözetmeyen eşit yurttaşlık fikrini temsil eden mavi formayı. Aynı zaviyeden bakmak için Fransa yurttaşı olmak gerekmiyordu. Hele 1789’u, Paris Komünü’nü, 68 Mayıs’ını yerel değil evrensel addedenler için o mavi forma Fransa’nın ötesinde bir evrenselliği, bir enternasyonalizmi temsil ediyordu.

Tefrikaya Manic Street Preachers’ın “International Blue”suyla başlamıştık, onunla bitireceğiz elbette, ama sözün burasına “Liberté, Egalité, Mbappé” şarkısı yakışır mı yakışır:

2018 kupasında Mavi Enternasyonal’in temsilcileri arasında öne çıkan, öne çıkmakla kalmayıp şampiyon olan Fransa’ydı. 2022’de, kim bilir kim olur… Tefrikanın yedinci bölümündeki ayrıntılı döküm, en büyük adayın yine Fransa olduğunu gösteriyor. Ama meşin yuvarlak bu, Hırvatistan’ın final oynayacağını kupa öncesinde kim kestiriyordu ki? Şimdi de, mesela Meksika’nın 2022’de final oynamayacağı, hatta kupayı almayacağı nereden malûm?

Spor değil, oyun

Fakat, bütün bunlar bir yana, bu kupanın en büyük güzelliği, şimdiye kadarki bütün kupalar gibi, her şeye –klişenin tam yeri: futbol sadece futbol değildir– yeni baştan bakmaya vesile olması. Evet, şu konuştuğumuz konu ne?

Napoli’ye oynattığı oyunla hocalığı temayüz eden, bu yaz sansasyonel denebilecek şekilde Chelsea’nin başına geçen Maurizio Sarri’nin şu sözünün Dünya Kupası’nın son düzlüğüne denk gelmesi manidardı: “Futbol bir spor değil, oyundur.

Evet, konumuz bir oyun, konuştuğumuz o. Namı da öyle zaten: Güzel oyun. Ve evet, endüstrileşmiş bir oyun. Endüstrinin ve eşlikçisi finansın kurallarına tabi. Büyük liglerden, kulüplerarası şampiyonalardan Dünya Kupası’nın farkı, futbolun hâkim yapısına, işleyişine bir parantez açması. O parantezde olup bitenler, parantezin öncesindekilerden etkilendiği gibi, parantez sonrasını da etkiliyor elbette.

Süreklilik malûm. Dünya Kupası bir kopuş ânı, birkaç haftalık bir parantez. Leonard Cohen’in ünlü şarkısındaki gibi, bir “çatlak”, “ışık oradan sızıyor”. Misal: Oynamak için para alınmasının –hâlâ– muteber olmadığı, ayıp karşılanabildiği bir iklim. Bu, eski kuşaklara dair, miadı dolmuş bir anlayış değil. 19 yaşındaki Mbappé “milli takımda oynamak için para alınmaz” derken çölde konuşmuyor.

Evet, endüstri yerli yerinde. FIFA’sıyla, sponsorlarıyla, futbolcu borsasıyla, TV yayınlarıyla, reklam sağanağıyla bu parantezin içinde, makine işliyor bir yandan. Ama başka şeyler de oluyor. Makinenin işleyişi daha bir göz önüne geliyor. Kupa küreselleştikçe her düzeydeki çelişkiler daha bir açığa çıkıyor. “Topun sahibi kim?” meşru bir soru olarak küresel yaygınlık kazanıyor. “Böyle olmasın, şöyle olsun”ların kapıları açılıyor. “Topun sahibi kim?” 2022’ye geldiğimizde daha yakıcı bir soru haline gelebilir, 2018 onun sinyalini veriyor.

Topun şimdiki sahipleri de bu resme bakıyor, bu parantezi okuyor. Elleri armut toplamayacak. Sartre’ı analım: “Bir futbol maçında her şey, öbür takımın sahadaki varlığı nedeniyle karmaşıklaşır.” Bu bağlamda, “öbür takım” onlara göre “biz”, bize göre “onlar”.

Kupa parantezi kapandı, şimdi “önümüzdeki maçlara bakacağız”. 2022’de kim bilir nasıl bir parantez açılacak. Onu bugünden kestirmek zor, ama dünya futbolunda her şeyin daha da karmaşıklaşacağı aşikâr.   

Takım tutmanın kırk rengi

Başka bir karmaşıklığa geçelim, takım tutma meselesine… Dünya Kupası öyle bir parantez ki, 77 millet aynı anda aynı sahneleri izliyor ve –ama gevşek ama sıkı– taraf oluyor. Her burç kendisine bir ya da birçok “yükselen” beğeniyor, bazen burçlar bile değiştirilebiliyor. Bunlar her kupada yeniden, yeniden yaşanıyor. Bir önceki kupada falan yükseleni/yükselenleri olan, filan yükselen/yükselenler edinebiliyor. Burç değiştirenler eski burçlarına dönebiliyor, asla değiştirmem diyenler değiştirebiliyor. Kupadan kupaya da değil, maçtan maça, hatta maç esnasında bile olabiliyor.  

Öyle ya da böyle, nihayetinde herkes bir seçim yapıyor. Kendi ülkesinin yanısıra, falanca ülkeyi değil de filanca ülkeyi tutuyor, bazen kendi ülkesini değil, başka ülkeyi, ülkeleri tutuyor. Kimisi tuttuğu takım illa kazansın istiyor, “her yol mübah” diyor, kimisi “biz kazanmak için sevmiyoruz ki” diyor. Kimisi tutmadığı takımı rakip değil, düşman görüyor, nefret ediyor. Kimisi tutmadığı takımı da sempatik bulabiliyor, en azından antipati duymuyor, tuttuğu takım karşısında galip geldiğinde şapka çıkarabiliyor, mağlup olduğunda halden anlıyor. Ezcümle, taraf tutmak da çeşit çeşit.

Şu da var tabii: Özdemir Erdoğan’ın şarkısındaki gibi, “sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir”.    

Tefrikaya başlarken, bu bahiste üç ana ilke sıralamıştık: Sadakat ilkesi, Kamerun ilkesi, bale ilkesi. Ve bu üçünün sağlaması olarak Camus ilkesi. O üç ana ilke pekâlâ birbirleriyle çelişebilir. Sadakat ilkesi “a takımı” der, Kamerun ilkesi “b”, bale ilkesi “c”. Camus ilkesinden bir veto yoksa, gel de çık işin içinden. Gelgelelim, son kertede, ister istemez sadakat ilkesi ağır basar, bir toplumsal formasyonda iktisadi ilişkilerin son kertede siyasete ve ideolojiye ağır basması gibi.

Obrador’un seçim zaferinin ertesi gününde, milyonlarca Meksikalı Brezilya maçını seyrediyordu. Zapatistalar da ekran başındaydı. Kupayı baştan sona onlar da izledi. Başka bir gözle elbette.

Ve fakat sadakat ilkesi dediğimizde kırk renk iç içe. “Nedensiz sevmek” onlardan biri. Büsbütün “nedensizlik” diye bir şey yok tabii. Bilincin bir tarafında, bilinçdışının başka bir tarafında, bir iz, bir imge, bir ses, bir anı, bir zevk…

“Zevk”te duralım. “Oyun” dediğimiz yerde aynı zamanda “zevk” demiş oluyoruz. Aslolan oyun zevki. Seyir zevki. Sevmenin zevki. Kazanmanın zevki. Ama bu sonuncusu skor ile özdeş değil, diğer zevklerle iç içe. Öbür zevklerdeki eksiklik kazanmanın zevkini de eksiltiyor. Mesela çirkin bir oyun. Mesela haksız bir galibiyet. (Bu kupa güzelliğini en başta VAR’a borçlu.) Bu öyle bir zevk ki, iç rahatlığıyla “galip sayılır bu yolda mağlup” dendiğinde de yaşanıyor. Dönüp dolaşıp “yol”a geliyoruz: Yolun zevki. Yoldaşlığın zevki. Takım tutmak da dönüp dolaşıp oraya bağlanmıyor mu?     

Fiesta        

2022’den bahsederken Meksika’yı anmıştık. Oraya uzanarak sözü bağlayalım. Sol aday, ”Yenilenme Hareketi”nin (Morena) lideri Obrador’un seçim zaferinin ertesi gününde, milyonlarca Meksikalı Brezilya maçını seyrediyordu. Zapatistalar da ekran başındaydı. Kupayı baştan sona onlar da izledi. Başka bir gözle elbette.Nasıl bir gözle izlediklerini, 4 Temmuz’da, Brezilya maçından iki gün sonra yayınladıkları “Büyük Final” başlıklı bildiriyi, tefrikanın son bölümüne bırakalım. Ama bu bölümü o metnin şu cümleleriyle noktalayalım:

“Hayal meyal hatırladığın şarkıda dendiği gibi, az önce sona eren gösteri ‘asil ile ayaktakımını, onurlu ile solucanı’ bir araya getirdi. Kısa bir süreliğine eşitlik üstünlüğe hükmetti. Ne var ki, karşılaşmanın bittiğini ilan eden son düdük herkesi yerli yerine gönderdi. Eşitmiş gibi yapmaya paydos. Ve bir kez daha, ‘akşamdan kalmanın verdiği sersemlikle / fakir fakirhanesine / zengin servetine / papaz cemaatine / iyi ve kötü yerli yerine / yoksul fahişe kapı eşiğine / zengin fahişe gül bahçesine / paragöz muhasebe defterlerine’…”

Bildiri çift imzalı. İki “subcomandante”, Moises ve Galeano. Marcos’un yeni adı o: Galeano. İşte buna kadeh kaldırılır. Anılan şarkının eşliğinde: Katalan şarkıcı-şarkıyazarı Joan Manuel Serrat’nın “Fiesta”sı…

^