Ege depremi İzmir’in yeni kent merkezi olarak belirlenen alanlarından Bayraklı’ya yıkım ve ölüm getirdi. Buna zemin hazırlayan rant ve kâr odaklı yapılaşmanın arka planını, bölgenin yok sayılan doğal yapısını ve değiştirilen dokusunu Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi yönetim kurulu üyesi Zafer Mutluer’den dinliyoruz.
Ege depremi özellikle İzmir’de Bayraklı’yı etkiledi. İlçede birçok bina yıkıldı, ayakta kalanlar da ağır hasarlı. Bayraklı nasıl bir yer? İki dere arasına kurulmuş bir yerleşim olduğunu öğrendik…
Zafer Mutluer: Merkez üssü Seferihisar açıkları olsa da deprem o bölgeyi denizin kabarması biçiminde etkiledi. Zeminin daha yumuşak, anakaranın daha derinlerde olduğu alüvyon arazilerde çok ciddi hasara neden oldu. Özellikle Bayraklı hattında ciddi hasar oluştu. Burada tamamen çöken, kısmen çöken ve yatan binaların dışında, birçok yapının hasar aldığı görülüyor. Bunlar ağır hasarlı mı, orta hasarlı mı, hangileri yaşanılır durumda, bilmiyoruz. Teknik bir araştırma konusu bu ve yetki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda.
Geçmişte tarım alanıydı Bayraklı. 1950’li, ‘60’lı yıllarda yapılaşma başladı. Bölgenin toprak yapısını oluşturan, zeminini belirleyen şey akarsulardı. Buradaki tarımsal niteliği sağlayan ve besleyen doğal unsurlardı. ‘50’lerde, ‘60’larla yapılaşma planlı bir şekilde gelişti. Kritik ve sorunlu olan da bu: O planların sonucunu yaşıyoruz bu depremde. Çünkü o planlar revize edilerek, yeniden onaylanarak ve hatta yapı yoğunlukları artırılarak bugüne kadar getirildi. Günümüzde, sahil hattında yüksek yapıların olduğu, İzmir’in yeni kent merkezi olarak belirlenen bir alan Bayraklı. “Bu yüksek yapıları, bu denli yoğunluğu, bölgenin zemin yapısı, ulaşım altyapısı kaldırabilir mi” sorusu çokça soruldu, tartışıldı. Bugün, günümüz teknolojisiyle her zemine, her bina yapılabilir, ama bu binalarda her insan yaşayamaz. Kritik nokta burası. Yerleşilmesi güç ve maliyetli zeminlerde yapılan konutlar yüksek değerler taşır, yüksek rant değeri oluşur bu alanlarda. Bu alanlarda müteahhitler ve şirketler kendi çıkarları doğrultusunda planlama yapabiliyor. Yerel ve merkezi yönetimler de bu şirketlerin çıkarları doğrultusunda konut politikalarını ve hatta imar planlarını yönlendirip, şekillendirebiliyor. Oysa yapılması gereken, bir kenti planlarken toprak yapısından sosyo-ekonomik durumuna, kalkınma ihtiyaçları ve doğal etmenlere kadar her şeyin göz önünde bulundurulmasıdır. Birçok farklı alandan bilimsel çalışmalar bu planlara yön verir, biz de bu çalışmaları imar planıyla bütünleştiririz. Bütünleştirilen planların harcı toplum, kamu yararı olmak zorundadır. Kâr hırsı devreye girdiği zaman ne yazık ki, bugünküne benzer felaketlerle karşılaşıyoruz.
Bayraklı hattında kamunun mülkleri vardı, onlar peşkeş çekildi. Sanayi alanları vardı, onları da müteahhitler aldı. Çalışma alanı olarak belirlenmiş yerler imar planlarında konuta çevrildi.
Bayraklı’da yapılaşmanın merkez-yerel sermaye eliyle, planlı bir şekilde eşitsizliği derinleştirecek biçimde ilerlediğini anlattınız. Ranta hizmet eden bu planları, planların oluşturulma süreçlerini, işleyişi biraz açar mısınız?
Bayraklı bölgesinde nüfus ve yapı yoğunluğunun yıllara yayılarak sürekli artırıldığını görüyoruz. Yaklaşık iki-iki buçuk yıl önce, İzmir Büyükşehir Belediyesi Adalet ve Manavkuyu mahallelerinde bir imar planı revizyonu yaptı. Bu revizyon bölgenin konut stokunu dönüştürecek birtakım müdahaleleri içeriyordu, ama bu müdahalelerin yapılmasına koşul olarak yoğunluk artırımını öne sürüyordu. Bu bölgedeki binalar yıkılabilir, yerine yenileri yapılabilir tabii, ama dediğim gibi, böyle bir zeminde o yasal çerçeveye ya da bilimsel bilgiye dayanarak yapılan binalar sadece belli bir ekonomik sınıfa hizmet edecektir. Bunu herkesin üstlenmesinin olasılığı yok. Sonuç olarak, sürekli bir yoğunluk artırımı ve daimi bir kâr girdisi Bayraklı’yı şekillendiren unsur haline geldi. Dolayısıyla, giderek nüfusu ve yapı stoğu yoğunlaşan bir yer haline geldi Bayraklı. Binalar birbirine o kadar yakın ki, biri devrildiğinde diğerinin etkilenmeme olasılığı yok. Depremle beraber zaten doluluk-boşluğun ne kadar önemli olduğunu da gördük. Depremden sonra bir gözlem çalışması yaptık. Ne kadar yeşil alan varsa bu yeşil alanları afet toplanma alanına dönüştürmüşler. Şimdi gidin bakın, deprem sonrası afet toplanma alanı olarak belirlenen yeşil alanların birçoğu bahsettiğimiz riskli binaların yan tarafında hemen. Bu nedenle bazılarını şeritlerle kapatmışlar, girilemiyor. Çünkü riskli. Yüksek katlı inşaatların yanında da afet toplanma alanları var, ama oralara da erişemiyorsunuz. Yıkılma riski olduğu için tedbir olarak kapatmışlar. Afet toplanma alanlarında sadece bir boşluk-doluluk sorunu yok. Buralarda temiz su, tuvalet gibi ihtiyaçlar da hayati önemde. Kaç kişi bu toplanma alanlarında olacak, ne kadar nüfusa ne kadar yemek götürülecek, bunlar nerelerde, hangi araçlarla sağlanacak? Bütün bunların tespit edilmesi gerekir. Mesela, bugün şunu bilmiyoruz: Şu an evine giremeyen kaç insan var? Bunların kaçı sokakta? Yazlığı olanlar gitmiş olabilir ya da bazılarına akrabaları yardımcı olmuş olabilir, ama şu an sokakta kalan insan sayısı kaç? Bunlar belli değil. Haliyle ne kadar hizmete ihtiyaçları olduğu da belirsiz. Bu da yardımların ya eksik ya da fazla olmasına neden oluyor. Bir kısmı da göstermelik yapılıyor. İlk günlerde yardımların kamera önlerindeki alanlarda yoğunlaşması, bazı mahallelere yardımların geç gitmesi de bundan kaynaklı.
Kentteki yapılaşma bu depremde kriz yönetimini de engelledi yani.
Deprem günü Bayraklı’ya ambulans, itfaiye ve ulaşması gereken diğer görevliler ulaşamadı. Çünkü o gökdelenlerde bir mahalleyi dolduracak kadar insan var. Onlar bir an önce başka yerlere gitmek istediler ya da buraya dönenler oldu ve burası kilitlendi. Oysa bu tür bir doğal afet olduğunda itfaiyenin, ambulansın, ilgili ekiplerin gelebilmesi, hareket edebilmesi için ulaşım ve erişim kararına ait ana bir politika olması beklenir. Burada ilk anda her taraf tıkandı, hiçbir yere erişilemedi. Bu tıkanma olmasa yardıma ihtiyaç duyanlara hızlıca müdahale edilebilirdi. Belli hatlara erişim kısıtlanabilir, bu akslar aynı zamanda bölgeye müdahaleye yoğunlaşmayı sağlardı. Ama böyle bir yaklaşım söz konusu olmadı. Kervan yolda düzülür mantığı var. En fazla bir dakika sonrası düşünülüyor. Bütün bu bölgeyi yıkıp, sağlam binalar veya gökdelenlerle de doldurabilirsiniz, bunlara bir şey olmayabilir de, ama olağanüstü bir durumda yine kilitlenir burası.
Bayraklı’da bazı yapıların yapı bazlı sorunları olduğunu, denetim mekanizmalarından kaçırıldıklarını gördük. Türkiye’de, iskân yapı sorununun yenilenmesinin yegâne koşulu müteahhitlerin sağlayacağı kâr. Böyle bir yaklaşım var. Konut bir hak olarak, barınma hakkı olarak tarif edilmiyor. Kâr, üretim sürecinin bir unsuru olarak tarif ediliyor. Böyle olduğu sürece, kentler sürekli yoğunlaşıyor ve olağanüstü bir durumda da kilitleniyor. Bugün Bayraklı’da olduğu gibi.
Türkiye’de depremlerden sonra yıkımın yaşandığı bölgelerin ranta açıldığı biliniyor. Van depreminden sonra evsiz kalanlar için evler inşa edileceği vaat edildi, yapılan konutlar fahiş fiyatlara satıldı mesela. Burada da böyle bir tablo ortaya çıkar mı, emareleri var mı?
Bayraklı’da hasarlı binalar yıkılacak, yenileme yapılacak. Nasıl yapacaklar, bu evler kime gidecek? İktidar da ana muhalefet de açıklamalar yaptı, ikisi de aynı doğrultuya işaret ediyor. Muhalefet “kentsel dönüşüm lâzım” dedi, iktidar “rezerv alanlar var, evinde barınamayanları buralara taşıyacağız, buradaki yapıları yenileyeceğiz” dedi. Aynı pencereden bakıyorlar. Konut hakkından söz eden yok. Sağlıklı ve güvenli konut bütün yurttaşların hakkı. Bunun eşit ve ücretsiz bir biçimde sağlanması gerekir. Ama bugün burada da gidişata müteahhitler yön veriyor. Bazı şirketlerin hisseleri arttı. Geçmiş örneklerde olduğu gibi ilerliyor her şey.
Geçmişte tarım alanıydı Bayraklı. 1950’li, ‘60’lı yıllarda yapılaşma başladı. Bölgenin toprak yapısını oluşturan, zeminini belirleyen şey akarsulardı. Yapılaşma planlı bir şekilde gelişti. Kritik ve sorunlu olan da bu: O planların sonucunu yaşıyoruz bu depremde.
İmar planları inşaat şirketlerinin arzusuna göre mi şekilleniyor yani?
Mevcut onaylı imar planlarında İzmir’de bugünkü nüfusun neredeyse iki katını barındıracak bir nüfus hedefi var. Bugünkü onaylı imar planları yaklaşık sekiz milyonluk bir nüfusu kaldırabilecek durumda. İzmir’de şu anda konut fazlası var, ama bu fazlalığa rağmen sürekli yoğunluğu artıran ve yeni inşaat alanları yaratan bir imar planı politikası mevcut. İhtiyaç olmayan bir şey üretiliyor. İhtiyaca karşılık gelmiyorsa bir yatırım aracına dönüşüyor. Yatırım için yapılan her şeyde, doğası gereği, yatırımcı yatırdığının fazlasını almak ister. Bu durum İzmir’de konut fiyatlarını ve kiraları da uçurmuş durumda. İzmir’in imar planlarını, konut üretim süreçlerini tetikleyen unsurlardan biri bu. “Buradaki konutta şöyle bir kesim yaşar, şurada şunlar kalır” diye bakan bir vizyon dahi yok. Kapitalizmin temel mantığı dahi işlemiyor. Cebinde parası olan müteahhit kendisi için en kârlı alan neredeyse ya da talep nerede yoğunlaşıyorsa oraya bir şey yapıyor. Bayraklı hattı son yıllarda böyle bir alan haline geldi. Kamunun mülkleri vardı, onlar peşkeş çekildi. Sanayi alanları vardı, onları da müteahhitler aldı. Çalışma alanı olarak belirlenmiş yerler imar planlarında konuta çevrildi. Artı değer potansiyeli birikmiş olup o artı değere ulaşamadıklarında, imar planlarına başvurdular. Esas tetikleyici unsur bu.
Bu yapılaşma kentteki yaşamı nasıl etkiledi, nasıl bir dönüşüm yarattı?
2014’ten bu yana İzmir’de kent yaşantısı, kent kültürü, kentin dokusu değişti. Biz bunu “İstanbullaşma” olarak tarif edip, mücadele edilmesi gereken bir konu olarak ele almıştık. Ulaşım politikalarında da İstanbul’da yapılanlar oluyordu, tünel ve kavşaklar inşa ediliyordu, köprü projeleri gündeme gelmişti, gökdelenler ve kapalı konut siteleri inşa ediliyordu. Bunda İzmir’in yerel yönetimlerinin de payı yüksek; Urla’da Sanat Pazarı’nın açılması, Alaçatı Ot Festivali vesaire bunun parçası aslında. Bunlar İzmir’in insanına yönelik değil, İzmir’i dışarıya pazarlamanın araçlarıydı. Bununla birlikte Folkart, Mahall Bomonti, Dap Yapı gibi inşaat şirketleri buralara geldi. Folkart’ın Folkart Time projesinin bir reklam filmi var mesela. Videoda bir adam işine sürreel bir hızla gidiyor, boyozunu arabada giderken ağzına tıkıyor falan. Bir yıl İstanbul’da çalıştım, işe yetişme telaşıyla evden fırlayan, makyajını otobüste yapan insanları gördüğümde şaşırmıştım. İzmir’in de böyle olabileceğini söyleyerek bu yapıları pazarlıyorlar. Oysa İzmir’de boyoz öyle arabada falan yenmiyor. Çalışanlar koştur koştur bir yere gitmiyor. Alsancak, Çankaya, Konak hattında ofisler var, insanlar öğle arasında bir AVM’de ya da kafede oturarak geçirmez vaktini, denize karşı sigarasını tüttürür, çayını içer, boyozunu alıp orada bir çay bahçesinde yer. Durum buyken başka bir kültürü İzmir’e dayattılar. “Sen aslında bu olmalısın, böyle yaşamalısın, yaşayacaksın” dediler ve bunu yaşatmak için geldiler. İzmir’deki çalışma koşulları da değişti haliyle. İstanbul’daki esneklik, güvencesizlik, çalışma hayatındaki basınçlar buraya da geldi. Bu yoğunluk trafiği de artırdı. Trafik İstanbul’u dönüştüren faktörlerden biridir. İnsanda stres yaratır. İzmir’de insanlar yazlığına giderken, “yarım saatte Foça’ya gideyim hızlıca, herkesi sollayayım, oradan başka yere gideyim” demezdi. Foça’ya gidecek kişi yol üstünde çeşitli yerlere uğrar, bir köy kahvesinde çayını içer, gider denizine girer, sonra geri dönerdi. Şimdi bambaşka bir yaşam biçimi İzmir’e dayatılıyor. Kentle ilişki de dönüşüyor.
Mülkiyet sahibi sıradan vatandaş da, onu bir artı değere dönüştürecek sermayedar da toprak parçasından maksimum fayda elde etmek istiyor. Toprak kârın konusu olduğu sürece toplum kaybediyor.
Özellikle 2014 tarihini verdiniz, neden?
Merkezi iktidarla bağını kuran sermaye sınıfı İzmir’i aslında cezalandırmıştı. 2011-12’de ise iktidarla bağı olan sermaye sınıfının yerel yönetimle arayı düzelttiğini, bu üçlünün İzmir’de birtakım işlere giriştiğini görebiliyorsunuz. 2014’le birlikte bu çok çıplak hale geldi. Yani bu tarih bir milat değil, 2011-12 gibi bu ilişki yeniden kuruluyor, ama 2014’te bir hızlanma görüyoruz. İzmir’deki temel kent mücadeleleri de bu yıllardan sonra ortaya çıktı.
Bu yıllarda İzmir’e ciddi bir göç de oldu, değil mi?
İstanbul’dan 16 bin kişinin buraya geldiğine dair veriler var. Bir noktadan sonra takip edilebilir olmaktan çıktı. Ama evet, o yıllar İzmir’in göç de aldığı dönem.
Ne yapmalı, bugünden yarın için nasıl bir ders çıkarmalı?
Mülk sahibi sıradan vatandaş da, onu bir artı değere dönüştürecek sermayedar da toprak parçasından maksimum fayda elde etmek istiyor. Toprak mülkiyetin ve kârın konusu olduğu sürece, toplum kaybediyor. Konut üretimi de kentlerin planlanması da kamucu bir perspektifle, toplum yararı gözetilerek yapılmalı. Sonuçta, depremden kaçmanın imkânı yok, bu doğal bir olay, ama deprem gibi doğal olaylardan zarar görmemenin birkaç yolu var. Bu bilimsel bilgiye sahibiz. Dereleri betonlar içine alırsanız zarar görürsünüz. Derelerin üzerine yapılaşma yaparsanız, zarar görürsünüz. Sorunlu alanları yapılaşmaya açar, yapımı ve denetimi paragöz birilerine teslim ederseniz, olmaz bu. Bugün konut üretim süreçleri de denetim de piyasanın insafına bırakılmış durumda. Oysa yapılması gereken, konut üretiminin kamucu bir yaklaşımla ele alınması, bu ülkenin yurttaşlarına olabildiğince eşitlikçi bir biçimde konut sağlanması. Zorunlu olan bir şey hak olmak zorunda, hak olan bir şey de kamu hizmeti olarak ücretsiz bir biçimde sağlanmalı; aynı şey ulaşım için, aydınlanma için, temel gıda için de geçerli. Konut temel bir ihtiyaç ve kârın konusu olmamalı. Kârın konusu oldukça eşitlikçi olmaktan çıkar, alt sınıflar bu ihtiyacını karşılayamaz, karşılasalar da güvensiz bir biçimde karşılar. Bugün bu güvensizliğin sonuçlarını yaşıyoruz.