Rap yükselişte, üretim doludizgin. Güzide sanatçılar, ses getiren işler pıtrak gibi. İlk kez Nisan 2018’de “Minvalde” ile sesini duyuran Rinxlaya pandemi günlerinde peşpeşe yayınladığı şarkılarla ferahlatıcı nefes oldu. Şiirle, punk’la, evdeki Pink Floyd kasetleriyle, Ümraniye sokaklarına yaptığı grafitilerle yola çıkan, anafora kapılmayarak özgünlüğünü koruyan, hiphop’u kadın hareketiyle buluşturan Rinxlaya’yı, en son 25 Aralık’ta çıkardığı “B12”yi vesile ederek huzurlarınıza getiriyoruz. Express’in güz sayısından naklen…
Hiphop kültürüyle nasıl tanıştın, nasıl bir tedrisattan geçtin?
Rinxlaya: İstanbul’da doğdum. Türkiye’de hiphop’un yükselişte olduğu 2000’lerin başında, Ümraniye’de görece muhafazakâr bir çevrede yaşıyordum. İlkokul ve ortaokul dönemlerim sokakta grafiti yaparak geçti. Her duvara bir şeyler çiziyordum. Hiphop kültürünün içindeydim, ama daha görsel tarafındaydım. Etrafımızda birçok “crew” vardı. Benzer ilgi alanlarına sahip insanlarla sokakta karşılaşıyorduk. O dönem, rap dinleyicileri bulabildiği imkânlarla, evde çubuk mikrofonla da olsa rap yapmaya çalışıyordu. Süreçlere aşinaydım, ama birkaç deneme dışında işin müzik tarafında pek yoktum. Legal olarak boyadığımız duvarları bile belediye kapatıyordu. Dükkân sahibiyle anlaşıp bir duvara grafiti yapıyorsun, ertesi gün belediye gelip duvarı boyuyor. O zamanlar tepkileri pek idrak edemiyordum. Sadece sokak kültürünün içinde varolmak ve grafiti yapmak hoşuma gidiyordu. Tepki alacağımı hissettiğim noktada görünmez olmayı tercih ettim. Bu yüzden kimsenin tepki veremeyeceği saatlerde grafiti yapmaya çıkıyordum. Bazen akşam, bazen sabahın köründe. Ailem beni baskılamadı. Ne yaşamak istiyorsam yaşamama, kendime özsaygımı yitirmeden dünyayı deneyimlememe izin verdi. O zamanlar YEK diye bir mahlas kullanıyordum. İmkânlarım da kısıtlıydı, marker kalemlere ulaşamıyordum. Ucu süngerli ayakkabı boyaları vardı. Ayakkabı boyasını boşaltıp içine mürekkep doldurup tag atıyordum. Son yedi yıldır dijitalde GubbbishGubbish ismiyle üretiyorum. Rinxlaya mahlası ise 2018’de ortaya çıktı, fonetik olarak düşünülmüş anlamsız bir kelime.
Hiphop kültürünün müzik boyutuyla ilgilenmeye başlaman nasıl oldu?
Zaten iyi bir dinleyiciydim, hiphop konusunda çok araştırma yapıyordum. Ne bulursam dinliyordum. Eyedea, Sage Francis ve Anticon’la karşılaşmam ufkumu çok genişletmişti. Aynı zamanda babamın Pink Floyd kasetleriyle de haşır neşirdim. Türkçe rap de dinledim, punk dinlediğim bir dönem oldu. Türkiye’de bir dönem yükselen punk gruplarının hepsini dinledim diyebilirim. Cemiyette Pişiyorum, Less, Düz Mantık… Türkiye’de hâlâ çok iyi punk müzik yapan gruplar var. Bam Bam Bam, Padme, Asperger… Mevzu Records bünyesinden çok iyi albümler çıkıyor. Tür konusunda kendimi hiç kısıtlamadım. Bugün de belli bir Rinxlaya formu yok. Sürekli dönüşüm halinde, belli bir kalıba girmeye çalışmayan bu hal o dönemlerin bir yansıması olabilir.
Geçenlerde Ahmet Telli okuyordum, “Ne zaman birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum” dizesine denk geldim. Bu benim kafamda bir resim gibi. İstanbul’da yaşadığım tedirginliği daha iyi resmeden bir şey yok.
Müzik üretme kararını almanda neler etkili oldu?
2017-2018’de evde kendi kendime denemeler yaparak başladım. Küçük bir ev stüdyomuz vardı, orada rap yapmaya çalışıyordum. Bu kayıtları yayınlamayı düşünmüyordum. Rap yapmayı denemek çok zevkliydi. İlk şarkım Herkestam’ın Tuhaf albümünde yer aldı. Onlar beni davet ettiklerinde ötesini berisini düşünmeden “tamam” deyip başladım. Biri beni hafifçe ittirince yapasım varmış. Böylece “Minvalde” yayınlanmış ilk şarkım oldu. Daha sonra Grejuva ve Armonycoma or slt ile “Kozmik Hıçkırıklar”ı yayınladık. Akabinde hrsz ve Emiladil ile ortaklığımız olan “Kahvaltı”, Grejuva ve Geo ile yaptığımız “Sor” geldi. Anlatıyı ritmik bir düzenle buluşturmak benim için keyifli bir şey. Rap bunu çok özgür bir şekilde yapabilmemi sağlıyor. Müzikal bilgim pek yoktur, sadece biraz kulak dolgunluğum var. Kick ve snare’i algılarım, ama bir “beatmaker” değilim. Bir melodiyi aklımda tutmam çok zor. Bu yüzden rap bana bir özgürlük alanı veriyor. Kaki King’in kendine özgü bir gitar çalışı vardır veya John Cage’in müziği algılayışı kendine özgüdür. Bu kendine özgü yöntemsellik bana cazip ve özgür bir alan gibi geliyor. Rap kendine özgü olmayı kolaylaştıran bir tür benim için. Şarkı söylerken flow’un, yani akışın da herkes için kendine özgü olması gerekiyor. Bunun örneklerini çok göremiyoruz. Rap piyasasında artık herkes birbirinin benzeri gibi, herkes aynı şeyi yapmaya çalışıyor. Son dönem trap işlerde kimin kim olduğunu bile ayırt edemiyorum. Ben biraz daha özgünlüğün peşindeyim.
YouTube’da Türkiye’de trend olan videoların birçoğu trap videosu, milyonlarca dinlenmeleri var.
Trap zaten şu an yeni pop gibi. Genç nesille bağlantılı herhalde, internette çok vakit geçiren kalabalık bir genç nüfus var. Onlara hitap eden bir kültür oldu trap. Ama daha “old school” dönemlerden insanlar için dubstep gibi kendini tekrar eden bir şeye dönüştü. İlla ki farklı müzik türlerinin içine trap’teki bazı unsurlar girecektir, ama bu formuyla pek değişime uğrayamayacağını ve bir yere gidemeyeceğini düşünüyorum. İnsanlar tüketiyor, tüketildiği için de üretilmeye devam edilecek. Mesela eski bir MC’nin yıllar sonra trap yaptığını görebiliyoruz. Köşeyi dönmek için yapılan işler çoğunlukta, bana samimi gelmiyor.
Yazdığın sözler epey kişisel bir noktadan hareket ediyor, bahsettiğin özgünlük sözlere nasıl yansıyor?
Rap yapmadan evvel de yazıyla ilgileniyordum. Flow’u duymaya çalışmadan kelimelerin nereye gidebildiklerini görmeye çalışıyordum. Söz yazarken bir şeyi doğrudan anlatmak yerine, çatlaklardan neler sızdığını ve bunu başka bir açıdan nasıl görebileceğimi düşünüyorum. Mevcut toplumsal düzen beni kötü etkiliyor ve ona doğrudan bakmak çok rahatsız edici. Bu kötü etkilerin bende veya bir başkasında gözlemlediğim yansımaları üzerine düşünmeye çalışıyorum. Bir şekilde bunu kusmak gerekiyor. Bu yazıyla da olabilir, şarkıyla da.
Oktay Rifat Perçemli Sokak’ın önsözünde şöyle diyor: “Bir dilin kelimeleri birer işaret olarak gerçeği gözümüzün önüne getirmekle ödevlidir. Bir dili kullanmak, kelimelerin bizde uyandırdığı görüntülerin yardımıyla bir şey anlatmak demektir. Kelimeleri kullanmak, göz önüne birtakım görüntüler getirmek, gerçekle oynamak, gerçeği kurcalamak birdir. Kelime bu bakımdan bizi resmin çizgisinden, renginden, musikinin sesinden daha çok gerçeğe yaklaştırır.” Yazdığın sözlerin çağrışımlarını böyle bir yönteme bağlayabilir miyiz?
Şiir severim. Geçmişte gezinmeyi de… Özellikle Ahmet Erhan’ı çok severim. Octavia Paz’ın şiirleriyle de çok vakit geçirmişimdir. Bir şiiri okuyup geçmeyi sevmiyorum. Bir süre okuduğum şiir üzerine düşünüp vakit geçirince daha iyi resmedebiliyorum kafamda. Şiir biraz resmetmeye dair bir şey gibi geliyor bana. Rap yaparken anlatmak istediğim şey önce kafamda görsel olarak canlanıyor. Anlatmaya çalıştığım şeyi bir görselin içinde görmeye çalışıyorum. Geçenlerde Ahmet Telli okuyordum, “Ne zaman birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum” dizesine denk geldim. Bu benim kafamda bir resim gibi. İstanbul’da yaşadığım tedirginliği daha iyi resmeden bir şey yok.
Pınar’ın ölüsü bir varile konmuş, üzerine beton dökülmüş. O görüntü beni çok etkiledi. Sermayem olsa bir sürü varil alıp içine beton dökerim, hepsini Diyanet’in kapısına bırakırım. Eylemin kendisi bir şey söylemiş olsun ve onlar da tedirginlik hissetsin.
Söz yazmak için kâğıdın başına oturduğunda nasıl bir motivasyonun oluyor?
Bazen bir kâğıt bile olmayabiliyor. Yolda yürürken kafama yazdığım bir not başlangıç noktası olabiliyor. Bazen defteri kalemi alıp “yazacağım” dediğim zamanlar oluyor, ama kendimi yapmak zorunda hissettiğim noktada pek bir şey çıkaramıyorum. Grejuva ve Geo ile yaptığımız “Sor”u bir günde yazıp kaydetmeye karar verdik. Herkes yazmaya başladı, ben strese girdim. Balkona kaçtım ve tek başıma yazmaya başladım. O kendilik orada da devam ediyor aslında. Beraber bir şey yapma durumunun içinde bile var.
Toplumsal olaylar seni ve müziğini nasıl etkiliyor? İlk tweet’lerinden birinin 10 Ekim Ankara Katliamı’na dair olduğunu farkettik: “Gırtlağıma oturan kanla yutkunamam.”
Gezi isyanından sonra hep bir tehditle karşı karşıya kaldık. Bombaların patladığı ve darbenin yaşandığı dönemden geçtik. Toplumun bizi bir tehdit, bizim de kendimizi yasadışı gördüğümüz bir zamandı. Bu yüzden evlere itildiğimiz bir dönem yaşadık. Açıkçası, yaşadığımdan utandığım bir dönemdi. O patlamalarda hayatını kaybedenler arasında tanıdığımız, bildiğimiz insanlar vardı. Bu ülkede büyüklerinin gençken yaşadığı kötü hikâyeleri dinleyerek yetişiyorsun. Daha sonra o hikâyeler kendi hayatında yaşadıklarına dönüşüyor. Bu çok acı bir şey. Bununla savaşmanın ve yaşadığın şeyleri dışavurmanın yollarını arıyorsun. Eve kapandıktan sonra çok fazla üretmeye çalıştım. Yayınlamadığım bir sürü şey oldu. Evinde oturuyorsun ve yaşıyorsun. Yine de bir şeyler üreterek bu duygu durumunun içinden çıkmaya çalışıyorsun. İnsansın ve devam etmeye çabalıyorsun.
Az önce tedirginlikten bahsettin. Pınar Gültekin cinayetinin ardından kadınların sosyal medyada yazdıklarını düşününce, ortak bir tedirginlik göze çarpıyor. Böyle bir haber hayatının akışını nasıl etkiliyor?
Hayat sekteye uğruyor, düşünce olarak kapanıyorsun. Bunun bir başka kadının başına geliyor olması senin bu durumu algılayışında hiçbir şey değiştirmiyor, çünkü aynı tehlikeyle burun burunasın. Elbette üzüntü var, ama onun ötesinde bir etkide bulunabileceğin noktaları aramaya başlıyorsun: Bu meseleye nereden, nasıl temas edip bu mücadeleye nasıl dahil olabilirim? Bir kadın eylemine gidip kayıplar yaşamış ailelerle omuz omuza durmak da olabilir, kendi kafanda kurduğun farklı eylem biçimlerine dair tasarılar da olabilir. Pınar’ın ölüsü bir varile konmuş, üzerine beton dökülmüş. O görüntü beni çok etkiledi. Sermayem olsa bir sürü varil alıp içine beton dökerim, hepsini aynı forma getirir, Diyanet Başkanlığı’nın kapısına bırakırım. Eylemin kendisi bir şey söylemiş olsun ve onlar da tedirginlik hissetsin. Bu ara sürekli eylemin kendisinin ne söyleyebileceğini düşünüyorum. Sokaktaki mücadelede insanların tutuklandığını, yaralandığını, öldürüldüğünü görmekten de bıktım. Yargı zaten insan haklarına zıt kararlar veriyor. Ben de kendi kafamın içinde bir çıkış arıyorum.
“Kahvaltı” şarkısındaki imgeler epey sert: “Savaş, kan, Lakota kızılı, deri yangısı”…
Okuduklarımın, haberdar olduklarımın yansıması. Mültecilerle ilgili çok okuma yapıyordum, “Kahvaltı”ya da oradan giriyorum: “Savaşta boğularak ölmüşsün.”
Pandemi dönemindeki “kişisel gelişim” kampanyalarına dair “Ben hiçbir şey geliştiremiyorum, öfkemden başka” yazmışsın.
Benim için gel-gitli bir süreçti. Şu an hiçbir şey üretemediğim bir dönemdeydim, ama başlarda sürekli boyaları elime alıp bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Her şeye vaktim vardı, okumaya, yazmaya, çizmeye… Ancak haberleri takip ettikçe sınıfsal bir kıyımın eşiğinde olduğumuzu idrak ettim. Büyük çoğunluk işe gidip çalışmak zorunda, fabrikalardan salgın haberleri geliyor, hiçbir önlem alınmıyor. Bu arada, sosyal medyada birileri “Kendinizi sevin”, “Günde şu kadar spor yapın” gibi şeyler söylüyor. Böyle bir hayat değil bu. Birkaç ay evden hiç çıkmadım, toplu taşımaya binmedim. Biraz oksijene de ihtiyacım olduğunu düşündüğümde gece yürüyüşlerine başladım. İstanbul’u o kadar sakin görmek daha önce yaşamadığım bir şeydi. Beşiktaş’ta sokakta kimse yok, yürürken kimseye çarpmıyorum, çok farklı bir hissiyattı. İstanbul’da birçok semti deneyimledim, kaos dışında bir kelime çıkaramıyorum.
Grejuva ile birlikte yaptığınız “Kozmik Hıçkırıklar”ın videosunda da ev imgesini görüyoruz. Kamusal alandan çekilmenin sonucu olarak ev senin için ne ifade ediyor?
Kabuk. O kabukla varolabilirsin. Kabuğu çatlatabilirsin. Veya kabuğa hiç ihtiyacın olmayabilir. Ama benim bir kabuğa ihtiyacım vardı. Aslında kabuğa mecbur muyuz, emin değilim. Belki de eylemlerimizi ve algılayış biçimlerimizi değiştirerek kabuğa ihtiyaç duymadan da yaşayabiliriz. Böyle bir umutsuzluğa gerek olmayabilir.
Pandemi dönemi kadınlar ve queer bireylerin hayatını daha da fazla zorlaştırdı…
Evdeki şiddetin dışında sokaktaki şiddet de arttı. Gazetecileri içerde tutup bazı tutukluların salıverilmesinin etkisini sokaklarda kadın olarak yaşadık. Şort giyip dışarı çıktığımız zaman bizi rahatsız eden insanlar arttı. Maçka oturup güvenle bir şeyler içebildiğimiz bir yerken şişe kırıp adam yaralayanlar peydahlandı. Aile gibi daha küçük birimlerde şiddetle karşılaşmayanlarımız bile sokağa çıktıklarında şiddetle baş başa. Benim anahtarlığımda hep bir düdük vardır, ne zaman ihtiyacım olacağı belli olmaz. Kendini koruman gereken durumları düşünmek, sakınarak ilerlemek zorundasın. Bu çocukluktan itibaren böyle. Hayatta kalmak için bir tehlikeyi sezip ona teğet geçip gitmen lâzım. Bir kadın yolda yürürken gözü bir yandan etraftakilerdedir. Ne zaman karşı kaldırıma geçeceğini, hangi ara sokağı kullanacağını ya da kullanamayacağını bir kadın her zaman biliyordur. Şu an kadınlar arasında birbirini kollama bakımından çok güzel bir dayanışma ağı var. En basitinden, bindiğin taksinin plakasını bir arkadaşına yazıp kendini güvence altına almak gibi. İlginç olan, bunun yeni yeni duyulan bir şey olması, çünkü kadınlar bunu yeni konuşmaya başladı. Yaşadığın şeyi anlatmaya dair bile bir baskı var. Artık sinmemiz gereken değil, savaşmamız gereken noktadayız. Korku eşiğini aştık. Ölüyoruz, daha neden korkalım ki?
Sahneye çıkmak ne hissettiriyor?
Sahne çok dinamik bir yer. İlk kez Herkestam’la yaşadığım sahne deneyimimden sonra “feat” yaptığım şarkılara sahnede eşlik ettim. Stüdyoda yaptığımı sahnede de yapmaya çalışıyorum. İşimi iyi yapmak gibi bir motivasyonum var. Heyecan tabii var, ama mikrofona bir şeyler söylemeye başladığımda o heyecan kayboluyor. Söylediğim muğlak şeylerin bile birileri için anlam ifade etmesi beni çok mutlu ediyor. Sahneden indiğimde, genelde kadınlar “devam et, çok güzel bir şey yapıyorsun” gibi sözler söylüyor. Onlar benim için çok değerli.
Rap sahnesindeki kadın MC sayısının az oluşunu neye bağlıyorsun?
Toplumumuzda ataerkil düşünceden beslenen bir baba figürü var. “Devlet baba” da bu düşüncenin bir versiyonu. Bir kadın doğduğu andan itibaren bunun içinde yaşıyor. Bir kadının seveceği bir şeyi gerçekleştirme cesaretini bulması çok zor. Denetleyen, korkutan, yasak koyan bu yapı hep kadınların etrafında. Bir kadının bunları aşabilmesi çok zor. Mevcut durumda kadınların kendini var edebilmesi ve hayatta kalabilmesi bile çok önemli bir mücadele. Düşünün, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından bahsediliyor. Doğrudan yaşama hakkımız elimizden alınıyor. Kadın cinayetlerinin çok yüksek boyutlarda olduğu bir dönemde bile buna teşebbüs ediliyor. Canının derdinde olan kadınlardan söz ediyoruz. Gerçekten çok büyük bir baskı altındayız. Bir kadının çevresi tarafından yargılanmadan bir şeyi yapabilmesi çok zor. Bu baskı rap piyasasında da var.
Sen bu durumu nasıl deneyimliyorsun?
Hâlâ savaşıyorum. Şarkılarıma “Sözlerini başkası mı yazıyor” diye yorum yazanlar oluyor. “Bir kadın başarılıysa muhakkak arkasında biri vardır” algısı var. Kadın olarak bir şey başaramayacağını düşünen bir güruh var. Bunları duyunca üzülüyorum, yaptığın şeyin değerini anlayanlar bile bunun yaralayıcı olabileceğini düşünmeden seni başka bir erkek MC üzerinden tanımlayabiliyor. Ben işimi hiçbir zaman “kadın MC”lik gibi bir yerden ele almıyorum. Bu mücadelenin içinde kadınlar olarak zaten varız. Bu savaşılacak ekstra bir şey değil, zaten savaştığımız şey. Daha varoluşa dair, varolarak savaştığımız bir şey. Yetiştirilme tarzımızdan, dilimize yerleştirilen kelimelere kadar, çok daha büyük bir sorunun içindeyiz. İstiyorum ki, dilden de sökülsün atılsın böyle şeyler. Dilin içine sinmiş iktidar ilişkilerini çözümleyen bir taraftan bakmak… Bu amaçtan da öte bir şey, hakikaten böyle yaşıyor ve düşünüyorum, illa ki yazdığım sözlere de yansıyor. Türkçe rap müzikteki dilin çöplüğünü de herkesin kendisine düşman yaratmaya çalışması üzerinden algılıyorum. Çünkü çoğu kişinin başka bir varoluşu yok, ancak bir düşmanı olursa kendisi varolabiliyor. “Diss” kültürü bu yüzden bu kadar baskın ve oradaki savaş da iktidar üzerinden. Dildeki erillik de bununla alâkalı. Küçük yaştaki dinleyiciler bunlara takılmadan dinleyebiliyor, zira hayatın içinde birçok şeyle henüz karşılaşmamışlar, bunlar üzerine düşünmeleri gerekmemiş. Öte yandan, bu tür sözleri dinledikçe duyduklarını normalleştirebiliyorlar.
M4NM (Music for Non-Musicians) kolektifiyle bir araya gelmen nasıl oldu?
M4NM ile tanışmam üniversitede endüstriyel tasarım okuduğum döneme denk geliyor. O zamanlar okulun atölyesinden çıkmıyordum ve M4NM için albüm kapağı, afiş tasarımları yapıyordum. M4NM’den önce Grejuva’yı tanıyordum. Tanıdıklarım zaman içinde kalabalıklaştı ve çember biraz daha genişledi. Müzikle ilgili bir soru sorduğumda bana bir şeyler anlatan arkadaşlar edindim. M4NM üyelerini sadece gözlemleyerek bile çok şey öğrendim. Beraber ürettiğimiz işler sırasında birbirimizi daha iyi tanıdık. Üretim konusunda benzer motivasyonlarımız vardı. Bir yaranın kabuğunu kaşımak. Kötü olan bir gerçeği birilerine göstermek. Kafa dağıtmak… “Hit” olmak gibi bir amaç yoktu. Kendi sıkıntımızı anlatmaya çalışıyorduk. Bunun karşılığında bir beklentimiz yoktu. Babamın bana şaka yollu söylediği bir şey var: “Yeter artık, biraz yer üstüne çıkın, hep yeraltı, içimiz karardı.” (gülüyor)
M4NM kolektifi içindeki dayanışmayı, yürütülen faaliyetin ruhunu nasıl ifade edersin?
Herkes birbirinin bakışına saygı duyuyor. Benim için M4NM içindeki müzisyenlerin hepsi çok değerli. Eminim herkes birbiri hakkında böyle düşünüyordur. Kolektiften çıkacak bir iş için herkes elinden ne gelirse yapmak istiyor. Maymunla Diyalog ile de kolektif bir yapıda üretiyoruz. Evimizi müzik yapabileceğimiz bir yere çevirdik. Herkesin ekipmanını bıraktığı ve beraber müzik yapabileceği bir stüdyo kurabildik. Grejuva ve Çağın Güler’in Maymunla Diyalog projesini zaman içinde başka bir hale evriltip altı kişilik bir gruba dönüştürdük; bir albüm yapma planımız var. Vokallerde Grejuva, Nube ve ben, gitarlarda Çağın Güler ve Çağakan Nalbantoğlu, prodüksiyonda Noct ve Grejuva var. Hep üzerinde çalışmak istediğimiz bir projeydi, sonunda kolları sıvadık. Sistemin biraz dışındayız, sistem hep şirketleri destekliyor ve öne çıkarıyor, böyle kolektif yapıda bir alternatif yaratmak değerli… Gerçeklik mevzusu önemli. Teknolojinin içine doğmuş çocuklar olarak hep bir illüzyonu yaşıyor gibiyiz. Sosyal medyayı ve bütün denetlenmeleri bir potada erittiğinde ortaya çıkan sorular şunlar: Sana yansıtılan ne, senin yaşadığın ne, aslında yaşanan ne? Olayları sürekli bu boyutlarıyla görmeye çalışıyorsun. Sana sunulan gerçeklik bir yanılsama, aslını öğrenmen için de deşmen, düşüncede ya da eylemde onu bulman gerekiyor. Bir yandan Türkiye gerçekliği var. İnsanların gerçekliğiyle seninki çatışıyor ve karşındaki kitle çok büyük. Kendi gerçekliğimizi var etmek zorundayız.
Express, sayı 173, Güz 2020